Çetrefil
Mevcut güzelliğinin muhtemel egosu, bir kahve randevusunu kırk yıl bekletecek ağırlıkta olmasına rağmen otel odama davetimi lobide çay içmek kadar doğal karşılayarak kabul etmesi hafifleştiriyor gözümde onu. Dün tanıştık yarın elini tutma hızına çıkmaya cesaret edersem, edep radarına takılır mıyım acaba derken, bu gece vereceğine kesin gözle bakıyorum artık. Bir dişinin eksikliğinin vücudunun değerinden düşülen o eski cariyeler gibi, Ben de odama böyle basit şekilde gelişini kusursuz güzelliğinden eksiltip herhangi bir endam standardına dönüştürüyorum. Kontrollü ve hanım hanımcık her hareketinden tazyikli edepsizlikler fışkırıyor sanki şimdi. İkimizin de aklı fikri hemen yanımızdaki geniş ve konforlu yatakta, az sonra yapacaklarımızda değilmiş gibi davranışlarımızdan, en az onun kadar benim de tahrik olduğuma şüphe yok. Varsın oynasın, bunu sevdim..
Dördüncü yudumu aldığı içki bardağını masaya bırakırken yakası açılıp, kar beyaz gerdanı ve göğüslerinin kutlu çatalı gözüküyor bir an, hemen anında zihnimin ayağını koyuyorum o aralığa..
Bakışımı fark edip kazağını çekiştirerek manzaramı eliyle kapatıyor. Ancak zihnimin ayağı hala orada, bilincimin bütün kaslarıyla ittiriyorum hedefi, o frikiği hiçbir güç kapatamaz hayal gücümde artık. Konuşuyor, ama ne anlatıyor bilmiyorum, duyuyorum fakat anlamıyorum. Dudaklarında ateş kırmızısı bir ruj, ağzını hemen her kıpırdatışı bedenimi sarmaya başlayan yangını körüklemekte, yüz hareketlerine uygun karşılık vermeye çalışıyorum sahte mimiklerimle. Bilincim: bütün kudretiyle araladığı kapıda olsa da hala, En azından kulaklarım ondaymış gibi yapıyorum. Henüz boşalmamış kaderlerimizi tazeliyor, olabildiğince yavaş ve nazik hareket ediyorum, ve tek bir yerim dışında fazlasıyla yumuşağım. Akli irademin beynimden aşağı doğru kızgın bir lav gibi akıp, tüm gövdemi yakarak kasıklarıma doğru kayışını hissediyorum. Kontrolü dürtülerime bırakmak istemiyorum, ama Yok hayır, sanırım kontrolü bırakmayı istiyorum..
Hala konuşuyor, onu duyuyor olsam da sözcükleri anlamıyor konuyu algılayamıyorum. Fakat hecelerindeki akortsuzluğu, kelimelerdeki kayışlarının ve üzerine fazlaca bastığı harflerde köstekleyip dilindeki peltekleşmeyi, en ince ayrıntısına kadar fark ediyorum. Bu tuhaf kakafoni daha da fazla azdırıyor beni, hayvani dürtülerimin fazlaca güdümlendiğini varlığımın çekirdeğinden parmak uçlarıma ve en hassas tüylerime varana kadar hissediyorum. Bu sarhoşluğunun dozunu arttırmak için kadehimi kaldırıp ona da aynını yapmaya davet ederek, kadehine vuruyor ve tüm şerefsizliğimle “şerefe” diyorum.
Artık yarın şapşallamış hal ve savruk bir kol ile içki kadehini masaya bıraktığında, aynı frikik tekrardan açılıyor, bakıyorum, bakarken yine yakalanıyorum ne utanç ne rezillik, o anda olması gereken hiçbir ahlaki duyguyu duymuyorum. Kazağını rutin hareketlerle arada bir çekiştirse de özenmiyor, her tekrarda bir başka açıdan ortada bıraktığı bağrına sokulmam için bunu bilinçli bir davet sayıyorum. Yerimden kalkıp onun yanına koltuğa oturuyorum, kendimi Ben kontrol etmiyorum artık, elimi omzuna atıyorum, çekiniyor gibi olsa da rahatsız değil, hala bir şeyler anlatmayı sürdürüyor komik olmalı, çünkü sürekli gülümsüyor, tebessümleri arsızlığımı besliyor, daha da sokuluyorum omzunu kavradığım an avuç içimin ateşten yandığını hissediyorum. Teni ile aramdaki kalın kazığa rağmen bu ateşi onun azgın ve beni arzulayan bedeninin sesi sayıyorum. uzanıp yanağını öpüyorum, başını geri çekiyor, tekrar öpüyorum itiyor, gülümsemeyi sürdürerek “yapma lütfen hadi kadehlerimizi için içelim” diyor, ilgilenmiyorum. Gözlerinde başlayan ciddiyet yüzüne ve oradan bütün vücuduna yayılıyor, diğer elimi de devreye sokup belini sıkıca kavrayarak üzerine abanıp çatalına en yakın nereleri denk getirebilirsem oraları öpüp yalamaya başlıyorum. Ciddiyeti korkuya tırmanıyor “yapma ne olur” diyor ilgilenmiyorum. Yapma lütfen diye ses tonunu yükselterek neredeyse bağırıyor ama yine de umrumda olmuyor, kuduz bir köpek gibi saldırıp boynundan aşağı sallalarımı dökmeyi sürdürüyorum. Artık son derece ayık şekilde ağlamaya başlıyor ama bunda geç kalıyor, çünkü artık kontrol bende değil, kendi içimde bir canavar peydahlanmış durumda ve ilgilendiği tek şey onun içinde olmak. Bağırmaması için o küçük ağzına kocaman avucumla bastırıyorum ve zihnimin son on dakikadır bacağını koyduğu araya elimle de müdahale edip, kazağını ilk frikik yerinden yırtıyorum. Ağırlığımı üzerine vererek ağzındaki elimi ısırmasına hazır bekliyorum, ısırmıyor. İnce ağaç dallarına benzeyen zayıf ve kırılgan kollarıyla beni ittirerek, 100 kilo ağırlığımı üzerinden atmaya çalışsa da, yerimden oynatmaya gücü yetmiyor. Yerçekimi ve malum kütlemin ortaklaşa hareketleriyle kendimi tümden üzerine bırakarak saçma çabasındaki umudu kırıyorum. Aramızda sıkışan kollarını yana çıkarmasına izin vermek için ağırlığımı birazcık kaldırıyorum, dirsekleri yerde avuçları yukarıda her iki kolu beni ittirmeye çalıştığı şekli alıyor. Ses yok direnç yok, sanki nefes bile yok. Tıpkı bir ceset gibi tamamen gevşiyor. Kalbinin az önceki tepinişini duymuyor gibiyim, gömdüğüm bağrımda kaldırıyorum başımı, yüz yüze geliyoruz kocaman ve simsiyah gözlerinden akmayı sürdüren Coşkun gözyaşlarını görünce rahatlıyorum. Yaşadığının tek kanıtı bu akan yaşlar sadece. Bakışmayı sürdürüyoruz, kendi kuru ve kudurgan gözlerime onun ıslak gözlerinden bakmaya devam ediyorum. Önce elimi ağzından çekip, sonra bağırma sakın diye fısıldıyorum, lütfen yapma diyor kısık bir sesle, ne hecede hayvanlık ne dilde peltekleşme, net ve ayık bir yapma!.. Duyduğu korku tüm sarhoşluğunu silip süpürmüş ayıkmış olmalı, eteğini kaldırıp iç çamaşırının lastiğine atıyorum elimi, tepinmeye başlayıp altımda debeleniyor” ne olur yapma” diyor “ne ol..”
Konuşmasına izin vermeyerek tekrar kapatıyorum ağzını, kısa aralıklarla hızlı ve obur nefesler almaya başlıyor burnundan. Burun deliklerinin genişleyip daralmalarına paralel olarak karmaşık bir hava akımı başlıyor elimin üzerinde, paniğinin derecesini bu sert ve ılık esintiden hissedebiliyorum. Bu his beni daha da kudurtuyor, tehditlere başlıyor sus diyorum tek kelime edersen burnunu da kapatacağımı söylüyorum. Sakin ol gevşe diyorum yoksa onu tümüyle nefessiz bırakıp boğacağımı söylüyorum, öldürebileceğimi bile söylemeye hazırım, gerek kalmıyor gevşiyor..
Yaptırım gücümün etkisini görmek için iç çamaşırının lastiğine tekrardan tutunuyorum, direnç yok kolları hala aynı pozisyonda, dirsekler yerde, avuçları tavana açık. Üzerindeki yükümü hafifletip göğsümü göğsünden kaldırarak, o aradan gömleğimin düğmelerini çözmeye başlıyorum, ellerindeki titremeyi kontrol edip kendi düğmelerimi açamıyorum, heyecanıma sinirleniyor bütün düğmelerimi koparıyorum.
Pantolonumun düğmesi bir dokunuşta kendiliğinden açılıyor sanki, külotumla birlikte pantolonumun sol paçasını bacağından çıkarıyorum, boynundan ve artık çıplak olan omuzlarından öpüp koklamaya başlıyorum. Bunu yaptıkça daha da sertleşip vahşileşiyorum, duyguları hisleri umrumda değil, yaşadığı korku vücudu kadar ilgilendirmiyor beni, tekrardan debelenip zorluk çıkarmaması için vahşetimi yumuşak bir şekilde uygulamaya hassasiyet gösteriyorum, iç çamaşırının lastiğini koptuğunu fark edince garip bir sevinç ve coşku duyuyorum içimde, artık tamamen gevşemiş bacakları arasına yerleşiyorum. Direnmiyor, vücut amacıma müsaitleşmiş durumda, artık hiç de gerekmeyen tehditlere tekrar başlıyorum garip bir şekilde üstelik çok daha ürkütücü tonda sürdürüyorum bu tehditlerin, bunu neden yapıyorum hiç bilmiyorum, bir süre tehdit edip duruyorum. Bağırmıyor, konuşmuyor nefes ve gözyaşı dışında hiçbir tepki vermiyor, kendi kendimi gaza getirip sürdürdüğüm tehditlerin anlamsızlığını fark ediyorum, susuyorum ve bir noktam hariç yumuşuyorum ne vicdan ne merhamet, ne sevgi, ne düşmanlık, ne insanlık hiçbir şey hissetmiyorum. Tümden amaç kesildiğim hedefin girişine yaklaşıp usulca temas ediyorum, içeri doğru her küçük hareketimde kasılıyor sesimi çıkarmıyorum, yine çıkarmıyorum, yine çıkarmıyorum, Fakat artık bu kasılmaları problem olmaya başlıyor, terliyorum o kasıldıkça öfkem artıyor sinirleniyorum ve tehditlere tekrar başlıyorum, ne ile nasıl tehdit ettiğimin farkında değilim bilincimin bağı kopmuş durumda artık. Yakın mesafeden bağırırken yüzüne püskürttüğüm salyalarım dışında hiçbir şeyin farkında değilim. Tekrar gevşiyor fakat hemen ardından yeniden bir kasılma, bunu bilerek değil istem dışı yaptığının farkına varıyorum ve aynı anda bekaretini hissediyorum...
O anda ancak aziz’lerde görülebilen müthiş bir anlayış kaplıyor içimi, kasılmalarını bakire olduğu için değil de tecavüzüme direnme biçimi olarak algıladığım için özür dilemeyi düşünüyorum Bir an, fakat zamanı olmadığı için erteliyorum bu düşüncemi. Çok daha yavaş hareket etmeye başlıyorum, kasılmalarını benden bir parça ve kendi reflekslerim olarak görüyorum artık. Gözlerime bakıyor, sürekli kaçırmak zorunda kalıyorum gözlerimi, başımı bağrına gömüyorum dilim dudaklarım çıplak bedeninde gezinse de aklım hala gözlerinde, göğüslerinin iniş kalkışını hissetmiyor başımı tekrar kaldırıyorum, gözlerime bakıyor sanki hiç kırpmıyor, artık ağlama yok, her iki gözünden şakaklarına doğru inen iki gri boya izi ve hala bakıyor. Aşırı bir rahatsızlık duyuyorum bu bakışlardan, kasıklarımda yumuşama hissediyorum, bakma bana diyorum fakat bakmayı sürdürüyor. Bakma diyorum sanki beni duymuyor kasıklarım daha da yumuşuyor, hemen tehditlere başlıyorum ne diyorum bilmiyorum, püskürttüğüm salyalar gözlerine sıçrıyor ona rağmen hala kırpmıyor kapatmıyor gözlerini hala bakmayı sürdürüyor. Hemen yandaki turuncu yastığı yüzüne kapatıyorum, kolları ilk defa hareket edip yastığa yaklaşıyor, avuçlarını tavandan yüzüme kaydırıyor, avuç içlerine bakmak bile vermek istediğim mesajı okutuyor bana” yastığı çek, peki ne istersen yapabilirsin yazıyor” avuçlarında. Yastığı çekiyorum yüzünden, bir an yine bana bakıyor sonra başını sola çeviriyor, Ben de yastığı sağına bırakıyorum.
Kasıklarıma yeniden Can geldiğini hissediyorum, kasılmalarının istemsiz tepkilerine alıştım onlara göre hareket ediyorum, ediyorum, ediyorum, milim milim çizgi çizgi hayvan hayvan ustaca ilerleyerek sonunda tümüyle içine yerleşebildiğimi ve kasıklarımızın kenetlendiğini hissediyorum.
