Cuma'ya gitmeliymişim
Dedemin telefonuna uyandım, köyümüzde halen günaydın kültürü yoktur hazırlıksız olduğum bir soru ile kafamın içine balıklama daldı, haftaya Kurban Bayramı için köye gidecek miydim ne söylesem doğru cevap olacağı neredeyse kesin olmasına rağmen akşamdan kalma başım içinde tüm şıklar bulanıklaştı basit bir joker Hakkı kullanarak iki güne belli olacağını söylememin ardından telefonu kapattık.
Gece aldığım üç beş kadeh alkolün sabah bizzat fıçısı içinde uyanmış gibiydim, acı eşiğimin yüksekliğine tezatla alkole direncim Bir hayli düşük durumdaydı. Tenimdeki anasonun istenmeyen kokusu ile birlikte bedenimdeki hoşnutsuz enerjiden de kurtulmak için duşa girdim.
Bacağımdaki yarayı zararlı etkenlerden korumak için yine her zamanki gibi çöp poşetine sararak kendimi sıcak suyun altına bıraktığımda tahmin ettiğimden fazla rahatlamıştım.Bu güzel durum altında dakikalarca kaldım, çıkışımda kirlerim ile birlikte negatif enerjim defetmiş olsamda, akşamki sarhoş kafamın tazelendiğini hissettim. Sıcak suyun altında o kadar uzun kalmak ve ona eşlik eden yoğun banyo buharı, kanımda ölmek üzere olan alkolü tetikleyip geceki etkisini yenilemiş olmalıydı. Kurulanmayı sürdürerek aynı zamanda sesi gelen telefonuma ilerlerken hareketli müziğinde sallanıyor çalan şarkı da akşamki fasılın ritimlerini arıyordum sanki. Dedem yine ne günaydın ne merhaba falan demeden kafasındaki konusuna girerek, söylemeyi unuttum ama sen elbette ki biliyorsundur bugün cuma olduğunu değil mi oğlum, hatırlatmama luzüm yok uyarısıyla, aslında haftanın her aynı günü sırf bu amaçla istisnasız arayışı ve anımsatmasını yapmıştı.
Evet bugün cuma idi ve ben camiye cuma namazına gitmeliydim, çocukluğum geldi gözümün önüne dedemin sigara içtiğimi öğrendiğinde yanan sigarayı ağzıma sokma teşebbüslerini o yüzden yediğim sayısız dayakları ve ne kadar çok şiddet uygularsa uygulasın bunu önlemeyiyeceğini anladığında, yazdırdığı Kur’an kursunda başarım ve ezan okumam karşılığında ondan aldığım sigara ödüllerini ve o allahsız herifin ezan okunama artık izin vermeyerek dedemden nikotin rızkımı kesmesinin bir tezahürü olarak, beni camiye küs görüşlerini hatırladım.
Hrıstiyan papazı olsa inancıma bu kötülüğü yapamazdı. O zındık hocaya olan küllenmiş öfkem tazelenmiş olsa da, o saf ve burnunun her daim sümüğüne kıyafetlerinin çamuruna rağmen kalbi tertemiz çocuğu, çocukluğumu hatırlamak gözlerime doldurmaya yetti. O günleri özlemiştim evet o çocuğun da, anasız ve babasızlık başta olmak üzere yaşından büyük sorunları vardı ama yine de bugünkü adam gibi yıkılmmamıştı daha, hataların önüne keşkelerin çok başındaydı, ne bu kadar yas içinde ne de böylesine hasta değildi henüz. Üzerime çöken duygusal ağırlığın yükü altında tertemiz kıyafetlerimi giyindim hala kafam iyiydi, alkol aldım sa 40 gün namazdan uzak durmalısın diyen hocalarla, içkili olabilirsiniz lakin ne söylediğinizi bildiğiniz sürece camiden kaçmayın fetvası veren Yaşar Nuri Öztürk gibi alimlerin birbirine tezat söylemleri arasından Öztürk hocanın yorumunu benimsedim. Kesinlikle onun söylediği idi doğru olan, ülkemizin %98’i müslümansa gerçekten, bunların en az yüzde yetmişi ayda 2 tek atan müminlerden oluşuyordu. Diğer hocaların söylemlerini ülkenin sosyal içicilik periyotları ile karşılaştırdığım zaman, camiden uzak kalabildiğimiz sürece günahtan korunabilirdik ancak. Bu durumda değil dini o hocalardan öğrenmek din ile hoca arasında tercih yapmak gerekirdi...
Belki yine de bu halim caiz değilse bile, dervişlerin ilahi aşkın sarhoşluğuyla kendilerinden geçerek tekkelerde topluca yerlerde yuvarlandıklarını düşününce, Tanrı tarafından onlar kadar yadırganmayı göze almak kabul edilebilir gelmişti. Kaldı ki ibadette niyet önemlidir şimdiki niyetim çocukluğumda olduğu gibi camiden sigara elde etmek değil, mümkünse sevap kazanmaktı, bunu tanrıya olduğu kadar kendime de ispatlamak için temizliği baştan alarak yeni yaptığım pansumanı söküp soyunarak tekrar duşa girdim.
Cenabet değildim ona rağmen vücudumda iğne ucu kadar yer şüphesinden alınca alınıncaya kadar keselenip itinalı bir boy abdesti aldım, çıkışta sanki daha ayık gibiydim pansumanımı yapmak için bacağımı açtığımda, kesenin hoyrahatlığından yaramın da kendini kurtaramadığı ortadaydı. Az önce o kadar çok özendiğim abdestim yaramdan akan kan yoluyla henüz daha adım atmadan uçukp gidivermişti. Hücrelerimdeki alkol ve bacağımdaki yaranın kanı başta olmak üzere, iki caizsel unsur aleyhime olsa da kararlılığımin iradi şartları benimleydi. Biz insanlar henüz cismen dünyaya gelmezden evvel ruhlarımızın gâlû bela denilen yerde tanrıya önceden söz vermişliğinin sorumluluğunu zerre duymasamda, dedeme verdiğim kadim sözü uyarak evden çıktım. Tanrıyı dedem kadar sevmediğimi söylemeliyim, onunda beni dedem kadar düşünüp kayırdığı da yoktur. Tanrı neyi neden yapar ne için yapmaz yaşadığım onca ağır olaylara rağmen anlayamamışım, oysa dedemin amacı bellidir beni cennete götürmek, tanrıda bu arzu ve isteği hissetmiyordum oysa dedem öyle mi gerekirse beni döverek götürmek için çok uğraşmışlığı vardır. Tanrıdan’da çok şiddet gördüm onunkiler ne cennete götürme isteği ne yaptığım yaramazlıklarını karşılığı için değildi.Sebebi tamamen kendinde saklıydı biz Kullar bunu bilmiyorduk yine de onu sevmek de ısrar eden yanlarım çoktur, şu halde bile evine hazırlandığıma göre çekiciliği muhakkaktı, dedem faktörü de var elbette lakin her salı bir bakkala gitmeyi öğütlese bu saçmalığı dedemin emridir diye yerine getirmezdim herhalde. Fakat konu Tanrı olunca mistik bir dürtü ve manalı bir ağırlığın hissine kapılıyorsunuz ister istemez. Aksi halde şu durumda ben, bunu yapmakla İslam’dan dinî kontrol şartı ile salıverilmiş zorlama bir Müslümanın, kısıtlı ateizm özgürlüğünü hisseder ve her hafta bir gün bile olsa camiye gitmenin huzuru yerine karakolda imzaya giden mahkumun koşullu ızdırabını duymam gerekirdi...
Oysa her hafta bir cuma da olsa camiye gidişimle, dedeme verdiğim sözü yerine getirmenin görevi yanında içgüdülerim için de iyi bir şeyler yaptığımı biliyordum. Attığım her adımda sağ bacağımda duyduğum acı tanrının evine gitmemi engellemeyi amaçladığını düşündüğüm diğer hususlarla birleşince, şeytanın nefsim üzerinde oyunları gibi geldiler bana. Bu düşünceyi edinmem ile birlikte acımdan zevk alıp, kanayan yaramla gurur duymaya başlamıştım. Hiç bir olumsuzluk yönümden döndüremeyecekti beni, içimde peydahlanan coşku dalgası, yüreğimi şaha kaldırmış ve bu gazâ coşkusu ile ilerlerken bütün zayıf nefisler için savaşan kanaat önderiymişim gibi hissettim kendimi. Hani ayağım kaldırıma takılsa da yere kapaklanarak düşüp geberip gitsem oracıkta şehit olacağıma inanmaya başlamıştım. Zaten Gazi değilmiydim, bacağımdaki yara doğuda asker iken vatan savunmasında aldığım el bombası yaraları değil miydi, 20 yaşımdan şu anki 37 yaşıma kadar bir insan için hayatın en güzel çağlarının çoğunu koltuk değnekleriyle geçirmemiş miydim. Cennete herkesten çok daha yakın olmalıydım.Bu inançla hızlanan ayaklarım benden üç adım önde koşuyormuş gibiydi, tüm gayretim onlara yetişmek içindi sanki, omuzumdaki sevap meleğinin ansızın yüklenen bu sevap bilgisi akışını kayda geçirebilmek için, daktilo benzeri bir şeye parmak vuruşlarını duyabilmek ile beraber, alnından akan terler bile, benim gibi hasta ruhlara Özgü olarak hissedebiliyordu sanki.
