- 245 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
BİR ANADOLU GERÇEĞİ
Her birimizin algılarımızdan akıp geçerken şu hayat, ne de farklı gözlemler takılır akıllara, kimisi değer yüreğe ezer de ezer, kimisi de nükte olur anılarda. Bizler için sıradan olan olanakların başkaları için son derece lüks olması gerçekte de irdelenmesi gereken bir konudur.
Kimse eşit şartlarda başlamıyor hayat düzlemindeki müca-deleye. Kiminin bir ebeveyni, kiminin iki, kiminin bir organı yetersiz veya çokça engelle geliveriyor dünyaya. Anne ve babaların çocuklarının o anları ve sonrasında da gelecekleri adına sağlayabildiği ve veya sağlamakla ilgili tutumları da yarının kişiliklerinde ciddi tesirler bırakıyor kuşkusuz.
İlkokullu yılların o hengamasinde oyun adaklıyken bizler, arada bir tanımadık yüzlerin de sınıflarımıza dahil olduklarını ve her nedense sınıfa uyumda türlü sorunları olduğunu bilmek için de uzaman olmayaı gerektirmeyen o silik ve çekinik kişilikleri hiç merak ettik mi acaba? Çevremizdeki yüz tiple-melerinden de oldukça farklı duran ve adeta hayata sonradan monte edilmiş halindeki bu masum, umudu kırık, başı eğik çocuklar da kimlerdi? İçlerinden çok nadiri kendilerine dayatılan bu zorlu hayatla baş edebilmeyi başarmış, çoğu ise kaderine razı şekilde sessiz kalmayı ve ta ki okulla ilişikleri kesilinceye değin arkadaşlık kurmayı bile denememişlerdir.
Farklı coğrafyaların da ortak sorunu olan ve bilhassa da gelir dağılımı ile toprak reformu sorunlarından kaynaklı bu durum, sadece ülkemizde onbilere ulaşan öğrencinin akla hayale gelmedik istismarına da yol açmaktadır kuşkusuz. Sözünü ettiğimiz grup, mevsimlik işçi ailelerinin çocuklarıdır. Dile getirilen bu kavrama dahi oldukça yabancı kalındığını da bilerek, bizim normal yaşantımızın dışında da üstelik ciddi biçimde mücadele vererek hayata tutunmaya çalışanların olduğunu bilmememiz, aynı coğrafyayı paylaştığımız her birey için en azından bir insanlık onuru mevzuudur kanımca. Öyle ya, mevsimlik işçi ailesi ne demektir? Bu aileler nasıl yaşarlar ve bu mevsimlik konusu neleri çağrıştırır? Etraflıca konunun içine girmeye çalıştığımızda, Doğu Karadeniz`in çay , mısır, fındık, kivi gibi, güneyde de yaz sıcağının tam ortasında pamuk, tarlalarında,narenciye bahçelerinde ve hasat kavramının geniş hacimli yaşandığı her zeminde gördüğümüz o insanlar, bu metnin de asıl kahramanlarıdır kuşkusuz.
Sıradan bir kentli aile çocuğunun güncesinden bakınca ko-nuya, kahvaltı ile başlayan, okul servisleri ile süren ve okuldaki eğlenceli ve katma değerli yaşantılardan sonra yine servislerle eve dönüşlerin hafta içi rutinlerinden olduğunu görürüz. Öğle arasında veya teneffüs saatlerinde de harçlıkları ile okul kantininden ihtiyaçlarını öyle veya böyle karşılayabilen, eve gittiğinde başını sokabileceği evin türlü nimetlerinden yararlanan, nezih bir ortamın olanaklarını alabildiğine kullanan çocuklar. Bu durum ülkenin tüm çocukları için cari bir durum mudur? Öyle olmasını umut ederdik ve fakat işin aslı bu durumun karşılığında görülen manzara kelimenin tam anlamıyla içler acısıdır.
