- 213 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
YÜZLEŞMEK GERÇEKLERLE
Bilinmeyenlere karşı büyük bir heyecan ve bu sözcüğün çağrıştırdığı masalsı dünyaya imreniş her devrin gizliden gizliye bir ritüeli olmuştur kanımca. Sıradan ve her şeyin belli ölçülerde öngörülebilir olasılıklar dairesinde yaşanması şu hayatın fantastik yanını da ortadan kaldırır ve gizemin içinde yer almadığı bir sıradanlığa da sürüklerdi elbette.
Sürprizlerle karşılaşmanın vereceği hazzı da bir kenara koyarsak, onun içindeki şu daha öteki ufuklara açılan yolların hayali bile efsunlu bir dünyayı kurgulamamıza, aramamıza ve dahi sanatın farklı zeminlerinde de onu işlememize yol açmamış mıdır?
“ The Two Towers” adlı filmin ilk bölümüyle milyonları nasıl da ekran başında topladığını bir hatırlayalım. Bir “Orta Dünya” zemininde ne de farklı hayatlar, ortaklıklar ve iyi ile kötünün savaşımınında varlık ve yokluğun paydasındaki ortak düşmana karşı bir arada oluşun öyküsü gözler önüne serilmiş, iyi ile kötünün bitimsiz savaşımını da büyük bir başarı ile alabildiğine de görsel zenginliği ile izleyenleriyle buluşturmuştur. 17 Ekim 2022 Pazartesi yayınlanan 8. bölümüyle sezon finali yapmış olan ve izleyenlerde de şu bilinmezlik duygusunu, dürtüsünü yeniden ve daha bir güçlüce uyanık tutabilen bu beyaz perde efsanesi, daha uzunca yıllar da unutulacak gibi de değildir kanımca.
Burada adını farklı şekilde de dile getirebileceğimiz farklı filmlerle de gerek beyaz perdeden ve gerekse de görsel sanatların diğer zeminlerinden ve elbette edebiyattan da oldukça efsunlu, izlenmeye ve okunmaya değer çokça eseri dillendirmek olası. Bilinmezliğin o farklı hezeyanlarını yaşadığımız yılların geçmişi de bugünden ibaret değil. “Ay Üssü Alfa, Star Trek (Uzay Yolu) “ gibi çok ötelerden hafızalarda derin yer etmiş filmleri de bu sofraya koymak gerek elbete. Bilinmezliğe dair bu tılsımlı hissedişlerin mitlerde de ve hatta kutsal metinlerde de yer aldığını bilmemiz, konuyu daha farklı bir gerçekliğe de taşıyor şüphesiz. Bu anlamda sadece “Ad Kavmi İnsanları” dahi derinliğine araştırmalara ve onun vereceği tarifsiz heyecana değer potansiyeldedir. Düşünsenize bir minare boyunda insanlar ve yeryüzünde ne de büyük bir kudret ile sürülen alabildiğine saltanat…Kur’an’da el-Fussilet suresi 15. ayette bugün bizlere adeta peri masalı gibi gelmekte olan bu hakikat geçmektedir. Âd kavminden Kur’an tefsirlerinde ;yüksek binalar inşa eden, yüksek anıtlar diken ve bu yaptıkları işin kendilerini ölümsüz kılacağını zanneden bir kavim olarak bahsedilmiştir. Buna ilaveten de kendilerinin diğer insanlardan daha kudretli yaratıldıklarından da söz edilmiştir. Masal kıvamındaki bu bilinmezliğin tartışmasız bir zeminle bizlere sunulmuş olması ile daha onlarca yıl öncesinden beri bu kavme dair ne kadar da çok araştırma yapılmıştır kim bilir. Onların kurdukları kentin yeryüzünde bir eşi ve benzerinin olmadığının da dile getirilmesi, bu gizeme daha da büyük bir heyecanı katmaktadır şüphesiz. Ad Kavmi`nin sona erişi de yine gücün verdiği sarhoşlukla insanoğlunun nasıl da nefsine teslim olarak yoldan çıktığını ve kendine bu kudreti sunana karşı isyan ederek de sonlarını hazırladıklarını yine kutsal metinler aynen şöyle tarif eder: Ad kavmi, Allah’ın verdiği nimetlere nankörlük etmeleri, peygamberlerini inkar ve isyanları sebebiyle, 8 gün- 7 gece ( hakka suresi) süren, şiddetli kasırga rüzgar sebebi ile helak olmuş ve ardından bu kavimden geriye hiçbir şey kalmamıştır.
