Uzun yollu kısa hayatım
1. Bölüm
Yetmiş altı veya yetmiş yedi yılları arasında doğmuşum, ay, gün ise tam bir muamma. Doğuran anama sorarsak orak ayı -ki bunu temmuz veya ağustos arasında aramak lazım gelir. Biyolojik babamın ise ilk düğün gecesinin sebebi varlığı olduğum dışında pek fikri yoktu. Siyah ineğim cömert’in doğum tarihi, gün, ay, yıl olarak ahırımızın tahta kapısına özenle işlenmişti. Bu sayede yaşının kaç olduğu, ne zaman çiftleşmesi gerekip tahminen kaç yavru yapabileceği, vereceği sütten besleneceği yeme kadar eksiksiz bir gelecek hesabı yapılmıştı onun. Benim içinse böyle programın olmadığı daha ilk günümden belliymiş anlaşılan. Cömert namını verdiği bol sütten ötürü babaannemden almıştı, belki de sırf bu yüzden doğum yılının, burcunun, hatta yükselenini bilinmesi gerekliliğini hakkediyordu belki de. Nede olsa o bu ismi hakkederek edinmişti, benim gibi büyükbabamın ben daha doğmadan birkaç ay önce vefat eden, Abdurrahman abisinin adına yakınlığı ölçüsüyle hesaplanıp verilen bir ad değildi,
Abdullah…
Rahmetli Abdurrahman amcam ile adaş olamamamın sebebi; yengemin acısının henüz çok taze olması ve o isimle hitap edenleri duydukça canının yanacağı endişesi ile engellemesi imiş. Bu beklenmedik durum karşısında büyükbabam başkanlığında toplana köy ihtiyar heyeti, madem ki Abdurrahman olamıyor, o halde o isme daha yakın ne olabilir, ne olacak, ne olmalı uğraşlarının zorlu neticesinde Abdullah’ta karar kılmışlar. Bu gayretlerinin sebebini şimdi kendileri de bilmiyorlar, kaldı ki o heyette bulunanların hiçbiri bana verdikleri isimle tam olarak hitap etmeyip, her biri kendince kısaltmalar yaparak; Aptul, Abdül, Abdul, Apo diye seslenmeyi tercih ettiler…
Çocukluğumun annesini pek bilmem, fakat ayrılığı çocukluğumdan annemden bilirim. Ben dört yaşındaydım bizi terk ettiğinde, kız kardeşim bir.! Köhne bir yer sofrasında acele tavırlarla şimdi tam hatırlayamadığım yarı ve yarım bir şeyler yedirdiğini, ve daha doymadığımı düşünmüş olacak ki elime haşlanmış bir yumurta tutuşturarak gidişini hatırlıyorum. Bir de ardı sıra ağlayarak yavru adımlarla düşe kalka koşarak onu takip gayretimi…. Karanlık gökyüzüne beceriksiz fırçalarla yapılmış solgun bulutlar gibi durur hayali, bu hayal de hafızamın oyalanmasını gerektirecek bir fotoğraf yok. Kısacık bir film şeridi sadece; sıralı zambak desenli siyah bir elbise, çevresi iğne oyalı ve aynı renkte uzun omuzlarından dökülen gizemli bir baş örtüsü. Ardına bir kez olsun bakmadığı için son fotoğrafını göremediğim sisli bir hatıra, yüzsüz bir anne işte benim anam…
O en saf duygunun duygusuzluğu yakalamaya çalıştığı bu beyhude kovalamacadaki düşüş kalkışlarımda, başıma aldığım fiziki yaranın izi zamanla küçüldü, hani neredeyse kapandı diyebilirim. Fakat o günün bende açtığı ruhsal yara hiç kapanmayacak, aksine her geçen gün daha da büyüyerek tüm benliğimi saracaktı…
Bu iki yara birbirlerine hiç benzemeyecek biri aydan aya kaybolurken diğeri yıldan yıla genişleyecekti. Tek ortak yönleri vardı ki; ikisi de yaklaşıp çok dikkatle incelenmedikleri sürece dışarıdan kimseye görünmeyecekti. Yemekte doyuramadığını düşünerek elime yumurta tutuşturacak kadar duyarlı ah benim annem, Asıl doymam gerekenin kendisi olduğunu bilememişti…
İnsan yaşayan bir varlık olduğuna önce duyumsama, sonra duygularıyla vakıf olur. Bu ilk farkındalıkla birlikte artık hiç yerinde durmayacak gelişim ve değişime hızlı bir dönüşümümüz başlar. Duyumsama önce kördür, güçlü bir mıknatıs gibi her şeyi kendine çeker. Gözümüzün gördüğünü daha bilmeden altımızın ıslandığını hisseder ağlarız. Sonra aksak duyular girer devreye, annemizi memeleri süt ve gülümseyen bir yüzle karşımızda görerek, sevgi dolu yüreğini hissettiğimiz zaman, karnımızın doyurulup ihtiyaçlarımızın giderilmemiş olmasına rağmen, ağlamayı kesebilir hatta bizde ona, henüz onun kim olduğunu, kime olduğunu bilmeden gülümsemeye başlarız.
Kuvvetle muhtemeldir ki, insan yavrusu mutluluğu ilk olarak bu hal durumun da, karnı aç ve bedensel bir acı ile tadar. Artık ağlamayı kesmiş aksine gülüyoruzdur, bunun sebebi ihtiyaçlarımızın giderileceğine dair bir mantık hesabı yaptığımızdan değil, her şeyin artık yoluna gireceğini duyumsamamızdandır. O sebeple farkındasız bilincim bu ayrılıktan çok etkilenmemişti, fakat henüz filizlenmeye başlayan taze duygularım ve kırılgan hislerim, ana kökünden kopuşu çok keskin ve acı şekilde hissetmişlerdi. Ben henüz bilmesem de, onlar artık hiçbir şeyin olağan seyrinde gitmeyeceğini biliyordu. Bana şimdi o kopuşumu hatırlatır yoksa annesini bilmeyen yavruyu mu bilmem, hiç sevmem haşanmış yumurtayı. Başka elden bir şey yemek ise, çiğnedikçe ağzımda büyüyen yenilip yutulamayan bir hüzün lokmasına dönüşür ağzımda…
Rahmetli anneannem anlatırdı, baba silahının dipçiği ile vurarak yaralamış o gün anneyi, başındaki kanı durdurmak için yarasına bir avuç şeker basıp, üzerine de o zambak desenli eşarpını sıkıca bağlayarak gitmiş o gün anne. Büyükbabam bu olay üzerine babayı evden kovarak anneye; sen benim öz kızım gibisin, kocan sen oldukça bu eve bir daha giremeyecek, gitme çocuklarını düşün ve onların başında ol diyerek bütün gayreti ile engellemeye çalışsa da, dinlememiş bırakıp gitmiş bizi anne. Her türlü şiddetin baskının etkisine direnç kabiliyetimiz, karakterlerimizin çapıyla doğru orantılıdır. Şekli ne olursa olsun hiçbir zorluğun bir anneye yavrularını terkettirebilecek ağırlıkta olabileceğine ikna olabilmem çok güç. Bu varlıksal korumacı duyguyu kuştan ceylana kadar en ürkek ve en zayıf yaradılışlı hayvanlarda dahi gözlemlemek mümkündür. Tavuk bile civcivlerini korur.! Tabi ben tabiat yasasının yegane temsilcisi imiş gibi davranacak değilim, biz bu dünyaya var olmamızın sebebi o yüksek merciye dilimizi, ırkımızı, ailemizi veya başka herhangi bir talebimizi seçebilmeyi talep eden bir dilekçe sunarak gelmiyoruz. Benden tamamen bağımsız yetki ve etkimsiz geçmişimdeki bu yaşananlardan birilerini haksız veya haklı bulsam ne olacak, yaşadıklarımın yükümü hafifleyecek, hayır. Kaldı ki bizler, inançlarımız ve şartlandırılmış kültür yapılarımız gereği, baş edebildiğimiz her soruna karşı gerekli mücadeleyi verip, baş edemediğimiz durumları çaresizce kabullenen kaderci insanlar değillmiydik.
Anne baba hiç zaman kaybetmeden ikinci evliliklerini yaparak kendilerine yeni bembeyaz sayfalar açıverdiler, kız kardeşim ve ben ise kullanılmış eski sayfalarda silinmesi gerekip silinemeyen, israf edilmiş çirkin ve şekilsiz mürekkepler gibi kaldık. Büyükbabam anne gitmiş olsa da belki geri dönecek umudu taşıdığından, belki de verdiği sözün gereği içindir bilmiyorum, babayı bir daha eve almadı. Annemin gidişinden bir ay sonra imam nikahı ile evlendiği yeni eşi ile hemen yakınımızdaki eski evi restore edip oraya yerleştiler. Üvey anne şefkatli bir insandı, adı Şengül’dü kendisine Şengül anne diye hitap ettiğimi hatırlıyorum. Bana sıcak samimi davranıyordu, yemek yemeye babanın evde olmadığı zamanları kollar hep oraya giderdim. Küçük bir tepside hemen önüme bir şeyler getirir doyururdu beni, bir kez olsun ona açım dediğimi hatırlamıyorum, o da hiç sormazdı evine gitmem acıkmış olmam demekti bunu bilirdi. Kapısından girdiğim anda beni samimi bir güler yüzle karşılar, hemen ardından yemeğimi hazırlamaya koyulurdu. Annemiz yok diye bize acıyordu belki, bir nebze olsun buna sebep olduğu için kendini suçlu hissettiğinden vicdan yapıyordu belki de. Zira anne varken dahi babanın onunla gönül ilişkisi olduğu herkesçe bilinen bir gerçekti. Her ne gerekçe ile olursa olsun üzerime hakkı emeği ve hatta sevgisi geçmiş bir insandı. Baba ise itinalı duyarsızlık ve manasız katılıkta despot bir kişilikti. Varlığı sürekli gizemli bir yokluk, bedensel yakınlığı uçsuz bucaksız uzaklık taşıyordu. Soğuk ve ürkütücü havası vardı, şimdi o zamanki duygularımın ifadesini gerektiği gibi yapamam ama, yemek yemek için evine giderken onun evde olmadığı zamanları kollayan, ve o gelebilir kaygısıyla yemeğini hızla yiyerek, kaçar gibi evden uzaklaşan o çocuğun bir nedeni olmalıydı…
Sanıyorum beş veya altı ay böyle geçti, sonra baba ve Şengül anne İstanbul’a taşındılar, baba da yanında götürmeyi yük görmüş tıpkı anne gibi hiç ardına bakmadan terk edip gitmişti bizi. Çok üzüldüğümü hatırlıyorum evet, lakin babanın gidişine değil Şengül annenin yemeklerinden artık yiyemeyeceğime duyduğum üzüntüydü bu. Babanın babam olduğu bilinci yerleşmemişti bende, sürekli kendisinden kaçtığım, bir arada bulunma mecburiyetine yakalandığım anlarda bile, bir kez olsun yüzüme bakmayan, yüzüme bir kez olsun güldüğünü görmediğim dökme kurşundan metalik bir insandı o benim için. Bu defa ne elime yumurta tutuşturan olmuştu ne de ardından ağlayarak koşmamı gerektiren bir ebeveyn. Baba’ya duygusal ve bilinçsel bir bağlamım olmadığı için ondan ayrılığı hissetmemiştim, şu halde ayrılık travmasını ikinci defa yaşamadığım için mutlumu olmalıydım? ya da babayı’da anne gibi, var iken kaybettiğim için Üzülmeli mi?
