- 426 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
GÜNLERİ UNUTTUĞUM ZAMANLAR (kitap incelemesi)-Durmuş Ağzıküçük (MAKALE)
BİR VAROLUŞ SANCISI, BİR VAROLAMAYAN VE HİÇLEMENİN HİÇLEMESİ- Durmuş Ağzıküçük
“Günleri Unuttuğum Zamanlar”, Yaşar Yıltan’ın kendini ispatlama romanı olarak görünüyor. Oldukça iddialı, cesur ve açık bir manifesto gibi bir roman çıkıyor karşımıza. Ama, romanın her noktasında manifestonun derinlik alanları oldukça farklı noktalara batıp çıkıyor…
Ne demek istediğimi şöyle açıklayayım. Kitabın akıcılığı içerisinde, üst düzey okuyucuların kavrayışı yüksek bilinç ve öz bilinçlerine akan nehir, zaman zaman durgunlaşıyor ve sığ suların içerisine dalıveriyor. Okuyucunun kalitesi, bir bölümde artarken, diğer bölümde azalıyor. Nitelik niceliği koşullandırırken ve ona baskı yaparken çok iyi de… Niceliğin niteliğe baskısı sonrası, bir sıradanlık hakim oluyor okumaya… Yani bir an Dostoyevski ya da Tolstoy’un tasvirlerinin içerisinde dolaştığınız izlenimine kapılırken, bir başka an yerelliğin atmosferinin içerisine giriyor ve evrensel derinliği kaybediveriyorsunuz. Dediğim gibi, roman bazen sığ bazen derin sularda ya da inişli çıkışlı yollarda yürüyormuşuz izlenimini veriyor insana.
Örneğin şu satırlardan başlayalım:
Doğru düşünce mi özgün düşünce mi? Yakamoz oluşturan gökkuşağı, gecenin girdabına çaresizce denize bakarken, ben acaba hangi evredeyim? Mevsim kış… Hava kasvetli… Sen yoksun diye üşüyorum. Ben, ben olarak bir romans alegorisi olmalıyım. Acaba Picasso “ben”i böyle çizebilir mi? Eğer çizemezse ben çizebilirim. Önce kasım ayının hüzünlü rengarenk kurumuş yaprakları arasında ağlayan bir dünya çizeceğim, sonra yaptığım resmin üzerine bin bir renkli yakamozları keyfime göre fırlatacağım…
Bir yanda yukardaki satırların insanı doruklara çeken kalitesi, bir yanda şu satırların yarattığı hayal kırıklığı…
Şimdi de o patlama sesi kulaklarında patlamıştı adeta. Zaten gecenin sessizliğiyle onun ruh hali bir arada düşünülürse bu patlamanın onda ne kadar etkili olduğu tahmin edilebilirdi. Korkudan eli ayağı titriyor, kalbi hızlı çarpıyordu.
Ama bu handikap, onun iyi bir roman olmadığı anlamına gelmiyor. Belirttiğim gibi, kitabın varoluşsal kaygıların hüküm sürdüğü, gerçekle gerçek olmayanın ince çizgilerle birbirine çok yakın-ama ayrı ve de aynı varlık içinde hüküm sürme çabalarının ifade bulduğu bir roman olarak, belki de ilk kez yerel mekanlarla bu mekanların tarihsel örüntülerinin iç içe geçirilerek özgün ve yaratıcı tarzda gözümüzün önüne getirilmesi, teknik açıdan başarılı bir çalışmayı ortaya koymaktadır.
Romanın kahramanı Celal, gerçek anlamda duygusal çatlamaların, yarılmaların içerisindedir. Ondaki var olma kaygısı, kitabın yazarınca ne yüceltilir ne de eleştiri konusu yapılır. Objektif olarak, bütün çelişkileriyle toplumun deli dediği bir insan anlatılmaktadır. Yine bu insanın kendisine yakın bulduğu sınırlı sayıda insan çok farklı kişiliklerde resmedilmiş, ancak roman boyunca Celal ile bağlantılarının içerisinde kalmışlardır. Çünkü varoluş mücadelesinde anlatılan Celal’dir. Onun dışındakiler- hatta Tanrı bile Celal’in varoluş sancılarıyla anlam bulabilmektedirler. Bu anlamda Yaşar Yıltan, önemli bir objektivite göstermiştir. Roman, herhangi bir ideolojik angajmanın içerisine girmeden söyleyeceğini söylemektedir.
Örneğin, bu romandan bir kapitalizm eleştirisi çıkmadığı gibi, idealist fikirlerin bayraklaşmasını da bulamazsınız. Onca inançların dümdüz anlatıldığı bir roman olmasına rağmen bir inanç güzellemesi ya da eleştirisi bulamazsınız. Kitap, tam bir fizik kitabı gibidir. Evrenin işleyişini görürsünüz onda… Pozitivisttir, olguları verir ve olgularla ilgilenir.
Son olarak, bir teknik detay daha dikkatimizi çeker. Beş ayrı bölümden oluşan kitabın her bölümü, Adana’nın tarihi mekânlarının içerisinde ya da yakınında geçmektedir. Sayıklamaların içerisindeki Celal’in etrafında kimliği belirsiz yığınla insanı görürken, Adana’nın tarihi mekânlarının yakınlarında tuhaf diyalogların içerisine girilir. Roman boyunca, Celal’in yakınlarındaki bu “seyirciler” kimliksiz bırakılırlar. Böyle bırakılmaları onların varlıklarının hiçlenmesi anlamına gelir. Burada yazar, Adanalı Celal’e yardımcı olmaktadır. Yani Celal, hiçlenmiş ve varlığıyla yokluğu belli olmayan bir kitleyi hiçlemektedir. Celal, varoluş sancıları içerisinde, “olumsuzlayanlara” “olumsuzlama” yapmaktadır. Bu olgu, yazarın diyalektik kavrayışını yansıtmaktadır.
Zaten, romanda bilinçli bir okuyucunun dikkatini en fazla çeken şey de budur. Sıradan bir bakış, olay örgüsüne bakarken, her bir resme kopuk kopuk bakma ve nesneleri birbiriyle etkileşimsiz kavrama tehlikesinin içine girebilir. Ama felsefi derinliklerle bakabilen bir göz, toplumsal ve psikolojik unsurların yoğun olarak iç içe ve insanları kaygı içerisine sürükleyen, onların yaşama atılımlarını her an etkileyen ve bozan yanlarıyla bireyde ve toplumda yarattığı anksiyetik boyutları görecek ve buralardan değerlendirme ve eleştiri yapabilecek materyaller çıkarabilecektir…
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.