Hızlanmaya başlıyorum kızım arttıkça bir köpek gibi soluyarak daha da hızlanıyorum, bir karanlığa doğru koşuyor gibiyim ve o karanlığın merkezine ulaştığım anda kör edici bir parlaklıkta bir ışık patlıyor zihnimde, büyük bir bölünme parçalanıp dağılma duygusuyla garip bir hayvan gibi uluyarak bir boşluktan düşüyorum, bu düşüşe bırakıyorum kendimi, ağırlaştıkça yavaşlıyorum, yavaşlıyorum ve duruyorum. Sonra bütün ağırlığımı üzerine bırakıyorum, Bir dirhem kadar hafifim ve sanki tonlarca ağırlık yüklüyüm. Bu karmaşık Duygu hoşuma gidiyor, öyle kalmak böyle ölmek istiyorum. Sonra Altımda bir titreşim başlıyor gittikçe şiddetini arttıran bu sarsıntı tüm keyfimi kaçırıyor yeniden sinirleniyorum, o dingin halimden Eser kalmıyor, az önce dünyanın merkezini oluşturan kadın bedeni, şimdi altımda kıpraştıkça beni en fazla rahatsız eden kütleye dönüşüyor ama kes şunu diyemiyorum, tehdit etmeyi düşünüyorum, sonra ayıp sayıp vazgeçiyorum, vücudumu üzerinden kaydırıp yana yuvarlıyorum. Gözümün ucunu hafifçe açıp bakıyorum ona, avuçları hala havada titremesi sürüyor Fakat bu titreme beni fazla sarsmadığı için pek rahatsız değilim. Başımı yastığa gömüyor uyuya kalmayı deniyorum olmuyor, titreşimleri ile beraber tıpkı üşüyormuş gibi dişlerini de birbirine vurduğunu fark ediyorum, üzerine yorgan örtmeyi düşünüyorum Bir an, sarsıntısı arttıkça ortada açık bıraktığım ve artık kapama gereği duymadığı göğüslerinin titrediğini görüyorum. Titriyor, titriyor, sonra gevşiyor ve sarsıntıyla tırmandığı yerden geri iniyor, hala kıpraşımları var fakat endişe üretmediğinden başımı tekrardan yastığa gömüyor gözlerimi kapatıyorum. Şefkate ihtiyaç duyuyor uyku istiyorum başımı okşaması için tehdit etmeyi düşünüyorum. Yanımdan hışımla kalkıp lavaboya koşuyor, kilit sesi ağlama sesi öğürme ve kusma sesi duyuyorum ve bu sesler arasında uykuya dalmaya çalışıyorum. Çok zayıf tiz bir ağlama ve su sesi de gelmeye başlıyor. Bunları bir tür melodi olarak kabul edip uyuyorum, uyuyorum, uyuyamıyorum, derken yeni eklenen burun çekiş sesi bozuyor bu melodiyi nokta 3- 5 saniyede bir araya gelen bu ses ani refleksler yaptırıyor bilincine, rahatsız oluyorum, tuvaletin kapısına gidip tehdit etmeyi düşünüyorum. Sonra masum gelmeye başlıyor bu burun çekişleri, canı yanmış küçük bir yetim bir çocuktan çıkıyormuş gibi hüzün veriyor, karşımda otururken ki hali geliyor gözümün önüne, koca kıza böyle çocuksu burun çekişi yakıştıramıyorum. O yetim çocuk hissi güçlenmeye başlıyor kafamda ve o burnun sahibi tümden masumiyet kesiliyor. Ağlaması, az önceki öğürme sesi, hatta atmaya devam eden su sesi bile şefkate muhtaçmış gibi masumlaşıyor. Burnumda başlayan sızıntı ansızın güçlü bir krampa dönüşüyor ve sağ gözümden tek bir damla yaş sanki pire gibi sıçrıyor koltuğa, onun ardından gelenler akmaya başlıyor, kontrolüm dışında ağlamaya başlıyorum, ben değil de başka birinin benim bedenimi kullanarak ağlama ihtiyacını giderdiği hissine kapılıyorum. O kişinin benim üzerimdeki hıçkırıklarını engellemeye çabaladıkça titremeye başlıyorum, aklımdan bir dolu şey geçiyor ama hiçbirini algılayamıyorum. İçeriden gelen su sesi ağlama ve burun çekme sesleri zihnimdeki şiddetli akslarını arttırıyor, hıçkırıklarımı önlemek için ağzımı sıkıca kapatıyorum, burnumdan nefes alışverişlerimde biraz önceki kadın burnunun aynı esintisini elimin üzerinde hissediyorum. Nefes alamıyorum boğuluyorum, boğuluyorum, elimi ağzımdan çektiğim anda patlıyorum, ağzımdan burnumdan salya sümükler fışkırarak, can çekişen bir hayvan gibi böğürüyor, ağlıyorum ağlıyorum çok ağlıyorum...
Dakikalar geçiyor ağlıyorum, saatler hatta günler yıllar geçiyor üzerimden hala ağlıyorum. Hemen yanımdaki küçük masa üzerinde otelin oda telefonu çalıyor hüzünlü ve yanık bir sesle, daha da ağlıyorum, açıyorum ağlıyorum, yumuşacık bir erkek sesi” beyefendi iyi misiniz” diyor. İyiyim diyerek ağlıyorum, salya sümüklerimle karışık gözyaşlarım telefon avizesinin kablosundan aşağı akıyor, telefonu yüzümüze kapatıyorum ağlıyorum daha da ağlayacağımı hissetmeme rağmen benim kontrolüm dışında ansızın kesiliyor hıçkırıklarım. Banyodaki kadın geliyor o anda aklıma, kulak kesiliyorum, ağlama yok kusma yok, işeme burun çekme yok, zayıf bir su sesi duyuyorum ne hüzün ne masumiyet hiçbir Duygu vermiyor, olağan ve bildik su sesi. Benim çıkardığım sesleri duymuş ve o susmuş olmalı, beni görmese de bir kadın yanında ağladığım için karşısına çıkmaktan sıkılıp yüzüne bakacak olmaktan utanıyorum. Otelden ayrılmaya karar verip yerimden kalkıyorum, pantolonumun çıkardığım parçasını giyerken turuncu koltuğun orta kısmında pembemsi ve ıslak küçük bir renk, başucunda ise iki ayrı noktada mor renkte gözyaşı kurulları görüyorum. Tam o anda lanet olası burun çekişler yine başlıyor, burnundaki sıvı yoğunluğundan olacak sesler dişli ve pütürlü, hırt, hırt, hırt, bunları her duyuşumda kör bir testere ile kafam ortadan ikiye bölünüyormuş gibi bir acı duyuyorum, hareket edemiyorum odadan kaçabilmek ya da tehdit edebilmek için canımı vermeye hazırım fakat hiçbir yerimi oynatamıyorum. Sanki bana ait olmayan bir çığlık çıkıyor ağzımdan, çekme şunu diye bağırıyorum, çekmeyi sürdürüyor, kapı vuruluyor” beyefendi iyi misiniz” diyor dışarıdaki ses ve aynı anda odanın telefonu tekrar çalmaya başlıyor. Su sesi, kapı sesi, burun çekme sesi ve telefon sesi başta olmak üzere bütün sesler bilincimi aynı anda her birine karşı cephe almak için kırk parçaya bölüyor.
Yapmayın diye bağırarak sıçrıyorum ve uyanıyorum. Başka bir oteldeyim, bulunduğum oda başka, yatak başka yanımda uyuyan kadın başka, Ben bir başkayım..
Sırılsıklam terlemişim belki de yatağa işedim bilmiyorum, yorganı açtığım bölgelerden üşüyüp sıkıca sarılıyorum tekrardan yorgana. Tümüyle yatağa gömülüyorum, yanımda yüzüstü yatmış uyuyan kadına bakıyorum, yüzünün yarısından kim olduğunu anlayamıyorum bilemiyorum. Uyandırmamaya dikkat ederek yavaşça üzerini açıp çırılçıplak vücuduna bakarak tanımaya çalışıyorum, ne sırtı ne bacakları ne de çıplak götü bana bir şey söylemiyor. Uyandırıp kim olduğunu sormayı düşünüyorum Bir an, fakat kimseyle konuşacak modda olmadığımdan vazgeçiyorum. Hala çırılçıplak ve sırılsıklamım, sıcacık ıslaklık konforlu bir su yatağı kadar huzurlu. Küçüklüğümü hatırlıyorum, on üç yaşıma kadar yatağa işediğimi, sabah kalkmamak için nenemin ısrarına rağmen yine böyle sıcacık su içinde yorgana sarılışlarımı, yediğim dayakları ve annemi hatırlıyorum. Altı yaşımdayken beni bırakıp gidişini, ardından düşe kalka ağlayarak koşuşlarımı, o düşüşlerinden alnımın orta yerinde kalan yara izine dokunuyorum, Oya desenli kahverengi uzun elbise ve mavi eşarbı hatırlıyorum, avucumda salya sümüklerle karışık kanımı hatırlıyorum, köpeğimiz Babi’nin üzerime atlayarak salya sümüklerimi ve yaralarımdan Akan kanı yalayışlarına hatırlıyorum, devrik el arabasını, ağılın önündeki tezekleri ve içinde eşinen kırmızı tavuğu, hatta o gün havanın nasıl olduğunu gökyüzündeki o şekilsiz bulutu hatırlıyorum fakat bir kez olsun geri dönüp bakmadığı için, annemin yüzsüzlüğünü hatırlıyorum da, yüzünü hatırlamıyorum...
Hüzünlenip sigaraya uzanıyorum ve tam o anda yanımda yatan yabancı kadın öyle güçlü osuruyor ki irkilip elimden çakmağı düşürüyorum. O sese yakalandığım andaki pozisyonumu koruyarak şaşkınlığım geçene kadar hareketsiz şekilde ona bakıyorum. İnsanın kendi osuruğu kendini mutlaka uyandırır, lakin bunun bizden çıkmış olma bilinci etkin şekilde devreye girerek gözlerimizi açacak kadar huzura ilişmez. Ben bunu kendimden de bilirim fakat aynına kadında, hem de yanımda çırılçıplak yatan yabancı bir kadında şahit olmak, daha önce bilmediğim hisler uyandırıyor bende. Deneyimlemeyi hiç istemediğim mayhoşumsu bir şeyler hissediyorum, kontrol edemediğim dürtülerim üzerine üzerine gidiyor bunun, hiç istemememe rağmen ısrarla o sesin kokusunu almaya çabalıyorum. Üst üste burun çekişlerim az önceki kabusumu hatırlatıyor bu iyi, çünkü dürtülerim de en az bilincim kadar bundan rahatsız olduğundan azimli bir av köpeği gibi koku aramayı kesiyorum. Tam o anda bir artçı ses daha duyuluyor ve ardından bir daha, artık şaşkın değilim ve o yarım gördüğüm güzel yüzün gizemli sahibi itici bir eşek ölüsüne dönüşüyor yatağımda. Nedense yataktan kalkıp kaçmıyorum, üstelik fena halde çişim var. Sigaramı yakıp eşek ölüsüne bakarak bir şeyler düşünüyorum ama ne düşündüğümü bilmiyorum, çişim bastırıyor olsa da direnip bir sigara daha yakıyorum, bu iğrenç yatakta olmak istemediğimi biliyorum fakat bir yanım aidiyet duyuyor oraya, kalkamıyorum hala yatağın ıslaklığını hissediyorum, belki terdir belki de idrardandır bu bilmiyorum. Bu ıslaklık sidik olsa az önceki koku arayışında mutlaka takılırdı burnuma ama emin olamıyorum. Yirmi beş yıldır bunu yapmadığım gerçek fakat az önceki kabus da gerçekti. İdrarın üzerinde mi yatıyordum yoksa ter miydi bu? bir çeşit saplantı haline getirerek büyütsem de bunu kafamda, bir kez daha olsun burnumu devreye sokamadığımdan bunalıyorum. İdrar? Ter? Bu düşünceyi aklımda sıkıca tutarak bırakmıyor, idrarımı tümüyle bırakıyorum. Yatağa işiyorum, son damlasına kadar çişimi bırakıp bedenen rahatlıyorum. Evet artık bu ıslaklık kesinlikle idrar, fikir yönünden de rahatlıyorum ve işte o kesif ekşi koku ben koklamadan bile tüm havaya yayılıyor, yarım sigaramdan keyifli bir nefes daha çekip dumanını yanımdaki eşek ölüsünün çıplak sırtına üflüyorum. Yorgana sıkıca sarılıp yatağın sıcaklığına huzur içinde gömülüyorum. Sıcacık termal bir havuzda hissediyorum kendimi, ömür boyu böyle kalabilmeyi düşünüyorum ve tam bu anda telefonumun titreşimini duyuyorum, yerde tıpkı rüyamda olduğu gibi sol paçasının biri ters ve savruk şekilde attığı halde duran pantolonuma uzanıyorum. Arayan dedem...
Şu an belki onlarca sebep yüzünden açmamam gereken telefonu her nedense açıyorum, bunu neden yaptım bilmiyorum boş vermişliğe bırakıyorum kendimi, kıçım yatakta idrar içinde, dirseklerim yerde halıda telefonu açar açmaz direktifini veriyor dedem:” cumaya gitmeyi unutma!.
Abdest aldığını söyleyip kapatıyorum telefonu. Köyde zorla gönderildiğim Kur’an kursunu, hocadan yediğim dayakları dedemin yanan sigarayı ağzıma sokuşturma tehditlerini, ezan okumam ve kuran kursuna gitmem ve günde bir vakit En azından onunla camiye gitmem karşılığında, bırakmam için sürdürdüğü işkencelerden vazgeçip sigaramı bizzat onun alışlarını hatırlıyorum. Gülümsüyorum, kıçım hala yatakta yarı açık, geri geri gelip pozisyonumu koruyarak yatağa dönüp sidik içindeki aynı konforlu hali aldığımda hemen bir sigara daha yakıyorum. Eşek ölüsünde hiç hareket yok aynı şekilde uyumayı sürdürüyor. O kadar rahat ve huzurluyum ki ıkınarak sidik torbamda kalan son Bir kaç damla idrarı da çıkarıyorum. Kimsenin gelip altımı kontrol etmeyeceğini ve yatağa işediğim için dövülecek olmamanın konforunu bütün gücümle sömürüyorum. Üşümemek için yorgana hava aldırmıyorum, dışarıda kalan tek şey kolum onu da üst üste sigaralar yakıp içmek için kullanıyorum. Ömür boyu böyle kalabilirim lakin kapıda rahatsız etmeyin uyarısı asılı değil ve oda temizlik saati gelmek üzere, hizmetlilerin “house keeping” diyerek odaya dalma becerilerini çok iyi biliyorum. Bu ihtimale karşı yanımda uyuyan eşeğin uyanma endişesi dahi yetiyor kaygılanmama. Bu düşünce bütün huzurumu kaçırıyor, Evet kimse beni dövecek değil burada ama karşılaşacağım sansasyonlar yerine ninemden on kez dayak yemeyi tercih edebilirim. Usulca kalkıyorum banyoya girmeyi dahi riskli buluyorum, kendi osuruğuna kalkmayan bu eşek ölüsünün benim duş sesime uyanacağı tutar diye göze alamıyorum bunu, havlu ile kurulanıp giyinmeye başlıyorum pantolonum elimde, kazağımı odanın diğer köşesinde ceket ve fularımı koltuk üstünde buluyorum. Fakat ne kadar arasam da atletimi ve donumu bulamıyorum pantolonumu donsuz kazağımı atletsiz giyiyorum, kapıya rahatsız etmeyin uyarısını asarak ardında sildik içinde yatan gizemli bir eşek ölüsü bırakıp odadan ayrılıyorum.