İlk ne zaman kesilmişti benim saçım? tırnaklarım mesela, o ilk kopuşları nasıl olmuştu? sünnette edilmiştim değil mi ben? Ağlamış mıydım? Hatırlamıyor bilmiyorum…
Artık anne baba yoktu, kız kardeşim Hacer, büyükannem büyükbabam, isa amcam ve eşi Meryem yengem onların çocukları İlknur, ilkay ve aramızda 5 yaş farkımız olan Aşkın amcam aynı evde yaşamaya başlamıştık.
Büyükbabam elli yaşın üzerinde alkol sigara kumar gibi şeyler asla denememiş son derece sağlıklı ve yaşına göre oldukça hiperaktif sayılabilecek biriydi. Çocukluğundan itibaren çiftçiliğin en ağır şartlarında yetişmiş, sabah ilk iş namaza, oradan gün doğarken tarlaya, sonra eve ve tekrar camiye sonra yine tarla veya ormanlara koşturmakla ömür geçirmiş, halen de bu döngüde yaşamaya devam eden biriydi. Sözlerine oldukça itimat edilen, köyün ciddi sorunlarında akıl danışılan, en hassas meseleleri dahi büyük bir olgunluk ve soğukkanlı bir öngörü ile çözen, ama bizi çok sudan sebeplerle üzerinde hiç kafa yormadan acımasızca dövebilen bir adamdı.
Çalışmak onun dini gibiydi, ve bunu tüm ev halkı için de bir ibadet şekline getirmişti. İnsanın kendini pek yormadan yapabileceği işlere bile büyük zorluklar ve gereksiz stresler yükler, bu ruhsal ve bedensel ağırlığı da herkese yaşatmakta üzerine yoktu. Her daim yatsı namazı ardına yatar, sabah ezanı üzerine uyanırdı. Asla boşta durmaz, ev halkının da onun gibi bir şeyler ile meşgul olmaması onu çılgına çevirirdi. Herkeste kendi çalışma hırsını görmek isterdi. Ortada yapılması gereken bir iş olmamasına rağmen, anında sıfırdan meşguliyetler, hiçten uğraşlar bulmakta müthiş yaratıcıydı. Haliyle Köyde hemen her işe genelde en erken biz başlardık, eğer ki bizden evvel tarlaya bir gidenler olmuşsa sanki kıyamet kopmuş ve herkes kaçmış kurtulmuş da, biz evde habersiz kalmışız gibi aniden eve dalar, büyük bir panik havası ve kargaşayla hepimizi acele traktöre bindirerek tek güvenli bölgeye, yani tarlaya ulaştırırdı.
Sürekli başkalarıyla kıyaslanarak, yerli yersiz daimi tembellikle itham edilen aile bireylerimiz, kendilerinin her zaman başkalarından daha değersiz olduğu psikolojisinden sıyrılıp, hak ettiği özgüvene hiçbir zaman sahip olamamışlardır. Benim yarı adaşım olan Abdurrahman amcam, ailenin büyüğü olarak dış işlere hep o bakar, büyükbabam ise çok gerekmedikçe dış dünya ile pek teması olmaz, ailenin iç işleriyle ilgilenirmiş. Tarlalar, ormanlar, hayvanlar ve benzeri bütün köy işleri ile bütünleşmişti adeta. Zaten bu uğraşlar yeterince ağır ve zordu, büyükbabam çocukluğundaki o yokluk, yoksunluk ve savaş artığı yılların daha da zor çalışma psikolojisinden kendini çıkaramamıştı. Oysaki ne o eski yaşam şartları, ne de o kadar yoğun stresle çalışmayı gerektirecek aç kalma riski vardı. Ama bunu büyükbabama anlatabilmenin bir yolu bulunmuyordu, bu yapısı gereği bizi çok yordu. Yaşımız ve çapımızdan büyük ağır işlerin altına girmek zorunda kaldık, çok dövdü çok ezdi bizi lakin bugün o günleri hatırladığımda tüm bunları çok görmüyorum ona. Hep kendi kabuğunda yaşadığı için, zamanın ve hayatın değişimlerini idrak edip ayak uyduramamış, belki bu dönüşümleri farketse bile kendi taşlaşmış sosyal döngü kabuğunu kıramamış, ömrü cami, ev, tarla ve ormanlar arasında geçmiş tam bir toprak adamıydı. Arazilerimizin bolluğu ve aileden çok, çevrenin işini gördüğünden bu namı almış olacak ki, köylünün deyişiyle; meşhur Salim ağa idi o...
Marabası ev halkından ibaret, elleri marabasıyla birlikte çalışmaktan nasırlaşmış bir köy ağasıydı. Bize güler yüzünü ve sevgisini pek göstermese de, değerli olduğumuzu konuşması, ve hatta enteresandır, dövmesiyle bile bir şekilde hissettirebilen baba bildiğim tek insandı…
Babaannem Emine;
O da yine elli yaş üzerinde her işinde pratik her şeyden az çok anlayan ve her konuda yeterli yetersiz fikir sahibi, sevdiğine çok düşkün gönlü zengin, vicdanlı merhametli anaç bir çerkez kadınıydı. Köyde komik sayılabilecek sebeplerden küstüğü kadınlara, çözük, matıra, cin garı gibi inanılmaz yaratıcı olduğu kadar bir o kadar da manası anlaşılamaz lakaplar bulur ve bunlar babaannemi bile şaşırtacak hızla herkesten kabul görürdü. Öyle ki bu kişilerin gerçek isimlerini dahi unuturduk. Çok defalar cozuk yenge, matıra abla, cin garı teyze diye hitap ettiklerim tarafından terlikle sopayla kovalandığım olurdu. Ben bu tepkilerin sebebini daha önce yapmış olduğum yaramazlıklardan birinin onlarla bilmediğim bir temasına bağlardım. Büyükbabam kadar olmasa da -ki onun kadar kimse olamaz- o da çalışmayı severdi, elinin değdiği her işte de müthiş hızlı ve hamarattı. Üç kişinin yaptığı bir çok işi tek başına yapabilme becerisine rağmen, kocası tarafından taktir edilmenin aksine hepimiz gibi o da tembel ve ekmek düşmanıydı. Bizler büyükbabam tarafından onun kendince doğru veya yanlış uygulamaları altında çok ezildik kabul ediyorum, ama yine bir derece eski performansının düşüşe geçtiği dönemdi bizimkisi. Babaannem ise kocasının en baskın diri ve genç yıllarını görmüş, baskı ve şiddetin en ağırları altında kalmıştı. Büyükbabamın elli üzeri yaşlarındaki durumunu görünce, yirmi veya otuzlarında nasıldı tasavvuru çok güçleşiyordu. Aralarında sürekli kedi köpek ilişkisi benzeri bir durum olsa da, kocasınherkeste, her sözüne itaatkar, hepimizi kollayıp gözeterek sorunlarımızla ilgilenmeye çalışan son derece duyarlı duygulu bir Anadolu kadınıydı benim anam. Anne bildiğim tek insandı o...
Onlara ne zaman anne baba demeye başladığımızı hatırlamıyorum. Sanıyorum biyolojik anne babaların ansızın eksikliği ve bu hayati değerlere duyduğumuz zaruri ihtiyaç neticesinde, karşımızda da bu boşlukları tam manası ile doldurabilecek iki mükemmel insanın var oluşu, onları gerçek anne baba gibi görerek o duyguyla bağlanmamıza etken olmuştu. Bilinç onlarla kendi boşluğunu anında doldurmuştu, yere düşürdüğü elmanın yerine sepetten bir diğerini almak kadar kolay ve hiçbir eksiklik algısı edinmeden gerçekleştirivermişti bunu. Fakat içgüdülerim ve daha tomurcukta olan duygularım asıl Ana karamdan kopuşun farkındaydı, benliğimi sakatlayan ruhi hastalıklar o zamandan bulaşmaya başlamıştı bana, o zaman farkında değildim ama bunun asli belirtileri ve yan etkilerini ileride daha iyi görecektim..
Artık anam babam onlardı, insana en yakın olan bu ifadeleri kendileri kadar hak edebilecek başka insanlar tanımadım. Köylüydüler, eğitimsiz cahil ve dış dünya şartlarından habersizdiler, o sebeple bizi hayata istediğimiz, belki de istedikleri gibi hazırlayamadılar. Ama biyolojik anne babanın verebileceğinden çok daha fazlasını vermiştir onlar bize. Eleştirilecek yanları da çok fazla vardı muhakkak, lakin sevgimizle sarıp sarmaladıklarımızın gönlümüzde kutsal dokunulmazlıkları vardır. Onların samimi sevgileri ve sıcak ışıkları altında soğuk ve karanlık bir yaşama, Uzun yollu kısa bir hayata hazırlandığımı, ne onlar ne ben bilemezdik elbette…
İsa amcam yirmi üç yaşında aslan gibi bir delikanlı fakat genç yaşta kalp hastasıydı. Defalarca ameliyatlar geçirmişti, babam bir garip, köyden dahi pek çıkmamış biri olarak yol iz bilmez ama oğlunun sağlığı için Ankara’lar da koşturup durmuş, hastahane koridorlar ve bahçelerindeki banklarda sabahlamış. İsa amcam ayrı garip, genç yaşında ağır hasta bir yığın ilaç kullanan, vücudunun ayrı bölgelerinden alınan doku parçaları ellerinin üzerine kadar ameliyat izleri taşıyan ama her şeye rağmen bakımlı yakışıklı biriydi. Hastalığı sebebiyle haklı olarak üzerine titrenirdi, o çok istiyor diye babam katırlarımızı satmış çok eski bir traktör almıştı. Çocuk gibi sevinmişti dersem çok yerinde olacaktır zira kendisi gerçekten çocuk yaşta sayılırdı, traktör onun en sevdiği oyuncağı oluvermişti. Sanıyorum erken yaşta evlendirilmiş olmasının sebebi de onu hayata motive etmek moral yükleyip yaşamaya olan azmini arttırmak içindi. O eski ama çok değerli traktörü hemen her gün yıkar, başına oturur bir süre seyreder sonra eline bezi alarak belli belirsiz yerlerini tekrar silmeye koyulur kullanmaya dahi kıyamazdı. Yine o çok istiyor diye eve siyah beyaz televizyon alınıp odasına konulmuştu ki, o tarihte köyde bir evde televizyon büyük olaydı. Odası evin ikinci katındaydı, benim odam ise hemen onun altına denk geliyordu. Üst kata açık mavi boyalı ahşap bir merdivenle çıkılır, ikinci katı ayıran ara zemin tamamen ahşaptan olduğu için yattığım odadan televizyonun sesini rahatlıkla duyardım. Hastalığı sebebiyle odasından pek çıkmaz, çok nadir olarak evin önüne ve belki biraz daha iyi ise kısa bir mahalle yürüyüşü yaparak dönerdi. Odasına kimseyi kabul etmezdi, anama ısrarla yalvarmalarımız neticesinde onu kıramaz, aşkın amcamla beni çok arada olmak şartıyla televizyon izlememiz için kısa süreli kabul ederdi. O çok istisna ve şanslı zamanlarda da önce el ayaklarımızı yıkattırırdı. Akşama kadar çamur içinde gezinen çocuklar olarak sürekli kir pas içinde yaşlardık, bize zor gelse de isa amcam bu prensibinde çok haklıydı. Gerekli temizliğimizi yaparak anam veya yengem ile hazır olduğumuzu haberini yollardık, bizi kapıda ayakta karşılar temizliğimizi doğru yapıp yapmadığımızı tam bir disiplinle denetlerdi. Bazen bu denetimden geçemez muhakkak bir kusur çıkar ve bu kusur hangimizde çıkarsa çıksın o yine ikimizi de tekrardan banyoya gönderirdi. Sonra usulen tekrardan bir denetimden geçerek o muhteşem odaya girebilmenin üstün zaferini yaşardık. Suyu hiç sevmezdim, değil banyo yapmak, elimi ayağımı hatta yüzümü yıkamak bile çok zor gelirdi bana. Anam tarafından bilmem kaç zaman sonra artık banyo yapmam için zorlandığımda, kovadaki su ile saçımı ıslatır kalan suyu döker, erken çıkışım şüphe oluşturmasın diye banyoda biraz bekler üzerimi değiştirip çıkardım. Su ile aramdaki hasımlığı bilen anam haliyle bana güvenmez, çıkışta saçlarımın ıslaklığını kontrol eder, banyo yaptığıma kendince ancak o zaman ikna olurdu. Su kocasının başında boş boş beklemenin anlamsızlığı düşünülünce, Aslında böyle durumda banyo yapmak yapmamaktan daha uğraş gerektiriyordu, ama yine de ben yapmamayı tercih ederdim, anlamsız bir şekilde sudan ölesiye nefret ediyordum. Tabi eğer sonunda televizyon izlemek gibi büyük bir ödül varsa bunun için gerçek banyoya kesinlikle değerdi, hatta bu uğurda suyun iticiliğine katlanır denetimde aksaklık çıkmaması için hiç üşenmeden kendime kese bile yapardım. Bazen tüm standartları yerine getirip odaya girmeyi başarmış olsak dahi, İsa amcam şu an tam hatırlayamadığım küçük bir şeye kıl kapar, aşkın amcamla beni apar topar dışarı atardı. Büyük bir hayal kırıklığı içerisinde o ahşap merdivenleri inerken, televizyon izleyememiş olmanın üzüntüsü yanında, boş yere üstelik gerçek bir banyo yapmışlığım için büyük pişmanlık duyardım.