Diş macunu kavgası, çizgi film seçimi tartışmaları, oda payla-şımından kaynaklı diğer sorunlar ve hele hele akşam yeme-ğindeki o “Ben bunu sevmiyorum, yemem” işteler… Bu sıra-danmış gibi süregelen manzara, hayata belki de iki sıfır geri-den aşlayan “mevsimlik işçi çocukları” için geçerli değil maa-lesef. Onların bırakın diş macunu seçmesini, yüzlerini yıka-yabilecek temiz bir lavabo, akşama kadarki yorgunluktan sonra önlerine hazırlanmış yemekleri, canları sıkıldığında ekrandan şunu bunu izleyeyim lüksleri hiç olmamıştır muh-temelen. Oysa, onların da izlemeye, dinlemeye, katıla katıla gülmeye, eğlenmeye ve daha saysak nelere ihtiyaçları ve hak-ları yok muydu? Elbette bütün çocukların bu özel çağın çağrıştırdığı çokça şeyi deneyimlemeye, kullanmaya hakları da ihtiyaçları var. Sıklıkla az gelişmiş ve veya gelişmekte olan ülkelerin toplumsal sancılarından biri olan bu durum, ülkenin gelirlerinin hukuksuz paylaşımının da bir sonucudur kuşkusuz. Sadece izleyen, kıt olanaklarla bu durumdaki çocuklara uzanmaya çalışan bizlerden önce, bu durumlara neden olanların o kararmış vicdanları ve para hırslarının ivedilikle sorgulanması, onurluca yaşamanın ve insana saygının da elbette zorunlu bir yoludur. Kendi kentleri şöyle dursun, binlerce kilometre ötelere giderek ailelerinin yarınları için gelir elde etmek üzere yollara dökülen binlerce insanımız, bu bilinmezlerle, çetrefilli mücadelelerle dolu süreçte çocuk-larına neler sağlayabilir ki? Zira, mevzuya insan öznesi açı-sından bakılınca, o yetişkinlerin de çokça nimetten mahrum kaldıkları, kendi ekonomik bağımsızlıklarını elde etme yolunda tüm güçlerini tüketmeleri noktasında çocuklarına da gereken ilhamı verememeleri gayet tabidir.
Bakanlık olarak eğitim-öğretime erişimde gereken her türlü tedbirlerin alınmış olması, yılın farklı zamanlarında mevsimlik ve genelde tarımsal ekonomiye dayalı bu göç hareketlerinden en az hasarla çıkılabilmesi adına alınmış tedbirler, gözetilen hassasiyetler ve gösterilen emekler bile “mevsimlik işçi çocukları” nın trajedilerini ortadan kaldırmaya yetmiyor ne yazık.
Yıllar sonra Anadolu`nun adı pek bilinmeyen ve hayatın tüm tatlı ve acı yanlarının tezahür ettiği taşrasında, eğitim ordu-sunun bir ferdi olarak görev yaptığım yıllarda bu hazin öykü-lerle oldukça yakınen içli dışlı olduğumu söylemeliyim. Öyle ki, bu çocukların baharın ilerleyen aylarında gelmeleriyle birlikte ilk yapılan iş, hijyen adı altında okuldaki diğer çocuklara bazı haşeratların bulaşmaması adına söylenirken rutin ve fakat uygulanırken de eza verici, utandırıcı saç kontrolleri olurdu. Nihayetinde sağlıklı ortamlarda ve asgari hijyenden oldukça uzak yaşamaklı olan bu çocuklardan birinin saçında taşıdığı ve veya derisinde barındırdığı bir hastalık tüm okulu tehdit eder hale gelebilirdi. Haklı gerekçelerle de olsa onları kırmadan bu işlemin nasıl yapılmaya çalışıldığını ve buna karşın çocuklardaki omahsun bakışları, ezikliği asla unutmak kabil değildi. Bu ortamlardan gelmeleri onların suçu değildi. Yılda iki veya daha fazla sayıda okulda öğrenci olanlar daha şanslıydı. Velileri tarafından hele ki okuma yazmayı da öğ-renmişlerse, çoğunun ileriki yıllardaki eğitim-öğretimi yasa-daki boşluklardan ve ekonomik bahanelerle ailelerince ihmal edilmekte, okul hayatları da erken yaşlarda sona ermekteydi. İleriki yıllarda daha nitelikli mevsimlik işçi statüsüne erişebildiklerinde de elllerinde de genellikle falanca sııftan terk veya ilkokuldan sonra ortaokula hiç kayıt yaptırmadı gerçeği olurdu.