Asansöre biniyorum iki turist Fransızca konuşuyor, aralarından arkalarına geçerek aynanın karşısına dikiliyorum. Pahalı olduğu her açıdan belli olan gri renkte şık bir takım, boğazlı İnce beyaz bir kazak ve takımla aynı renkte fularımla tam bir aristokrat gibi görünüyorum. Az önce yatağa işediğime inanmak çok güç, 1.90 boy ve ona uygun kalıp da vücut, karizmamdan kendim bile etkileniyor aynadan kendime gülümsüyorum. Lobiye indiğimde resepsiyona dönerek personele de gülümsüyorum, etrafıma Neşe dağıtarak son derece sempatik ve donsuz bir şekilde ilerleyerek otelden ayrılıyorum. Aracım geliyor, valeye yüklü bir bahşiş verip lüks aracımın direksiyonuna geçerek, otelden hızla uzaklaşıyorum. Köydeki köhne evimizdeki o kirli ve yamalı yatağa işediğim için yediğim dayaklarla, Hilton otelinin bu lüks odasındaki yatağa işemiş olarak ayrılırken herkesin nezaketle ardımdan bakışlarını karşılaştırıyorum. Ninemin sözleri çınlıyor kulaklarımda “seni Allah’ın belası çocuk, kaç yaşına geldin hala yatağa işiyorsun, sen de hiç utanma yok arlanma yok mu, Bir daha yap bakalım çükünü kesmiyor muyum senin.”
Ve otel resepsiyonundaki erkek ve kız güzellerinin o nazik Güler yüzleriyle kurduğu cümleler” yine bekleriz efendim, lütfen tekrar tekrar gelin efendim, her kim olursanız olun yatağımıza işemiş olsanız da gelin, yine gelin”.
Araç telefonum çalıyor arayan Nevzer “neredesin lan sen Kürşat? hemen bana gel gelirken de üç paket sigara, beş tane de bira getir. Gelemiyorsan da mutlaka bir şekilde bana bu istediklerimi yolla, bunları senin için aramıyorum seni bunlar için aradım. Hallet de ister seninle gelsin ister sensiz çok da sikimde anladın mı lan beni” diyor. Kürşat; onunla ilk tanıştığımda kullandığım sahte kimliğimde geçen isimdi bu, aradan belki 10 yıl geçti ben bu kimliği unuttum, polise yakalatıp cezasını hangi mapushanede ne kadar süre yatarak çekmiştim onu dahi unuttum Fakat bu deli kız ismi unutmadı. Artık gerçek kimliğime dair her şeyi bilmesine rağmen hala sahte ismimi kullanmakta ısrarcı, Kürşat, Kürşat,, kimdi lan bu? Hatırlamıyorum.
Kimlik konusuna böyle yoğunlaşınca ayrıldığım otelde hangi kimliğimle kayıt yaptırdığımı merak ediyorum, aracı sağa çekip duruyor çantamı karıştırıyorum. Ehliyetim “Mutlu Erbaş” adına, kimliğim ise “Mesut Üçok”. Otelde bunların hangisiydim hatırlamıyorum, internetten otelin telefonunu öğrenip arayarak, ayrıldığım sidikli odanın numarasını verip orada kimin kaldığını soruyorum. Üzgünüm efendim bu şekilde bilgi veremeyiz cevabıyla karşılaşıyorum. “Hanımefendi o odada kalan kişi benim, hani az önce yine bekleriz diyerek uğurladığınız kişiyim lakin otelinize hangi kimlikle kayıt yaptırdığımı hatırlayamadım onun için arıyorum, müşteri memnuniyeti falan hani ne oldu” diyorum, ama tabii kafamda..
Gülümsüyorum, bu hayali konuşmanın balonu içine iyice dalarak canlandırmamla sanki ben de canlanıyorum. Yüzümde net bir tebessüm oluşuyor telefonu kapatıp açıyorum müziği ve basıyorum gaza mutlu mesut ilerliyorum.
Mutlu? Mesut? Kimlik ve ehliyetim! yok artık ulan bu bilindik hak söylemi nasıl bu kadar denk geldi yuh amına koyayım diyorum. Saçma sapan bir şekilde heyecanlanıyorum, bütün bunları birileriyle paylaşmak için yanıp tutuşuyorum fakat onca arkadaşım içinde böyle birinin olmadığının farkına varıyorum. Hayal gücüm etkin bir şekilde giriyor devreye, mutlu ve mesut’u arka koltuğa oturtarak onlara anlatmaya başlıyorum bu durumu. Benim gibi sakat ruhlu insanların hayalinin güçleri, hayatın henüz yaşatmamış olduğu bir olguyu bütün unsurları ile sahte olarak kendine yutturmakla kalmaz, ruhun çetrefilli halleri de bu gücün yardımına koşarak, bilincin kendi kendini bilmem kaç boyutlu kazıklamasına sınırsız olanak verir.
Bir süre böyle ilerliyorum fakat sonra enerjiğim de isteğim de azalıyor ve konuyu tam heyecanlı yerde kesiyorum, zaten arka koltukta oturduklarını hayal ettiğim Mesut ve Mutlu da hikayenin devamını merak etmiyorlar. Ansızın tecavüz kabusum geliyor aklıma ve istemsiz olarak tıpkı o kabustaki gibi sağ gözümden Bir Damla yaş sıçrıyor direksiyona, dikiz aynasından yüzüme bakıyorum gözümün biri beyaz ve olağan, diğeri kendi kıpkırmızı olmakla birlikte bulunduğun tarafın yanağınıda sanki çökertmiş durumda. Gülümsüyorum ve gülümsedikçe bir Mona Lisa tablosuna benziyor çehrem. Neşeli miyim üzgün mü yüzüme bakınca anlayamıyorum, duygularım tarafsız hislerim anlaşılmaz, dürtülerim ise boşa dürtmekte ısrarcı.
İnsan: vücudunun kaç duyarlı sinir ucuna sahip olduğunu bilmese de, işkencesi altında kıvranırken bir yanın sana bunları saydırır bir yanında azrail’in merhamete yani sana gelmesi için yalvarır durur. En azından bu tuhaf Araf’tan kurtulmak için ağlamaya çalışıyorum olmuyor, kahkaha atıyorum fakat umarsız orospular gibi yapmacık ve buz gibi çıkıyor kahkaham. Nefesimde kesintiler başlıyor, kötü bir şey olacakmış gibi korkuya kapılıyorum ellerim direksiyonda titriyorum. Tam bu anda telefon çalmaya başlıyor arayan deli Kenan. Akıl hastanesinden oda arkadaşım. Onun beni aramasına ilk defa seviniyorum, bilmeden beni her an oluşabilecek bir travmadan kurtarıyor. Telefonu açıyor her zaman olduğu gibi “ ne var lan Deli Kenan” değil, yumuşacık bir sesle “buyur Kenan abi emret” diyorum. Bir süre sessizlik.. alo diyor alo diyorum, bir daha alo diyor ve ben bir daha alo diyorum. O yine tekrardan alo diyor, sinirleniyorum ve bilindik moduma dönüp ne var lan yine diyorum. Beni tanımaması kendi hatam zira buyurun Kenan bey ile karşılamam kuşku uyandırıyor karşısındakinin Ben olduğumdan. “ Bana telefon alındı akıllı telefon, dokunmalı sen bana kullanmayı öğretirmişsin, anam dedi o öğretir dedi, anam dedi ki o sana öğretir dedi, anam dedi” gibi söylemlerini devam ettirse de telefonu yüzüne kapatıyorum, zira bu klasik nakaratlarını çekecek havada değilim. Yine de araması bana iyi geliyor onu tekrar arayıp teşekkür etmeye niyetlensem de vazgeçiyorum. Akıl hastanesini düşünüyorum...
Dört gündür bilmem kaçıncı zemin katında tek başıma yattığım odamda bilmem hangi çetrefiller içinde yaşarken koridorların uzak ucundan gürültüler duyuluyor ilk önce, bu patırtıların arka fonundan mırıltılar yükseliyor, ve sanki koridordaki tüm koğuş kapılarını titreten bas ve gür bir sesin höykürüşleri yankılanmaya başlıyor; sigaram, sigaramı isterim, üç ane vardı içinde, sigaramı istiyorum, çakmağım üç dalım sigaram çakmağım üç dalım. Aynı kelimelerin her cümle kuruşta yerlerini değişerek farklı şeyleri söylediğini zanneden biri olduğunu daha onu görmeden anlıyorum. O kadar kalın ve heybetli bir ses ki bu, yanında hemen hemen aynı bağırışla söylenen” sigara veremeyiz yasak müdürün emridir lütfen anlayışlı olun” gibi cevaplar, sanki fısıltı ile veriliyormuş gibiydi. Elimde bir arkadaşımın getirdiği kitap var kulaklarımda rahatsız edici derecede tekrarlansa da bu kakafoni kitabı elimden bırakıp kapatmıyorum. Duyduğum sesler aynı gürültülü talep ve aynı fısıltılı cevaplarla yaklaşarak, hastanede o kadar oda içinde maalesef benim kapıma dayanıyor. Kapım açılıyor ben yine de kaldırmıyorum kitabımdan başımı fakat okumuyorum sadece bakıyorum. Aynı sesler odaya doluşuyor, yarı açık kapıda halen sigara muhabbeti ve dayanamıyor bakıyorum. Çıkardığı sesin hakkını veren 2 metre 15 santim boyunda devasa heybetiyle bölgeyi kapamış durumda, kapıyı göremiyorum. Arkası bana dönük hala sigaralarını istiyor, demir kapı kapanıyor ortasındaki mazgal deliğini açan koridordaki kişi artık daha cesur. Hayır lan hayır sana sigara makara yok yasak diyerek, o küçük mazgalı da kapatıyor. İşe yarıyor, mazgal yüzüne kapandığı anda gürültüyle son ses çalışan bir makinanın düğmesine basılıp kapatılmış gibi aniden susuyor. Net bir sessizlik, sessizlikte yayılıcıdır üstelik dışa doğru değil de içe doğru yayıldığından ruh hastaları için bu sessizlik gürültüden daha zararlıdır. Yaklaşık beş dakika kadar kapalı mazgalın deliğine eğilmiş şekilde bekliyor, sonra doğrulup arkasını dönerek yanımdaki boş yatağa doğru gelince kaçırıyorum ondan bakışlarımı. Gözlerimle olmasa da tüm duyu ve algılarımla onu izliyorum, yatağa oturup bir şeyler fısıldıyor ona dönüyorum fısıltı bana değil, başı yerde, gözlerimi çeviriyorum fısıltılar konuşmaya dönüşüyor ama bu defa bana ise bile ben dönmüyorum. Sonra aniden sırt üstü yatağa atıyor kendini, başı neredeyse dirseğimin ucunda, derin nefeslerinin rüzgarını dirseğinde hissediyorum, iki dakika sonra bu nefesler iğrenç bir horlamaya dönüşüyor. Bu hale şaşıracağım sırada sanki Gök gürleyip şimşekler çakmış gibi bir gürültüyle osuruyor ki, benimle birlikte koğuşun Demir kapısı da sarsılıyor sanki. Kendime bu hususta çok güvenmeme rağmen ben bile böylesi bir ses çıkaramam. iğrenç bir koku kaplıyor içerisini, ellerim tuttuğum kitapla meşgul, tıpkı sesine karşı kulaklarımı tıkayamadığım gibi kokusuna da burnumu kapayamıyorum. Tabiki sadistçe bir zevk almıyorum bundan, fakat rahatsızlığını iğrenç şekilde hissetsem de içinde kalmak istiyorum bu halin sanki bilmiyorum neden...
Yarım saat kadar izliyorum onu, fermuarı açık, elini şişkin göbeğinden aşağı indirerek pantolonun içine sokup yırtarcasına taşaklarına kaşımaya başlıyor. Sonra elini oradan çıkarıp burnunu kaşıyor, parmak uçlarını kokluyor tekrar aşağı indirerek taşacaklarını tümüyle avuçladığından emin olduğunda yüzüne güvenli ve iğrenç bir mutluluk tebessümü yayılıyor. Her şey iğrenç şekilde mide bulandırıcı fakat yine de ona bakmaktan çekemiyorum kendimi, hala bakıyorum, içeriye ekşi bir apış arası ve ağır osuruk kokusu yayılıyor, bakmayı sürdürüyorum o esnada kapı açılıyor üç hasta bakıcı ve bir hemşire giriyor içeriye, hepsinde gözle görülen bir tedirginlik ve her an çıkacak bir olaya karşı hal ve hareketlerinde tedbirli bir hazırlık var. Hasta bakıcının biri aralıklı kapıda dikiliyor diğeri hemşireyi ortalarına almış korumaya hazırlıklı, hemşire uyuyan deve yaklaşıp narin bir tonda “Kenan bey” diye sesleniyor. Kenan beyin eli hala taşacaklarında ve cevap vermiyor, hemşire aynı tonda tekrarlıyor Kenan bey cümlesini ve Kenan bey’ den “ıaah” diye bir garip ses çıkıyor. Hemşire ile Kenan bey arasında bu garip diyalog birkaç defa tekrarlanıyor. Sonra hemşire sesinin narin tonunu yükselterek “Kenan beeey” diye bağırdığında, Kenan bey; ııaaaah, ıaahhhh,ıııaaah, lan bi uyutmadınız amına koyim ne var lan ne var” diye söylenerek şekilsiz bir dev gibi uykudan uyanıyor..