Yine de her akşam eve geldiğimde büyük bir umut ve beklenti içerisinde el ayaklarımı yıkar, hatta şansımı arttırabilmek adına yine gerçek bir banyo yapar beni kabul etmesi için yengem ile İsa amcama haber gönderirdim. Cevap bazen olumlu, çoğunlukla olumsuz olurdu, fakat her akşam aynı imtina ile bu sistemi tekrar edişlerim sayesinde zamanla suya alışmaya başladım. Artık eskisi kadar korkunç gelmiyordu bana su, hatta kovada çinko tas ile oyunlar icat etmiştim, çıkmak bilmiyordum girdiğim banyodan. Durum beni olduğu kadar annemi de şaşırtmış olmalıydıki, daha o söylemeden benim banyo talebime, gözlerime garip garip bakarak cevap veriyordu. Bugün benim suyu sevmem de (gerçek) banyo yapmaktan hoşlanmamda, İsa amcamın ve tabi ki o siyah beyaz televizyonun çok büyük etkilerinin olduğu muhakkaktır.
Odaya alınmadığım zamanlar hemen alt kattaki kendi odama koşarak yatağıma girer, aranın da ahşap olmasından kaynaklı lehime olan durumdan istifade ederek İsa amcamın odasından gelen televizyon sesini dinlerdim. Göremediğim görüntüleri çocuk zihnimde canlandırıp sanki izliyormuşçasına resimleştirir müthiş keyif alırdım. Hayalimde oluşturduğum bu sahnede, herkesi belki gerçekte olduğundan çok daha harikulade görünüme büründürür, kimini çirkinleştirip kimini güzelleştirerek her karakteri görmek istediğimi imaja sokardım. Hiçbiri istemediğim sevmediğim bir tipte olamazdı, ve bu konfor o televizyonu gerçekten izleyenlerde dahi yoktu, ne şanslı ne kadar ayrıcalıklıydım…
Dinlediği arabesk eserler benim ilklerimdi, müzik zevkimi yıllarca bu arabesk şarkılar oluşturacaktı. Bana hitap etmediklerini de söyleyemem, öyle ki zamanla ruh halimin sözcüsü olup ve sanki hepsi benim için yazılmış ağıtlar halini alacaklardı…
Çocukluğumun ilk on yılı bu sosyal etkinlikler döngüsünde geçmiştir, her şeyin aynı kalacağı inancına sahip melankolimin, alacağı ilk darbelerden birine, ağlama ve bağrışma sesleriyle uyandım bir sabah. Sesler İsa amcamın odasından geliyordu, yataktan hışımla fırlayarak iç çamaşırımla üst kata odasına koştum. İsa amcam yatağında ölü değilde uyuyormuş gibi yatıyordu, dışarıda yeni doğan güneşin sarı ışığı genç yüzünü aydınlatıyor sanki her an uyanacak gibi duruyordu. Başında ağlayan yengem ile anamın bu halleri bile anlamsız geldi, çünkü canlı gibiydi. Daha sonra bütün komşuların odaya dolup ağlamaya katılmasıyla her şeye dikkatim daha da arttı, herşeyi yakından incelemeye başladım. Zira Ölüm; çocuklar üzerinde üzüntü ve korkudan çok merak uyandıran bir olaydır.
İsa amcam ölmüştü, hayatının baharındaydı daha, geride on dokuz yaşında eş, biri üç diğeri bir yaşında iki küçük çocuk ve geride yasa boğduğu bir hane bırakmıştı. Ev acı haberi duyup gelen insanlarla doluvermişti bir anda, beni hemen odadan çıkardılar, bir süre evin önünde gelenleri izlemiş anlamsızca etrafa yine oyunmuş gibi baktığımı hatırlıyorum. Sonra tekrar içeri girdiğimde odama dolan kalabalık içinde kıyafetlerimi bulamamıştım.
Hiç unutamadığım şeylerden biri;
Annem çocuk yaşta kaybettiği oğlunun ölüsü başında ağlarken, o kalabalığın enerjisinden de ürkmüş olmalıyım ki, anlamsız şekilde bende ağlamaya başlamıştım. Lakin benim ağlayışım İsa amcama değildi onunki hala bir oyun gibiydi, herkesin bir değerini yitirdiği noktada benimde o anlık çocukça saf ve ahmakça değerim olan kıyafetlerimi bulamadığım için ağlıyordum ben.
Sonra cenazeyi alt kata evin salonuna indirdiler, kapıyı yarı araladığımda anamı oğlunun başında ağlarken görüp; Ana, Anaa pantolonumu bulamıyorum diye bağırarak ağladığımı da iyi hatırlıyorum. Kalkıp gelmiş kıyafetlerimi bularak beni giydirmiş ve tekrar kalktığı yere, oğlunun başına oturarak ağlamasına devam etmişti. “ Oğlum sen daha çocuksun ölmüş olamazsın ağzında daha sütümün kokusu var oğlum “ diye üzerine kapaklanıyor ve belli aralıklarla da ağzını koklayarak kendi sütünün kokusunu almaya çalışıyordu. Ne kadar açılı ise o kadarda duyguluydu o gün benim anam.
Ben ise on yaşında olmama rağmen kıyafetlerini dert edinecek kadar salak ve farkındasız, yaşıma göre ne kadar daha çocukmuşum... Yakın bir köyde yaşayan halam vardı, köyümüzün muhtarı olan ve ilerde kendisinden detaylı bahsedeceğim babamın yeğenlerinden Hüseyin amcam, halama haber vermeye aynı zamanda onu cenazeye getirmeye gidiyordu. Ben bunu nasıl öğrendim bilmiyorum, belki de sırf oradan uzaklaşmak, yada araçla gezeyim hevesiyle mi yanında yerimi aldım şuan hatırlamıyorum, fakat beraberce halama doğru yola koyulduk. Araçtan iner inmez halamı görüp; “ hala isa amcam öldü seni almaya geldik “ dememle kadının olduğu yere yığılması bir oldu. Neden bu kadar üzüldüğünü anlayamadığım gibi, başına toplanan kalabalıkta evdeki cenaze kalabalığın bir başka oyun şekli gelmişti bana. Evet om yaşındaydım fakat mantık yaşım üç, bilinç yaşım beş falan olmalıydı. Bu durum anne babasız geçirdiğim ilk dört yılın ciddi eksikliğinin bir anlamda göstergesiydi. Ben daha o zaman gerçek anne baba figürlerini kafamdan silmiş, gidişlerini zihnimin en arka odalarına atmış olsam da, eksiklerinin gelişmeyen geliştirilemeyen her şeyimi, duygu, bilinç, düşünce ve davranışlarımı nasıl örselediğini çok daha ileriki evrelerde anlayacaktım. Akıl zenginliğim, mantık yoksunluğum tarafından hiçlere harcanacak, kendimi manevi iflas, madden bir çukurda bulacaktım. Mantığım işte o noktada devreye girecek, fakat yine ileri değil geriye doğru acımasızca sırf beni kendi içimde hem ruhsal hem psikolojik daha da cezalandırmak için çalışacaktı...
Köye döndük ve Hüseyin amcam yine cenazeyi haber verip, birilerini getirmek için kasabaya gittiğinde hemen yanında yine ben vardım. Tek amacım araçla gezebilmekti sanırım, geri kalan her şeye farkındasızdım. Gittiğimiz her yere acı haberi ben verdim, hatta gidebileceğimiz daha da çok yer olmayıp araçla gezmelerimiz erken bittiği için üzülmüştüm belkide?.Bunu hatırlamıyorum fakat ihtimaldir, hatta kendim hakkında şöyle bir iddia da bile bulunabilirim ki, araçla o kadar gezebilmeme imkan verdiği için İsa amcamın ölümüne sevinmiş bile olabilirim o gün... Bilmiyorum.
Dönüşte elimde boru şeklinde yeşil, ucunda ise açmış gül şeklinde sarı pervanesi olan, kullanımını öğrenebilme fırsatı bulamadığım bir oyuncağım vardı. Bunu kim almış nasıl edinmiştim hatırlamıyorum, ama saman balyası telinden hortumdan veya tahtadan yapmadığım kendi icadım olmayan ilk ve tek ithal oyuncağımdı o benim. Herkes mezarlıktaydı artık, bende merakla mezarın başına koştum isa amcamın beyaz kefen içinde toprağa indirilişini yine bir oyun gibi meraklı bakışlarla izliyordum. Ama ne zaman ki son kez görelim düşüncesiyle yüzünü açtılar, ve ben onu gözleri kapalı, o sabahki güneşin tenine yansıyan aydınlığından mahrum kalmış yüzünü karanlık mezarda kefen arasından gördüm. İşte o zaman İsa amcamın öldüğünün ve artık geri gelmeyeceğinin acı farkına ancak varabildim. Önce nefesimde bir dengesizlik hali hissettim, sonra içimde bir balon şişmeye başladı sanki, ben nefesimi yukarı çektikçe o alttan alta yükseliyordu. Ansızın boğazım bir yengeç saldırmış gibi bir acı, ve nefes alamamaya başladım, gözlerim karardı ve tam mezarın içine düşeceğim anda acı bir soluk üflendi boğazıma. Böğürerek koca adam gibi ağlamaya başladım, ağladım, ağladım çok ağladım.
