- 283 Okunma
- 5 Yorum
- 0 Beğeni
AMERİKAN BAYRAKLI BİSİKLET
Mısır’ın başkenti Kahire’de öğrenci olarak bulunduğum günlerde, havaların biraz serin olduğu bir hafta sonuydu. Kaldığım yurdun karşı tarafındaki duraktan otobüse atladım, Tahrir Meydanı’na gitmek üzere yola çıktım. Amacım, arada bir yaptığım gibi bu geniş meydana varmak, Türkiye’den iki üç gün gecikmeli gelen ve sadece buradaki bir bayide satılan Türkçe birkaç gazeteyi alıp tekrar yurda dönmekti.
Ancak dönüşte, “Otobüse binmek yerine Nil Nehri’nin üzerindeki köprülerden birini bir sefer de olsa yürüyerek geçmiş, böylece dört kilometrelik bir mesafeyi yaya olarak kat etmiş olurum” düşüncesiyle yola çıktım. Gazeteleri dürüp pantolonumun arka cebine koydum, kazağı üzerine çektim, tabana kuvvet deyip seri adımlarla yürüyüşe geçtim. Önce Tahrir Meydanı’nın güney yönüne düşen Kasrulayni Caddesi’ne, ardından Saray Geçidi’ne, oradan da Kahire Üniversitesi Köprüsü’ne doğru yürüyerek ilerlemeye başladım.
Bu köprüyü, Kahire’ye ilk geldiğim günlerden beri hep merak ederdim. Hatta otobüsle her üzerinden geçtiğimizde, kendi kendime; “Keşke şu köprünün ortasında bir durak olsa da insem ve şu masmavi akan Nil’i doya doya bir seyretsem” der dururdum. Çünkü Nil Nehri’nin en geniş ve en güzel manzaralı akıntısı buradan, Kahire Üniversitesi Köprüsü’nden görünürdü. Hâsılı bütün bu hayalleri o an yaşıyor olmanın dayanılmaz zevkiyle, köprüye doğru uzayıp giden kaldırım boyunca adımlamaya devam ettim. Derken korkuluklarına dokuna dokuna köprünün tam ortasına kadar geldim ve durdum. Yönümü önce güneye, ardından kuzeye çevirdim. Bilahare iki elimi yanlara doğru açtım, uzaktan Nil’e sarılır gibi yapıp beş on kez derin derin nefes aldım... Havasını iyice içime çektim... Diğer bir deyişle yarım saat kadar Nil’e misafir oldum... Onunla âdeta konuştum, hoşbeş ettim, göz göze geldim.
Tam “yeter artık gideyim” diyordum ki, on bir veya on iki yaşlarında kırmızı bisikletli bir çocuk geldi ve önümde aniden duruverdi. Benimle hiç konuşmadan bisikletinden indi, yerinden çıkmış görünen pedal zincirine doğru eğildi ve bir süre bu zinciri takmaya çalıştı. Bisikleti çok eski olan bu çocuğun, Mısırlı olduğu her hâlinden belliydi. Ancak bisikletinin ön maşasından yukarıya uzanan iki tel çubuğun ucunda, birer tane Amerikan bayrağı asılıydı... Niçin diyordum içimden... Niçin... Niçin bu çocuk bisikletine, dört yüz yıl dedeleriyle beraber olan ve yeri geldiğinde onları canı pahasına koruyan Türkiye’nin bayrağını değil de Amerika’nın bayrağını asıyordu! Hemen çocuğa doğru hafifçe eğildim; “Merhaba genç adam! Bir yardıma ihtiyacın var mı?” dedim. Tam işini bitirip bana bakarak teşekkürle cevap verince, konuşmayı sürdürdüm:
“Müsaadenizle sizi tanımak isterim. Adınız ne?”
“Muhammed. Ya sizin?”
“Benim adım da Mesut.”
“Nerelisiniz? Hangi ülkedensiniz?”
“Ben Türküm. Türkiye’den geldim.”
“Ama siz Amerikalısınız galiba...”
“Hayır Mısırlıyım.”
“Peki, bu Amerikan bayraklarını niçin bisikletinize astınız?”
“Ben Amerika’yı çok seviyorum.”
“Pekâlâ, size Amerika’yı bu kadar sevdiren şey ne?”
“Çünkü Amerika çok güçlü bir ülke.”
“...”