Melek de olsa emekçiye saygımdan mı ya da yaralı bacağımla ayaklarıma yetişmekte zorlandığımdan mıdır bilmiyorum yavaşladım, yaram büyümüştü son zamanlarda, ne zaman üzerine yüklensem sızısı kendisinden daha büyük oluyordu, o benim dokumda başlayıp etimde son bulan bir dert değildi, ruhumda devamlılığınin olduğu kesindi.
zira istisna da olsa belli zaman aralıkları ile kapanıyordu yaram, ve ben bile hiçbir bedensel acı duymama rağmen toparlanmayı sürdürüyordum, sırf bu husus bile kanıtlıyordu ki, bacağım arada bir iyileşse bile ruh kendi aksaklığı mı devam ettiriyordu. Psikoji doktorum bunun sebebini bilinç atlarında arasa da tam yerini bulamadı yıllardır. zira hangi bilinç? Benim bile sayamadığım kadar çok bilinç düzeyimin olduğu muhakkaktı, samanlıkta iğne aramaktan da zordur benliklerimin içerisinde asıl beni bulabilmek...
Aynı anda iki farklı topallıkla yürürken ansızın çok güzel bir kadın çıktı karşıma, onu da diğer kafa karıştırıcı unsurlar gibi şeytanın tezahürü olarak görmedim. Çünkü o doğanın kendi eliyle doğaldan ayırdığı, nurdan pak ışık gibi parlıyordu, dünyanın bilindik özüne aidiyetine dair herhangi bir örnek vererek oturtmanın bile zor olduğu bu kadın başı ile, şeytanın çirkinliği ve kötülükleri arasında doğrudan veya dolaylı ilişki kurulamazdı.
Baktım, baktım çok baktım. günah mıydı şimdi bu? umrumda değildi. insanın en büyük zaafı günah ve yasağı yatay eğilimidir. Şeytana gelince, o ki mekanın tabiatına aykırı şekilde cennete sızıp yine başka tezat olarak orada bulunan yasak meyveyi yedirebiliyorsa bize, yarı cehennem sayılan şu pis dünyada kendimizi koruyabilmemiz elbetteki düşünülemez de ondan. Üstelik Adem beyefendinin arşı alada tanrıyı bizzat görerek hasbihal etmişliği ve melekleri (şeytan hariç) önünde secde ettirmişliği vardı. Burada ise âdemoğlunun şüpheli inancı ve zayıf imanından başka hiçbir şeyi yok. Cami yolunda böyle şeyler düşünmem hoş değildi belki ama yinede tövbe falan etmedim, hatta o güzelliğe daha doyurucu bakmak istesem de fırsatım olamadan seksi dişi yanımdan geçip gidiverdi, üzüntüm yüzünden tekrar adem’e sardım, ona kızgınlığım daha da arttı. Ulan tanrıyı görmüşsün melekler önünde secde ettirerek nesline bizim asla ulaşamayacağımız aşılamaz bir miras bırakmışsın. Cennet demişsin verilmiş, kadın demişsin peki denilmiş, sen daha niçin yiyorsun o meyveyi... Havva kandırmış diyorlar, kadın sözü dinleme huyumuz da tıpkı kasıntı şişkin egomuz gibi ilk insana yani sana dayanıyor olmalı bunu anladık, lâkin ey Adem bize soyut olan her şey somut olarak önündeyken sen neden nasıl kandırıyorsun be adam...
Sonra kendimi bir an onun yerine koyarak düşününce biraz da olsa hak verdim kendisine, nihayetinde adı üstünde Cennet, cennette yasağın ne işi var?? yasağa ve gizem olan meraki zayıfladığımızı da en iyi tanrı bilir kuşkusuz, zira baş edilemez dürtüsünü o koymadım içimize? Bu baskın dürtünün Arzu ile birleşerek tümden amaç kesildiği zaman, ilgilendiğimiz nesne ile bizim aramızdaki freni düzene koyan işletim sistemimizin tamamen çökeceğini Tanrı bilmiyor muydu?
O meyvenin illaki yeneceğini bildiği gibi abdestimi almış camiye giderken önümden bu seksi bir dişinin geçeceğini hatta benim şu sert ve günahkar sorgulamalarımın başlayacağını dahi biliyordu elbet. Bu analitik hesaptan yola çıkarsak tanrımızın bizi cennette tutmak gibi bir niyetinin olmadığı gayet açıktı o halde bu kız şeytanın mı yoksa tanrının mı suretiydi?
Hangisi olursa olsun Tanrı tüm zafiyetlerimi zaten biliyordu, beni o yaratmamışmıydı, ben ayartılmak için yaşıyordum. Bu bazen güzel bir kadın, bazen iki kadeh şarap, bazen ise bir baş kuru soğan olurdu ama ay artırmak benim yaşam içim biçimimdi.
Nefs’imize haliyle şeytana yeniliyor muşuz doğru değilmiş bu vs vs vs...
Hayat zaten çoğu rauntta yere sevmiyor muydu insanı, o iblisin de en az kendini iyi sayan insanlar kadar tuş etmeye hakkı olmalıydı bizleri, üstelik bu yenilgiden acı değil de haz alıyorsak direnmek niye?...
Zihnime böyle ahlaksızca düşünceler hücum ettikçe az önce cihat ve kaza coşkusu ile kazandığım sevaplarımın, işgüzar bir el tarafından silinme tehlikesi oluşturduğumun farkındaydım, ama yinede tövbe etmeden yürümeye devam ettim. Aldığım güzel yemek kokularından açlığımı hatırladım, güzel ve sıcak bir çorba hiç fena olmayacaktı. Burnumu takip ederek yürümeyi sürdürüp Çarşı içine girdiğimde kuru sıcak çorbanın erotizmi yerine fastfood türlerinin pornoları ile karşılaşarak, aç mideme karşı güçlü bir savunma ile çarşıdan geri çekildim. Tekrar camii yönünde ilerlerken yol üzerinde bir büfede pide döner ilişti gözüme, evet bu da herkes için kahvaltıya uygun seçenek değildi ama peynir zeytinle doygunluk hisseden biri değildim. Köyde kalabalık bir aileydik kahvaltı soframızda ya kocaman bir tepsi kızartma ya da büyükçe tencerede çorba olurdu. Gözüm ve gönlüm bunlarla büyüdüğü için şimdi tek oturuşta yarım teneke peynir ile birlikte bir kilo zeytin yesem belki midem doyardı ama gözüm aç kalkardım o kahvaltıdan. Ve benim gözüm midemde çok daha büyüktür. Yemek konusunda çocukluğumun sofrasından kalan 2 alışkanlığım daha var, bunlardan biri çok ekmek tükenmek diğeri hızlı yemek. ekmeği fazla kullanım sebebim önümüze konulan yemeğin benimle birlikte diğer 6 kişiyi de doğurabilmesi için ekmeği yemekten çok çok fazla tüketmeli katık yapmalıydık. Diğeri ise hızlı yemek, özellikle yaz aylarında her yemeğin hemen sonrasında mutlaka acil bir işim olur herkesten hızlı yiyerek sofradan erken kalkmam gerekirdi. Bu işler evdekiler tarlaya gelmeden önce tütün diktirecek yeri sapanlamak veya tırmık yapmak, tütün dikilecek araziye önceden tankerle su götürüp hortumları fıçılara ayarlamak, veyahutta inekleri etrafı çevrili otlağa bırakarak tütün sepetlerini traktöre yüklemek gibi uğraşlar olurdu. İşler değişsede sistem değişmeyip benim mutlaka bir sebepten ötürü yemeğimi hızlıca yiyip sofradan erken kalkarak tarlaya yetişmem gerekiyordu. Şimdi tüm bunlar artık yıllarca önceki sistemin hatırası olarak geçmişte kalmış olsa da öğretileri tarihten bugüne kendini korumuş zerre değişmemişlerdi. Sayısız iş yemeklerine katıldım, özel korumalık yaptım ve işim gereği ülkenin ciddi iş insanlarının yanında birinci sınıf restorantlarda yemek yediklerim de oldu. Sevdiğim bir arkadaşım veya sevgilimle güzel bir mekanda aslında saatlerce sürmesi lazım gelen yemeklere çıkmışlığım da çoktur. Fakat nerede kiminle olursam olayım masaya oturduğum anda içimde kadim bir şey uyanır, ne kadar önlemeye çalışsam da lokmalarımı hızlandırma psikolojisinin önüne geçemem. Sofra tümüyle donatılıp ve ben o ilk parçayı bir şekilde ağzıma götürdüğüm zaman, hücrelerimdeki tıkınma geni ile aynı anda, tüm benliğimde acil bir tarlaya yetişme dürtüsü harekete geçer.. Yemeğimin yarıya yakını henüz tabağımda dururken ben yarım sepet ekmek tüketmek yüzünden tıka basa dolmuş olurum. Bu duruma istisna olan sadece içki masallarıdır, zira masanın ortasında duran büyükçe bir şişe o yemeğin çokça uzun olmasını sağlamaya yetiyordu...