Vicdanlıydı, sert görünürdü ama merhametli duyarlıydı, yaşasaydı sağlıklı gelişebilmem adına doğruları gösterecek idolüm, esaslı amcam ve abim olabilirdi -ki babaanne ve büyükbabama anne baba dediğim gibi ona da abi derdim. Belki de o kadar etkili ağlayışımın sebebi onunla birlikte geleceğimde kaybettiğim artıların, onun ortadan kalkmasıyla eksiye dönüşerek çocuk ruhumda kaybolmasının dayanılmaz psişik etkileşimleriydi. İçinde bulunduğum o minicik ana gelecek yaşamımın tümünden gelen kadersel bir yüklenme vardı sanki. Biraz olsun kendime geldiğimde elimdeki oyuncağımı henüz kapanmayan dokuzuncu tahtanın arasından İsa amcamın baş kısmına atmıştım. Anlamıştım ölmüştü ama çocuk ve yetersiz aklımla gittiği yerde onunla oynar düşüncesindeydim, zaten o da bir çocuk değimliydi daha? Başka verebileceğim değerli şeyim yoktu, yine mezarın başına çökmüş herkesin birbirinden kürek kapma yarışına girerek anlamsız bir hırsla mezarı doldurma gayretini, İsa amcam ve oyuncağımın toprakta kaybolmasını izliyordum. Yarışırcasına bu toprak atma gayreti de neyin nesiydi, bundaki amaç ne idi? neden yavaş gömmüyorlardı belki de kalkardı kim bilir?. Hayatımdan çıkıp giden her değer gibi onun ölümü ile de çok şey kaybetmiştim, kadermi kedermi diyelim bilmem, fakat o ünlü deyişte söylendiği gibi tek gerçek vardı; “Gün akşamlıdır devletlum, dün doğduk bugün ölürüz…”
İsa amcam öldükten sonra anam her boş kaldığında saatlerce ağıt yaktı. Ondan önce ölen oğlu Erol amcamı da ağıta katarak ağlamaların yıllarca sürdü.
Babam aynı gece yengeme; “ kızım sen erini ben oğlumu kaybettim, daha çok gençsin önünde uzun bir hayat seni bekliyor gidersen anlarım, eğer gideceksen bugün git bana ikinci bir acıyı başka bir gün de yaşatma” dediğini çok net hatırlıyorum.
Yengem ise; “ baba ben senin gelinin değil öz kızınım, buradan başka gidecek yerim yok ve olmayacak” dediği ve sonrasında birbirlerine sarılıp ağladıkları da çok net kayıtlıdır hafızamda. Bilincimin çoktan unutup zihnimin en arka dehlizlerine atmış olduğu, İlkay ve İlknur içim de ikinci bir haşlanmış yumurta faciası da yaşanmamış olmuştu böylece. Baba cenazeye iki günlüğüne gelmiş imiş o zaman, fakat ne ben onu görerek hatırlamış ne de o beni farketmiş olmalıydı, zannederim baba ile ortak bir duygumuz var ise o da karşılıklı unutulmuşluktu.
Bu aşamadan sonra maalesef aşkın amca isa amcamın yerini almıştı, onun boşluğunu kendi bomboşluğu ile doldurmaya başlayacaktı. Aşkın amca rahatına aşırı düşkün, her işinde aşırı disiplinli lakin çalışmayı sevmeyen, her şeyin iyi ve en güzeline sadece kendisinin layık olduğunu düşünen yetersiz egoist yeterince narsist biriydi. Sırf kendi çevresi için değil, hiç görüp bilmediği insanlardan bile üstün olduğu iddiasında olan, kendini yükseklerde yer tutmuş gören oldukça alçak bir adamdı. Tanıdığım insanlar içinde hiç rastlanmayacak kadar önemli ve büyük kişi olma gereğini duyan küçük bir zavallıydı. Erken yaşlarda herkesten zeki ve yetenekli olduğuna inanmış, her konuda en iyi ve en üstünün kendisi olduğunu keşfetmişti. Toplam değeri onu oluşturan parçaların toplam değerine eşit değildi. Kendi kendinden daima taşan çok mühim yanları vardı ve bunların neler olduğunu ne kendi ne bir başkası, sadece egosu biliyordu. Onunla büyümek benim için zor olacaktı, çünkü el attığı her alandan çekilmem gerekecekti ve maalesef onun anlayıp bilmediği konu yoktu, olamazdı. Bir durumda Sözünün olmadığı ve herhangi bir konuda fikrinin bulunmadığı bir hali kabullenmek yüksek şahsiyeti için çok aşağılayıcıydı. Babamın kıyıp da kimseye teslim edemediği İsa amcamın yadigarı o eski ama değerli traktörü kaçırır, gittiği düğünlerde yine babamın en özeli olan silahını yastığının altından aşırarak tüm mermilerini bitirirdi. Dönüşlerinde eve babam korkusu ile yaklaşamaz bana haber gönderir, boş silahla traktörü teslim ederek kendisi günlerce babama gözükmezdi. Çünkü işlediği suç ciddi bir dayak sebebiydi. Babam ise bu siniri ev halkından özellikle de anamdan çıkarır hanede günlerce huzur adına bir şey kalmazdı. Tabi aşkın amcamın şansı her zaman böyle yaver gitmez babamın ani baskınlarıyla yakalanıp dayak yediği de olurdu. Bu baskınlardan kaçıp boş silahla traktörü bana teslim ederek ortalardan kaybolduğu zamanlarda, genelde anam tarafından saklanır babamın siniri geçinceye kadar kendisine gözükmezdi. Eğer mevsim kış ise babamın öfkesinin haftalarca geçmediği olurdu, ama mevsim yaz ve tarla işlerinin yoğun olduğu bir dönemde isek, kızgınlığı çabuk geçer ya da geçmiş gibi görünürdü. Çünkü er yada geç sona erecek kızgınlığı uzatıp işlerin en yoğun zamanında bir ırgattan mahrum kalmanın akıllı bir davranış olmayacağını bilirdi. Yine de dayaksız affetmeyi beceremediğinden, içinde biriken dövme enerjisini dağıtabilmek için gün boyu benim soyuma sopuma, Aşkının anasına avradına küfürler ederek piskolojik şiddet uygulayarak fiziki şiddetin eksikliğini gidermeye çalışırdı. Aşkın amca küçükken menenjit hastalığı geçirmişti, anamın tezine göre buna bağlı olarak sinirsel hastalıkları vardı, az biraz baskıya maruz kaldığında dudaklarını ve parmaklarını sonra finalde kollarını ısırırdı. Anam bu durumu kendi tezine bağlar sürekli olarak korumaya alırdı onu, aşkın amca bunu sanki devlet hastahanesinden alınmış ciddi bir heyet raporuymuş gibi sahiplenir, lehine olarak çok iyi kullanırdı. En küçük bahaneler basit sebeplerden ötürü aniden kendini ısırmaya başlar olmadık yerlerini kemirirdi, bu dişlemeler basit kızarıklıklardan öteye geçmezdi, bir kez olsun ciddi bir ısırıkla bir yerini kanattığına şahit olmamışımdır. Aramızda ciddi bir yaş farkı yoktu, fakat şartlandırılmış aile kurallarımız gereği ona, babama ve diğer büyük amcalarıma gösterdiğim saygı ve itaatin aynını göstermem gerekiyordu, aksi düşünülemezdi. İleride yeri geldikçe daha detaylı değineceğim üzere, beni çok ezdi çok yıprattı, yaptığım bir yaramazlıktan ötürü hem ondan hem babamdan ayrı ayrı iki dayak yerdim. Bütün arkadaşlarımız ortaktı ama asla beraber bir arada oturup eğlenmemize müsaade etmezdi, eğer bir yerde oyun oynanacaksa ya da bir eğlence varsa bu onun hakkıydı, beni oyun ve eğlencenin olduğu ortamdan ayırır eve gönderirdi. On derviş bir kilim altında yatar, iki padişah bir ülkeye sığamaz derler, evet ama, ben ne padişahtım ne vezir ne yeniçeri, insan bile değildim onun gözünde. Küçücük sebeplerden ötürü toplum içinde arkadaşlarımın yanında hiç düşünmeden -ki bu konuda hiç düşünmezdi- bana saldırır, ardımdan ne kadar haklı olduğunu pişkinlikle anlatırdı. Kendi vicdanı için kendine yaptığı tanıklıklar yeterliydi onun için, söylediklerim doğru olup herkesçe kabul görse bile o sırf ben söylüyorum diye kudurganlıkla muhalefet eder kişiliğimi önemsizleştirirdi. Aynı veya benzer yaramazlıklarda babamın ona gösterdiği toleransı o bana asla göstermezdi. İş zamanı olup olmaması farketmezdi onun için ve lazım gelen şiddeti illa üzerimde uygulamadan rahat edemezdi. İnsanoğlu varlıksal olarak böyle değimliydi zaten, kendisinin belki defalarca işlediği suçları başkaları işlediği zaman, ilk taşı atmak için en öne o geçme gayretiyle çırpınması gerekir..
Oysa biliyordu ki anne babalarımız yoktu, hayatın zalim anlarında yalpalayıp devrilmemem için bana abilik amcalık yapabilir, örselense bile gelişmeye çabalayan korunmasız yanlarıma güçlü bir destek olabilirdi. Amma velakin o, sahipsizliğimi vicdandan uzak eylemlerini gerçekleştirmek için bulunmaz bir fırsat olarak görüp, kişiliğimin ve ruhsal durumumun sağlıklı oluşamaması, kalan zayıf direncimin de sakatlanması için ne gerekiyorsa yaparak büyük bir çaba sarfetti. Sayısız türde acımasızlık, duygu ve duyarsızlıktan oluşan varlığı, önümde bir dağ gibi sürekli durarak, çocukluk ve ergenlik dönemlerimden pis gölgesi hiç eksilmedi. Anam beni analı babalı yetimim diye ağlayarak severdi, o ise, senin anan ikinci defa evlendi, bir am’a iki sik değmişse o kadın orospudur ve sende bir orospu çocuğusun diye döverdi…
Bu sinkaflara karşı neden ve nasıl bir orospu çocuğu olduğuma dair analitik hesaplar yapacak, gördüğüm şiddetten ötürü başımı kaldırıp kafa yoracak çapta değildim. Ayrıca hangi anne, kime ne sik değmiş bunu çözümleyebilecek bir mantık yolu da yoktu bende. O sebeple edilen küfür ve yediğim dayaklar; maruz kaldığım günlük olağan söylem ve eylemlerden biriydi benim için. Şimdi düşünüyorum da, benim suçum muydu annenin ikinci evlilik yapmış olması, babanın da başka bir aile kurup her ikisinin de bizi terketmiş olması sahipsiz ve korunmasız kalma sebebimiz benim yaramazlıklarımın neticelerinden birimiydi?..
Belli aralıklarla yatağa işerdim, anam bunu yediğim dayaklara bağlardı, sağolsun benim için de bir tezi vardı ancak hiçbir işime yaramıyordu. O beni üzerimde uygulanan fiziki şiddetten korumaya çalıştıkça, aşkın amca; merak etme sakatlamıyorum der ve bunu hafifletici bir neden sayardı. Edilen küfürlerin alışkanlığından olacak bunlar üzerinde bunlar üzerine düşünmesem de, bu hususu o zaman da anlamaya çalışırdım ve hala düşünürüm; ruhsal ve duygusal sakat bir yetimi sakatlamadan dövmek nasıl oluyordu, bunun için nelere dikkat edilmesi gerekirdi?...