Hayata dair şu okul yıllarının ne de çok değer kattığı gerçeğini bir kenara koyarsak, bu değerleri biriktirmekten ve istenilen oranda tecrübe edebilmekten çok uzak kalan “mevsimlik işçi çocukları” bir yetişkin olduklarında o güzelim çocukluk yıllarına dair çokça şeyi ıskalamışlığın, diğerlerine göre hayatın zorlu yanlarıyla yüzleşmişliğin acısını eminim dahA uzun yıllarca taşıyacaklardır benliklerinde. Temmuzun ortasında akşam vaktine doğru veya daha geç saatlerde yorgunluktan bitkin, ter kokan , emek kokan vücutlarıyla kendilerini içine attıkları o çadır evler, kim bilir neler söyler-lerdi bu anlamda. Onca yorgunluktan sonra düğmesine bası-lınca veya çevrilince sıcak su akan bir duşlukları yoktur onla-rın. Evdeki sabahtan ve veya öğlenden kalma bulaşıklar ise sanki cezaymış gibi o emekçi ellerin kendilerini yıkamasını beklemektedir. Ve zaman çok değerlidir onlar için . Bir an önce bu işleri biriktirmeden bitirmeli, yeterince dinlenmeli-dirler. Bir sonraki, daha bir sonraki sabahlar için yine bolca enerjiye ihtiyaç duyacaklardır.
Yukarıda sözünü etmeye çalıştığımız ve bizim ülkemizin de azımsanmayacak derecede bir gerçeği olan duruma dair çokça film, dizi film çekilmiş, değerli kalemlerce de bu konu hassasiyetle işlenmiştir kuşkusuz. Yeri geldiğinde de renkli dünyasıyla tablolara yansımış bu hayatlar, bizden birilerinin hayatıdır. Onların maddi, manaevi gelişimlerinin en insani koşulların sağlanarak sürdürülmesi, hayata dair erişimlerinin daha üst seviyelere çıkarılması elbette ortak temennidir. Meselenin özünü çözüme kavuşturmak üzere bu insanların göç hareketlerini daha dar sahalarda ve daha az eziyetle, daha bir konforluca işe koşabilmeleri de mümkündür. Devletin bu konuda sosyal devlet olma bağlamındaki görevlerinden biri de ekonomik şartlardaki adaletsizliği giderme çabası olmalıdır. Bu insanlara ekip biçebilecekleri zeminler verilebilir ise, çocuklarının da okulla irtibatı daha klaylıkla sağlanabilecek, göçebelik hayatının ortaya koyduğu katlan-ması çok müşkül sorunların büyük kısmı da kendiliğinden ortadan kalkacaktır şüphesiz.
Adlarını çoktan unuttuğumuz ve fakat yüzlerindeki o sevimli ve masum ifadeleri asla unutmayacağımız çocuklar, bizlerin de çocukları ve geleceğidir. Onların çalışmaları, ailelerine destek vermeleri adına bazı özverilerde bulunmalarını anla-yabiliyoruz ve fakat şu yüzyılın ortalama nimetlerinden bunca uzak kalmalarını ve onca yoksunluğu da alabildiğine ya-şamalarını, yaşıyor olmalarını vicdanen, aklen ve etik ba-kımdan hiçbir yere koyamıyoruz.