Ben yine bu bilinçle geçmişten bugüne gelen düşüncelere dalmışken öteki bilincim irademi devralmış olmalıydı, zira elimde pide dönerle ilerliyordum ve bu döneri kaça aldım peşin mi ödedim kartla mı ödedim hiçbir fikrim yoktu tek şahit olduğum pidemden ısırıp yenmiş olmasaydı. Diğer bilincimin bıraktığı yerden ben devam etsem de içine konulan turşu bunun benim tercihimin olmadığını açıkça ortaya koyuyordu, çünkü kesinlikle turşu sevmem sırf bu yüzden döneri yemesem de elimde tutmayı sürdürerek camiye ulaştım. Bahçenin giriş kapısında iki dilenci bekliyordu beni, bunlardan biri bütün dikkatini elimdeki dönere odaklanmış cin gibi bakan gözleri ile birlikte, baş hareketlerinide aynı amaca paralel olarak döndüren siyah bir kediydi. Diğeri ise vücuduna sardığı karmakarışık örtüler altından gözleri hariç hiçbir yeri görünmese de duadançok cebimdeki parayı ele geçirme isteğini açıkça belli eden tavırlarıyla, yarı oranda önüme kapaklanan sanırım 50’li yaşlarda Bir kadındı. önlerinde Durdum ve sessizce bir süre bekledim, kadın bunu sinsi fırsata çevirerek param için ses tonunu daha da arttırarak yaltaklanmasının aksine, kedinin yüz kiloluk bedeni ve 191’lik boyum ile ilgilenmeyip, sadece benden almak istediği elimdeki döner parçasına odaklanan net, dümdüz dileniş şeklini sevdim. tercihimi bütün kalbimle kediden yana kullanıp dönerimi ona verdim.
Bence asıl ihtiyaç sahibi varlık kediydi, üstelik gerçekten ne istediğini sahtekarlık yapmadan açıkça ifade edecek kadar da dürüstttü. Hayvanlarda ahiret bilinci ve inancı yoktur, insanlar dünyevi talep ve arzulardan arınıp hatta onları dışlayan tek yerin ibadethaneler olduğunu bilirler. Buralara ancak ibadet edip ötedünya yatırımı yapmak için gelinebilir. Bazıları ise sadece günü kurtarmak için namaz vakitlerini kollar, bunların en başında gelenler dilencilerdir. Herkesten bir şeyler koparamasalar da mutlaka boş dönmeyeceklerine emindirler. Çünkü en iyi onlar bilir ki, Fazlaca içgüdüsel ve mutlak kaderci anlayışlarıyla hareket eden Doğu vicdanı mantıksızdır. Bu sahtekarlığa bir defacık olsun prim vermemekle ne kadar doğru davrandığımı düşünmek mutlu etti beni. O alçağın şaşkın bakışları arasında kediyi tercih etmekle cami bahçesinde şeytan taşlamış gibi soyut bir tatmin duydum. Şadırvan başına giderlerken saçma ve salakça bir mutlulukla gülümsüyordum.Yapay korkularımdan elde ettiğim organik hareketler, tavırlarıma da yansımıştı yine, kadına yaptığım kötülük yüzünden ileriki çeşmelerden akan su sesleri kadar huzurluydum. Gerçek olgulara dayalı olayların neden ve sonuç ilişkisine tabi olan, sağlıklı ve anlaşılır bir duygudurumuna sahip olmadığım için. Soyut ve somut herhangi bir gerçeğim sayesinde, kendi iç huzurumu sağlayabildikten sonra, dış dünyayı çokta sorun ettiğim yoktu. Saatime baktığımda ezan vaktine 6 dakika kalmış olması ile şadırvanda altı boş yerin bulunması psişik gelse de bir an, tüm melankolik hallerime rağmen sırlar dünyasına da pek itibar etmediğim için, ilginç bir tesadüften öteye geçemedi bu. Yüzümde halen devam eden gülümseme ile ilerleyip boş olan yerlerden birini oturarak bu eşit matematiği bozdum. Oturur oturmaz ezan vaktinin son 5 dakikasına girdiğimi ve kalan boş yerleri bakınca az önceki psişikligin devamına plansız şekilde katkı sağlamış olmamı, hassas psikolojimi korumak için küçülterek tuhafmış gibinin içine sıkıştırmaya çalıştım.Bu düşüncede sabit kalmaya çalışarak hassas algılarımın durumu başka yönlere kaydırma ihtimalini önlemek için, Çeşmemi sonuna kadar açıp ellerimin su ile oynamasına izin verdim. Îşte ezan vakti 4 dakika ya düşmüştü, hassasiyetlerimi teğet geçen tehlikeden kurtuldum bak dediğim anda, hemen yanımdaki boş yere birinin oturması ile ruhumdaki ilk artçı şoku hissettim. Uykuda olan tüm kaygı ve bilmediğim korkularım, bu şok ile birlikte kendilerini dışarı atıp, böyle sarsıcı hallerimde toplanma alanı vazifesi gören, yüreğimin ağzında birikiverdiler..
işte yine başlıyorduk...
İçinde veya dışında, insan başına gelen kötülüklerle mücadele ettiği sürece insan kendi yazısından uzaklaşırmış. Benim yaşamım çok ağır mücadelelerle geçmiş olmasına rağmen, değil dertlerimden uzaklaşmak yollarım bir sonraki sıkıntıların kestirmeden önlerine çıkmıştır. Keşke hiç mücadele etmeseydim diyorum bazen, zira kendimi akışına bırakacağım yazgı tersine kürek çekerek ulaştığım yerlerden çok daha iyilerine çıkabilirdi belki. Hele ki sağlıksız algılarıma kesinlikle direnmemeliydim. Gözlerimi sımsıkı kapayarak önümden akan suya eğilip yüzümü yıkamaya başladım, Korkuyordum ne için korktuğunu bir an unutmuş olsamda hiç düşünmeden hatırladım, ve bu şadırvan korkumun ne kadar saçma olduğunu anlayıp başımı musluktan kaldırarak gözlerimi açtım. Uzaktan bir kişinin daha hızla şadırvana geldiğini ve sanki ezana kalan 3 dakika için camiye değilde, sanki son kalan üç oturaktan birine yetişmeye çalıştığını görmek dehşete eşdeğer bir ürküntü yarattı bende.
Panikle tekrar gözlerimi kapayıp başımı eğerek yüzüme şiddetle su çarpmaya başladım. Çarptım çarptım, kendimi su ile döver gibi iki avucumla çehremi tokatlamaya devam ettim. Ezan vakti artık boş kalan 4 oturaktan yani 4 dakikadan da alta düşmüştü, başımı kaldırsam kaygılarımdan kurtulacaktım belki, ama buna cesaretim yoktu.
Daralan zamana paralel olarak, azalan paralel olarak boş oturaklar dan birinin daha dolmuş olduğunu görecek olma ihtimalinin düşüncesi dahi, cesaretimi kırmaya yetiyordu. Çevremde gezinen ayak sesleri ve kaç muslukta aktığını kestiremediğim sular, bu kötü senaryonun bileşenleri olarak onlara bakma mı bekliyor gibilerdi.
Kendimi şu ile daha da şiddetli tokatlayıp dövmeye devam ettim, kesinlikle kendi kendime attığım bu hastalıklı dayağı hak ediyordum zira o kadına bunu yapmamalıydım. Tanrıya ibadete gelirken yoluma çıkardığı bir garibe yardım etmemek ile kalmayıp, hakkında öyle kötü düşündüğüm için, şimdi hasta ruhumun ayarları ile oynayıp cezalandırıyor olmalıydı beni.
Az önce üç kuruş vermemişliğimin hatasını giderip, şimdi bütün paramı alması için eteklerinden tutup yalvarabilirdim. Bunun için geç kalmış da değildim, kaç çeşmeden aktığını bilmediğim su sesleri ve çevremdeki topuk takırtılarının arka fonunda, onun ulvi yakarışlarını duyabiliyordum halen. Allah rızası için diyordu, Allah rızası, ve o Rızaya şu anda belki tüm evrende en çok benim ihtiyacım vardı..
Lakin başımı kaldırıp al, bütün paramı al varım yoğum senin olsun yeter ki beni kurtar ne olursun diye bağırmaktan aciz haldeydim. Yüzüme çarptığım suların şiddetinden bir süredir canımın yanmasına rağmen, kendimi kendimin bu şiddetinden koruyamıyordum. Ağzıma üst üste çarpığım sular yüzünden nefessiz kalıp boğulacak gibi olduğum anda durdum. Fakat bunu sonlandırdığım için bilmediğim eksiklik ve garip bir yoksulluk duygusu hissettim.
Kaldığım yerden aynı eylemimiz sürdürmeye başladım, bunu kendime neden yaptığımı bilmediğim gibi nerede olduğumu da tümden unutmuştum. Kendi yüzünü canavarca yıkama yoluyla intihar eden belki ilk insan olarak tarihe geçmek üzere iken o hududa vardığım anda ezan okunmaya başladı. Ah Tanrım nasıl da büyüktün sen... Çıkmazlarım ile boğuştuğumda pek yardımın olmuyordu ama geberip gideceğimi anladığın anda, her zamanki vaktinde imdadıma yetişerek tüm kudretini göstermiştin yine...
Gözlerimi henüz açamazsamda cami bahçesinde olduğumu algılamam ile birlikte o kutsal kadını, şadırvandaki boşluklar ile ezan vaktini pisişiğini hatta o kediyi bile hatırladım. Bozuk bir hoparlör marifetiyle, mahkumları Cezaevlerinde sabah sayımlarının yasal vaktine kaldıran evletin öfkeli anonsları ile, Müslümanları cami safina dizilmeye çağıran ezan sesleri arasında, emir bakımından pek bir fark olmadığını düşünmüşümdür hep..