Köyüm yüksek dağlar yamacında bir yaylada kurulu, karadenizin o ürkütücü karartısına on iki kilometre tepe pencereden bakar, yeşil ve mavinin her tonunu kendi içinde barındırırdı. Derin vadisinde çok boyutlu sisler yükselir, tepesindeki sık ormanlar sabahın o ilk güneşine geçit vermezdi. Köyümün yamacının en üst tepesinde yer tutmuş olan evimiz, dağların gölgeleri ardından en son aydınlanırdı. Hemen alt deresinde, camdan berrak durulukta akan dere sularının çıkardığı sese, horozların günaydın ötüşleri de eklenerek köy halkı her sabah bu senfoni ile uyanırdı. Kutsal bir hâle gibi yükselen dağ yamacı sisi altından, çiğle kaplanmış gümüş kahvesi kiremit çatılı ahşap evleri, ve yine gümüş yeşili ormanları ortasında güneşin altın sarısı ile birleşerek, bu manzarayı görmeyene yazı söz ile anlatmayı imkansız kılan bir hayal sunardı. Tabiatın kendini sanki bir nokta da kanıtlıyormuşçasına, bütün cömertliğini bu küçük merkezde gösterip, bütün güzellikleri bir arada ortaya koyduğu şirin bir yeryüzü cennetiydi benim köyüm. Dere kenarına oturduğunda insanın ruhunu sürükleyerek, sanki akıntısı ardından karadenize doğru çekmeye davet eden hadi gel sesleri, ormanlarının başında durduğunda ise, sanki sonsuzluğa uzanıp giden bir deryaya bakar olurdun. O engin yükseklere doğru bin bir farklı tür ve şekillerde birbirlerine dal dala sarılmış ağaçların görülmeye değer kardeşlikleri, çakıl taşlı yolları, düzmece sokak lambaları, verimli tarlaları sık ve yeşil ormanları, dağ ve tepelerine doğru doğaçlama uzayıp giden şirin patikaları, kırmızı benekli çay balıkları, yabani üzümleri, kocaman böğürtlenleri, ormanlar dolusu kuşburunları, kayasından fışkırarak boşa akan tertemiz maden suları, küçük şirin bahçeleri ve kendini hala zorla saydırtmaya çalışan daha nice güzellikleriyle, mistik huzurun gölgesiydi benim köyüm.
Adını ise istenmediğinde yılışık, istendiğinde ise istikameti pek belli olmayan bir bitkiden almıştı, Sarmaşık..
Enterasandır ki köyümde bu bitkiden hiç yoktu, her karesini yıllarca adımlayıp tarla ve ormanlarında çok defalar sabahlamış biri olarak, Sarmaşık bitkisinin tek bir örneğini dahi görmedim köyümde. Bu ismi nereden nasıl aldığı konusunda da kimse bilgi sahibi değildi. Köyüm onu ortadan ayıran küçük bir çayın iki şirin yamacına kurulu yüz yirmi hanelik iki mahalleden oluşurdu. Çayın hemen kenarında köhne bir camisi vardı, bahçesi köyümün ihtiyar heyetinin namaz öncesi toplanma yeri, hemen yanındaki öteki mahallenin meydanı ise biz çocukların oyun alanıydı.Karşı mahallemiz çerkes, türkmen, gürcü, lazlardan oluşan ve sanıyorum birinci dünya harbi zamanlarında getirilip yerleştirilen çok renkli bir topluluktan oluşurdu. Bizim yaklaşık kırk hanelik mahallemiz ise, rivayete göre bir sel sonucu Trabzon ile Rize arasında bir bölgeden gelerek, yaklaşık yüz elli yıl önce o bölgeye yerleşen tek bir ailenin devamıydı. Her hane birbiriyle akraba herkes kuzendi, mahallemizin Adem babası Recep dedemizdi, hepimizin bilinen soy ağacı ona çıkıyor tek bir haneye bağlanıyordu. Soyadımız ise sülalemizin geçmişi araştırıldığında bir Aydın’ın kelime anlamına vakıf biri bulunmamasına rağmen Aydın’dı..
Tıpkı köyümüzün adı gibi bunda da bir tezatlık olduğu belliydi. Zannederim soyadı kanunu ilk çıktığında nüfus müdürlüğüne giden büyük dedemiz, bu soyadını ya orada duymuş veya önerilmiş, ya da bir ön sıradakinden kopya çekerek, görevli memura benimki de ondan olsun demişti. Kaldı ki kasabamız olan Bafra’da soyadı Aydın olan başka aileler de vardı. Başka bir ihtimal düşünemiyorum kuvvetle muhtemel böyle olmuştur, tabi bu da tezleri çok olan bir ananın oğlu olarak benim kendi küçük tezimdir.
Her iki mahalle de müşterek esaslardan hareket ederek, birbirlerine samimi ve gönülden bağlı tek bir bütünü oluştururdu. Köyümüzde bir kahvehane vardı sahibi babamın yeğenlerinden ve aynı zamanda köyümüzün muhtarı olan, İsa amcamın cenazesinde arabasıyla evden eve acıyı dağıttığım Hüseyin amcamdı. Altmışlı yıllarda üniversitede okurken sanırım bir gönül meselesi yüzünden eğitimini yarım bırakmış, seksenlere kadar İstanbul da kulüp işletmiş sonra her şeyi bırakarak gelip köye yerleşmişti. Çok donanımlı kültürlü adamdı, genlerinde bizim gibi dağlılık taşıdığını belli eden fevri davranışları olsa da, hitabeti kılık kıyafetiyle tüm diğer amcalarımızdan açık ara ayrılırdı. Köylerde siyah beyaz televizyona henüz alışılmışken, Hüseyin amcam kahvehaneye renkli televizyon getirmişti. Biz çocuklar başta olmak üzere köyün büyükleri hatta tüm çevre köyler için dünyanın en ileri teknolojik icadıydı bu. Onu görebilmek için her yerden insanlar gelir, kahvehaneye sığmayan kalabalıklar dışarıya taşardı. Haliyle bütün gündemimizi o renkli televizyon oluşturur olmuştu, hep onu konuşur sürekli ondan bahsederdik. “Biliyor musun, içindeki insanlara dokunabiliyormuşsun? Yalnız izlersen renkli camından canavarlar dışarıya çıkıyormuş biliyor musun? Biliyor musun içinde gerçek insanlar varmış gece seni kaçırmaya çalışıyorlarmış” ve yine biliyor musun ile başlayan hayali yalanlar uydurur, sonra bizzat bizim söylediğimiz yalanlar dilden dile dolaşıp evrilerek bize geri döner, kendi yalanımıza mutlak gerçeklikte inanırdık.
Küçüktük bizi kahvehaneye almazlardı, zaten her yerden akın akın gelen meraklı büyükler yüzünden biz ufaklıklara yer açılması mümkün de değildi. Sabahları kahvehane henüz açılmadan erkenden gider, kapalı pencereden kapalı renkli televizyonun diğer siyah beyaz televizyonlardan farklı kasa görünümünün ilginçliğini, sanki açıkmış gibi ilgiyle izlerdik. Pencerenin kenarında sadece bir kişinin sığabileceği daracık bir yer vardı, o kutsal yeri kapabilmek için ne kavgalar ederdik. Komşu köyden gelen meraklı çocuklara izleyemediğimiz televizyonumuzla hava atar, onları pencereden uzak tutmak için kimsenin farkında bile olmadığı ne savaşlar verirdik. Büyüklerin göremediği kadar minik, lakin nefeslerimizin ciğerlerimize, zamanların günlere sığmadığı kadar kocaman dünyamız vardı. Kahvehane açıldığında tacizlerimiz taaruza dönüşür, Hüseyin amcam laf sözden anlamadığımızı görünce, hepimizi içeri alarak bizi inanılmaz sevindirirdi. Sözleşmemiz hep aynıydı, neticesi de aynı; O Bizlere birer oralet ısmarlayacak bunlar bitinceye kadar en ön masada renkli televizyon izletecek, bunun karşılığında evimize gidecektik ve o gün bizi artık pencere kenarlarında görmeyecekti. Böyle bir teklifi kabul etmememiz söz konusu olamazdı, hatta dünyanın en karlı anlaşması denen şey bu olmalıydı, oralet içme süremizi ne kadar uzatabilirsek o kadar da kardaydık. Tabi bir çocuğun mutluluk süresinin o bardaktaki oralet oranının ölçüsü ile eş zamanlı olduğu hesaba katılırsa, kesinlikle bardaklar boşalmalı ve oraletler bitmemelilerdi...
Ağızlarımıza götürerek, çok minik yudumlar alır veya hiç almaz, ama alırmış gibi yaparak dudaklarımızı ıslatırdık sadece. Hüseyin amcam bu küçük numaramızı yemese de , kahvehanenin uygunluk durumuna göre yermiş gibi görünürdü. Çocuklara düşkündü ve bizleri çok severdi. Oraletlerimizin artık soğumuş olduğu gerekçesiyle bardaklarımızı tazeletme teklifini hep bir ağızdan reddederdik. Hem ne malumdu bardakları götürdüğümüzde elimizden alarak, haydi bakalım çocuklar oraletleriniz bitmiş hepiniz dışarı demeyeceği? Böylesine tehlikeli bir riske atamazdık kendimizi, hem biz soğuk severdik sıcak olursa ağzımız yanabilir dudaklarımız kabarır hatta kim bilir belki ölebilirdik bile. Zaten duyduğumuza göre de bir çocuk sırf bu yüzden ölmüştü. Böylesi saçma ve gerçekten uzak yalanları uydurmalarımızı hep bir ağızdan, hatta kelime sıralarını bile şaşırmadan doğaçlama öyle güzel ekip halinde yapardık ki, Hüseyin amcamın halimizin komikliğine tebessümünü, bizim onu kandırma veya ikna başarımız olarak görürdük. Bir süre sonra -ki bu süre ne kadar uzun olursa olsun bizim için kısacıktı- Hüseyin amcam kendi yaptığı anlaşmayı kendi bozarak, artık imamın abdest suyuna dönsede henüz daha yarısını içebildiğimiz bardaklarımızı bitirmeden, hepimizi ansızın kapı dışarı ederdi. Hayal kırıklığı içerisinde köy meydanına kaçar ve orada yaptığımız toplantıda, bize belki yarım saat daha renkli televizyon izletecek oraletlerimiz kaldığını, açıkça haksızlık ederek anlaşmayı onun bozduğunu, bu durumda pencere kenarı ve duvar diplerinde olmayacağımıza dair sözün geçersiz olacağının haklı kanaatine varırdık. Böylelikle tacizlerimize kaldığımız yerden devam ederdik. Fakat hep huzursuzduk, belli aralıklarla kahvehaneye girip çıkanlar Hüseyin amcamın bizim için geldiği korkusu uyandırırdı. Bir zaman sonra buna da bir çözüm bulmuştuk, kahvehanenin arka kısmı tarlaydı ve oradaki pencere renkli televizyonu uzaktan da olsa tam karşıdan görürdü. Gündüz orası Hüseyin amcam tehlikesine açık bir yerdi fakat gece bizi orada kimsenin görmesine imkan yoktu. Tüm çocuklar geceleri orada roplanır olmuştuk, dışarıda olmamız renkli televizyonumuzun uzak duvarda olması ve kahvehanenin gürültülü kalabalığı, renkli televizyonun sesini duymamıza olanak tanımazdı ama mutluyduk. En huzurlu en heyecanlı zamanlarımızdı onlar, akşamı iple çekerdik. İsa amcamın siyah beyaz televizyonundan görüntüsüz sırf sesle tv keyfine alışmışlığım vardı, burada ise durum tam tersiydi, görüntü var ses yoktu. Ama bu sisteme de alışmam çok sürmedi, mutlu olmaktan başka tasası olmayan her çocuk gibi, minicik şeylerden dev gibi heyecanlar üreterek evrimden evrime hızla geçiveriyordum.