Elimizde ne varsa maddi, manevi tüm sunumlarımızla karşı-ladığımız o yüzlerin, bu ilk karşılamadaki seviçlerini görmenizi istedrim. Bayramlarda semtine uğranılmayan gariban, gurabalar gibi ne de çok mutlu olmuşlardı. Oysa ellerine verilen üç beş kırtasiye malzemesi, birkaç kuruş harçlık ve okulun sığ olanakları ile toparlanan gıda malzemesiysi sadece. Bunun daha üzerindeki dokunuş, onları uygun zamanlarında bizzat çadırlarında ziyaret etmemiz, çadırlarına elleri dolu vaziyette giderek onurlandırmamızdı sanırım. Vefakat bu mutlu alış veriş ne de kısa sürmüştü. Sınıflarına yeni yeni uyum sağlamışken, o gün, diğer gün derken birden bire okula gelmemeleri bizi endişelendirmiş ve sahada da bu gerçeği kontrol etmiştik. Maalesef bu kontrol bizi bir kez daha yık-mıştı. Daha iki üç haftadır okula gelmekli iken ve bir ayı aşkın sürede de okulumuzda geçici kayıtta bulunmaları gerekirken, hayat onları başka başka yollara sürüklemişti bile.
Okula gelip giderken o koskoca meydanı daoldurmakta olan itili ufaklı çadırların esamesi bile kalmamış, o ailelerin silüetleri, çocukların okula gelmeleriyle birlikte yaşanan tatlı hengameler masalsı sayfalarda kalmıştı çoktan. Onlar için yeni yollar, yeni zorluklar, yepyeni yüzler ve başka başka okullar olacaktı hayatlarında. Onların hayata bakışlarındaki pencereden geçen iyimser izler olarak kalabildik bizler. Bu kısacık ve anlamlı iz, onlara geleceğe dair çok şey katmamışsa da ellerimizden gelen tüm olanakları işe koşmanın buruk huzuru vardı içimizde. Ve kısa bir duraksamadan sonra bu geçici yerleşkeden ayrılırken, her şeye daha fazla erişebilen bizler ve öğrencilerimiz için o rutin hayat devam edecekti. Kim bilir seneye bahara yeni yüzler de katılırdı aramıza. İşte, bu hikaye döngüsü geşillerin merak ve endileşeri, gidişlerin de hüznüyle akıp gidecekti büyük olasılıkla.
O yıllardan geriye bir hayli zaman geçmiş olsa da, bizlerin ve bu hissiyatla duruş gösteren kıymetli velilerimizin, meslekdaşlarımızın, ilçe kaymamkamımızın, ilçe milli eğitim müdürümüzün ve onurlu davaya katkılarını esirgemeyen, harçlıklarından dahi ödün veren öğrencilerimizin, onlarca esnafın özverilerini de asla unutmadık. Bize bahşedilenlerle zenginleşen şu hayat, bizim onları paylaşmamızla ne de güzelleşmiş, bereketlenmişti. Çadırda beş on dakikalr içindeki sohbet, dertleşme, içilen bir iki bardak çay her şeye değmişti aslında. Bizler birbirimzi sevmeyi, kollamayı, anlamayı başarma yolunda oldukça, hayata bir nebze de olsa değer katabilmemiz mümkün olacaktır kuşkusuz. Bu değerin şu veya bu ölçüde olmasının bir önemi de yok üstelik. Sadece inanarak, özceriyle, biz anlayışıyla ve yargılamadan, anlaya çalışarak yaklaşabilmek her şeye değer. Binlerce insanımızın kaderlerini değiştirebilecek güze sahip olamasak bile, akıp geçerken şu hayat, onların da anılarında bir renk olabilmek ne büyük bir nimettir aslında. Sizce de öyle değil mi?
Oğuzhan KÜLTE
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.