- 248 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Amentünün gizli maddeleri...
"Ey ahmak nokta-i sevda! Hâlıkın ef’âli sana nâzır değildir. Ancak Ona bakar. Kâinatı senin hendesen üzerine yapmış değildir. Ve seni hilkat-i âlemde şahit tutmamıştır. İmam-ı Rabbânî’nin (r.a.) dediği gibi: Melikin atiyelerini, ancak matiyyeleri taşıyabilir." Mesnevî-i Nuriye’den.
İnsanın İslam’la şereflenebilmesi için kendisini ’detaylaştırmaya’ hazır olması gerekir arkadaşım. Evet. Bunda tereddüt ettiği ölçüde hidayetten uzaklaşır. Buna elverişli olduğu seviyede nasibi artar. Tevhidin ’başlangıç’ beklentisi budur bizden: Madem ki, herşeyi yaratanın bir Zat-ı Samed olduğuna iman ettin, o halde sen artık bir detaysın. Yaratıcılıkta yerin yok. Yaratılanlardan birisin. Aslolanda yerin yok. Yansıtanlardan bir tanesisin. Gösterilen O, gösteren sensin. Gösterilen kendisini herşeyle gösterebilir. Gösterebilense herşeyi gösteremez. Bunu kabul etmek, yıllardır büyüttüğün iddiaların varsa içinde, hakikaten yürek ister. Ağrı dağının başından ta Konya ovasına düşmek gibi olur. Nasıl derinlik (yükseklik değildir o) korkusu olanlar aşağıya bakamazlar, çekinirler, başları döner; aynen öyle de; böylesi bir kibre sahip olanlar da İslam’ın güzelliğine bakmaya çekinirler. Davet ettiği şeyden uzaklıklarındandır korkuları. Hatta belki, tıpkı cahiliyede yapıldığı gibi, kelamullahı duyduklarında kulaklarını kapayarak kaçışırlar.
İnsanın iki ’fıtratı’ vardır: 1) Üzerine yaratıldığı. (Gerçek.) 2) Kendisini alıştırdığı. (Sahte.) İnsanın iki ’kendisi’ vardır: 1) Hakikatte olduğu. (Gerçek.) 2) Kendisini sanrıladığı. (Sahte.) Tamam. Kabul ediyorum. Yaşarken ’mış gibi’lere tutunmamak olmuyor. Zira sebepler dairesinde işler biraz böyle yürüyor. Tarlayı ekmezsen mahsûlünü alamazsın. Dersini çalışmazsan sınavını geçemezsin. ’Ben’ demezsen yer, ’Benim’ demezsen mülk, ’bence’ demezsen mana tutamazsın. Hepsi doğru. Lakin bu ’sürece riayet’ seni gerçekten ’yaratıcı’ yapar mı? Yaratmak böylesine kolay birşey mi? Yahut daha ilerisini de soralım arkadaşım: ’Sürece riayet’ dediğin de sadece ’duadan ibaret’ birşey olmasın mı? Tek farkı: Bunların kabulü daha genel. Daha umumi bir şekilde, Allah, sebeplere riayet edenlerin istediklerini bağışlıyor. Mü’min-kâfir ayırmıyor. İşte bu ’kabul edilme sıklığı’ da beşeri yanılgıya sokuyor: "Hep olduğuna göre belki de yaratan benimdir ha?"
Halbuki birşeyin yaratıcısı olmak, vücudu için lazım herşeyin cümle detaylarına ilmen, iradeten, kudreten vâkıf, dahil ve hâkim olmaktır. (Elektriği yaratan lambanın düğmesine basan değildir yani.) Yani, onu, yokluğunda ’hiçten çıkarabilecek’ durumda olmaktır. Her bilgisine sahip olmaktır. Her seçimini irade etmektir. Her sonucunu kudretle vücuda çıkarmaktır. Evet. Hiçten çıkaramayanlar yaratıcı sayılamazlar. Ancak emanetçisi sayılırlar mülkün. Arabayı kullanıyor olman seni yaratıcısı yapmaz. Galeri sahibi de ’Asıl yaratıcısı benim!’ diyemez. Üretimi için gerekli elementleri yaratamayan firma da hakiki yaratıcısı değildir üstelik. Alınıp satılan yalnızca emanetçiliktir. Emanetçiler, emanetleri, başka emanetçilerle el değiştirirler.