Mart Nisan aylarında dere kenarları ve orman diplerinde kabuklu salyangoz toplardık, bu bizden önceki kuşaktan devraldığımız ve azda olsa maddi getirisi de olan bir gelenekti. Genellikle geceleri otlayan bu hayvanları o dönemin aydınlatmadaki en büyük icadı Lüks ile, ya da benzin dolu şişenin ucuna takıp yaktığımız bir bez parçasıyla arardık. Köyüme fikrinin kim tarafından getirildiğini bilmediğim bu aparatı ileride büyük şehirlerde tanıyacak, ortasında kaldığım eylemlerde bunun adının Molotof kokteyli olduğunu öğrencektim…
Lüks denilen o süper aydınlatıcı alet benim için gerçekten de lükstü, çok pahalıydı bizim bir kuşak büyüklerimiz ancak ortaklaşa alabilirlerdi onu. Bu alet Çalıların en dip kuytularından tutunda, dere kenarlarının karşı yamacına kadar gündüz gibi ışıtırdı. Bu aylarda geceleri salyangoz toplamaya çıkanların ışıklarıyla dağlar aydınlanır, sabaha kadar onlarca ışık yaylalarda ateş böcekleri gibi oradan oraya gezinir dururdu. Lüks sahibi olanlar salyangoz aramaya çuvalla çıkardı, ben ise bir elimde küçük poşetim diğerinde Molotof kokteyli ile, dikenlerin içerisine ışık tutup görebilmek için çok büyük çabalar sarf ederdim. Kollarım bacaklarım ellerim diken yırtıklarından kan içinde kalırdı, ama bu uğraş sırf maddi getirisi için değildi, herkesin bu işin içinde olması eylemi renkli ve eğlenceli kılıyordu. Bazen Molotof kokteylini hazırlayabilecek benzinim benzinim olmazdı, bu durumda anama beni erken kaldırmasını tembihler salyangozların gece otlamalarından toprak altlarındaki inlerine dönmezden evvel yakalayabilmek için düşerdim yollara, daha doğrusu dere ve ormanlara. Bu hayvanlar genelde sisli ve yağmurlu havalarda otlanmaya çıktıkları için çizme giymek elzemdi, daha o yaşlarda bile ayak numaram büyük olduğundan eldeki çizmeler bana olmaz, babamın mest ayakkabılarını giyerdim. Çocukluğum bu mest ayakkabılarıyla geçmiştir, yenileri alındığında bir süre giymeye kıyamaz onları yastığımın altına koyar, bana çok tatlı gelen lastik kokusunu içime çekerek uyurdum. Toplanan salyangozları kasabaya götürerek çok küçük miktarlarda paraya satardık, elimize para geçtiği istisna zamanlardı bunlar. Hatta bazen satışlarını birkaç gün geciktirir, kilosu fazla gelsin diye içlerine toprak atar yemelerini umardık. Bu hileyi kim öğretmişti, ayrıca salyangoz toprak neden yesindi mantığı neydi hatırlamıyorum, kaldı ki satışını yaptığımız yerde onları araç yıkama hortumuyla tazyikli suda yıkayarak tüm topraklarından arındırır ışıl ışıl parlatırlardı.
Yine bu dönemde Hüseyin amcamın kahvehanesinin arka bahçesinin penceresinden izlediğimiz baş rolünde hülya Koçyiğit’in oynadığı, bizim için sessiz ama renkli filmlerimizden birinde, kurbağa toplandığını ve bunların tomar tomar paralara satıldığını görmüştüm. Köyümde böyle bir sektör yoktu, ama bu işi ilk ben patlatabilir çok paralar kazanabilirdim, bu sayede o çok istediğim Lüks’ü alabilirdim üstelikte köyümüz ve çevresinde kurbağa, salyangozdan daha çoktu. Göller ve dereler hemen her yer onlarla doluydu, köyüm gecelerini tüm yaz boyunca onların vıraklama sesleriyle geçirmiyor muydu? ayrıca onlar salyangozlar gibi genellikle geceleri dışarıya çıkan hayvanlarda değillerdi. Toplamak için ne Molotof kokteyline ne de Lüks’e ihtiyaç vardı, kararımı vermiştim kurbağa işine girecektim. Bu fikrimi arkadaşlarıma açtığımda saçma bulup hiç sıcak bakmadılar, bende yalnız başıma işe girişip hemen ertesi gün elimde poşetimle göllere ve derelere koştum. Durum tam da tahmin ettiğim gibiydi her yer kurbağa kaynıyordu, fakat poşet yanlış seçimdi çok kısa sürede doluvermişti. Çuval ile gitmeliydim ama köyden bir hayli uzaklaştığım için de geriye dönmedim, arkadaşlarını alıp götürdüğümü gören kurbağalar bunu tüm dereye haber verebilir ve ben döndüğümde hepsini kaçmış bulabilirdim. Zira bunlar salyangozlar gibi ağır hareket eden canlılar değillerdi, bu riski alamazdım!
Pantolonumu çıkarıp paçalarını bağlayarak bir çeşit heybe yaptım, belki on iki om üç yaşlarında olmama rağmen iyi ki yaşıma göre oldukça kalıplıydım, büyük pantolon paçalarım dolmak bilmiyordu. Belki yüzlerce kurbağa toplamıştım o gün ve kimse beni pantolonsuz görmesin diye sık ormanlarımızın patika yollarını kullanarak eve gelmiştim. Hepsini evde çuvala doldurduğumda içeriden bir sürü çift göz bana bakıyordu, Tanrım ne zenginlikti bu, artık o Lüks’ü alabilecektim ve belki de bisiklet, evet bisiklet bile alabilecektim hemde vitesli olacaktı bu. Zaten bölgemizin dik bayırlarında vitessiz bisiklet zor olurdu evet kesinlikle vitesli olmalıydı. Sınırlı olduğu gibi, ağzına kadar da olasılıklarla dolu bir hayatım olabileceğini ilk o zaman farketmiştim. Kurbağa çuvalını salyangozları da sürekli koyduğum evin tuvaletinin uzunca koridoruna koydum. Sabah onları kasabaya satmaya götürecek, dönüşte ise vitesli bisikletimin arkasına Lüks’ü bağlayıp mutlu mutlu pedal çevirerek köyüme gelecektim. Bisikletimi hangi renkte almalıyımın kararsızlığı ve daha çok kurbağa topluyarak, kim bilir neler alabileceğimin zengin hayalleri ile o kadar heyecanlıydım ki o gece güçlükle uykuya dalabildim. Tabi ben salyangozların poşetteki sessizliklerine, nasıl bıraktımsa tekrar aynı halde bulma eylemsizliklerine alışık olduğumdan, kurbağalardaki el, ayak ve tırnak gibi farkları düşünüp hesap edememiştim. Gece kurbağalarım çuvalı yırtarak dışarı çıkıp tuvaletin o uzun koridoruna doluşmamaları imkansızdı, babamın gece tuvalete kalkarak uyku sersemliği ile üzerlerine basıp ilerlediği o yumuşaklıkları sonradan fark etmesi ile gördüğü sahneyi, ben anlatamam bunu ancak kendisi ifade edebilirdi. Kükreme gibi bağırış ve bir yığın küfür sesine uyanıp panikle salona koştum, gerçekten inanılmaz bir görüntüydü. Babam tuvalet kapısında dikilmiş duruyor, kapıyı yarı açık bulan onlarca belki yüzlerce her renkte kurbağalarım, salona doğru vıraklayarak koşuşturuyorlardı. Tam bir gece yarısı şokuydu, her yer kurbağaydı. Babam yine küfür azar ve dayak eşliğinde çoğunu tutturup dışarı attırdı bana, bulamadıklarım ise günlerce evde kaldılar. Haftalar sonra bile yengemin çeyiz sandığı, anamın tel dolabı, babamın palto ceplerinden olmadık zamanlarda vıraklamaya başlayıp, gecenin bir yarısı tüm ev halkını uyandırıyorlardı. Bu durum uzunca bir süre devam etti, hele bir tanesi vardı ki aileden biri gibi olmuştu, ben evde olmadığım zamanlarda ortaya çıkıyor fakat kimse onu eline almak istemediği için müdahale edilmiyor, ben varken de ortalarda görünmüyordu. Böylelikle bütün zenginlik hayallerim facia ile son bulmuş ve benim en o Lüks’ü ne de vitesli veya vitessiz bisikleti alacak param hiç olmamıştı.
Diğer işlerimiz başında inekleri otlatmak gelirdi, bu benim en sevdiğim işti bir nevi sosyal aktiviteydi, çelik çomak oyunları oynar ateş yakıp közde mısır pişirir ve mevsim meyve ağaçları arasında daldan dala atlayarak müthiş eğlenceler yaratırdık. İnekleri en uslu sayılanlar benimkilerdi, diğer arkadaşlarımın hayvanları sürekli mısır veya tütün tarlalarına kaçar, sahiplerini beş dakika oturtmazlardı. Siyah ineğim Cömert’te ahır kapısına işlenmiş olan doğum tarihine istinaden bir boğa burcu dişisi olarak, taze yeşil renkte mısır yaprakları başta olmak üzere, doğadaki diğer bütün canlı renklerin cazibesine dayanamaz, bulduğu ilk fırsatta onlara doğru yönelmeye bakardı. Bazen bir bağırışımla durarak kafasını yere kor, tek gözü beni denetleyerek önünden otlanıyormuş numarası yapardı. Dikkatimin başka yöne kaymasını sabırla bekler, kendini unutturduğunu fark ettiği anda hedefine doğru ilerlemeye başlardı. Eğer onu mısıra varmadan fark etmişsem, oraya ne kadar yaklaşmış olursa olsun, daha da sert bağırışımla beraber yerimden kalkıp yanına gidiyormuşum gibi hareketler yaptığım için, umudu kırılmış halde geri dönerdi. Ama eğer hedefine ulaşmışsa ne bağırıp çağırmalarım ne de yaptığım sahte beden hareketlerimin onu mısırlardan ayırabilmesinin imkanı yoktu. Ben bizzat gidip onu oradan çıkarıncaya kadar olan süreyi iyi değerlendirerek, seri bir şekilde mısır yapraklarını mideye indirmeye bakardı. Aslında bir hayvandan özellikle inekten beklenmeyecek kadar zekice numarasını taktir etmiyor da değildim, ama otsuz bir alanda bir saat bağlı kalma cezasından da kurtaramazdı bu onu. Ali abimiz vardı yine bizim Aydın’lar sülalesindendi, bizden yaşça oldukça büyüktü ve hayatı kumardı. Hüseyin amcamın kahvehanesinde küçük yaştan beri garsonluk yapması bir nevi kumarın içinde yetişmesini sağlamıştı, hastalık derecesinde kumarbazdı, cebinden iskambil kağıtları hiç eksik olmazdı. Bizlerle inek otlatmaya gelir hepimizi kumara takardı, o varken çelik çomağın yüzüne bakan olmazdı. Hiç kimseyi bulamasa kendi kendine pişti oynar, sanki karşısında gerçek bir rakip varmış gibi kağıtları dağıtır, önce kendi yerine, sonra hiç üşenmeden yer değişerek rakibi yerine geçip kağıt atardı. Bu yer değişimini yapmadan karşı tarafa dağıttığı kağıtlara bakmayacak kadar da dürüsttü. Hemen bütün iskambil oyunlarına vakıftı, onun sayesinde küçük yaşlarımızda Türkiye’de oynanan kağıt oyunlarının çoğunu öğrenmiştik. Tabi bu kumarlar iddiasız değildi, Kaybedenler inekleri mısırdan çeviriyordu, lakin Ali abimiz gerçekte olmayan o hayali rakibine karşı gösterdiği dürüstlüğün yarısını dahi bize göstermez, daha kartları karıştırırken hangilerini bize verip, kendisine hangilerini alacağının sihirbazca ayarlamasını yapar ve uygulardı. Hilede bize karşı müthiş yaratıcıydı, akşam kahvehanede uygulamak için bizim üzerimizde bir nevi hile antrenmanları yapsa da, yine de akşam yenildiğinden bahsederdi. Tabi onlar bizim gibi saf ve çocuk değillerdi, onun bütün numaralarını çözmüşlerdi. Ama bizleri her defasında ezici güçle yener, sonrasında bir ağaç gölgesinde camış gibi yatardı. Bir sürü ineği vardı ve bunlar hiç yerinde durmayan iğrenç hayvanlardı, sürekli onun aksi hayvanları ile uğraşmaktan dinlenmeye vakit bulamazdık. Böyle durumlarda Cömert’i ne uslu ne güzel bir hayvan olduğunu bir kez daha gönülden taktir ederdim. Sabahtan akşama kadar Ali abinin hayvanlarını sürekli oradan buradan çevirip durmamıza rağmen, yine de hesabımızı kapatamaz ertesi güne de borçlu girerdik. Ama sağ olsun abimiz alçak gönüllülüğünü gösterir dünden kalan tüm borçlarımızı silerdi. Sanıyorum bu iyi niyetinin altında, nasıl olsa yine kazanacağının mutlak bilinci ve olmayan bir rakiple oynayarak, sürekli yer değiştirme zahmetinden de kurtulma isteği yatıyordu. Aynen de düşündüğü gibi olur ve biz yine bir yığın borçla kalkarken, o aynı ağacın altına yatmaya giderdi. Belli bir süre sonra uykusunu aldığında uyanır ve ağaç altında tek başına oturmaktan sıkılarak bizi çağırarak, tekrar tüm borçlarımızı siler yine kumara takardı. Eğlendirilmekten yorulup tekrar uykusu bastırınca kumarı yarıda keser, biz daha büyük borçlarla kalkarken o yine olduğu yere zıbarırdı. Zamanla bizlerde ustalaşıp bütün hilelerini çözmüş hatta onu yenebilir duruma gelmiştik, ama o bize asla borçlarını ödemez ineklerimizi çevirmezdi, yine de buna çok aldırmazdık şükür ki onun pis hayvanlarıyla uğraşmaktan kurtulmuştuk artık, ve bu bizim için en büyük kazançtı.