“Kenan bey şu ilaçları için lütfen diyor hemşire “ ve taşağındaki elin hemşireye olan yakınlığından dolayı tercihini oy elden yana kullanıp kasıklarından çıkararak hemşireye uzatıyor. Hayretle hemşireye bakıyorum yüzünü ekşitiyor ama apış arası ya da osuruk kokusundan mı yoksa avucunda gördüğü taşak kılından mı bu refleksinin sebebi anlayamıyorum. Kenan bey eline verilen ilaçları düşürmemek için hızla avucunu ağzına götürüyor, ağzını avucuyla sıkıca kapayıp sanırım girişe denk gelmeyen ilaçların düşmemesi için avucunu ağzının üzerinde sağa sola aşağı yukarı bir süre sürterek, sonunda ilaçları ağzına sokabilmeyi başarıyor. Su istemiyor yuttuğundan Emin olmaları için ağzını açıp dilini hemşirenin yüzüne doğru sallayarak altını üstünü kontrol ettiriyor içerinin, bunu yaparken de dünyaya ait olmayan bilinmedik bir yaratık gibi sesler çıkarıyor, artık dayanamayıp başımı çeviriyorum. Kitabımın hala elimde olduğunu o anda fark ediyorum bıraktığım yeri bilmediğim için okumuyorum. Bir süre öyle kalıyorum, yanımdaki dev aniden yataktan sıçrayıp tuvalete gidiyor, balgam çıkarma sesi su sesi ve sonra sanırım osurma sesi konuşma sesi ve sonra tam bir sessizlik...
Geri gelip yanımdaki yatağına yatıyor, başı yine dirseğimin sağ altında, uyumuyor, tavana baktığına eminim, ilgimin ondan dağılması için kitaba bir satırından başlıyorum okuyorum ne okuduğumu bilmeden anlamadan okuyorum. Bir süre sonra ok gibi fırlayıp kalkıyor yataktan, odanın ortasında volta atmaya başlıyor, hızlı adımlarla uçtan uça yürüyüp duruyor, her gidiş dönüşte Bana yarım adım kalınca geri dönüyor, sonra aniden yatağa atıyor kendini, ofluyor pufluyor yine kalkıp yürümeye başlıyor. Aşırı tedirgin oluyorum bu kontrolsüz davranışlarından, kendimi koruyabilmem için kurşun kalemimden başka hiçbir şeyim yok, yürüyor ilaçları su ile içmediğinden olacak ağzındaki acı tadı gidermek için “bööaa, bööaqq” gibi garip sesler çıkararak dudaklarını şapırtıp duruyor..
Tam bir deli, akıllılar dünyasıyla kurabileceği sağlıklı tek bağ sigaraları yoluyla olabiliyor sanırım. Yine odanın içinde hızlı adımlarla sağa sola yürümeyi sürdürüyor ve sonra korkulan oluyor, her dönüşte benim ranzama karşı koruduğu mesafeyi aşarak bu defa tam tepeme gelip dikiliyor. Gözüm hemen yanımda küçük masada duran sivri kurşun kalemde, yükünü tüm ağırlığı İle üzerimde hissetsemde başımı kaldırmıyorum, kitaba baksamda okumuyorum ne yapacağımı bilmiyorum. Karşımda bir deli var ve hedefi olabileceğim tehlikenin ölçüsü, sınırı ve bilgisi Kendi elimde olmadığından kaygım zihnime el koyup onu istediği yerlerinden kemirmeye başlıyor.
Ne yapacağımı kestiremez bir haldeyken o benim imdadıma yetişerek” bana baksana hemşerim” diyor. Bakıyorum tepeme eğreti bir çatı gibi çökmüş durumda tavanı bile görmüyorum. Buyur diyorum, ellerini beline koyup” kitap okurken çok ses çıkarıyorsun rahatsız oluyorum uyuyamıyorum kitap okurken çıkan ses Beni uyutmaz” diyerek okumamamı buyurup susuyor. İyi de ben fısıltıyla değil beynimle okurum sen hangi sesten rahatsız olabilirsin ki demek istiyorum ama diyemiyorum. Göz göze sessizce bakışıyoruz, gözbebekleri boşlukta sallanıyormuş gibi bakıyor sanki gözleri, duygusu ürkütücü, deli gibi bakış dedikleri tam da bu olmalı korkuyorum, gözlerimi gözlerinden ayırmadan çok yavaş hareketlerle kitabı yanımdaki masaya koyar gibi yaparak koyuyor, asıl amacım olan kalemi güçlü bir silah duygusuyla elime alarak sıkıca avucumda tutuyorum. Korkum yarı oranda düşüyor hala göz gözeyiz, bir şey söylemeliyim ama ne bilmiyorum. Sayfa sesi mi okuma sesi mi seni rahatsız eden şey, diye bir şeyler geveleyip saçmalıyorum. Evet sayfa çevirme sesi rahatsız ediyor, okuma sesi değil Evet sayfa sesi diyor. Bu iki seçeneği düşününce sayfa sesi Bana da ne kadar mantıklıymış gibi geliyor. Peki sayfayı çevirirken parmağımı yalayarak ıslatıp öyle çevirsem yine de rahatsız olur musun diye sorarak saçmalığın üzerine maydanoz dikiyorum. Kafasını aniden kaldırıp benden söktüğü gözlerini tavanın sağ köşesine dikerek öylece kalıyor, sağ bacağında bir titreme başlıyor, aynı pozisyonda aynı noktaya bakıp düşünüyor, düşünüyor bir beyni olsa da, sanki içinde sağlıklı düşünce varmış gibi düşünüyor, bacağındaki titreme azalmaya başlıyor ve sonra tümüyle duruyor. Bir tehlike varsa artık geçti olarak algılıyorum bunu, gözünü o baktığı noktadan ayırmadan konuşmaya başlıyor; “Bir deneyelim belki öyle yapınca rahatsız etmez, yapmak lazım belki de yine rahatsız eder, yapmadan bilemeyiz, edebilir de etmeyebilir de, önce denemek lazım, bilmek lazım önce vs vs vb” aynı kelimelerin yerlerini her yeni cümlede değişerek sürdürüyor konuşmasını..
Sonra tekrar yatağına yatıp dirseğimin hemen altındaki yere yerleştiriyor kocaman kafasını. Kitabı açıp işaret parmağımı ağzıma doğru uzatıyorum tam dilimi çıkaracakken duruyorum. Yapmaya kalktığım eylemi bulunduğumuz mekan ve taşıdığımız hasta ruhlarla sınadığımda, durumu oldukça mantıklı bulsam da, bozulan sinirlerim ne yapıyorsun manyak diyerek durduruyor sanki beni. Bu salaklığıma karşı içimde bir coşku oluşuyor kendi kendimle alay etmek gülmek istiyorum, gülemiyorum, ağlamaya çalışıyorum o da olmuyor kendimi kötü hissediyorum, kalkıp tuvalete girerek Zula yaptığım sigaralardan birini yakıp klozete oturuyorum. Deli kenan’ın klozete bıraktığı eski sıcaklık hala duruyor, bu sıcaklık benim taze ısımla birleşince, küçükken parmaklarımızı keserek kanlarını birbirine karıştırıp kan kardeş olduğumuz haller geliyor aklıma. Bu mantıkla ısılarımızdan ona yakınlık kurmaya çalışıyorum, sigaram bitinceye kadar onu da çetrefillerinide anlamaya çalışıyorum ama olmuyor. İnsanı götünden anlamanın yolunun ruh hastalarına özgü olmadığını düşünüyorum.
Sigaram bitiyor, çıktığımda yatakta sırt üstü yatmış ellerini yarı açık göbeğinde birleştirmiş uyuyor buluyorum onu. Yatağıma tekrar oturup kitabı elime alıyorum parmağımı yalamak için dilimi çıkarıyorum çok komik geliyor, bir çocuk gibi şen ve cıvıltılı sesler çıkararak gülümsüyorum, hemen sonra yine burnum sızlıyor ağlayacak gibi oluyorum ama ağlayamıyorum. Parmağımı yalıyorum yine ağlayamıyorum bir daha yalayıp gülmeye çalışıyorum o da olmuyor. Öteki elimin işaret parmağını yalıyorum bir şey bekliyorum, bir şey olmuyor. Kitabı açıp sağ işaret parmağımın iyice yalayarak ıslatıyorum ve o şey oluyor. Sayfayı çeviriyorum ve o hışırtı sesi çıkmıyor, tekrar deniyorum Yine ses çıkmıyor, saçmalığa karşı saçmalamamak için çabalarken verdiğim saçma cevabın işe yaradığını görmek mutluluktan uçuruyor beni. insanlık aleminin yararına ve tüm canlıların yaşamını bin kat daha kolaylaştıracak müthiş bir buluşa imza atmış dahi gibi gururlu hissediyorum kendimi. Bu coşkuyu bütün duygularımda bir süre kusursuz şekilde yaşıyorum, hatta yanımda yatan deve sarılıp bu mutluluğu onunla paylaşmak ihtiyacı duyuyorum biran, sonra bu doruktaki coşkunun dozu düşüyor, düşüyor ne kadar saçma salak bir şeyin içinde olduğumu tüm dehşetiyle anlayana kadar düşüyor. Ağlamaya niyetleniyorum, bedenim gülümsemekle tepki veriyor, gülüyorum daha da gülüyorum bu çetrefilli duygularımın basıncı içimde ki bir barajı yıkıyor sanki, kahkahalarım sığamıyor ağzıma gülüyorum, gözlerimden yaşlar fışkırıyor kahkahadan, artık neye güldüğümü ben de bilmiyorum, bu bilinçsizliğin bilincine varmak daha da komik geliyor bana, gülüyorum gülüyorum çatlayacak gibiyim yanımdaki dev uyanıyor, oturma pozisyonu alıp tam bir deli gibi bakıyor bana.
Bilincim onun zaten deli olduğunu hatırlatıyor bu daha da artırıyor komediyi, artık durabilmek için başka yöne bakıyorum ancak hayal gücüm etkin şekilde giriyor yine devreye ve onun bana öyle komik bakışını ondan daha net ve daha komik şekilde bilmem kaç boyutlu olarak yansıtıyor her baktığım duvara. Aslı bundan daha komik olamaz diyorum tekrar ona bakıyorum, tıpkı bir heykel gibi aynı pozisyonda, gözlerini olabildiğince açmış şaşkınlık fışkıran bakışları üzerimden akıyor sanki. Artık gözümü kaçırmıyorum o da kaçırmıyor, gülüyorum, gülüyorum onlarca kahkaham aynı anda ilerliyor boğazıma, bu yüzden nefes trafiğim tıkanıyor, hala bakıyor, hala gülüyorum, nefes alamıyorum hıçkırık gibi reflekslere tutuluyorum, gözlerim kararıyor kapı açılıyor, o hemşire ve üç hasta bakıcı giriyor içeriye dev hiç onlara dönmüyor gözleri hala Bende, kahkahalarımdan nefes alamıyorum, hemşirenin elindeki enjektörü fark ediyorum, bir şeyler konuşuyor duymuyorum. Gürültülü bir sessizlik nefes alamıyorum boğuluyorum, gözlerimde kararma başlıyor, bir şey diye bağırmak istiyorum ama o şey ne bulamıyorum düşünüyorum, o anda kendimden geçiyorum..
Uyandığımda aynı odada yataktayım, dev yatağında burnunu karıştırıyor, o görüntü yaşadığımı hissettiriyor bana mutlu oluyorum, gülümsemek istiyorum ama olmuyor zira yüz yıllık gülme ihtiyacım giderilmiş gibi. Yorgunum çok yorgunum, tekrar uyuyorum sanki gözümü kapatıp açmış gibi uykudan uyanıyorum, son derece dinç ve sağlıklıyım masaya bırakılmış yemeğimi görüyorum kalkıp başına gidiyorum yeşil fasulye ve pirinç pilavı aç bir kurt gibi saldırıyorum. Hepsini bitirince odada bir dev olduğunu hatırlıyorum uyuyor ne horlama ne osuru bir bebek gibi masumca uyuyor. Tuvalete gidip zulamdan bir sigara daha yakıyor klozette düşünüyorum, bana bir şey mi oldu? yaşadığım gerçek mi yoksa kabus muydu ayırt edemiyorum, istemsiz her araya girerek her boka maydanoz olan bilincim yardıma gelmiyor, o dev gerçeği bilmeme yardımcı olur belki diyorum ama sormayı düşünmüyorum. Tuvaletten çıkınca gidip yatağıma oturuyorum kitabı görüyorum, parmağımı yalama eylemim ve o müthiş buluşum geliyor aklıma belki o da bir rüyaydı bilmiyorum. Dev uyanıyor ve hiç üzerimde oyalanmadan bana bakıp geçiyor bakışları, kalkıp tuvalete gidiyor, sonra aniden geri gelip yine odanın içinde volta atmaya başlıyor, parmağımı yalama konusunun bir Rüya olmadığını bu voltadan anlıyorum. Bana aynı mesafesini koruyarak, gittikçe hızlanan adımlarla dönüp duruyor içeride yine, artık kaygılanmıyorum ondan fakat tam böyle düşünürken koruduğu mesafemizi yine aşarak gelip başıma dikiliyor. “Bana baksana hemşerim” diyor, yine aynı söylemi aynı şekilde tepeme çöküp tekrarlaması kendimden ummadığım Bir sinir patlaması yaşatıyor bende. Kendi irademin dışında bir güç kurşun kalemi elime aldırarak ayağa kaldırıyor yatağın üzerinde beni” ne var lan siktiğimin delisi ne var” diyerek tam karşısına dikiliyorum.