Kafam allak bullak olmuştu. Zira o zamana kadar “Türkiye’yi Arapların ağabeyi görmek” gibi klasik, kibir kokan, basit bir üçüncü dünya anlayışının edilgenliği içerisindeydim ben. Türkiye hep himayeci bir abi; Mısır, Sudan, Suudi Arabistan, Irak, Ürdün, Suriye, Kuveyt, Katar, Fas, Tunus, Cezayir birer kardeşti. Ama gerçekte bu böyle değildi. Özellikle kalkınmasını tamamlayamamış sığ ve kapalı Müslüman topluluklarda, dün olduğu gibi bugün de “yakın olmanın doğal iticiliği” kuramı her hâlükârda geçerliydi. Dahası, hamaset ve duygusallık gazıyla hiçbir üstünlük kalıcılığını sürdüremezdi. Dini vasıta yaparak kurduğumuz bütün siyasi manevraların, yine birilerinin kışkırtmasıyla din markajlı yeni bir politik oyunla geri tepmesi kaçınılmazdı. Tarihte de hep böyle olmuştu. En güçlü olduğumuz dönemde dahi, biz hilafeti birlik ve beraberliğin şemsiyesi zannederken Necid’in Arapları Vahhabilik fitnesiyle, güya İslam’ı Osmanlı’nın elinden kurtarmanın hesaplarını yapıyordu. Dolayısıyla Arapların Türkleri abi, Türklerin de Arapları kardeş görmesi, dün olduğu gibi bugün de hiç tutarlı ve gerçekçi değildi. Böylesi bir bakış açısı, ancak ve ancak geri kalmışlığın verdiği aşağılık kompleksini, dinî değerler üzerinden üstünlük kompleksine çevirme avuntusu olabilirdi. O günlerde ve daha sonraki zamanlarda hep bu konuyu düşünüp durdum. En nihayet kendime, eski kafamın üzerine basa basa şunları söyledim:
“Mısır’a ve Araplara bakışımızın nasıl olması gerektiğini bize fısıldayan gerçek orada, o kırmızı bisikletli çocuğun son cevabında gizlidir! Hiç öyle kendimize abi, Araplara da kardeşimiz falan deyip işin kolaycılığına kaçmayalım. Hele hele onlara “Sanki bizi çiçeklerle bekliyorlarmış gibi size yine geleceğiz” şeklinde kaba olduğu kadar komik olan Osmanlı hamasetiyle hiç mi hiç yaklaşmayalım. Çünkü öyle hemen din iman, abi kardeş gibi beylik kelime veya kavramlarla falan olmuyor bu işler. Önce şu aziz vatana adam gibi sahip çıkalım. Fergana Vadisi’nden Anadolu’ya uzanan Maveraunnehir ekolüyle Türkçeyi bilim dili hâline getirelim. Dünyadaki en güçlü ve en saygın üniversiteleri biz açalım. Kanserin çaresini biz bulalım. Nobel ödüllerinden daha albenili ödülleri yeryüzüne biz dağıtalım. Bütün cihanın en akıllı, en üretken ve en başarılı bilim insanlarını biz toplayalım. Tıp tarihinin en etkili ilaçlarını piyasaya biz sürelim. Ekonomide dünyanın ilk üç ülkesinden biri biz olalım. Yeryüzünün en güçlü hukuk devletini biz inşa edelim. İnsanlık tarihinin en güçlü, en akıllı ve en caydırıcı silahlarını biz yapalım. Dünyanın en sağlam ve en hızlı otomobillerini, trenlerini, uçaklarını biz üretelim... Dahası, yeryüzünde kalkınmanın kapısı, kalitenin kalesi, yeniliğin öncüsü biz olalım. İnsanı ve insanlığı yaşatalım ki devletimiz yaşasın. Ondan sonra bacağımızı çelip kahvemizi içelim... Bizim kimseye gitmemize veya din iman kardeşliğini tembelliğimizin kılıfı yaparak siyasi güç devşirmeye çalışmamıza hiç gerek yok. Yeryüzü bizi bağrına basar zaten o zaman... Mısır’ın çocukları da işte o zaman Amerikan bayrağı yerine bizim bayrağımızı kendiliklerinden bisikletlerine asmaya başlar. Çünkü insanları bize çeken en cazip mıknatıs; bizim en güçlü, en ileri ve en faydalı oluşumuzda saklıdır.”
Mesut ÖZÜNLÜ
YORUMLAR
Mesut Özünlü
Güçlü olmak lazım mutlaka ama bu nasıl yapılacak. Balzac "Bilginin efendisi olmak istiyorsan çalışmanın kölesi olmalısın. " der... Okumak ve çalışmak bu konuda bize yol gösterecek iki kavram uymak lazım... Kutlarım içtenlikle güzel bir yazı...