İlkokulda birinci ve ikinci sınıfta sınıf birinciliğimi bana verilen kırmızı şeritli bir kurdeleden hatırlıyorum, sonraki yıllar derslerde ne kadar başarılıydım bilemiyorum ama bugün okul karneme baktığımda notlarımın iyi olma sebebinin anamın öğretmene verdiği rüşvet tavuk veya yumurtalar olduğunu düşünüyorum. Zira bütün derslerim pekiyi, oysa bunun imkânsız olması gerekir. Çünkü üçüncü ve dördüncü sınıflardaki derslerimi okul ve çevresinde yaptığım yaramazlıklar kadar hatırlamıyorum. Beşinci sınıfa geçtiğimde o sıralarda olduğuma dair çok az anı var kafamda. En net hatıram; bana o sınıf birinciliklerini veren aynı öğretmen tarafından okuldan kovulduğum gündür. Yunus öğretmende beni çok dövmüştür, okul bahçesindeki Atatürk büstünü bir hafta sonu eve odama götürmem, okulun bayrağını indirip ormandaki ağaç tepesine asıp orada unutmam, okulun camını kırmam, gece bilmem hangi sebeple okula pencereden girmem, çocukları yaramazlığa teşvik etmem başta olmak üzere, daha Birçok şeyimi “beni döverek” hoş görmüştür. Ancak ne zamanki kızlar tuvaletinin arka tarafındaki tuğlayı kırarak delik açıp kızların kıçlarını gözetlediğim öğrenildi, bunu dayakla bile hoş göremeyeceğini düşünmüş olmalı ki -işte okumuş insanın farkı- beni dövmeyi de uygun bulmayıp okuldan attı. Çantamı toplayıp kapıdan çıkacakken önüme durdu, elini omzuma koyarak, sanki az önce gözlerinden ateşler çıkaran o değilmiş gibi bana tatlı tatlı nasihatler de bulunmuştu. O kadar şey söylemesine rağmen bunlar neydi hatırlamıyorum. Sınıftan çıkar çıkmaz ara koridorda yunus hocanın eşi Zübeyde öğretmen ile karşılaştım. Korktum çünkü o kocasından fazla düşkündü şiddete. Okulun diğer öğrencileri gibi bende en çok dayağı bu öğretmenden yemişimdir. Beni görünce garip bir hayvan sesiyle ciyaklayarak, seni ahlaksız deyip elini hışımla kaldırsa da, gözümün hemen altında bir gün önce dut çalarken ağaçtan düşüşümden kalma morluğu görünce durdu. Çok şiddet gördüğümü bildiği için de bu morluğu köy büyüklerinden yediğim bir dayak izi zannettiğinden olacak bana vurmaktan vazgeçti. Sonra önüme çökerek benim ne kadar yetenekli bir çocuk olduğumdan, yaramazlıklara ayırdığım enerjinin yarısını derslerime ayırsam okulun en başarılı öğrencisi olmakla kalmayıp, ileride çok güzel bir hayatım olabileceğinden falan bahsetti. Ben yunus hocan ile konuşurum, sen bütün derslerine güzelce çalış yarın gel olur mu dedi. İlk defa onu böyle şefkatli gördüğümden ve dayağından kurtulmanın şokundan olacak, hiç cevap vermeyip mal gibi yüzüne bakmayı sürdürdüğümü görünce, belki gözümdeki morluğu kocasının yaptığını zannedip“bak evladım suç bir kirdir, yaramazlık yaparsan uygun bir ceza ile bu kirden temizlenmen gerekir, suç kirdir ceza ise banyo bunu böyle kabullenmelisin” dedi. Yarın yunus hocanı bile şaşırtacak şekilde derslerine çalışıp geliyorsun anlaştık mı dedi. Anlaştık dedim. Söz ver bana dedi, söz dedim. Aferin diyerek önümden kalktı başımı okşayıp beni uğurladı ve ben ertesi gün okula dönmedim..
Yolda düşündüm; yaramazlık kir, ceza ise banyo idi demek, öyleyse yaptığım her yaramazlık karşılığında ortalama üç beş tekme tokat ile duş alıp çıkmaya alışkındım ben. Değilmi ki okuldan kovulduğum ve kızlar tuvaleti olayı bir şekilde duyulacak ve ben bir şekilde duşa girecektim. O halde şimdi biraz daha kirlenme zamanıydı, sırt çantamı ormanda bir ağaca asıp komşu köyün atlarının bağlı olduğu otlağa at binmeye gittim. Zekiydim evet lakin akıllı değildim, ve bilmiyordum ileride yaptığım yaramazlıkların suça dönüşerek, bunların kirine karşılık dayak yoluyla duş almakla kurtulamayıp, hapislik yoluyla saunalara kapatılacağımı..
Tabi okuldan kovulmaktan ayrı, kovulma sebeplerimden ayrı o gün atlara binmiş olmaktan ayrı olmak üzere, başka başka kişilerden dayak yemiştim. Yine de konu bir şekilde kapatılıp unutulmuş ve ben Bir hafta sonra tekrar okula döndüm, aslında benim hiç böyle ek durumlara gerek olmadan devamsızlıktan atılmam gerekirdi okuldan, çünkü tarlada herhangi bir işimiz varsa ben o gün okula kesinlikle gönderilmezdim. En çok içerlediğim ise bayramlar olurdu, 23 Nisan’dan iki gün önce öğretmenimiz karton kutular içinde getirirdi bayram süslerini. Kıvrımlı kâğıttan sarı, kırmızı, yeşil ve beyaz renklerde süsler çıkardı bu kutulardan. İnce tahta çubuktan saplarıyla parlak kâğıttan bayraklar ve bunları yapıştırmak için bantlar çıkardı. Öğretmen her öğrenciye ayrı ayrı görevler verir, bu kağıt şeritler ve bayrakları okulun pencereleri ve sınıfın duvarlarına yapıştırdık. Sonra itinalı bir bayram temizliği yaparak yarınki çocuk bayramı içim her şeyi hazır hale getirirdik. Heyecandan gözüme uyku girmediği zamanlardı yine bu bayram arifeleri. Nihayet o kutlu günün güneşi doğar ve ben daha önlüğümü giymek için kalkmadan dedem gelip başıma dikilerek; “çabuk kalk kahvaltını yap işe gidiyoruz” derdi. “Okul, bayram, çocuklar için eğlence, dünkü yaptığımız süslemeler, arkadaşlarım” gibi söylemlerimin hiçbirini dinlemezdi. Tek bir şey ilgilendiriyordu babamı, o gün okulda ders var mıydı? Yoktu! Mademki ders yoktu o halde okula gitmenin bir anlamı da yoktu. O halde tarlaya gidecektik nokta. Ağlayıp sızlamam işe yaramaz ve ben her 23 Nisan’da mutlaka tarlaya götürülürdüm. Bir defa 23 nisana okulda katıldığımı hatırlıyorum ki o günde yağmurlu olduğu için bahçede değil sınıfta kutlamıştık. Yağmur yağdığı için o gün tarlaya gidememiş olmalıydık. Bugün 23 Nisan denilince benim aklıma o yağmurlu havada sınıfta kutladığımız bayram gelmez, arkadaşlarım tertemiz kıyafetleriyle okula bayram kutlamaya giderken, benim onlara gıptayla bakarak dedemin peşinden tarlaya gidişlerim gelir. Bir defasında okula fazla uzak olmayan bir tarlaya çalışmaya gitmiştik, okul bahçesinde neşeli kuşlar gibi şakıyan arkadaşlarımın şen sesleri tarlaya kadar geliyordu. “bugün 23 nisan, hep neşeyle doluyor insan” marşını söylüyorlardı. O seslerin bende yarattığı kıskançlık ve hüzün var ki, bugün bile o günün ıstırabını hissedebiliyorum desem abartı olmayacaktır. Yani 23 Nisan benim neşeyle dolduğum bayram değildi, hiç olmadı..
Marş demişken birde postacı marşımız vardı, öğretmenimiz hemen her gün bu marşı toplu olarak söyletirdi bizlere.
“Bak postacı geliyor selam veriyor, Herkes ona bakıyor merak ediyor, Çok teşekkür ederim postacı sana, Çok sevinçli haberler getirdin bana.”
Gibi sözleri vardı, benim yaşıma yakın olanlar hatırlayacaklardır bu marşı. Biz köy okulunun bütün çocukları bu marşı ezbere bilirdik neredeyse, ama bu postacı denen kişi kimdir nedir ne iş yapar, tıpkı marşta geçtiği gibi merak ederdik. Çünkü bizim köye postacı falan gelmez, eğer bir mektup gelmişse Hüseyin amcam kasabadan alır kahvesine getirir herkes oradan alırdı. Ben tabi sonradan postacının ne iş yaptığını öğrenmiş fakat kendisini görmemiştim. Yıllar sonra kasabada bir abiyle yürürken, abi karşımızdan bize doğru gelen yeşil üniformalı birini göstererek; bak postacı geliyor” dedi. Aradan yıllar geçmiş olmasına rağmen o marşı hatırlayıp postacının önüne durarak “demek o ünlü postacı sensin ve bu defa gerçekten geliyorsun ha” dedim. Coşmuştum, yıllardır marşlarımdaki adından ve onu sürekli çağırmamıza rağmen bir kez olsun gelmemesinden sitem edip, tüm marşı eksiksiz söyleyerek selam verdim ve onun da tıpkı marşta olduğu gibi bana selam vermesini istedim. İlk başta beni deli veya sarhoş zannetti kurtulmaya çalıştı ama bırakmadım, derdimi anlatacak kadar dinlemesini sağladığımda sırf selamını vermekle kalmayıp sonra bize çay ısmarladığını da hatırlıyorum.