Kalemi kafasına saplamaya hazırken şimdi ne yapmam gerektiğini bilmeden ona bakıyorum, artık boyumuz eşit üstelik kalemle silahlıyım ama kimseye zarar vermek istemiyorum. Yüzü yumuşuyor ve o kalıptan çıkması neredeyse imkansız olan bir incelikte ses tonuyla konuşarak;” tuvalette sigara kokuyor tuvalette sende sigara mı var, eğer varsa” deyip devamını getirmeden susarak boynunu mahsun bir çocuk gibi sola büküp öylece kalıyor. Sinirli halde şaşkınlığa yakalanmanın durumundan olacak ne diyeceğimi bilmeden bir süre bekliyorum, sonra kekeleyerek evet var diyorum. Bu cevabım karşısında boynunu daha da büküp o koca bedenini büzerek aynı ince ve kırılgan ses tonuyla konuşmayı sürdürüyor; “Bana da bir tanecik verir misin, versene diyorum, ama istersen vermeyebilirsin de, senin sigaran, vermek istersen belki verirsin bir tane, ama belki de istemezsin, kendinin sigarası bu belki vermek istemezsin, ya da belki vs vb” kelime sıralamalarını değiştirerek farklı cümleler kuruş gayretini belki 2-3 dakika kadar kesmeden öylece salak gibi dinliyorum. Sonra bu hipnozdan çıkarak, sana bir sigara verebilirim deyip nakaratını böyle güzel bir kurdeleyle kesmiş oluyorum. Ama burada sigara yasak, temizlik görevlileri 5 dalına 20 lira verirsek getiriyorlar buna mecburuz. Sana günde 2-3 saat sigara veririm Fakat çok gizli içmeliyiz diyorum, tamam diyor. Bu tamam sözü Beni tatmin etmediği için uyarılarıma ve açıklamalarıma devam ediyorum, beni dinlemiyor zira daha cümlem bitmeden olur diyor bir gün peki diyor, anladım diyor, sigara içebilmekten başka hiçbir şeye odaklanıp algılayabilmesinin mümkün olmadığını anlıyorum, boş konuştuğumun farkına varıyor ona arkasını dönmesini söylüyorum. Apış aramda duran zulama uzanıp tek dal sigara çıkarmaya çalışıyorum, peçeteye sıkıca sarılı olduğu için beceremiyorum sakın bakma diyorum ben de ona bakmıyorum, zorlukla peçeteyi açıp tek dal sigara çıkararak ona döndüğümde arkası dönük olmasına rağmen iki avucuyla gözlerini kapadığını görüyorum. Başı öne eğik, saklambaçta geriye doğru sayan ebe gibi duruşu garip bir şefkat uyandırıyor bende. Belki kırk yaşındaki bu devasa kütlenin içinde, belki ancak altı yaşında bir çocuğun olduğunu İlk o zaman anlıyorum. Öyle masum geliyor ki bu bana, sigarayı artık zulamdan çıkarmış olmama rağmen bir süre daha bu manzaranın garipliğini ve bir o kadar da güzelliğini izliyorum. O anda ne yaptığımı görmemek için iki gözünü de kapayarak arkasını dönen insan, ruhlarımızın ikizliğe yakınlığından olacak ileride benim bütün ruh hallerimin en fazla göreni olacaktı belki de.
Tamam artık dönebilirsin dememe rağmen hemen değil sanki bir şeylerden hala sakınarak dönüyor. Elimdeki sigaraya bir çocuğun şekerleme kutusuna baktığı gibi ağzı açık ve gözlerinden mutluluk fışkırarak bakıyor. Aynı uyarıları tekrar tekrar söylesem de gözlerini bile kırpmadan ağzı kulaklarında sadece sigaraya bakıyor, olur diyor, tamam diyor, peki diyor..
Maalesef onun sayesinde ben 2 gün içinde bütün sigaralarımı yakalatıyorum, sadece çakmak kurtarabiliyor bu ince aramalardan kendini. İçeride ona içirdiğim üç beş sigara sayesinde o günden itibaren en değerli en sevdiği ve en iyi dostu ben oluyorum kendisinin ve maalesef bu dostluk 8 yıldır hala sürmekte.. Maalesef diyorum çünkü onun yüzünden yaşadığımız maceraların akıl almaz absürtlükleri filmlerde ve kitaplarda bile yoktur. O günkü kahkaha krizim ve boğularak öldüğümü sandığı olay rüya değil gerçekmiş, bunu Deli Kenan abiden çok sonra öğrendim, üstelik kendisi de panik olup çok üzülmüş benim durumuma. Öyle üzülüp öyle korktum ki öleceksin sandım, hayatım film şeridi gibi gözlerimin önünden geçti İnan bana dedi. Bunu söylediğinde artık şaşırtmayacak kadar tanıyordum onu, ulan bana olmalıydı bu, Tanrı panikle son CD’yi yanlışlıkla sana mı takmış bile demedim.
Neyse, siparişleri ile birlikte Nevzer’in apartmanın önündeyim, tam kapı ziline basacakken yine aynı şey oluyor ve apartman görevlisinin kapıcı karısı ansızın karşıma çıkıyor ve her zamanki sorusunu soruyor; kime bakmıştınız? Ananın amına bakmıştım demek geliyor içimden, sonra bu istek şiddet fikrine dönüşerek onu boğazından yakalayıp tek elimle o minik bedenini kaldırarak Nevzer’in ziline onun kafasıyla üst üste vurup ısrarla basma dürtüsüyle öylesine yanıp tutuşuyorum ki, elim ayağım benden bağımsız oynamaya başlıyor. Uzuvlarım kontrolüm dışında bir çılgınlık yapmasınlar diye ellerimi arkaya atıp tuttuğum poşete olabildiğince sarıyorum.” Nevzere baktım ulan Nevzer’e, hani şu üçüncü kat 11 numarada oturan ve benim beş yıldır haftada en az iki defa ziyaret ettiğim kadına baktım. Hatta bazen günlerce evinde kaldığım ve her dış siparişimde sana bolca bahşiş verdiğim dairede oturan ve her geldiğimde sana aynı şekilde ismini tekrar ettiğim kadına baktım, Allah’ın belası sen benimle taşak mı geçiyorsun lan” bile diyemiyorum. Olabildiğince nazik bir şekilde; nevzer hanıma baktım diyorum. İçim bu derece dehşet doluyken sesimin Deli Kenan abinin benden sigara ister gibi çıkmasına kendimde şaşırıyorum. Ben hala bu şaşkınlığı irdelerken o yine her zamanki cevabını aynı kelimeler ve aynı tonda veriyor; hala o mu, üçüncü kat 11 numarada oturuyor nevzer hanım diyor. Hayretle yüzüne bakıyorum, ulan bu karı benimle eğleniyor mu diyorum, ama bu düşüncemi güçlendirecek en küçük bir mimik göremiyorum onda, gayet salak ve mutlaka ahmak ve illaki mal bir insan yüzü..
Zile basıyorum, apartman kapısı açılıyor içeri adamımı atıp asansöre gidene kadar söyleniyorum. Bu söylemleri ona değil de kendime yaptığım için kendi kendimi azarlıyormuş gibi hissediyorum, suçluluk duygusu sarıyor içimi hangi yanıma haksızlık yaptığıma karar veremiyorum. Bu kadının diyorum hafıza sorunu olsa nevzerin dairesini hatırlamaz, problemi kendimde arayıp çok mu silik biriyim diye sorgulamaya geçerek konuyu daha da uzatıp bana artık fazla yüklenmek istemiyorum. Kata çıktığımda nevzer açık kapıda bekliyor, içeri girer girmez aşağıda olanları anlatmak için ağzımı açtığımda dudaklarıma yapışıyor, Ben konuşmaya çabaladıkça boynundan asılıp ağzımı ağzıyla öyle bir kapatıyor ki tıkalı burnumdan zor nefes alıyorum. Zerre haz duymuyorum, kafam çetrefille dolu olduğundan hala konuşmaya çalışıyorum fakat o daha bir hışımla saldırıp dudaklarımı kemirerek ilerleyip dilini dilime dolayarak bağladığında, ahvalimi anlatabilmenin tüm yolları tıkıyor.
Sinirleniyoru, dövmeyeceğime göre seksten haz almak için değil nevzerden intikam almak için hala elimde olan poşeti yer çekimine bırakıp onu tüm sinirimle kucaklıyorum. Onun dudaklarına karşı Aynı şiddetle saldırıya geçiyorum, kucağıma alarak havada salona taşıyıp halının üzerine yatırarak parçalarcasına soymaya başlıyorum kıyafetlerini, onun arsızlığı ve benim donsuzluğum sayesinde olağandan daha hızlı şekilde çırılçıplak kalıyoruz. Kolum yanımdaki masaya çarpıyor sinirleniyorum, canım yanıyor sinirleniyorum her yere her şeye sinirleniyorum ve tüm bu sinirleri gergin genlerimden çağırarak hepsini nevzere tazyikte Fışkırtmak için kuduruyor ve bir hayvan gibi saldırıyorum. Yapmam gerekeni düşündüğüm anda kudretli hayal gücüm yetişiyor yardımıma, nevzerin kusursuza yakın güzelliğini zihnimde parçalara ayırıp olabildiğince çirkinleştiriyorum. Evet oluyor, nevzer yok o aşağıdaki meymenetsiz kadın var altında şimdi, hayal gücümü daha da zorluyorum, nevzeri ona ne derece devşirirsem o kadar tahrik oluyorum ve bu benim gibi bir ruh hastası için hiç de zor olmuyor. Gözlerimi açtığımda bile nevzeri değil o kadını görüyorum altımda artık sanki, nevzer’in aşk söylemleri ile karışık inlemelerini zihnimde bu işlem için ayrılmış bölümde ânında işleyerek o kadının sözlerine dönüştürüyorum. Hatta buna eklemeler bile yapabiliyorum, kime geldiniz diyor o yine, kime, kime geleceksiniz, kime geliyorsunuz.. bu tekrarların o kadın sesinden beynimde çığlık çığlığa bağıran aksları bilincimin bütün vadilerinde yankılanıyor, kime geliyorsunuz diyor, sana diyorum sana geleceğim, sana gelmekteyim sana geliyorum diye bas bas bağırarak ve bağırdığım kadar da sarsılarak nevzere geliyorum..
Büyük bir rahatlama yaşıyorum ve bütünüyle gevşemiş olarak nevzerin üzerindeyim bütün ağırlığımla, kapalı gözlerimde hala şimşekler çakmakta, ara ara kasılıyorum, ne sinir ne gergin bir kas, pestil gibiyim. Bir süre öylece kalıyorum, herşey geçti ve şimdi artık açmaya korkuyorum gözlerimi, altımda apartman görevlisi’nin kapıcı karısı var düşüncesi hala öyle güçlü ki neredeyse eminim onunla seviştiğime, kendisiyle artık işim bittiği halde geldikleri gibi gitmiyorlar kovamıyorum hayal gücümü bilincimin merkez alanından.
Az önce o hayale duyduğum kudurtan Arzu şu an mutlak bir tiksintiye dönüşüyor, altımda o çirkin kadının olabilme ihtimali midemi bulandırıyor öğürüp kusacak gibi olduğum anda, artık ne olacaksa olsunun bir çeşit Can havliyle açıyorum gözlerimi. Nevzer gözleri hala kapalı güzel ve mutlu bir yüzle duruyor, onu gördüğüme öyle çok seviniyorum ki ağzını, yüzünü, burnunu kaşlarını neresi denk gelirse oralarını öpücüklere boğuyorum. Gözlerini açıyor, onlar da güzel ve mutlu, bir an onun da ben yerine kapıcı kadının apartman görevlisi kocasını hayal ettiğini düşünüyorum. Soracağım anda telefonum çalmaya başlıyor, nevzerin içinden çıkmadan pantolonuma uzanıp telefonumu çıkarmaya çalışıyor ve tam elime aldığım anda ekrana değiyorum ve telefon açılıyor. Arayana hiç bakmadan alo diyorum, dedem; Allah kabul etsin diyor!. Sağ ol diyorum, bayrama köye gelecek misin diyor, sağ ol diyorum, köye lan köye oğlum bayramda gelecek misin diyor, Evet, sağ ol, Yok hayır, bilmiyorum diyorum, ne dediğimi de bilmiyorum, elimle birlikte sikim taşağımda birbirine dolaşıyor. Müsait mi değilsin hala camiden çıkmadın mı diyor ,sağ ol diyecekken kendimi tutuyor telefonu yüzüne kapayarak nevzer’in içinden çıkıyorum..
Banyoya koşup soğuk suyun altına giriyorum, fıskiyeden akan buz gibi sular, taşlar gibi yağıyor başıma, her an çarpılacağım sanrısına tutuluyorum neyse ki uzun sürmüyor, tövbe diyorum, bin defa tövbe ama neden ve hangi günahlarım için bilmiyorum, nevzer havlu ve kıyafetlerimi getiriyor, senin donun nerede lan diyor, o kadar acele ettirdin ki donumuzu bile giymeyi unutmuşuz diye cevaplıyorum...
Ay kıyamam diye söylenerek yanıma gelip tekrardan dudaklarıma aynı ateşle yapışıyor. Ne soğuk diyerek bir an zıplasa da, öpüşmeyi hiç kesmeden suyu ılıman hale getiriyor. Suyun altında olup üstelik son derece ateşli öpülüyor olmama rağmen gözlerim açık, zira hayal gücüme güvenemiyorum ve dünyada en son istediğim şey o kapıcı karıyla aynı duşun altında olmak. Kapatmadığım iki göz ve net bir bilinç açıklığı ile nevzerle banyoda tekrardan sevişiyorum. Sonra onu duşta bırakıp önü kapanmayacak kadar dar ve ancak dize kadar inen kısacık pembe bornozunu giyemiyor ama giymiş gibi yaparak salona geçiyorum. Bir sigara yakıyorum tam kumandaya uzanacakken nevzer’in duşta söylediği şarkı duyuluyor; yanarım yanarım ateşlerde yanarım, bunu tanrının bana yapacaklarına dair bir sosyal mesaj olarak algılasam da rahatsız olmuyorum, aksine televizyonu açmaktan vazgeçip banyoya kulak veriyorum. Kadın sesi ve su sesinin aynı andaki ahengi öyle güzel ki neyleyim televizyon sesini. Atalarımın o sözü geliyor aklıma, para sesinin eksikliğini de tamamlayarak bu üçlünün senfonisini dinleme arzusuyla masa üzerinde gözüme ilişen kağıt paralara uzanıyorum. Banyodan gelen su ve kadın sesine elimle birbirlerine sürttüğüm kağıt paraların sesini de ekleyerek, bahsi geçen ünlü ses üçlüsünü oluşturuyorum. Fakat para sesi sanki bu ahengi bozuyor uyumsuzmuş gibi geliyor, bozuk paralarla deniyorum bu defa da kakafoniye dönüşüyor. Kadın sesi ve su sesi tamam fakat para sesinde atalarımın yanıldıklarını düşünüyorum, ya da ben de bu müziğin ses kulağı yoktur bilemedim.