Oysa anlamasını bilene ne büyük başkalıklar varmış..
.Bir anda çok tatlı hisler kaplamıştı içimi, hocanın o davudi sesi her hece de ayrı bir güzellik de yankılanıyordu. Bu kelebeksi titreşimler ayak tırnaklarımdan saç diplerime kadar tüm hücrelerimi gıdıklamak ile kalmayıp ezâni Muhammed’in coşturucu aksları ruhumun derinliklerine yayılıyordu. Aniden bastıran bu duygu sağanağı içinde ağlamaya başladım. Bunu sevmiştim, gülmek belki daha lazımdır insan için ama onunla rehabilite olma yeteneği yoktu bende. Gülme krizlerine girip bu kadar çok neye güldüğümü saniyeler sonra unuttuğun zaman, bu halimin çok daha komik gelerek insanı kahkahadan çatlatacak kadar bunalıma soktuğunu çetrefilli hallerimden çok iyi bilmekteyim ben. Ağlamaktır bizi asıl rahatlatan ve ne kadar ağlarsan o kadar iyi...
Ağlıyordum derinlerde belki benim bile bilmediğim bir yaranın tezahürü sandığın bu gözyaşlarımı olabildiğince çoğaltıp, gözlerimden bir yük gibi boşaltmak istesem de, bunun için bağlanmam gereken o ilk çıkış kaynağını bulamadım içimde. Ağlayışımı sürdürmemi sağlayacak o kadar çok problemim o kadar yaşanmışlıklarım olmasına rağmen, hiçbiri aklıma gelmiyor ve o anda çok istememe rağmen ağlayamıyordum. Acılarımdan bile faydalanamıyor dum, hatıralarını kullanıp, ağlayarak bile olsa rahatlama mı sağlayabilmek mümkün değildi, olur da iyi yönde katkı sağlarım kaygısıyla bütün anılarım kaçıp saklanmıştı sanki zihnimden. Gözyaşım kesilsede bu durumum acı bir tebessüm oluşturdu yüzümde, gücüm ancak bu kadarına yetmişti. Kendimi çok iyi hissetmediğim kesindi ama biraz önceki korkunç halimle karşılaştırılınca müthiş sağlıklı sarılırdım.
Başımı yerden kaldırıp sıkılı gözlerimi kutsal semaya açar açmaz tepemde dikilen nursuz birinin IŞİD imajı ile karşılaştım. Bendeki şaşkınlığın ondaki meraka çarpmasıyla kaza geçirmişiz gibi üç beş saniye öylece bakakaldık. Selamünaleyküm muhterem iyisin ya inşallah girişine karşın, hassiktir lan pezevenk sen de kimsin cevabına çokça müsait olsamda, önce yutkunup sonra aleykümselam hamdolsun iyiyim dermiş gibi baktım..
Yine belli bir süre de bu halde bekledikten sonra omuzumu okşayarak maşallah iyisin iyisin söylemiyle peşine takılmamı Arzu ettiğini hissettirerek camiye doğru yürüyüşe geçti. Arada bir geri dönüp yüzüme tuhaf tuhaf bakmayı sürdürse de çirkin gölgesinin üzerimden kalkmasıyla aydınlanan çevrem, ancak başka gezegenden henüz dünyaya inmiş yaratığın merak ve heyecanını yaratmıştı ben de. Şadırvan ile birlikte bahçe de boşalmış etraf tamamen ıssızlaşmıştı, önce kediyi fark ettim, onun için köşeye koyduğum dönerlerini zorunlu ortaklığa gelmiş olan diğer kedilerle mecburi paylaşım içindeydi.
Sonra kadını gördüm ona yardım etmediğim için yaşadığım travmayi atlatmış olsam da artçı şoklarını duyumsuyorum, geç kalmış sayılmazdım işte hala oradaydı mahşer günü yaşayacağımız rivayet edilen o en etkin pişmanlığın keşkelerini hissettim yüreğimde. Tanrım bizi tekrar dünyaya gönder de bütün ömrümüzü sana ibadetle geçirelim diye yalvaracak olan insanların, asla ikinci şansı bulamayacakları çaresizliği ve artık o çok geç kalınmışlığı duyumsadım. Uzay zamanın bir başka benzer boyutu gibi mahşeri vakti de Eğip bükülmüş olarak önümde bulmuştum sanki. O büyük keşkelerin ardına dolaşıp hemen önüne çıkıvermiştim, kaderimin ihtimal sayfasına yazılacak meçhul satırımın yeri henüz bomboştu.. Ve ben bir şekilde elime geçen sihirli kalem ile tam da isteyeceğim gibi doldurmamı bekliyor gibiydi. Cehennem kapısına kadar götürürülsemde, cennete konulmam için hayatî Bir sevap kazanma imkanı verilerek evliyalara mahsus bir imkan sunulmuştu...
Îçimden fışkıran fırsatların coşkusuyla titreyen parmaklarım, cüzdanımı güçlükle yakaladığı anda, bütün paramı çıkarıp ona doğru yürümeye başladım. Etrafta kimse olmamasına rağmen ellerini boşluğa kaldırmayı sürdüren kadını, bu semavi görüntüsü ile cennetimin anahtarını gelip alabilmem için avuçlarında tutuyor gibiydi.
O benim ahiretimi garantilememin tek çaresi, o Nadide Cennet şaraplarının baş sakisi, ah o bahsi geçen ceylan gözlü taze göğüslü hurilerin büyük pezevenki işte tam on adım ötemde idi.. Adımlarımı daha da hızlandırdığım anda namaza yetişmek için bahçeye hışımla dalam bir Müslüman korkutmuştu beni, neyse ki kadının havada asılı eline aldırmayıp koşarak camiye ilerlemesiyle rahatladım. Kadının avucuna üç kuruş sıkıştırma yoluyla Az kalsın o kopacaktı bana ait Cennet anahtarını, kadının tüm ilgisi gidelim peşindeydi, başıyla onu takip etmeyi sürdürdüğü için tam karşısında olmama rağmen henüz beni fark etmemişti. Oysa hiçbir sevap ehlinin erişemeyeceği bir arzu ve tutkulu bir aşk ile hemen önünde ona geliyordum.
Belki son üç adımım kalmıştı ki o hala gideni takip eden başını benden yana çevirmeden ettiği yaltaklanışlarında âni bir gariplik oluştu..
Allah rızası için yardım, Muhammed başı için sadaka nakaratlarının arasına standardın dışında kelimeler iliştirmeye başladı.
Allah senin belanı vere seni orospu çocik, Muhammed senin başını boka soka, senin ağzına kocam sıça seni piç soyu köpek finaliyle, dua ile başlayan iğrenç beddualarını sonlandırıp nihayet önüne döndüğünde burnunun dibinde beni buldu.
Sanırım her ikimiz de şoktaydık, Fakat benim yaşadığım şok öylesine büyüktü ki paramı artık ona kaptırmak istemesemde elimin hareketini durduramıyordum. Sanki elim değil de param kendisi gidiyordu ona.. Her ne kadar yine yüzünü göremezsemde pis çehresine insansı bir maskeyi oturttuğunu hissedebiliyordum, kendimi engelleyemeyişimin sebebini bu hisse aldanmakta aramak da mümkün değildi. Hareketlerim ağırlaşmış olsa da uzatmayı sürdürdüğüm elimin kendisine gelmesini beklemeden paramı orta noktada karşılamak için o bana doğru kendi elini uzattı. îşte tam bu noktada aramızdan cami bahçesine koşaradım giren bir adam -ki o ne güzel bir müslümandır- ellerimize sertçe çarpmasıyla irkilip saçma etkinin salak hipnozundan kurtuldum.
Parama ulaşmasına iki karış kala elini teğet geçerek hepsini kendi cebime attım. böylelikle tümden amaç kesildiğim embesilliğimden de kurtulmuş oldum. insanın vicdanından olduğu kadar ahmaklıklarından da pay isteyen bu gibi zındıklar elbette her yerde vardır. Fakat bunların belki en son bulunması gereken yerler ibadethane önleri olmalıydı..
Belki de bu reziller kendi felsefelerinde haklılardı, değil mi ki insan vicdanının en zayıf, ahlakının ise en güçlü oldukları yerler ibadethanelerdir, birinin zayıflığı ve diğerinin güclü olduğu bu çapraz dürtülü insan sarhoşunun, en savunmasız ben nadir salaklığından nemalanmak için buralardan daha uygun yerler yoktu. Bu tür insanlar için ise ahlaken ve vicdanen çökmüş olmalarının karşılığında ibadethaneler en ciddi gelir kapalıydı..
Fahişelerin koynumuzdaki sıcacık varlıkları ile tenimize değil de, paramıza olan tutkularının bir benzerini cami kapısındaki dilencide görmem kendi paramdan tiksindirdi beni. Herşeyin ulancası düştü akıma, şöyle okkalı bir küfür sallamak istesemde yüzüne, hala koruduğum şüpheli olsa da abdestimi ve beni nerelere saldıracağını ön göremediğim hasta ruhumu düşününce vazgeçtim bundan. Ancak dilime düşmese de önleyemediğim iç söylemlerim zihnimde hala devam ediyordu. Eğer orospuluk bir kavram ise, ten fahişeleri değil cami avlusuna tüneyen bu kadın gibi riyakarlar, ya da din ile Allah ile aldatan ahlaksız kişiler daha fazla dolduruyordu bunun içini...