İster coğrafi, ister arkeolojik, isterse de başka bir kökenden olsun sayısız bilinmeyenin hayatımızın bir yerinde hep durduğunu biliyor ve onlara dair bu gizemlerin aydınlığa kavuşması için de büyük umutlar bekliyoruz sanırım.
Dünyamızın şekli hakkındaki spekülatif yaklaşımları, Ay yolculuğuna dair şüpheleri ve daha öteki ufuklara yolculukların da sorgulandığı gerçekliğini de bir kenara koyarsak, bilimin insanlara sunmakta olduğu gerçekliğin de beşeriyeti adeta birnarkozluluk durumunda kılarak şüphe uyandırdığı sonucuna ulaşıyoruz. Sanki birileri bazı nedenlerden ötürü gerçek bilgilerin üzerinin açılmasını istemzcesine tavır takınıyor, ciddi sorulara doyumsuz cevaplar veriyor ve kısaca yığınların kafalarındaki sorulara ışık olmamak adına hareket ediyor. Bu gerilim ve birlikte getirdiği gizemlerin içinde merak duygusu hep önde duruyor, ufkun ötelerine dair bilinmezliğin bütünüyle olmasa da bir bölümünün yanıtlarını bulabileceğimiz ümidiyle beyaz perdeye ve veya bu zemindeki kurmaca edebi eserlere rağbet giderek artıyor doğal olarak.
Çoğumuzun ana karaları yani kıtaları sayarken dile getirdiğimiz şu Antartika da çok ilginç bir gerçeklik. Güya dünyanın küresel konumlandırıldığı veya düşünüldüğü bir zeminde sadece güneyde yer almakta olan bu devasa buz kütlesi, başka kaynaklarda ise aynı küresel dünyamızı nasılsa çepeçevre sarıp sarmalıyor. Ne kadar da ilginç değil mi? Üstelik dünyanın her yerine gitmedeki özgürlüğün kıstasları bu dev kıta için hiç öyle de değil. Antartika`nın sadece kıyı bölümünde ve sınırlı şekilde gezilip görülebildiği gerçeği de bize daha ilerilerde saklanan bir şeyler olduğu gerçekliğini düşündür müyor mu? Onca devletin bilimsel araştırma kurumlarının neredeyse hayata dair çok az emare görülen ve kıyısında köşesinde bazı türlerin hayat bulabildiği bu çetrefilli soğuk yapıda yıllardır araştırma yapıyor olmaları da başka bir muamma. Coğrafyadan bizlere aktarılan bilgilerin bu noktada yeniden sorgulanması gerekiyor kuşkusuz.
Yukarıdaki gizeme bir başkasını daha eklemek gerekirse, insanların oldukça yoğun yaşadığı kuşakta ve Vietnam`da yer alan “Son Doong” adlı mağara da tam da bu noktada konuşulması gereken bir gerçeklik. Onlarca araştırma ekibini izne tabi olarak buraya çeken ve içeri girenlerin de adeta masal dünyasından fırlayan gözlemlerine dair gerçekleri de üzerinde cidden düşünülmesi gereken şeyleri ortaya koyar değerde. Kilometrelerce uzana ve kendine özgü bir ekosistemi bulunan bu mağaranın, herbirimizin yaşadığı dünya zeminine göre adeta bir iç dünya gibi görülebilmesi çok şaşırtıcı da değil doğal olarak. Öyle bir iç dünya ki bu, içinde kendine has ırmakları, sahili, ormanları ve vadileri olan, sınırlarının da henüz belirlenebilmediği, giderek artan merak ve onu besleyen gizemiyle koskoca da canlı kanıt. İç içe dünya söylemlerinin de bizzat en net örneği kendisi. Bu örnekleri çoğaltmak elbette mümkün. Ne amaçla olursa olsun yerin üstündeki gibi satıh altında da çok sayıda medeniyetler kalıntısının varlığı çoğumuzu yine fantastik bir aleme sürükler gizemde ve heyecanda.