Bir sigara daha yakıp geriye yaslanarak değişen şarkı ve değişmeyen su sesini dinliyorum evet bu ikili iyi, son derece dingin ve huzurluyum, derken korktuğumu bile unuttuğum şey başıma gelerek yan dairedeki lanet olası Mithat bebek uyanıyor. Bu uyanışı annesi olacak o geveze kaltağın, önce tek tek başlayıp sonra tekerrür ve mükerrere dönüşen sözlerini duymakla anlıyorum. “Kahvaltımızı hazırlayalım mı anneciğim? Ne yiyelim yavrusu? Batman ve süperman da bizimle masada otursun mu mithatçığım?” Nevzer’in salonuyla onların dairesinin mutfağı arasındaki proje, bilmem hangi siktiğim mimar ve mühendisi tarafından tasarlanmış ise, o mutfakta yere düşen bir çay kaşığı nevzerin salonunda bir silah gibi patlamakta, bu akustik dizaynı ortaya koyan proje özellikle bunun için tasarlanmış olsa bile, böyle bir başarının elde edilebilmesi neredeyse imkansızdır ama başarılmış. Duvar ustasından sıvacısına, boyacısından kireç çisine, mimarından mühendisine kadar bu işte emeği geçenlerin hepsinin ta amına koyayım.
Ve yine başlıyor; “Mithat bak ne varmış burada? Bu süt, bak Mithat bu bal, peki bu ne? tabiki peynir, bu da reçel, bu yumurta evet, vs vs vb vb” gibi her zaman yaptığını tekrara başlayıp, medeniyet görmemiş bir kabile üyesine ilk defa görüp hiç bilip tanımadığı yiyecekleri tanıtan bir antoloğa dönüşüyor yine. Bütün rahatımın içine sıçıyor, artık bana bu evde huzur, o orospu karıyı susturmak kadar imkansız, su sesi ya da nevzer sesi duymuyorum artık, tek duyduklarım;” ye hadi Mithat şundan ye, bak zeytin ağlar, peynir üzülür sonra, bal kahrolur, süt intihara kalkışarak reçel evi terk eder, Yok anasının amı ulan beni bitirdiniz be!..
Bari ötekini yapmasam diye düşündüğüm anda sanki ben hatırlatmışım gibi aynı anda o şeyi de başlatıp; “müzik ister misin Mithat? Pepee’yi ister misin? Hadi bakalım Pepee Bugün ne yapıyormuş” diyerek bu defa korktuğumu hiç bekletmeden başıma getirip işkenceyi başlatıyor; Pepee’nin mavileri çoğalıyor...
Mavi kuş, mavi gökyüzü, mavi pantolon Pepee’nin mavileri çoğalıyor Pepee’nin mavileri çoğalıyor, Pepee’nin mavileri çoğalıyooooor. Ulan Allah belasını versin Pepee’nin de mavilerin de mithatında, anasının da inşallah. Artık ne nevzerin değişen şarkılarını ne değişmeyen su sesini duyuyorum. Baktığım her yerde bir mavilik görmeye başlıyorum, bornozumun gıcık pembesi bile mavi görünüyor, duvarlar mavi, masa mavi, vitrin mavi içindeki içkiler mavi yerinden kalkıp mavi visklerden birini açarak şişeyi kafama dikip dolu dolu üç Yudum alıyorum içim yanıyor. Halen her şey mavi Pepee’nin mavilerinden çok benim mavilerimi çoğaldığını hissediyorum. Duvarlarına vurarak ana avrat eşliğinde bağırıp susmalarını rica etmeyi düşünüyorum, eyleme geçeceğim sırada bunu yapmamak için nevzlere söz verdiğim geliyor aklıma. Kendi keyifleriyle susmalarını insaflarını yokluğuyla değerlendirip ölçtüğümde, dayanmam gereken sürenin uzunluğuna tahammülümün boyutu çok kısa kalıyor. Evden kaçmaya karar verip banyodaki kıyafetlerime koşuyorum. Nevzeri söylemeyi sürdürdüğü bir başka şarkı eşliğinde kurulanırken buluyorum, hemen çıkmam gerektiğini söylüyorum, gitme kahvaltı yapalım sonra da yogama katıl diyor, mavi diyorum, gitmeliyim Pepee diyorum, oğlum ne anlatıyorsun diyor, senin yoganın da komşularının da, apartman görevlisi pezevengin kapıcı karısının da, yöneticinin de hatta o pepeye kadar hepinizin anasını avradını sikeyim diyorum.
Hışımla giyinmeye çalışıyorum, nevzer gülmeye başlıyor, kazağımı koridorda giyerek salona ilerliyorum ardından yürürken gülmeyi sürdürüyor, sinirleniyorum, pepee’yi salonda o da duyduğunda gülüşü daha da artarak yarı kahkahaya dönüşüyor, buna paralel olarak sinir katsayımın arttığını hissediyorum, okkalı bir tokat yapıştırmayı düşünüyorum, Fakat onun da tıpkı benim gibi olan hasta ruhu aklıma gelince yanaklarına olan ilgim azalıyor. Ceketimi giyip fularımı boynuma atarak nevzeri yakasından tutup neşeli yüzünü sinirden delirmiş gözlerime doğru çekip; “senin de ananı avradını sikeyim bir daha gelmeyeceğim buraya” diyerek kapıyı çekip çıkıyorum. Asansörü beklerken nevzerin kahkaha sesleri ile karışık hala Pepee’nin mavilerini duyuyor kulaklarım. Asansörü beklemeye dayanamıyorum merdivenden inmeye karar veriyor ve 3-5 basamak indiğimde karşı daire önünde çocuk ayakkabıları ve bir kırık oyuncak fark ettiğimi anımsayıp geri dönüyorum. Evet bunlar o piçin ayakkabıları, alt kattaki koridorda o lanet olası kapıcının karısının sesi geliyor, ayakkabılar için geri dönüşüm ikimizden birinin hayatını kurtarmış gibi geliyor o anda bana, zira o anki sinirimle neler yapabileceğimi ben kendim de bilemiyorum. Mithat bebeğin üç çift ayakkabısını ve o kırık at oyuncağını bile çalarak o anda gelen asansöre binip iniyorum. Koltuğumun altına sıkıştırdığım hırsızlık malı eşyalarla kabuslar apartmanından kaçarak uzaklaşıyorum. Tekrar bulunma ihtimalini imkansız kılmak için 500 metre yanımda taşıyarak otoparkın içindeki birçok kutusuna atıyorum onları. Üzerimden büyük bir yükün kalkmışlığıyla aracımın direksiyonuna yerleşiyorum. Dikiz aynasında yüzüme bakıyorum iyi miyim? Evet iyiyim!
Ruhumdaki dalgalanma ve benliğimdeki parçalanmalar bir yana, bir de hayatın üzerime üzerime gelerek yaşattığı çetrefiller düşünüldüğünde, eh diyebilmek bile candır.
Bu esnada safiye arıyor açıyorum ağlıyor, ne oldu diyorum hıçkırıklara boğuluyor, bu hissi bildiğim için konuşmaya zorlamayıp susuyor sakinleşmesini bekliyorum, bekliyorum, sakinleşmiyor, s e, se, sen diyor, gerisini getiremeden tekrar hıçkırıklara boğuluyor. Konunun benimle alakalı olduğunu anladığımda panikliyorum, ne oldu ne var ne, ne, ne diye sorularımı ardı ardına yığıyorum. O hala se, sen deyip duruyor elim ayağım dolaşmaya başlıyor, ulan ne ben, sakin ol derin nefes almaya çalış ve ağır ol ve söyle ne ben diye direktifler vererek sorumun cevabını almaya çalışıyorum.” Se, sen benim evimde tenceremde et mi pişirdin” diye patlayıp ağlamaya başlıyor. Rahatlıyorum o ağladıkça gevşiyorum sakince inkar ediyorum, asla inanmadığını biliyorum fakat acabanın en zayıf ihtimali zihnine düşünce biraz olsun rahatlayıp konuşabilecek kadar sakinleşebilmesini sağlıyorum. “O zaman neden evin her odası et kavurması kokuyor, tencere ve tabaklarım bütün çatallarım ve kaşıklarım et kokuyor” söyler misin diyerek ağlamayı arka fonda sürdürüyor. Saçmalama diyorum ne eti ne kavurması, sana bunu asla yapmam biliyorsun diyorum, Oysa yaparım biliyorum, ama yaptığımı bilmiyor. Yalan olabileceğine neredeyse Emin olsa da” doğru söylüyorsun bana bunu yapmazsın, bu kadarını yapmazsın bana öyle değil mi” diyor. Asla yapmam diyorum rahatlıyor, gevşiyor ve zayıflıyor. Bu zayıf anından yararlanıp üste çıkarak onu azarlamaya başlıyorum, nasıl böyle bir şey düşünebildiğini, onun vejeteryan hassasiyetlerinin benim için ne kadar önemli olduğunu, aynı evi paylaşmamıza rağmen sırf onun hatırı için 3 yıldır kendi evimde bir kez olsun etli bir ev yemeği yemeyip, hanımın ev yemekleri adıyla pıtrak gibi türeyip hiç de ev yemeği olmayan yerlerin müdavimi olduğumu, ona fedakarca davranmak için dışarıdaki böyle yerlerde sürttüğümü, ancak onca fedakarlığıma rağmen en küçük sanrı üzerine kesin ve net hakarete uğramam karşısında ne kadar kırılıp ne derece üzüldüğümü, kendi kendimi kontrolüm düşüp gaza getirerek kusursuz bir dil ve zerre teklemeden öyle sıralıyorum ki, değil onun artık ikna olmaması, ben bile acaba yapmadım mı diye kendi içimde çelişkiye düşüyorum.
Özür diliyor Fakat ben hala konuşuyorum, sanki gerçekten yapmamışım gibi, haksızlığa uğramış insanın bütün o hüzün ve acı verici etkilerinin tümünü duygusal olarak yaşıyor yaşantılıyorum. Öyle doluyum ki hala konuşasım var, sanki bir benliğim diğerine seslenerek;” oğlum sakin ol lan biz yaptık ya bunu “ deyip susmasını sağlamaya çalışıyor fakat başarılı olamıyordu. Neyse ki çok seviyorum, kıyamadığım için sakinleşip bu duygu ve düşüncenin yardımıyla onu affediyor tüm “alçak ”gönüllülüğümle özürünü kabul ediyorum. Hala burnunu çekiyor olması kabusumu hatırlatıyor, o sesi duymamak için telefonu yüzüne kapatıyorum. “Telefonu yüzüme kapama hiç doğru değil bundan nefret ettiğimi biliyorsun ama seni kırdım lütfen beni affet “ diye mesaj atıyor cevap vermiyorum. Tekrar arıyor açıyorum, sesini burun çekişini duymamak için hiç istemesem de söylenmeye kaldığım yerden başlıyor” ben dışarıda et bile yemeyip, senin yemeğini yemek için eve aç geliyorum tam yoldayken senin şu yaptığına bak., Uzaktan ağlamakla tepki veriyorsun, yanında olsam parçalardın herhalde, zaten sende bu potansiyel var, Hitler de vejetaryendi ama dünyanın anasını sikti” diyorum. Gülüyor ben de gülüyorum barışıyoruz, tamam özür dilerim tatlım hadi eve gel bekliyorum gelirken de ekmek ve kuşumuz şevket’e yem al diyor. İki gündür safiye evde yoktu ve ben iki gündür sürekli evde et kavurması yapıyor olmama rağmen bana haksızlık yapıldığı duygusundan anlamsız bir şekilde kurtulamıyorum hala, bu duygu bir çeşit intikam almayı düşündürecek kadar sarıyor beni. Şevket’in yeminin satıldığı sokağa araba girmediğinden onu siktiredip markete uğrayarak almam gereken diğer şeyleri alıyorum. Ekmek ve bolca dana bulyon!…
Kapıdan eve girdiğim anda evde yaptığım kavurmanın kokusu geliyor burnuma, safiye’nin cinnetinde ne kadar haklı olduğu anlıyor intikamımdan vazgeçiyorum, öpüşüyoruz. Bana harika bir ıspanak yemeği hazırladığını söyleyerek mutfağa gidiyor, ekmek aldın mı diyor Evet, yaş şevket’e yem? Onu unuttum diyorum. Bana yalan söyleme bal gibi de bilerek almadığını biliyoruz, oraya araç girmediği için almadın o yemi, mümkün olsa tuvalete bile aracınla gideceksin sen diyor ve daha bir sürü şey söylemeyi sürdürüyor susmuyor. Sinirleniyorum, biraz önce iptal ettiğim intikam planını tekrar devreye sokup mutfağa gidiyorum, güler yüzle yaklaşık arkasından sarılarak özür diliyorum inan unuttum diyorum hala inanmıyor, ama iki tatlı söz duyan her kadın gibi yelkenleri suya indiriyor. Kavurmayı yaptığım tencerede her zamanki gibi yeşil bir şeyler karşı karıştırdığını görünce, şaşırıyorum, yedi tane tencere içinden tam da kavurmayı yaptığım tencereyi seçmiş olması yavşakça bir gülümseme oluşturuyor yüzümde. Kaşıkla tencereden kaldırdığı ıspanakları gösteriyor, bak ıspanak tertemiz diyor, yüzümdeki gülümsemeyi ıspanağın yaydığı mutluluğa saydığından olmalı, kaşığı tekrar tekrar tencereye daldırıp kaldırıyor ıspanakları, bak gör bak ne temiz ne Taze bir yiyecek mis gibi diyor. Evet öyle görünüyor hem sen yaparsın da diyorum, gerisi aklıma gelmiyor arkadan sardığım belini daha da sıkıp yanağına bir öpücük kondurarak başladığım sözü başka yolla tamamlayıp salona geçiyorum. Televizyonu açıp hepsi birbirinden saçma sapan kanallar arasında geziniyorum bir süre, sonra tuvalete gidip dana bulyonların tüm paketini iyice ezerek un haline getirip kağıda sarıyorum. Döndüğümde onu hala tencere başında buluyorum, oradan ayrılmasını nasıl sağlayacağımı düşünürken bana dönüp, “tatlım şehrin tüm kiri üzerimde ocağın altını kıstım rica etsem banyodan çıkana kadar kontrol eder misin” diye soruyor..