Fahişeler sana değil elindekine talip olduğunu en baştan ortaya koyan en az o kedi kadar dürüstlerdi. bunun karşılığında ortaya çıkan eylem istisnasız erotizm ise, bunlardaki vicdan ve ahlak ile sadomazo idi. Midem bulandı ve bunu cebimdeki parama bağladığım için hepsini tekrardan çıkarıp parçalayarak galoş sepetinin içine attım. Bu yükten kurtulunca mide bulantıminda biraz olsun geçtiğini hissettim, kadına olan nefretim devam etse de bunu unutmalı zihnimi tümüyle boşaltıp yeni bir şey düşünmeliydim. Cami bahçesinde bile hayvanlar saf ve temizliği, insanlar ise alçak bir çirkinliği temsil ediyordu..Ruhumun çetrefilli yapısının, namaz öncesi beni böyle hastalıklı düşüncelerin daha da derinine çekmesinden, zihnimin paçalarımı zorla kurtararak usulca Camii’ye girdim...
Cami kapısından içeriye adımımı attığım anda hemen sağındaki büyük ve parlak çini duvarda kendimle göz göze geldim. Yüzüm kıpkırmızıydı az önceki mekruh düşüncelerimle evine girdiğim için tanrıya karşı bir mahcubiyet rengi zannettim önce bunu fakat hemen ardından suratım yanmaya başladığında bunun sebebini anlamam zor olmadı, Zira şadırvan başında kendime yaptığım işkencenin tüm başarısı yüzümdeydi.O IŞİD kılıklı herifin neden dönüp dönüp yüzüme bakmaya devam ettiğini de şimdi anlayabilmiştim. Suratım ateş gibi yanmaya başladı artık, acısını hissedebilmek bile ancak kendisini görmemle mümkün olabilmişti. Kendim başta olmak üzere diğer bütün insanlara tuhaf gelmeyecek bir yanım varmıydı benim acaba? Bendeki varlık birliğini toparlayabilmek evrendeki tüm yıldızları çantaya doldurmak kadar imkânsızdır. Bedende acı, ruhta herhangi bir sıkıntının olmadığı bir hayat elbette monotondur ancak, böylesine çok yönlü yükler altında kalmak günbegün süründürür Zira onlar ölümcül olmayacak kadar tehlikelidir. Beynimin ağır çekim düşüncelerinin hareketlerimi de yavaşlatması yüzünden, cumanın bir başına kılınan ön namazına geç kalsam da müezzinin gametleri eşliğinde toplanan cemaate uyarak arka saflarından birine yetişip müminlerin omuz aralarına sıkıştım.. Hutbenin konusu namazdı, namazın ilk olarak elli vakit verildiğini söylüyordu hoca, Hz peygamber bu elli vakitle dönerken yolda musa’ya rastladığını ve onun Hz Muhammed’e namaz miktarını sorunca senin ümmetin bu kadar çok namazı kılamaz geri dön ve bunu düşük dediğini, sonra peygamberin geri dönerek 45’e düşürdüğünü, Musa’nın bunu da çok bulup peygamberi tekrar geri gönderdiğini anlatıyordu. Bu gidiş dönüşlerinde namazı daha da indirttiğini ancak Musa’nın yine her defasında çoktur deyip peygamberi geri yolladığını, bu gidiş geliş periyotları sonun da namaz beş vakite kadar düşürülürse de Musa’nın bunu da çok bulup Muhammed’i tekrardan geriye dönmeye teşvik ettiğini ancak Muhammed’in Tanrı karşısına bunun için artık çıkmaya yüzü olmadığından ötürü beş vaktin sabit kalıp, bu beş vakitin 50 vakit sevabı eşit olduğunu anlatıyordu. Bu konuyu başka bir yerde de okumuşluğumu hatırladım, yazarı her ne kadar matematik profesörü olsa da Müslüman olamamış biri olduğu için şöyle diyordu o müşrik; Günde 50 vakit namaz kılan bir insanın geriye günlük 36 dakika vakti kalır "hiç ölmeyecekmiş gibi bu dünya için, yarın ölecekmiş gibi ahiret için çalışınız" hadisini göz önüne alırsak eğer, namaz ilk verildiği gibi 50 vakit kalsaydı biz bu 36 dakikada dünya için ne yapacaktık? bu cevap muallak...
Buraya kadar olan onun sözlerinden hatırladıklarım. Şimdi konu üzerine birazda ben düşününce galiba muallak olan hususları çoğaltmaktan başka bir sonuca varamayacağım.. Zira evrenin sayısal işleyiş döngüsünü, kısıtlı bilgilerimizle bile hesap edince tanrının matematikten anladığı tartışılmaz bir gerçek olarak ortaya çıkmakta. Bir güne ne kadar vakitin sığabildiğini o elbette bizden çok daha iyi biliyordu, Bu yüzden pardon yanlışlık oldu diyerek bunu düzeltmenin küçük mantığını dahi onun büyüklüğüne yakıştıramam..
Şimdi ben cami içinde bile bu mekruh düşüncelerin saldırısına uğruyorsam işte bu gerçekten şeytan işiydi, şimdi tüm bunları kafamdan atmalı aklımı değil içgüdülerimi işletmeliydim. Bunların mutlaka benim bilmediğim açıklamaları vardı, hem imanda her şey mantık değildir. Dogmaların değil sadece mantığı olan şeylerin benim bağlılığımı hak ettiğini düşündüğüm için, dînin safsatalarını tümüyle şiddetle reddetmişimdir. Oysa çok sevmiş olmama rağmen beni terk ederek giden ve asla benim bağığımı hak etmediğini mantıken açıkça görsemde yine de bağlılığımı sürdürdüğüm insanlar da var...
Şu halde oldukça mantıksız ve yarı imansız biri olarak, benim böyle bir çıkarsama yapma çapım da haddim de yoktur. Kendi içimdeki eksiklikleri gideremiyorken, her iki alemin boşluklarını doldurmaya çalışmak, ileri derecede ahmaklıkla mümkün olabilir. kim peki kim bu ahmak? baş harfi ben!
O sebep, sadece ibadete odaklanmalıydım, bu güncel ve dış dünyamı paralel bilinç farkındalığım ile birlikte, camiye gelirken yolda ve zihnimde karşılaştığım günahsı şeyler için bugün ilk defa tövbe imkanı bulup, namazımı cemaat içinde mükemmele yakın şekilde kıldım. Namaz bitti ve herkes ağır aksak adımlarla içeriği boşalttılar. Kapılar kapandığında tanrının evinde sadece ben kalmıştım. Misafirlik yaradanın evine olunca ziyaretin de en uzun olanı makbul olmalıydı. Tesbihim bitince onu elimden bırakarak avuçlarımı açıp duaya başladım. İçeride benden başkasının olmayışının verdiği rahatlıkla yükselttiğim sesimin, cami kubbesinin simetrik akustiğine vurarak geri dönüşleri tüylerimi diken diken eleştirmişti, Duyduğum sesin bana ait olduğunu bilmeme rağmen, mistik etkisinden kurtulabilmem mümkün değildi artık. Yüreğim alev almış yanıyordu ve hemen üzerindeki kalbi tencere içinde, su gibi ısınıp kaynamaya başlayan imânın ağzımdan dualar yoluyla su kabarcıkları gibi çıkararak cami kubbesine varacakları anda ardı ardına patlayıp kayboluşlarını duyumsuyordum.. Kalıcı olması gereken anlamlar sanki buharlaşıyor içimdeki mana henüz tanrıya varamadan yok olup, güneşe uçmaya çalışan ikaruslar gibi yanarak ölüyorlardı sanki. Başarısızlığım yıldırmadı beni, tanrıya böylesine yaklaştığımı hissetmişken üzerine gitmeli modumun eline geçen fırsatı değerlendirmeliydim. Hırslarım daha da şiddetlendi, sırf cami içinde değil bütün alemde tek kul ben kalmışım ve herkesin ahiretinin vebali bizzat üzerindıeymiş gibi baskın bir ısrarla duaya yüklendim. Fakat az sonra aniden kestim, zira tanrıyı bu kadar zorlayıp kendi objektif tasarrufunu etkilemek de istemedim..
Hak ettiğim iyi şeyler varsa elbette ki el açmadan da verirdi bana o. Bunun için dışarıdaki iki yüzlü çift zihniyetli dilencinin riyakarlığına bürünecek değildim. Şu Duygudurumunda Kedinin tavrı bana daha çok uygundu belki ama, kendimi sırf camii ve namazda tanıtmamı gerektirecek kadar resmi ilişkimizde yoktu Tanrı ile. O bendeki benleri benden daha iyi bilir, hatta benim henüz karşılaşmadığım yanlarımı da iyi tanırdı. Zira o makamla yakın tanışıklığım, istediklerimi vermese bile tıpkı o dilenci gibi ardından küfür etmeyeceğiminde bilinmesini sağlıyordu. Böyle düşününce aslında tanrıya karşı ne kadar riyakarsız olduğumu ve onun da bunu muhakkak biliyor olmasının gururuyla kabardım. Bu şişkinlik meleklere secde ettiren Adem babamızın egosu kadar değildi belki tabii ama yine de bana iyi gelmişti. Sonra riyakarlık korkumuzum sebebi bizden değil de, tanrının bizi göremeyeceği kör bir noktadan muaf olmamız düşüncesi yüzünden olabileceğini kavrayın ca tüm o gururlu Kasıntım çöküverdi. Evet birçok insan için olduğu gibi benim için de geçerli olan sebep maalesef buydu.