Amentünün açık maddeleri olduğu gibi zımnında buyurduğu gizlileri de var. ’Emanetçiliğe iman’ da bunlardan birisidir. Emanetçilik, ’sahiplik sanrısını’ kırdığı gibi, ’merkezlik sanrısını’ da kırar. Elhamdülillah. Doğrusu da budur zaten. Şeyler ancak onları yaratanın takdir buyurduğu merkeziyette şekillenirler. (Kadere imanın zımnında bu merkeziyet de vardır.) Hatta yaratılış sürecindeki şahitliklerimiz de, her nesnenin, sinesinden koptuğu şeyin yörüngesinde takılması şeklindedir. Dünya, güneşin sinesinden koptuğu için, onun merkeziyetinde döner. Güneş, her neyin sinesine aitse, ona ait bir yörüngede akıp gitmektedir. Çocuklar ebeveynlerinin yörüngelerindedirler. Telif müellifin yörüngesindedir. Sanat sanatkârının yörüngesindedir. (Onun kişiliği, kabiliyeti, kültürü, hayalleri vs. merkezinde şekillenir.) Bu yörünge-merkez düzeni, şecere-i hilkatin topyekün hayale geldiği bir zeminde, mekandan/zamandan münezzeh olarak elbette, Cenab-ı Hakkın takdirini varlığın merkeziyetine koyar. Varlık, Allah onların nasıl olmasını murad ediyorsa, o şekildedir. Ne yöne doğru akmalarını emretmişse oraya akmaktadır. Hangi kemali tayin etmişse oraya şevklidirler. Hakikatte durum, başkası teklif dahi edilemez şekilde, böyledir.
Lakin hodbin için hakikat sanrısıyla sınırlanmıştır. Herşeyi kendi varlığıyla bildiği için (Ben yoksam benim için hiçbirşey yok!) bilmesindeki bu araçsallığını yaratıcılıkla karıştırmıştır. Tamam. Öyledir, kendisi varlığa çıkmasaydı, bilmesi gerekenleri bilemezdi. Dili olmasaydı tadamazdı. Kulağı olmasaydı duyamazdı. Gözü olmasaydı göremezdi. Tamam. Fakat bu araçsallıklarından hiçbirisi onu yaratıcı yapmıyor. Yapamaz. Neden? ’Nedenlerden bir neden’ olmak ’nedenlerin tamamını hiçten çıkarabilmek’ anlamına gelmiyor da ondan. Yani yaratılışın küçük bir detayı ’bütün detayların yaratıcılığı’ yerine geçmiyor. Geçemez. (Geçeceğini mâkuliyetini yitirmemiş hiçbir akıl kabullenmez.) Fakat bu mahiyette sanrılar aklî değil hevesîdir. Kolay bırakmaz. Kurtulamamak da insanı ’ait olmadığı bir âlemde yaşamak zorunda’ bırakır.