Şaşkınlığımdan cevap veremeyişimi o bir direnme zannettiğinden, teklifini yenileyip; sadece kontrol edeceksin karıştırman gerekmiyor lütfen olur mu diyor, öpüyor, onu tencereden uzaklaştırmak için yapacağım planların onun tarafından yapılan bir teklifle bu derece kolay iptali salaklaştırıyor beni. Ben duşa giriyorum tamam mı diyor? Sağ ol diyorum, ne sağolu , sen bir şey mi içtin diyor, öf ne bir şey içmesi ne sağolu, tamam işte ya ilgilenirim diyorum.
Tenceredeki ıspanağı tümüyle savunmasız bırakıp banyoya gidiyor, hala durumun kolaylığından şüpheliyim, kapısına kadar gidip dinliyorum. Su sesi gelmeye başladığı anda mutfağa koşup bu işin bu kadar kolay olmasının heyecanıyla tüm dana bulyonları tencereye boşaltıyorum. Çok abarttığımın farkına varsam da artık çok geç, karıştırdıkça kokluyorum ne bulyon ne ıspanak hiçbir koku almıyorum. Yaptığım iş patladığında bu gece kime hangi kadına gidebilirim düşünceleriyle, tencereyi karıştırıyor ve gerisini gelişmelerdeki şansıma bırakıyorum. Tadına bakıyorum resmen kemikli et ile yapılmış bir ıspanak yemeğinin tadını alıyorum. Benim gibi etçi birinin bu tadı bilmemesine imkan yok, fakat safiye tıpkı bir inek gibi beslendiğinden et ve kemiğin tadını bilmez, tüm umudumu ondaki bu sığır cehaletine bağlıyorum. Hızla masayı hazırlamaya başlıyorum bulyonlu ıspanak tenceresi haricinde ne lazımsa taşıyorum üzerine masanın, Safiye duştan yarı ıslak ve bir o kadar da çıplak geliyor, masaya bakıp ona yardımcı olup yapması gerekenleri yapmış olmam hoşuna gidiyor. Fakat teşekkür etmeyip gülümseyerek mutfağa geçiyor masaya oturup olacakları tedirgin ve aç olarak beklemeye başlıyorum.” Hayatım tabakları da çıkarabilir misin lütfen” diye sesleniyor, hadi lan oradan o kadar da uzun boylu değil diyorum. Fakat bu isteğini yapabilmek için can atıyorum ama yapmamalıyım, zira genelde yapmadığım şeylerin birkaçını üst üste yapıp, hatta abartarak belli bir aşk ile yapmaya başlamışsam eğer, bunun altında mutlaka bir ipnelik olduğunu bilecek kadar tanıyor bu kadın beni maalesef. Üstelik daha yeni iftiraya uğrayıp, kalbimin böylesine kırıldığı bir günde masayı hazırlamış olmanın bile yüksek riskinin yeni farkına varıyorum o anda. Bu psikolojik ve sosyal terazi öylesine hassas bir dengede ki, unutmuş olduğum tuzluğu bile şimdi masaya getirip koyduğum anda tüm sistemin çökeceği bir noktada hissediyorum kendimi. Bu his kaygılarımı daha da artırıyor, vazoyu ve cam sürahiyi masadan kaldırarak yanımdaki sehpaya alıyor, böylelikle konvansiyonel olarak kullanabileceği büyük silahları ondan uzaklaştırıyorum. Önce tencereyi masaya getirip sonra tabaklarla gelerek karşıma oturuyor. Servisimizi yaparken hiç yüzüne bakmıyorum, hadi afiyet olsun dediğinde yemeğime başlasam da gözüm hala masada, kafama atılabilecek her türlü Küçük ev eşyalarına karşı tetikteyim, kesif bir sessizlik içinde o kısacık zaman uzuyor, uzuyor belki 2 dakika sanki saatlerce sürmekte. Nihayet bir kutlu kelime bu sessizliği bozup uzayan zamanı lastik gibi dolayıp çöpe atıyor; Sevdin mi?
Şaşırıyorum, sağ ol diyecekken kendimi güçlükle engelliyorum, sonra sağol cevabının, bu soruya uygunluğunun bilincine varıyorum Fakat artık onu da diyemiyorum. Başka bir şey de söyleyemediğimden mal gibi yüzüne bakıyorum. Öküz ve tren olarak bir süre kalıyoruz. Sonra yavaş yavaş bilincim açılıyor, gözlerine anlamaya çalışarak bakıyorum, şüphe yok, kaygı yok, acaba yok, son derece samimi ve net bir soru; sevdin mi?
Mutluluktan coşuyorum “sevdin mi ne demek yavrum, sen bir şey yaparsın da sevilmez mi hiç, aksi halde hangi güç hem de kendi evimde köyde güttüğüm inekler gibi sürekli ot yedirebilir bana, çok lezzetli olmuş içine sevgini de katmayı geç, fışkırtmışsın resmen, müthiş güzel olmuş” derken bir gerçeği ifade ediyor yalan da söylemiyordum hani.
Zira o fazla kaçırdığım bulyonlar ıspanağa inanılmaz güzel tat vermiş, tadını bildiğim ve çok sevdiğim bildiğim etli kemikli bir yemeğe çevirmişti onu. Aşk olsun öyle düşünme diyor, bizim metabolizmamız, diş ve çene yapımız et oburluğa uygun değil, biz insanlar ot obur canlılarız, uzun bağırsak yapılarımız bile bunu apaçık kanıtlıyor. Oysa bak ıspanak ne temiz ne kadar doğal diyerek sürdürüyor sözlerini. Boşalan tabağımı uzatıp “lütfen tekrar doldur harika bir şey bu, ben o kadar ıspanak yedim ama şu yaptığından aldığım tat hiçbirinde yoktu, çok ayrı bir lezzet var sanki bunda” diyerek gevezeliği abartıp neredeyse bulyonları hedef gösteriyorum. Ben bir şüphe hali beklerken o gururdan kıvranmaya başlayarak, sanki sandalyesinde götüne bir şey batıp rahatsız ediyormuş gibi hareket edip duruyor. Her kadının en zayıf noktası olan iltifatları böyle Ateş edercesine üst üste saydırınca o da nasıl davranacağını şaşırıyor haklı olarak. Ağzı kulaklarında konuşarak “aslında tabii benim elimin de kendince farklı bir lezzeti olduğu herkesçe bilinip söylenen bir şey, ama özel olarak bir formülüm yok aslında, fakat sevgimle yaptığım da doğru, bu farklı lezzeti yemeklerime veren Belki de budur” diyerek kasıldıkça kasılıyor ve güzelim dana bulyonların başarısını bilmeden de olsa yüzsüzce sahipleniyordu. Ne diyeceğimi bilmediğim için ağzımı sürekli dolu tutmaya özen gösteriyorum, o ne söylerse söylesin kafa sallamam yetiyor böylelikle. Öyle hoşuna gidiyor ki benim bu halim, uzanıp aç ve sevimli bir köpekmişim gibi başımı okşuyor. Yavaş çatlayacaksın diyerek arka fondaki gururunu hala belli eden bir tebessümle başımı okşamayı bir süre sürdürüyor. Ye tatlım ye diyor, ya paşam ye, ya canım benim ye, bak ne temiz aferin ye diyor. Ağzım dolu, anlımla onun önündeki tabağı işaret ediyorum ve o da tabağına girişip löpür löpür yemeye başlıyor dana bulyonlarını..
Aylar önce yedirdiğim yumuşak şekerin içinde sığır jelatini olduğunu öğrendiğinde, üç gün aralıksız öğürüp kusarak ağladığını hatırlayıp, bu olayın konusunun her geçişinde sanki daha yeni olmuş gibi, onu bana nasıl yedirebilirsin diye isteri nöbetleri geçirip tekrar tekrar çemkirmelerini düşününce, önünde ıspanak görünümündeki yemeğin aslında neredeyse bir dananın yarısı olduğunu bilseydi ne olurdu diye düşünmüyor ve düşünmek de istemiyorum. Bu durumda Hitler’in tüm dehşetiyle onda dirileceğine şüphem yok, girdiği şokla bilinçsizce beni öldürüp parçalara ayırır bir gün sonra aklı başına gelince pişman olsa da, o bulyonları yedirdiğim bilinci tazelenip, kendi çok istese bile kini üzülüp ağlamasına izin vermezdi. Hangisi daha korkutucuydu onun için acaba? Arada bir farklı otlar içinde yedirdiğim bulyonlar mı? Ya da onu sürekli aldatıyor olmam mı? Hep merak etmişimdir, keşke bunu sormanın bir yolu olabilseydi..
Camiye Kur’an kursuna gidiyorum, omzumdaki bez çantada tüm gece yağmurdan sırılsıklam olmuş bir kur’an-ı Kerim var. Hoca cami kapısında ellerini beline koymuş dikiliyor, verdiği dersin surelerine çalışmamışlığım ve Kur’an’ın ıslaklığı kaygılarımı artırıyor onu görünce. Sadece bugün için bari şefkat benzeri bir şey, ya da dayağından koruyup veya şiddetinin az olacağını düşündürecek azıcık bir tebessüm arıyorum yüzünde ama yok. Okulun önündeki Atatürk heykeli gibi soğuk ve hareketsiz bakıyor duygu ve düşüncelerini kestiremiyorum, Ata’nın o tunçtan büstü bile daha sıcak geliyor bu hoca ile kıyaslayınca bana. En azından ders çalışmadığım için canlanarak beni dövmediğini düşününce Atamın maden heykelinde bile sıcak bir nur var, bunda yok! Dört üçlük bir Arap gırtlağıyla selam verip camiye girerken, “ve aleyküm selam bakalım küçük hafız” diyor, Haçlı bir sesle!
Bana hafız diyor, bu Belki iyi bir şey diye düşünüyorum, hafızlar dövülmez, sanırım dövülmemeleri gerekir. Sınıfın hemen hepsi gelmiş, bazıları kur’anlarını çıkararak masalarının üzerine koymuş olsalar da, ben çıkarmayanlara uyuyor ve sıranın en alt gözüne koyuyorum kuranımı. İki öğrenci daha giriyor içeri ve arkalarından da hoca, hala üç kişi eksik, hoca despot suratıyla sıralara dönerek: biriniz odun getirsin şu sobaya der demez, kendimi odunlukta buluyorum. Beni bunlarla dövmeye kalkarsa eğer, Tek el ile tutulamaması için mümkün olduğunca kalın olanlarından seçerek o kocaman kütükleri kucaklıyorum. Dün Kur’an kursu çıkışı binmeye gittiğim at kadar hızlıyım. Yaklaşık altı saat kadar eğersiz ve çıplak olarak tepesinden inmediğim için, apış aramdaki acılardan gece uyuyamadım, zaten Kuran’ı da ormana bırakmıştım o yüzden verdiğiniz surelere çalışamadım diyemem. Ulan madem uyuyamadın, o halde tüm gece yağmur yağdığını da biliyorsundur neden kuranı bari ağaçtan gidip almadın demezler mi hafıza? Derler. Hazır şiddete başlamışken Kadir dayının atını bağladığı yerden çözerek çalmak, ders çalışmamak, sırf eve gidince deden bir iş verirde at binmeye kaçamam düşüncesiyle Kuran’ı bile eve götürmeyip ormanda bıraktığım için dövmezler mi adamı? Beni döverler o yüzden bahanem Yok, ıslattığım Kur’an ve ders çalışmama dayağını uslu uslu yersem eğer, Kadir dayının atına binmiş olma ve dedemin vereceği işten kaçma dayaklarından? Ama işten kaçtığım için dedemden dayak yedim gece, ne kalıyor geriye ? Kadir dayının atı, Evet şu durumda bir dayak avantajım oluyor bu iyi..
Bu hesabı çıkarınca matematik bilgimle gururlanıyorum, ahmakça bir neşe kaplıyor içimi, odun kütükleri kucağımda aslında hiç dönmeyi istemediğim sınıfa koşturuyor kendimi bacaklarım. Hoca sandalyesini sobaya yaklaştırmış elindeki maşa ile sobanın içini karıştırmakla meşgul, geç otur yerine derken hiç yüzüme bakmıyor, oturuyorum. Artık herkes kur’an’ını çıkarmış durumda, mecburen ben de çıkarıp ıslaklığının karşıdan görünmemesi için bezden çantayı hocaya karşı cephe olarak Kur’an’ın önüne koyuyorum. Hala odunları yerleştirmeye çalışıyor, bu uğraşı hiç bitmesin istiyorum. Hocanın geçmişte söylediği sözleri yankılanıyor kulaklarımda” kur’an-ı Kerim bizim yüce kitabımızdır. Her kelimesi Allah sözüdür. Onu gözünüzden sakınacak, kendinizden fazla koruyacaksınız. Asla abdestsiz elinize almayacak, göbek hizanızdan aşağıda tutmayacaksınız, her ele alışınızda ve bırakışınızda üçer defa öpüp alnınıza koyacaksınız. Kapağını besmele ile açacak sayfalarını çevirirken nazik olup en küçük bir zarar vermeyeceksiniz anladınız mı beni?” Tüm sınıf; anladık hocam diye cevaplıyoruz.
Hoca sözlerine,” herkesin kur’an’ını sık sık kontrol edeceğim eğer küçücük bir kir veya yırtık göreyim inanın bana yakarım! Bunun günahı da çok büyüktür öte dünyada yüce Allah’tan azap, bu dünyada benden kırk sopa var, dayağımı yiyenler bilir ki zebanileri aratmam, öyle değil mi hey Allah’ın kulu Abdullah!?”