Yoksa insan karakteri yalakalığa uygun olduğu kadar, eğer istediğini anlamamışsa ve yaltaklanan makam bunu duymuyorsa riyakarlığımız o dilencinin tavırlarıyla birebir örtüşüyordu. Hatta bazılarımız tüm talepleri karşılansa bile,karşılayanın ardından zevkle küfür edebiliyorduk. Kaldı ki Tanrı, dualarımızın karşılığını hemen vermemiş veya geciktirmiş ise eğer, o naif yanımızın hemen altında korkudan edemeyeceğimiz en esaslı küfürler saklı değil miydi. Tanrı bunu bilmeyecek kadar saf mıydı, yermiydi ulan bunları...
Kendimi çok iğrenç hissetmeye başladım yine, dışarıdaki o dilencinin kul karşısındaki alçak halinin bin beter durumunda tanrının karşısındaymış gibiydim.. Canımın yandığı geçmiş haller yüzünden ona eski isyanlarımı düşünüp ve hemen dilimin altında güçlükle sakladığım ağzı açılmadık küfürleri hatırladım. O küfürlerde kendimi tutma sebebimin tanrıya saygımdan çok ondan korkularım olduğunu hatırladım. Bu günahkar algılarımın zihnimde ağırlaşarak, taşınamaz bir kütleye dönüştürdüğü kafamı daha fazla yukarıda tutamayıp secdeye bırakiverdim..
Tanrıya ve kendime olan utancımdan başımı kaldıramamak bir yana tüm yerkürenin ağır kütlesini omuzlarımda hissetmekdeydim. Cami yolunda yaralı bacağımla kaz niyetine attığım adımların Tanrı katında makbulu silinmiş ve az önceki namazdan kazandığım bütün sevaplar uçup gitmekle de kalmamış, daha çok günahına bulaşmış olarak alnım ilahi bir tutkal ile secdeye yapıştırılmıştır sanki..
Belki 5 dakika öyle kaldıktan sonra ivedi olarak sevap kazanma arzusu oluştu içimde..
Bu tutkunun gücünden yararlanarak ayağa kalktım ve köydeki hocaya küstüğümm andan itibaren, geçmiş tüm kazâlarımın niyetiyle sonunu ön göremediğim bir namaz serisine başladım. Böylelikle bir nebze olsun ruhsal dengem sağlanmış olsa da, bilincimin bağı kopmuştu yine. Bedenimden tümüyle ayrılmış olarak ruhsal ve içgüdüsel bir özerklik içinde kıldım, kıldım, çok kıldım. Kaç rekatta bir selam verdiğimi hangi duaları okuduğumu bilmeden, metafizik coşkunun bütün derecelerini tek yönlü kademe kademe aşarak, imânın o en güzel ve yoğun kıvamına varacak kadar huşu içinde kıldım. Temiz ve katışıksız inanç sahiplerinin yanından geçerek belki ancak velilerin ulaşabileceği içkin bir hududa varmıştım. Hiçlik’ten yeniden maddeye dönüşüp içimde yeni bir ben doğuruyordum sanki..
Bilmem artık kaçıncı selamı verdiğim anda bir sıcak el hissettim sağ omzumda, önce bunu sevap meleğimin yorgunluktan bana yaslanması zannedip ürperdim, hemen ardından yumuşak bir sesin "yeter artık mübarek yeter, vaktidir" demesiyle öylece kaldım. Titriyordum ama üşüdüğümden değildi bu ve o eli hala omuzumda hissediyordum. Bekledim, bekledim, bir süre bekledim fakat ne o el ne de titremem geçmedi.
Sonra bu meleğin sevap meleği değil de ölüm meleği Azrail olduğu kanaatine vardım. Yeter artık vaktidir derken de canımı almaya geldiğini ilan ediyordu işte. Kalbim ritmini arttırsada ölmek üzereyim zannettim. Zira köyümden de biliyordum ki tarlaları sulamak için kullandığımız pancar motorunun, bilinmedik bir arıza sebebiyle tamamen durmadan az evvel, egsozundan kara dumanlar saçarak son kez tüm gücüyle çalıştığı olurdu . Sanırım kalbimin de böylesine şahlaşının sebebi, sonumun o mechul sonsuza geldiğinin göstergesiydi. Ama korkmuyordum ölümden, yaşamımın 3/2 sini ölüme heran hazır yaşamışımdır, hani bir düğme olsa ve basıp hemen öleceksin hiç tereddüt etmezdim hiç!..
İntihar benim için hep amaçtı, bu amaca halâ varamamış olmamın iki sebebi vardır. Bunlardan Biri yaşamın bizi hiç bırakmayacakmış gibi gelen rengarenk çeşitliliğinin, kısa ya da uzun vadeli etkileri önümü keserek. Sevgi veya sevgili kozu ile oyalama gayreti. Bir Diğeri ise Urgan ile kendimi asmak ya da silahla kafama sıkmak, kendimi bir aracın önüne atmak, veyahutta ne bileyim yüksek bir uçurumdan kendimi yoluyla infazımı gerçekleştirerek, kendime kıymayı istemememdi... Zirâ yaşıyorken sürekli acı çeken bir insanın, ölürken bari canının yanmasını istememek gibi bir haddi peydahlanıyor içinde.. Dünyada herşey somut parçacıklardan ibaretti, Cebrail başta olmak üzere hayata dair meleklerin hiçbirini görememiştim. Bari ölmeden evvel bu ölüm meleğini kısa bir an’da olsa görebilmek umuduyla gözümü açarak omuz hizama döndüm. Şaşkınlıklarımın hangi birinden başlayacağımı bilemiyordum bugün, zirâ karşımda şeytan değil, belki ancak rüyalarda görülebilen nur yüzlü mübarek bir ihtiyar, kar beyaz kıyafet kombinasyonuna fazlaca uygun şekilde, kıvrımlı arabesklerle göğsüne dökülmüş olan ak sakalları ile bana bakıyordu..
Israrla uzattığı peçetelerin maksadını ilk başta anlamasam da, elime aldığım anda maruz kaldığı sıvı sebebiyle, verdiği peçetelerin ağzımıza attığımız şekerli sakızlar gibi, avuçlarımda kaybolduğunu gördüğüm anda sebebi anladım.
Böylece tıpkı yüzümdeki tahribatı Cami mozaiğindeki yansımada görmemle acısını anlamam gibi, bu peçeteler sayesinde ellerimdeki ıslaklığı vücudumun tümünde hissetmekte de gecikmedim..
Deniz’den henüz çıkmış gibi sırılsıklamdım. Öyle ki, elime tutuşturulan onlarca peçete tenimde değdiği ilk yere yapışıp kalıyorlardı, ıslaklığıma hiçbir fayda sağlamadıkları gibi yüzümün yangınını tekrardan duyumsamakta başka pek işe yaramamıştı sanki. En çok peçete orada birikmişti, ancak usta sihirbazlara özgü bir marifetle, ardı ardına uzattığı onlarca peçetenin ıslaklığım içinde boğulup gittiğini gören bu sevimli ihtiyar. Yüzünde bir çocuk neşesi ile tebessüm ederek, cebinden bez mendilini çıkarıp bana verdi. Sonra gözlerime bakarak, Allah ibadetini kabul etsin, mendilde hediyemdir deyip elini omzumdan çekti ve hemen yanımda namazına durdu.
Yüzümün her yanı belli noktalara yapıştırılmış yara bantları gibi duran peçete parçaları ile doluydu, artık bir şekilde kendime geldiğimi varsayıp ellerimi açıp duaya yönelecek iken anlık bir refleks ile vazgeçtim bundan. Zirâ son düşüncelerimde göstermiştir ki dışarıdaki riyakar dilencinin benim karşımda olduğundan çok daha çirkin durumdaydım Tanrı karşısında...
Yaklaşık iki saattir katışıksız bir ibadet ile kendimden geçerek, her Mümine nasip olmayacak kadar üst seviye ihlasa tırmanmış olmama rağmen, bunun karşılığı olarak Tanrı dan küçücük bir istekte bulunmaya dahi utandım. Hatta onun evinde olsam da belirsiz adreslerine yaltaklanarak, iltifat etmekten bile sakındım. Fazladan bir kazanç elde etmek için değil, yaşaması için bir dayanak arayışı ve ruhum için hayatî olanı almaya girsemde içeri , ne alıp ne bıraktığını bilmeyen ahmak bir hırsız gibi ayaklarım ucuna basarak sessizce ayrıldım onun evinden. Hala sırılsıklamdım dışarıdaki ılık meltem’in esintisinin,nemli vücudumda meydana getirdiği elektriklenmeler, içgüdülerimin alıcılarını belli bir tatlılıkla gıdıklıyor gibiydi. Daha önce bir benzerini yaşamadığım bu trans türünün etkisine kapılıp, üstelik bunu da tanrıya ibadet yoluyla deneyimlemiş olsam da, ne günah ne sevap her ikisini de.
Duyumsamıyordum...