Belki de milyonlarca yıldır üzerinde farklı türlerin kendilerine has koşullarda yaşayageldiği dünyamız, biz insanlar ve tanıdığımız diğer türden canlılarla birlikte kim bilir daha hangi tür canlılara da misafirlik etmektedir? Araştırmaya da bu gerçeklerin üzerindeki sır perdelerini kaldırmak adına maceraya da atılmak üzere yeterli bir nedendir bu. Nihayetinde o bilinmeze öykünüş, biz insanların içini giderek kemiren bir duygu ve düşünüş değil midir?
II. Dünya Savaşı sonlarında devasa bir Amerikan donama gücünün Antartika kıyılarında giriştiği ve kayıtlara da düşen esrarengiz savaşları bu noktada apayrı bir gizem olarak arkasındaki cevap bulamayan sorularıyla gizem konusu olmaya devam edecektir kuşkusuz. Onlar bu kesif buz gibi soğuk bir coğrafyada kimlere karşı bir harp yapmışlardır? Yüzlerce gemici ne uğruna ölmüş, onca gemi ne adına, hangi gizem uğruna okyanusun derin ve soğuk sularında batmıştır?...
Bütün bu gizemleri hatıralarında kaleme almış bir isim olarak Amerikan donamasından Amiral Byrd`ın 1947`nin şubat ve mart aylarındaki notları okunmadan geçilebilir mi acaba? Bu notlarda öylesine şeylerden söz edilir ki sormayın. Efsunlu bir dünyaya açılan kapıların ardında neleri gördüğü, yaşadığı, gözlemlediğini bütün detayları ile nakleden Byrd, uyduruk bir nedenden ötürü de görevden alınır ve dile getirmesi sakıncalı görülen gerçekler onun normal biri olmadığı kılıfıyla da adeta sırlar perdesinin arkasına da saklanır yine o derin devlet gereği. İç içe dünyaya çok kuvvetli deliller sunmakta olan notların dayanaklarının sorgulanması gerekse de sadece olasılık bile olsa araştırılmaya değer ve belki de bildiklerimizi yeniden yapılandırılacak gerçeklere götürecek bu hamlenin herbirimizi heyecana sürüklediğini düşünenlerden biriyim. Bu öyle bir duygu ki, sanmalardan daha öte ve gerçekliğe de daha yakın.
Çocukluk yıllarında kulakların aşina olduğu şu Kaf Dağı, gerçekte de olmasın? Ve İslâmın kutsal kitabı Kur`an-ı Kerim`de geçen Kaf Suresi de yine derinliğine bir incelemeyi gerektiriyor kanısındayım. Hayalde de olsa, geçmişte yaşanmadan düşünülebilecek, üretilebilecek, kurgulanabilecek bir şeylerin mümkün olamayacağını düşünenlerden olarak, sıradan yaşantımızın içinde adeta “Matrix” filmini yaşıyor gibiyiz. Sözü edilen filmin kahramanlarndan Neo, hangi gizemin peşindeydi sizce? Yaşadıklarımız bir gerçeklik mi yoksa gerçekliğn üzeri kamufle edilmiş bir sureti midir? Eflatun`un “Mağara Allegorisi” de tam da bu noktada felsefi bir dayanak olarak dillendirimeden geçilmemeli kanaatindetim. Mağaranın içindeki ateşten yansıyanların onun duvarında oluşturduğu yansımalara neden olduğunu ve fakat yansımaların arkasındaki gerçekliğin de ayrı bir gerçeklik olarak ortada durduğunu anlatmaya çalışmıştı. Orada da kurgulanan ve yığınlardan saklanan, ötülen gerçekliğin daha alt zeminde nasıl da yaşamakta olduğunu heyecanla izlemiştik çoğumuz. Aynı kurgunun bu dünyanın yüzeyi için de geçerli olamayacağını kim söyleyebilir?
Milyonlarca yıl önce nesli tükendiği bilinen canlı türlerinin birebir muadillerini gördüğünü dile getiren, yazan Amiral Byrd niçin bunu hayal dünyasından uydursun. Nihayetinde ciddi bir statünün, kimliğin sahibi birisi olarak gerçekleri dillendirmesi, yazması olasılığının daha sağlıklı olduğuna inancımızın güçlü olduğunu düşünüyorum. Orada Byrd`nin karşılaştığı olağan dışı güzellikler, daha üst seviyedeki teknoloji ve insansıların varlığı sizce de masal mıydı, yoksa birileri onun anlatmaya çalıştığı gerçeklerin, gizemlerin masal olarak kalmasını mı istemişti? Ne dersiniz?
Oğuzhan KÜLTE
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.