Zihnimde vadiden vadilere yankılanan geçmiş talimatlarına, hocanın elindeki maşanın çıkardığı çat çat sesleri eşlik ediyor, irkiliyorum. Nizami şekilde ne zaman abdest almıştım bilmiyorum korkuyorum. Odun almaya çıktığımda geri döndüğüm için etkin bir pişmanlık duyuyorum bu pişmanlık kemiriyor içimi ama artık çok geç, kendi korkularımı kendi zihnimin eliyle büyütüyorum. Çişim geliyor, aslında izin vermediği olmamıştır Fakat o izni istemeye cesaretim yok korkuyorum. Hayal gücüm zihnime yardıma koşuyor, bu ikilinin ortaklaşa düşmanlıkları yiyeceğim dayağın şekillerini çoktan başlattı kafamda, çişim var demeliyim ama hoca ”çişim var ayağına kaçacağım değil mi çakal” demeye hazır bekliyormuş gibi geliyor, çiş izni isteyemiyorum. Soba ile uzun uğraşı maalesef sona erip ayağa kalkarak yüzünü sınıfa dönüyor, bilmem kaçıncı sayfaya açın diyor herkes hışımla açıyor ben açmıyorum. Ellerim Kur’an’ın üzerinde öylece kalıyor. Ön sıramızdaki küçük hafızlardan birine rastgele bir sureyi okutuyor, hoca hariç tüm sınıfın gözleri benim açmadığım Kur’an’da, sınıfın hepsinden nefret ediyorum tümüne saldırmamak için zor tutuyorum kendimi sinirden, elimden bir şey gelmiyor sinir ve korkudan titremeye başlıyorum. Belki sıraya işedim farkında bile değilim, hoca ön sıradaki diğer hafıza bir başka sureyi okutuyor, yanlış okuyor ve hoca maşa ile sırasına vurarak düzeltiyor. Benim sırama geliyor, yanımda arkadaşım hafız Mahmut oturuyor, hoca tarafta olmadığım için dünyanın en şanslı insanı gibi hissediyorum kendimi. Mahmut’a bir sureyi gösterip ilk emri veriyor oku!
O okurken gözü bana takılıyor ve durumu yeni fark edip; sen neden açmadın Kur’an’ı diye soruyor. Suskunluğumu sürdürüyorum Mahmut benim daha önce ders olarak okuyup çok iyi bildiğim sureyi yanlış okuyor, gözlerimi diktiğim önümdeki kapalı kur’an’dan ilk defa kaldırarak “hocam yanlış okudu Mahmut” diyorum.
“Sen boş ver mahmut’u, kitabın neden kapalı dedim ben sana” diyor, Mahmut bir yeri daha yine yanlış okuyor “hocam Mahmut yine yanlış okudu” diyerek onu ateşe itip hedef gösteriyorum.
Hoca artık höykürüyor “ulan mahmut’u siktiret, sen diyorum neden kitabını açmadın onu soruyorum lan sana” diyor. Kurstaki en yakın arkadaşımı ısrarla satmam bile işe yaramıyor, cevap versene lan diye bir daha höykürüyor, korkudan titriyorum. Tam bir cevap verecekken maşa ile başıma vuruyor, maşa kıskacının başımdaki Çat sesinden, o anda ne saçmalayacaksam unutuyorum. Susuyorum, Mahmut bu esnada okuduğu süreyi yeni yanlışlarla bitirip sadakallahülazim deyip o da susuyor, tüm sınıf susuyor. Hoca önce maşa ile niyetlense de bundan vazgeçip elini uzatarak Mahmut’un önündeki Kuran’ı önüme sertçe itip; oku şurayı diyor. Çok güzel başlıyorum yarıyı geçiyor aynı güzellikte ilerliyorum, bir yerde geçen “kafirun” kelimesinde durduruyor hoca beni.
Ka, de diyor, ka diyorum Tokat yiyorum. Oğlum ka de, bak ka ka, ka de diyor. Ka diyorum Tokat yiyorum. Sinirleniyor, gözlerini bölerterek;” ka oğlum bak ka ka, yağan kar var ya onun ka sı değil ticari karın ka su, hadi ka de bakayım “ diyor. Ka diyorum dayak yiyorum. Lan oğlum silindireceksin beni ama diyor, o gözlerin korkunç şekilde bölerip isteri semptomlara başlamasına ve uyguladığı mevcut şiddete rağmen, aslında daha sinirlenmiş bile olmadığını kendi ağzından duymamla, daha da çok korkarak tekrar titremeye başlıyorum. K, k, kak, gibi bir şeyler çıkıyor ağzımdan..
Tepeme dahada dikilerek; “Bak Abdullah bak mübarek, yağan kar var ya? İşte o kar değil köydeki bakkal Osman var ya onun ettiği kar diyor, dilin üst damağına yapışacak bak böyle kkar, kaar, kkkaafiruuun, hadi tekrar söyle kafirun de” diyor. Ka diyorum Tokat yiyorum, kafurun diyorum yine Tokat yiyorum. Ulan Allah’ın belası çocuk şimdi ben sana gösteririm deyip durduğu yerde zıplamaya başlıyor, aç avucunu diyor açıyorum, vazgeçip parmaklarını birleştir uçlarını yukarı dik diyor yapıyorum, maşa ile uçlarına vurmaya başlıyor, kar diyeceksin, kar ulan kar kar kar kar diyor ve her kar değişiğinde parmak uçlarıma var gücüyle vuruyor. Sonra maşayı elinden atarak Mahmut’un üzerinden uzanıp saçlarımdan yakalıyor beni, hışımla yanına doğru çekiyor. Mahmut ile beraber sürükleniyoruz, Mahmut sıradan kayıp yere düşüyor Ben üzerindeyim ama düşemiyorum zira hoca saçlarımdan kavramış şekilde yarı havada tutuyor beni. Masa ile oturduğumuz sıranın arası açılıyor ve ayağa kalkmam için tutunduğum masa devriliyor, masanın üzerinden düşen Kur’an parçalara ayrılıp ıslak sayfaları zemine saçılıyor, hoca artık tümüyle cinnet geçirip öyle derin bir iç çekiyor ki, sanki dakikalarca suyun altında oksijensiz kalıp yeni yüzeye çıkmış gibi obur bir iç çekişten sonra, beni yerde saçlarımdan sürükleyerek yanan sobanın dibine götürüyor.
“Ulan seni cehennemlik münafık ateşe dayanabilecek misin bakalım” diyerek sobanın kapağını açıyor, başımı içine bastırmaya çalışıyor. Kurtulmaya çalışıyorum olmuyor, sobanın tüm sıcaklığı hissediyorum, yanan saçlarımın çatırtılarını duyup kokusunu alıyorum, cehennemi yaşıyorum, ka diyorum ka, kaaaa diye bütün gücümle bağırarak sıçrıyorum..
Yataktayım, safiye sakin ol bir şey yok kabus gördün diyor, su gibi terlemişim, geçti diyor, kalkıp ışığı yakarak yanıma geliyor iyi misin diye soruyor, bilmiyorum, parmak uçlarımda sızı hissedip yanık saç kokusu alıyorum hala, titriyorum. Safiye’ye o sığırın bulyonlarını yedirdiğim için tanrı’nın beni cezalandırdığını düşünüyorum. “Safiye sana bir şey söylemek istiyorum” diyorum, o anın şokuyla bilinçsiz ve sonradan olacakları hesap edemez durumdayım. Kabustan uyanıp kendimi belki ölüme atarak dana bulyonu itiraf edecekken, gündüz cumaya gitmediğim için olabileceği geliyor bu kabusun aklıma, ya da nevzerin içindeyken, dedemin çıkmadın mı içeriden hala, hadi Allah kabul etsin deyişini şaşkınlıkla sağ ol diye cevaplamamdandı bu diyorum. Ya da koynuna işeyip otelde uykuda bıraktığım meçhul kadın yüzündendir mutlaka diyorum. Bir yığın günahım kendini test için sanki hücum ediyor zihnime, ihtimaller içinde boğulmaktan safiye kurtarıyor beni; tatlım ne söyleyecektin diye soruyor..
Ona dönüyor ve bir süre sessizce bakarak: kâr diyorum ve tam da hocanın istediği gibi çıkıyor. Safiye mal gibi bakıyor yüzüme ya da mala bakar gibi de olabilir. “Kâr var ya hani ticarette kullanılan kâr, gökten yağan değil ikisi ayrı” diyorum. Ne saçmalıyorsun sen hala uyanamadın mı yoksa diyor. Uyandım sen benim demek istediğimi anladın mı diye soruyorum. Tabii ki anladım birinin A sının üzerinde şapka var diyor. Bunun bu kadar basit cevabı ve anlatımı olabildiğine şaşırıyorum. Safiye sırtımdaki teri kuruluyor önümde olsa sarılıp teşekkür edeceğim neredeyse. Bunun Arapça yazılışında o A da şapka yok biliyor musun, latin alfabesinin gözünü seveyim, nurlar içinde yatsın Atatürk büyük adammış diyorum. Beni kurulamayı kesip arkamdan yüzüme doğru uzatıyor başını; iyi misin sen diye soruyor? İyiyim diyorum duş öneriyor reddediyorum. Çarşafları ve örtüleri değişmesini engelleyemiyorum, üzerimi değişirken ıslak kıyafetlerimi kontrol ediyorum koku almıyorum. İşemiş olsam safiye’nin iki günlük kavurma kokusunu bulup çıkaran burnu, benim taze sidik kokumu ıskalamazdı herhalde diye düşünüp rahatlıyorum. Yenilenen yatağa yattığımda hala parmaklarımda sızı hissedip sanki bir saç yanığı kokusunu çok zayıf ve derinlerde Bir yerde hissediyorum. Safiye ilaçlarını alıyor musun sen diye soruyor, yalan söylüyorum, peki zamanında mı? Yine yalan söylüyorum. Son birkaç aydır bir denge problemi ve uyku sorunu gözlemliyorum sende, psikiyatrdan randevu alalım ister misin diye soruyor? İçim cız ediyor zira bir deliye ancak böylesi nezaket ve Seçkin kelimelerle deliliklerin artıyor doktor lazım sana denilebilir. Denge problemi ve uyku sorunu? Ulan denge nedir hiç bilebildim mi ben, ya uyku? Son 10 yıldır doğru dürüst bilemiyorum uykuda mı gerçekte mi kabusta mı olduğumu, yaşantılarken hangisini ayırt edebiliyorum ki bir uyku sorunum olsun. Işığı söndürüp tavanın karanlığına bakarken önce bunları, sonra başkalarını düşünüyorum, ve daha sonra safiye’yi yarın akşam yemeğe götürmem gerektiği geliyor aklıma. İlişkimizin başlangıcını ve ona tecavüz edişimin altıncı yılını kutlayacağız...
Telefonun sesine uyanıyorum gün aydınlanmış, safiye yanımda yok çoktan işe gitmiş, arayan Deli Kenan abi, meşgule alıp tuvalete kalkıyorum, telefon tekrar çalıyor açıyorum; “ne var lan sabah sabah, meşgule alıyorsam meşgulümdür, ikinciye arama demedim mi ben sana” diyorum. Bu nasıl karşılama böyle hayatım diyor kadınsı bir ses. Ekrana bakıyorum;” pardon seni başkası zannettim Erol abi, pardon abla” diyorum. Şaşırıyor ne diyeceğimi unutuyorum, beni yine o kurtarıp” Ergül lan Ergül geri zekalı, hala Erol olarak mı kayıtlıyım lan Ben senin rehberinde yoksa” diyor. Hayır Ergül abla desem de yine şaşırıp, Erol abi diyerek tam da kaydını belirterek yalan söylüyorum.” Ergül lan Ergül, Ergül amına koyayım alışamadın yıllardır buna” diyor. Yine şaşırıyor panikleyerek sağ ol diyecek gibi oluyorum ama sonra pardon diyorum. “Oğlum bak bir daha böyle bir diyalog yaşamak istemiyorum seninle, dengesizsin diye sana anlayış gösteriyorum ama tahammülüm de bir yere kadar bu son olsun” diyor, ne diyeceğimi bilmediğim için susuyorum. Bir süre sessizlikten sonra,” özür dilerim Bir daha olmayacak buyur Ergül abla” diyorum. Seni harika bir dişi ile tanıştıracağım sikermisin diye soruyor. Bir anda modum değişim kıpırtılı bir heyecan sarıyor içimi, zira hayatıma değil ama koynuma giren en geyşa ve güzel kadınlara onun sayesinde sahip olabilmişimdir, hele ki son ayarladığı kadının güzelliği ve bir köye yetecek kadar dişiliği aklıma gelince heyecanım daha da artıyor.” Kim neci bu?, ne iş yapar, kimlerdendir” gibi sanki Allah’ın emriyle anamı babamı akşama istemeye gönderecekmişim gibi sorularla heyecanımda saçmalamaya başlıyorum. “Seferoğullarından, yan bacağın Hasan’ın ortanca kızı bu, karpuzun Ahmet vardı ya bilirsin onun da baldızı oluyor” diyor. Ne diyorsun sen ya diye çıkışıyorum. Ulan asıl sen ne diyorsun angut, sikermisin sikmez misin onu de embesil diyor, salaklaşmışlık ile karışık, heyecandan içim kıpır kıpır Bir modda olur diye cevaplıyorum. Peki hafta içi döneceğim sana, bir gün önceden haber ederim sen gazisin sana hizmet vazifemiz, sana yapılan küçük bir iyiliğin beş cami yan yana yaptırmış kadar sevabı var, velev ki bu pezevenklik bile olsa, hadi yaladım diyor, ben de diyorum, pardon diyorum, sağ ol görüşürüz diyorum. Yala yavrum yala, şaftını böyle kaldırırım adamın deyip, neşeli bir orospu gibi kahkahalar atarak telefonu yüzüme kapatıyor.
Erkek bir yaban domuzunu yalamışım gibi kıllı ve kirli bir tat oluşuyor sanki ağzımın içinde, lavaboya koşup dişlerimi hoyratça fırçalamaya başlıyorum. Dakikalarca fırçalasam da dilimden aynı kötü tat gitmiyor.Ergül ablanın Erol abilik zamanları geliyor aklıma, babasının onu çeşmenin oluğunda artık öldü diye bırakışı.. Dalamıyorum bu hatıraya zira tam bu anda Telefonum çalıyor, arayan Safiye; senin için psikiyatriden randevu aldım lütfen bugün oraya gider misin diyor peki diyorum...
Bölümün sonu.
[
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.