Keşke o ihtiyar yerine gerçekten Azrail gelip canımı alsaydı diye hayıflandım. Ölmek için güzel bir mekan ve güzel bir gündü bugün. Böyle düşününce aklıma yurdumun bilinen büyük camilerinden birinde yaşanan olayı hatırladım. Ramazan ve tamda kadir gecesinde bir şahıs cami içine dalarak üzerimde bomba var diye bağırmaya başlamıştı. Korku ile Panikleyen cemaat çıkış kapısına aşırı bindirme yaptığından onlarca kişinin yaralanmasına ve sanırım bir kişinin de ölmesine sebep olmuştu. Sonra bu kişinin meczubun biri olup üzerinde de bomba bulunmadığı anlaşıldığında, geri dönen aynı cemaat tarafından acımasızca dövülerek hastahanelik edilmişti. Bu görüntüleri Tv de izlerken içimin nasıl ezildiğini hatırladım. Hayır o meczuba değil ben en çok da o müslümanım diyen cemaate üzüldüm. Zira Yaradana imanını ortaya koyup gündüz orucunu tutarak, akşam afiyetle iftarını açmış, bununlada yetinmeyip Onun emridir diye camiye Teravihe gitmişsin. Tanrının kendi evindesin, bomba gerçek olsa ne olur, neden bu kadar can korkusu nereye kaçıyorsun?...
Bin yıl yaşasan zaten öleceksin ve ölmek için oradan güzel bir mekan ve daha iyi bir zaman varmıdır?..
Üstelikte Kadir gecesi, o bombadan paramparça olsan bile on saniye sonra ne sorgu, ne sual, ne Sırat köprüsü, ne Araf direk cennettesin!.. Tanrım bu ne güzel bir fırsattır düşüncesiyle hareket edip, en azından o günlük ibadetini yapmış olmanın gönül rahatlığıyla şahlanarak, kendini kutlu eceline bırakması gereken o muhterem cemaat... Bir yıl, azıcık arkadaş azıcık, sadece birazcık hadi deki bin yılcık daha nefes alabilmek için bizzat bombaya değilde çıkışa koşuyorlardı. Korkudan çıldırmış halde birbirlerinin önüne geçebilmek için ezilip ezdiklerine göre,şüpheli de olsa belki bir parça imanları vardı ama inançları yoktu. Yani benim tam tersimdiler...
Cami bahçesi boş ve net bir sessizlik içindeydi , o dilenci kadın sonraki vakite kadar olay mahallinden ayrılmış, kediler ise çatıların güneşine uzanıp artık doymuş karınlarının keyfini çıkarıyor olmalılardı. Her yer fazla huzurlu, hatta ruhumu işkillendirecek kadar sessizlikle kuşatılmıştı. Bu durumdan bile korkmuştum, fırtına öncesi sessizlik algısının gözle görülür olduğu kadar, sanrılar İle beslenen boyutu sakat ruhuma eklenince, kendimi tehlikedeymiş gibi hissetmeye başladım.
İçerideki o nur yüzlü ihtiyarı bekleyerek kendisi ile tanışıp konuşmayı çok istesem de, bugün başıma gelebilecek fazladan bir olayı daha kaldıramayacağımı düşünüp, zihnimin güvenliğini sağlamak için bir an önce evime gitmeye karar verdim.
Hızlı adımlarla yürüyüşe geçtiğimde içini yararak ilerlediğim meltem’in halen devam eden kelebek etkileri ile birlikte, tenimdeki elektriklenmelerde artmıştı. Tabi aynı oranda acıyı hoyratça hırpalanmış yüzümde duymaya başladım. Önce eczaneye uğrayıp yanan yüzüm için önerebilecekleri bir ilaç, bacağımın yarası için de pansuman malzemeleri almalıydım. Başımı yukarı kaldırdığımda tek bulup parçası dahi görünmüyordu, bu çıplak gökyüzünü bile bir tesettür gibi kullanıp, ısrarla kendini göstermeyen Tanrı, ben seni sadece hissediyorum. Oysa sen benim varlığımın çekirdeğini görüyor ve asıl kimliğimi benden daha iyi biliyorsun. Seninle dua veya ibadet denen şeylerin dışında da iletişim kurarak, başka enstrümanlar yoluyla tek taraflı da olsa konuşmuşluğumuz çoktur. İmanımla aramda boşluklar bulunduğu muhakkak fakat bunlar birer uçurum değil. Yine en iyi sen biliyorsunki sana olan inancım sahibine bir hayvan sevgisi kadar net ve düz! Ve yine en iyi yine sen biliyorsunki çıkış kapısına değil, o bombaya ilk ulaşan olmak için ezmeyide ezilmeyide sevap sayarım. Bugün okeyde üç arkadaşıma dördüncü olmanın cazibesi yerine, işte gördün senin rican ve Dedemin hatırı için de olsa evine geldim. Fakat bunu yapmakla bile günahmı işledim ya da kazandığım küçücükte olsa sevapcıklarlamı dönüyorum evime ? İşte görüyorsunya Tanrım, ben nunu bile bilmiyorum onu da en iyi sen biliyordun...
Cami bahçesinden çıkıp şehrin hoyrat sokağına daldığımda, zihnim yine kendi devir gücünde dönmeyi sürdürüyordu..
Nefsimin açgözlülüğüne kapılarak, onun arzuladığı günahları eğreti gelinler ve sevimsiz kumalar gibi ardı ardına imanım üzerine getirmek, benim kronik rahatsızlıklarından biridir.
Arzulara takılı kalmanın kişilik gelişimini katledip ileride psikolojik bozukluklara yol açılabileceği uyarıları, belki çocukluğumda erken teşhis ve tedavi yoluyla yapılmalıydı. Gerçi başımızda ne anne ne baba ne de hemen her çocuğun sahip olduğu ailem vardı. Bu yüzden kendimden başka beni denetleyen kimse olmamış ve benim var olan diğer sakatlıklarımın yanında bu tür şeyler rahatsızlıktan bile sayılmazdı.
Şimdi artık bilinç tek parçada bütünleşmeyi başararak, beynim ve ruhum ortak paydada buluşup olağan bir norm ortaya koymayı beceremiyor. Ağacın ancak yaşken eğilebildiği gibi, insan ruhunun da zamanında bir kalıba dökülmesi gerektiğinden mütevellit, beni bukadar hırpaladığı için onunda haklı sebepleri vardır diyordum. Zira şimdi gittiğim onlarca psikiyatris, kendime benim ben dememle bile, bana dair bir kimlik kazandıramıyorlar artık. Hatta şu durumumun temsillerini anlamlandırarak tercüme edebilecek yapıya da sahip değilim. Bizzat bunları yaşayan olmama rağmen, Yazarak anlatmak da yetersiz kaldığım gerçeğini, mektepsiz ayrıca tümüyle köylü kalemim ile değerlendirerek, Derya’da bir iç su kadar bile sayılmayacak yetersiz edebiyatımla sınadağmda, yazdıklarımı okuyanın da beni anlayacağını sanmıyorum. Zira bu çetrefilli hallerimin sözlü veya yazılı sunumu zor, tezekten gül yapıp anlamlandırmaya benziyor sanki biraz bu. Şimdi içimdeki tüm sakatlıklardan veyahut iyi ve belki sağlıklı yapılardan örnekler toplayarak, illa bir ifade biçimine sokmaya çalıştığım işte şu anda, maksadımın yüküne birazcık da olsa el atması gereken ruhumun, hasta yatağından muzipçe sırıttığını hissediyorum. Kısacası benim Yaşadıklarımı yaşamayana anlatmak...
Hayatımda rutin bir Devamlılığı olan biri nefes almak ise diğeri hüzündür bende. Yaşamın cehennemi içinde, kısa aralıklarla da olsa cennetin kapısından içeriye bakmak, ancak nefsime uymakla mümkün. Belki de bu yüzden hazlarım önemlidir. Keyif verdiğini düşündüğüm ne varsa onu elinde bulunduran güç ve yegane zayıflık nefsimdir benim.
Ânı yaşamaya odaklı biri olarak ben, karşıma ancak istisna çıkabilen tüm güzelliklere talibim. Hayatî ihtiyaç duyduğum şeylerden tutalım da, hoşuma gideceğini umduğum alalade olasılıklara kadar geniş bir algı yelpazesi içinde, zaaflarımı içeren her ne varsa bunların bana örtülü bir dayatma olduğunu düşünürüm. Keyif ve Neşe verip, huzur ve haz içerende varsa çok çabuk alışkanlığa dönüşüverirler, sörf bu yüzden uyuşturucu türleri ile de çokça başımın ağrımışlığı vardır.
Güzel olan her şeyin cazibesi çok çabuk kendine çeker beni, bunlardan vazgeçebilmem yerlerine daha iyilerini koymakla mümkün olabilir ancak..
Sahte de olsa bir parça huzur veren hemen her şey aynı zamanda mutlak zorunlu olma özelliği taşır, anlamdan yoksun yaşamımın minicik hoşluğu, kaotik iç dünyamın dinlenme arasında ruhumun tebessümüdür bunlar.
Bu ıslah olmaz zaaflarımı ne programlayabilme ne de doğasını değiştirebilme gücüne sahibim, Zira haz ve arzu Kendi başlarına buyrukmuş gibi hareket etseler bile asla tek başlarına değillerdir. Onların en büyük destekçisi güzele karşı zaafım ve en etkili azmettiricisi ise mutluluğa açlığımdır. Neyse ki toplumsal ahlak kuralları benim kafamda daha da katı yasalarla sabitlendiğinden, sapıklık veya sapkınlık içeren hiç bir düşünce zihnimin içinde bulunmamakla birlikte, tüm âlemin namusunda kırmızı ışıkta bile geçmeyen en esaslı temel’e ve karaktere sahibim. En azından bu açıdan bari sağlıklı kalabildiği için, diğer tüm ahlaksızlıklarıyla ahlaksızca gurur duyan saçma bir mutluluk hissi oluşuyor insanda...