Psikolojinin üç kurucu babasından biri sayılan Alfred Adler, İnsanı Tanıma Sanatı’nda, bu marazî durumun biteviye mutsuzluğun kaynaklarından birisi olduğuna dikkat çekiyor:
"Kimsenin katlanamayacağı bir gerilimin içine sürüklenirler. Ayrıca başkalarıyla her karşılaşmaları onlar için olağanüstü bir olay olup çıkar. Birinin onlara seslenişi, yöneltilen bir söz, yergi veya yenilgi açısından yorumlanıp değerlendirilir hep. Aralıksız bir savaş sürer gider. Kendini beğenmişlik, hırs ve büyüklenme özelliklerini yaşam modeli yapanların önüne habire yeni güçlükler çıkarır bu savaş. Yaşamın gerçek sevinçlerinden yoksun bırakır. Çünkü, ancak koşullar benimsendiği zaman, yaşamın sevinçleri ele geçirilebilir. Bu koşulları bir kenara iten kimse, kıvanç ve mutluluğa götüren yolu, kendi eliyle kendisine kapatır. Başkaları için memnunluk ve mutluluk kaynağı herşeyden ister istemez el çeker. Düşler ve hayaller kurarak, başkalarından yüce ve üstün olduğu duygusunu yaşatır içinde, ama bu duygunun hiçbir yerde gerçekleştiğini göremez. Bir şekilde böyle birşeyle karşılaşsa bile saygınlığını yadsımaktan zevk duyan yeterince insan bulur karşısında. Bunu önleyecek hiçbir çare yoktur. Kimse bir kişinin üstünlüğünü benimsemeye zorlanamaz. Dolayısıyla, kendisini beğenmiş kişiye, kala kala kendisi hakkında vereceği tümüyle kesinlikten uzak ve büyüklenmeyle dolu yargısı kalacaktır."
Bediüzzaman da Hakikat Çekirdekleri’nde şöyle birşey söylüyor arkadaşım:
"Her adam için, heyet-i içtimaiyede görmek ve görünmek için mertebe denilen bir penceresi vardır. O pencere kamet-i kıymetinden yüksek ise, tekebbürle tetâvül edecek. Eğer kamet-i kıymetinden aşağı ise, tevazu ile takavvüs edecek ve eğilecek, tâ o seviyede görsün ve görünsün. İnsanda büyüklüğün mikyası küçüklüktür, yani tevazudur. Küçüklüğün mizanı büyüklüktür, yani tekebbürdür."
Kibir yorucudur. Bütün bir hayatı ’rol kesme’ye dönüştürdüğü için yorucudur. Zıplayarak yaşamak kanguru olmayanı yorar. Yorgumluğumu biraz da buradan tartmaya başladım şimdilerde arkadaşım. Hatta, sadece kendiminkini değil, neslimin yorgunluğu da. Elimizi korkak alıştırmayalım. Daha büyük resme de bakmaya çalışalım. Herkes yorgun. Ahirzamanın herkesin omuzlarına yüklediği bu türden bir yorgunluk var. Evet. Biz olmadığımız şeyler gibi görünmeye çalışıyoruz. İmajı hakikatten daha çok önemsiyoruz.
Hediyeleri üzerinden hediye sahibine karşı iddialara girişmişiz. Bahşedilenler Karun gibi bozmuş bizi. Âlemlere ’Âlemler Rabbi’nden başka merkezler atıyoruz. En başta da kendi merkeziyetimiz var elbette. En büyük kıyak(!) yine kendimize. Birşeyi arzuladığımız zaman herşey çekilip yol versin bekliyoruz. Hem de değerimizi bilsin. Saygıda kusur etmesin. Bizi övsün. Hâşâ, Allah’ı bıraksın da, yalnız bize hamdetsin. Bizden bahsetsin. Biz güneş olalım da herşey gezegenimiz olsun. Fakat hakikatte hiçbir zaman böyle olmuyor tabii. Âlemler, bizim gibi hadsizler rağmına, Âlemler Rabbinin takdiri etrafında dönüp duruyorlar. Maşaallah. O ne buyurursa onu yapıyorlar. O emretmişse bize yol veriyorlar. Menetmişse kapıyorlar. Eğer sahte/kurgu merkeziyetimizi terkedip hakiki merkeze bağlansak kardeşleşeceğiz. Yörünge kardeşliği bizi birleştirecek. Bu kardeşliği küçümsediğimiz için şeyler sayısınca hasım sahibi oluyoruz. Hüznümüz de buradan kaynıyor. Tatsızlığımız da buradan. Yorgunluk da hakeza... Akıntıya karşı yüzen elbette çabuk yorulur arkadaşım. Suç akıntıda değildir. İçimizdeki sürtünme katsayısı arttıysa, ilk bakmamız gereken yer burası olabilir, vesselam.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.