Benim bütün kusurlarım hep kendime dönüktür, nefsimin hataları başta olmak üzere tüm diğer yanlışlarımın tezahürü kendi içimde olup biter. Belki çok şiddetli sarsıntılarımda etrafa dökülsem bile, mutlaka ama mutlaka kendi içime yıkılırım...
Bu esnada kapı çaldı evdeydim...
En son pide döner almış olan diğer bilincim, şimdi de elinde eczane poşeti ile evimin salonunda oturuyordu bedenimi...
Kapıyı açtığımda apartman görevlisi içeride çöp olup olmadığını sordu yok deyip gönderdim. Aslında evet var benim demeliydim, salona dönüp hala elimde tuttuğum poşeti açtığımda, yüzüm için olduğunu düşündüğüm merhem, bacağımın yarası için de gazlı bez ve batikon çıktı içinden. Tüm bunları sanki ben almamışımtım Zira bu alışverişin hiçbir evresini hatırlamıyordum.
Kafamın çok parçalı ve zihnimin böylesine yoğun olduğu zamanlarda, ara kesitlerle de olsa bedenime ayak işlerini yaptıran biri peydah olmuştu içimde. Bu kişiliğimin varlığını yıllar önce fark etmiş olsamda, diğer sorunlu yanlarımla uğraşmaktan kendisine zaman ayıramadım. Önem de vermedim zira yakın zamana kadar böylesi hükmü yoktu üzerimde. Zihnim başka saçmalıklarla meşgülken bedenimi alıp gittiği bu ara kesitler önceden belki birkaç dakika sürüyordu. Oysa şimdi en az yarım saattir bedenim bana ait olmadığına göre, bu yeni bilinçsizliğim bit bilinç olarak gün geçtikçe güçleniyor olmalıydı.
Ona karşı savaşsam cephe nerde başlayıp tam neremde bitiyordu? Ayrıca içimdeki dürtü ve duygularda kim dost kim düşman nereden bilecektim? Bu kendiliklerim ile asla baş edemeyeceğime göre onlarla yaşamaya alışsam bile ne kadar güvenebilirdim?
Beni benden devraldığı esnada yarı kuru tenim üzerine taze terlemeler eklediğini görüp, bacağımdaki sızıya da bakılırsa bedenimi nazik kullandığı da söylenemezdi.
Üstelik o ben, bu ben’i hiç tanımıyordu da, çünkü tanıyor olsa elbetteki damak zevkimi de bilir, benim yemem için aldığı pide dönerime o nefret ettiğim turşuyu da elbette koydurmazdı...
Tüm diğer önlenemez unsurlarım gibi, bu kendime yabancı yeni iradeyi de, idare edilebilir kılmalıydım.
Başıma büyük bir iş açmadığı sürece o da ben’di ve benden di elbet. Bir gün sosyal yaşayışımı ileri derecede etkileyip, başkaları da benimle beraber onun yüzünden bir sorun yaşarsa eğer, kendisini benden saymacaktım ama insanlar yine de onu ben bilecek cezasının infazını benden isteyeceklerdi...
Tıpkı diğer bilinçlerimin meczuplukları ve kesinlikle hatırlamadığım duygusal taşkınlıklarından sorumlu tutularak, zorlukla akıl hastanelerine yatırılışlarım ve yine bir başka bilincimin saldırganlık suçu için cezaevine koyulmalarım gibi...
Bu çetrefilli yapının iç mimari kısmını kimseye açıklayamaz anlatamazdın, o sebep gittiğim her hastanede beni gören doktor despot bir yüz ile yanındaki hemşireye dönerek; yatışını yapalım hastanın nakaratını tekrar etmeli..
Ve çıktığım çoğu mahkeme de beni dinleyen hakimin, önce önündeki katip’e yaz kızım direktifi vererek; sonra ise yüzüme hiç bakmadan yanımdaki polislere dönüp; tamam tutuklandı, çıkarın şahsı çıkarabilirsiniz demeliydi...
İlla gözle görülür bir ceza çekmeliydin, ancak böyle rahat edebilirdi münezzeh toplum...
Belki dünyanın geri kalan tüm insanları gibi onlar da haklıydı, Zira Kendime dahi açıklaması mümkün olamayan bu durumlarımı, Tanrıya bile anlatamıyorken, hastanede doktora, karakolda polise ve adliyede Hakime nasıl açıklayabilirdim...
Neyse!..
Şimdi duş almalıydım sonra yüzüm dahil yeni ve eski tüm yaralarımın bakımını yapıp yatağıma uzanmalı, yine beynimde sakat bir düşünce girdabına kapılmamak için kitap okumalı eğer şanslıysam uyumalıydım.
Yaradanın bildiğini kendimden saklayacak değilim. Bir cuma ritüelini daha, tanrının talebini eda etme isteğinden daha çok, dedeme verdiğin kadim sözün gereğini yerine getirmekle gerçekleştirmiş bulunuyorum. Gerçek bu olunca da hakkımızda hayırsızı artık. ..
Ama en çıplak gerçek şudur ki; Günahlar insan boyunu çok aştı dünyada, o hain iblis bizi yendi yenecek!...
Tanrım biz kullarını gerçekten seviyor ve cennete götürmek istiyorsan eğer, şeytana çok acil bir yeni teklif önermeli ve bizim altından kalkabileceğimiz daha kabul edilebilir yeni bir anlaşma sunmalısın..
Aksi halde biz kulların için tasarladığın be en az cehennem kadar nâmını duyduğumuz o cennete koyabileceğin salih bir kul kalmayacak. Benim önerim bu ama tabi her şeyin en iyisini sen bilirsin Zira sen her şeye kâdirsin.
Âmin...
SON.
Ek not.
Bu olaydan günler sonra birgün cebimden mendil çıktı, mübarek yüzlü dedeyi ve cuma gününü ve tabii ki o çok boyutlu ibadetimi hatırladım. O ihtiyar bana çok iyi gelecekti, cami çıkışında o gün onu beklemediğim için pişmanlık duydum, çünkü inancım bilinçli ve sağlam olsa da benim imanım kendi başına bırakılamayacak kadar cahildir.
Bu aksak iman, usta ve hakiki bir mümin sayesinde düzen alıp, belki ancak bir başka mutlak imanlının kontrolü altında sağlam işleyebilirdi..
Tabi burada şeyh veya şıh türlerinden ve haklarında çok şey yazılıp çizilecek gizemli tarikatlarından bahsetmiyorum.
Bana Mevlevilik değil, Mevlana’nın bizzat kendisi lazım...
Zira benim çoklu kimliğimi ve bin parçalı karakterimi oluşturan tüm yapılarım gibi, inancım ve imanım uyumlu şekilde hareket ederek, el ele tutuşup beraber ilerleyebilecek yeteneğe sahip değil.
Çünkü benim düşündüğüm Tanrı, bana dinini ve semavi kitaplarını göndererek, ibadeti şu şekilde yap ve bu kitabı oku namazını şöyle kıl içgüdülerini izle ve gerisini sorma demiş olamaz.. Eğer soran sorgulayan şu akıl denen belayı vermiş ise insana, bana onunla da gelin demiş olmalı.. Aksi halde hayvanlar gibi sadece içgüdülerimiz ile hareket ederek, hiçbir şeyi sorgulamadan ibadetimizi kusursuz yapar çok daha mutlu yaşardık. Kur’an-ı Kerim’in ilk emri oku’dur ve bu Emir geldiğinde ortada okunacak bir Kur’an yoktu. İnandığı dinin ilk emri okumak olan Bir dinin mensupları olmalarına rağmen, dünyanın en cahil en okumayan insanları Müslüman ülkelerde yaşamaktadır
İşte bu cevaplara ulaşabilmek için, inanç ve imanı irademin tüm gücüyle belli olgunluğa eriştirip beş adım attırsam dahi. Altıncı adımı henüz atmadan ilk işi bana dönerek içimdeki insanı sormak olacaktır.
İşte tam bu noktada benliklrimden birinin anlaşılır bir cevap vermesi gerekecektir. Yanımda her daim bir mübarek bulunması için illa saçma bir cemaat şeyhinin eteğinden tutamayacağıma göre, en azından bu hususta sığınacağım birinin, telefonumun öbür ucunda bekliyor olması, iç güdülerimi ve ruhumu bir tık huzurlu kılardı. Zira bana asıl tehlike ne nefsimden ne şeytandan gelecekti, asıl tehlike kendime soracağım o soru ile ortaya çıkacaktı..
Bana Mevlana’nın WhatsApp’ı, Hacı Bektaş Veli’nin telegramı, pir Sultan abdal’ın Signal’i Yunus’un ilhamı, yani dostlar yani, Dünyanın huzuru lazım...
Onu da dünyada bulamadık belki öte tarafta...
Önemli not: fotoğraftaki kişi, hikayemde adı ve anlamı çok geçen rahmetli canım dedem Salim AYDIN..
YANIMDAN GEÇERKEN BANA ABDESTİNİ ALDIN MI DİYE SORARAK, CUMA NAMAZINA GİTMEKTE...
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.