Yerli malı haftaları olurdu, köyün bütün çocukları gibi benimde okula götürebildiğim yiyecekler belliydi. Haşlanmış yumurta, patates haşlanmış, gözleme, süt, yoğurt veya ayran. Güya yerli malının değerini bilmek için yapılırdı bu, oysa biz zaten sürekli bunlarla besleniyorduk, yabancı bir gıda görmüş tanımış değildik. Birde arkadaşlarımız ile paylaşımı öğrenip geliştirmek gibi bir amacı vardı bugünün, o ritüelde yerine gelsin diye öğretmenimizin teşvikiyle yiyeceklerinizi değiş tokuş ederdik. Ama bunun da bizim için sosyal bir mantığı yok gibiydi, çünkü hemen hepimizin evden getirdiği yiyecekler birbirinin aynıydı. Arkadaşıma yeşil soğanımı verip karşılığında ondan yeşil soğan almanın bir mantığı yoktu, ya da ıspanaklı gözlememi verip patatesli alsam bile zaten bende patatesli de vardı. Ama bunu yapınca paylaşmayı öğreniyor hem de “yerli malı yurdun malı, herkes onu kullanmalı” nakaratını hep beraber söyleyerek mutlu oluyordun, o günlerin olayı bizde buydu. Biri dışında hep bu vasatlıkta geçmiştir yerli malları haftalarımız. O istisna günün kahramanı ise Okan isminde bir arkadaştı. Komşu köyden bir çocuktu ve onu getirip bizim okula verdiler, küçük bir tavuk çiftlikleri vardı. Kısa zamanda çok iyi anlaşmış ve iyi arkadaş olmuştuk. O yıl yine yerli malı haftası geldiğinde öğretmenimizin tavsiyesi üzerine “yerli gıdalarımızı” alıp okula geldik. Herkes evinden getirdiği her yıl değişmeyen yiyecekleri çıkarıp sırasının üzerine koydu. Yine birbirimizle gözlemeler değişip yumurtalar tokuşturarak, patatesleri de paylaşıp bilindik ritüelleri gerçekleştirdik. Okan ise getirdiği çantayı açmamış bir süre bizi seyretmişti, öğretmen ne zamanki “hadi yemeye başlayabilirsiniz afiyet olsun çocuklar” dedi, Okan hızla çantasını açıp içinden folyoya sarılmış kocaman bir bütün tavuk çıkarıp masasına koydu. Bu manzara karşısında hepimiz elimizdeki patates ve gözlemeler gibi saçma şeylerle kalakalmıştık, hepimizin gözü tavuktaydı. Nar gibi kızarmış görüntüsüyle bütün sınıfın ağzından salyalar akıtmaya başladı, o tavuk hepimizin içinde üstün bir şeye karşılık geliyordu. Hemen yan sırada oturduğum için en çok da ben tahrik olmuştum. Bir parça isteğimi ben daha cümlemi tamamlamadan reddetti, uslu bir çocuk olmadığımı bildiği için de dirseklerinden set oluşturup tavuğun üzerine eğilerek önünden kapmamam için önlem aldı. Gözlemelerim başta olmak üzere bütün yumurta ve patateslerimi bir kanat karşılığında teklif etsem de kabul etmedi. Güya yerli malı haftası ve paylaşmanın güzel duygusunu yaşamak için toplandığımız gündeydik ama bu gibi değerler umurunda değildi, tek derdi tavuğunu yanlız yiyebilmekti. Sinirlenmeye başlamıştım, kaldı ki istemlerim söz konusu olduğunda ben sadece amaca odaklanır, araçların yanlış veya doğruluğunu yaradılışım gereği sorgulamazdım. O tavuktan istiyordum ve bir şekilde elde etmeliyim. Bütün sınıf hala önlerindeki yiyeceklerden bir lokma yememiş neyi beklediklerini bile bilmeden öylece bekliyordu. Bu esnada öğretmen masasından başını kaldırıp durumu gördü ve bir eğitimci olarak olayı hemen kavradı, Okan tavuğun kanadını koparmış ağzına götürüyordu ki öğretmen ona “dur Okan” dedi. Hızlı adımlarla yanına gelerek yüzünde mutlu bir gülümseme ile “sevgili Okan, biliyorsun yerli malı ve paylaşımın önemi haftasındayız, arkadaşların sana yiyecekleriden versinler ve sende yemeğini paylaşki bu güzel günün duygusunu yaşa” diyerek Okan’ın önünden tavuğu alarak masa masa gezip bütün sınıfa dağıttı. Elinde kalan son küçük parçayı da öğretmenim getirip Okan’nın önüne koydu. O anda bir sessizlik oldu ve sonra Okan öyle bir ağlamaya başladı ki, bütün sınıf hıçkırıklara yankılanıyordu. Yunus öretmenin onun saçını okşayarak, yerli malı, kardeşlik ve paylaşım vs gibi tesellileri fayda edecek gibi değildi. Bizim için artık Okan”ın hiç bir anlamı kalmamıştı, dönüp bakmadık bile, ve onun hıçkırıkları bizim tavuk kemiklerini yalama seslerimiz arasında boğuldu gitti. Ve o günden sonra da bir daha okula tavuk getirmedi.
İlkokulu bitir bitirmez babam köyde açılan kuran kursuna vermişti beni, aynı dönemde de adem abim sayesinde sigaraya başlamıştım. Babam bunu öğrenip ağzıma yanan sigarayı sokmaya kalkışmak başta olmak üzere, türlü şiddet türleri uygulamış olsa da işe yaramamış çaresizce durumu kabullenmişti. Beni sigaraya başlatan köyümüzün eski yaramazı yeni serserilerinden adem abiydi. Bir çocuğun başkalarının davranışlarını taklit ederek kendilik bilincine varması doğaldır, eğer başında sağlam iradeli bir olup doğruda ısrar ettirmiyorsa bu yönelimler daima yanlış kişilerde gördükleri yanlış şeylere olacaktır. Bu eğilim istisnasız bütün çocuklarda görülebilir. Benim başımda ceberrut kişi sayısı çoktu ama saygı duyduğum kimse yoktu, o sigarayı içecek gereken dayağı yiyecektir olup bitecekti. Merak ve değişik bir eğlence türü gibi başladım sigaraya, İlk başlarda öksürüğe boğulmadan içemezdim. Adem abi gibi içime çektiğimde öksürükten boğulacak gibi olur yüzüm domates gibi kızararak boynumun damarları patlayacak gibi şişer ve ben öksürür öksürürdüm. Ama yinede içerdim. Sonra sıgara sayısını artırdıkça öksürüğüm azaldı, kendi şifasını kendi içinde taşıyan bir zehir türü olduğunu bilmiyordum bunun ozaman. Önceleri buna para vermiyordum, adem abim ne zaman istersem hatta istemesemde bana ikram ediyordu, sonra ben buna alışıp istemeye başlayınca o daha bir nazlanır oldu. Yine de beni dumansız bırakmıyor nikotin ihtiyacımı bir şekilde karşılıyordu. Sabah kalkıp kahvaltımı yaptıktan hemen sonra ilk işim adem abinin yanına gitmek olurdu, onu köydeki herkesten fazla sevmeye başlamıştım. Bir gün inekleri otlatırken adem abiyi uzaktan görüp mutlulukla onu karşılamaya koşmuştum, dünyada görmeyi istediğim tek insandı sanki, fakat o gün sigarası yoktu ne kendi içti ne de bana ikram edebildi. Ve ben bu sevgimin adem abiye değilde sigaralarına olduğunu o gün anlamıştım. Aynı hissi ileride eroine beni alıştıran Davud abide de hissedecek, Davut abiden çok ondan temin edebileceğim eroini sevecektim...
Kur’ankursu hocamız caminin imamıydı, kız erkek karışık yaklaşık otuz kişilik bir sınıftık. Hocamızın elinden sopa hiç eksik olmazdı, öğrenemediğimiz veya öğrenmekte geciktiğimiz her harf, her süre ve her ayet için dayak yerdik. Çok acımasız bir adamdı bizleri yetişkin döver gibi döverdi, ve onun için kız erkek hiç fark etmiyordu. Ailelerimize bu durumu şikayetimiz bir de onlardan azar işitmemiz dışında işe yaramazdı. Herkes ona büyük hürmet gösterirdi, ne de olsa o bir din adamıydı okul öğretmeninin çok üzerinde kutsal bir mevkiye sahipti. Hiç unutmuyorum bir gün kuran kursu çıkışı babam bana muhakkak bir iş verir korkusuyla eve gitmemiş, Kur’an’ı da bir ağacın tepesine asarak at binmeye gitmiştim. O gece çok geç döndüm eve, Kur’an’ı almak içinde ağaca gitmedim. Sabah uyandığımda aşırı yağmur yağıyordu hemen Kur’an’a koştum ama maalesef göle düşmüş gibi sırılsıklamdı. Kur’sun kapısına geldiğimde hoca elleri belinde kapıda dikiliyordu, verdiği derse hiç çalışmadığım gibi Kur’an’ın da sırılsıklam olması kaygılarımı daha da artırmış, yüzünde minicik bir tebessüm aramıştım ama yoktu. Okulun önündeki Atatürk büstü gibi soğuk ve hareketsiz bakıyordu, duygu ve düşüncelerini kestiremiyordum. Atamın o tunç büstü bile hocanın o bakışıyla kıyaslanınca daha sıcak geliyordu sanki insana. Onun en azından ders çalışamadığımız için canlanarak bizi dövmediği de göz önüne alınınca, Atatürk büstünde sanki bu hocada olmayan ilahi bir nur peydahlanıyordu. Dört üçlük bir Arap gırtlağı ile selam verip içeriye girdim. İçerideki öğrencilerin bazıları Kur’an kitaplarını açmış okuyor bazıları henüz çıkarmamışlardı. Ben çıkarmayanlara uyarak beklemeye başladım. Son kalan öğrenciler de gelince hocada arkalarından gelip masasına yerleşmişti. Herkes Kur’an’ı çıkarmasıyla şüphe uyandırmamak için bende çıkarıp masamın üzerine koymuştum, hoca sobaya odun atarken benim gözüm, elde tutularak dayak atılabilecek odunların hangileri olabileceğindeydi. Korkuyordum ve hocanın hemen her hafta Kur’an ile ilgili tekrarladığı sözler çınlıyordu kulaklarımda “ Kur’an’ı kerim bizim yüce kitabımızdır, her kelimesi Allah sözüdür. Onu gözünüzden sakınacak kendinizden fazla koruyacaksınız. Asla abdestsiz elinize almayacak göbek hizanızdan aşağıda tutmayacak, her ele alışınızda besmele çekecek ve kesinlikle Kur’an’a küçücük bir zarar vermeyeceksiniz, anlıyor musunuz lan beni?” tüm sınıfın anlıyoruz diye cevaplamalarını ve yine hocanın “herkesin Kur’anını daima kontrol edeceğim eğer yırtık görürsem yakarım, öte dünyada Allah’tan ayrı azap bu dünyada benden otuz sopa var, dayağımı yiyenler bilir ki zebanileri aratmam evelallah öyle değilmi hey Allah’ın kulu heyy Abdullah!
Bu geçmiş sözlerinin zihnimdeki yankılarına, hocanın elindeki maşanın çıkardığı çat çat sesleri de eklenince korkum daha da büyümüş, o gün kursa gelmekle ne büyük aptallık yaptığımın farkına varmıştım. Fakat artık çok geç ti, hocanın soba ile uğraşı sona erip sınıfa dönerek bilmem kaçıncı sayfadan bilmem hangi ayeti açın dedi, herkes açtı ben açmadım ellerim ıslak Kur’an’ın bez çantası üzerinde öylece bekliyordum. Önümdeki sıradan küçük hafızlardan birine ilgili süreyi okuturken hocanın gözü onda, başta yanımda oturan Mahmut olmak üzere diğer tüm sınıfın gözleri ise benim hala çantasından çıkarmadığı Kur’anda idi. Bana öyle bakıp tüm dikkati üzerimde topladıkları için sinirlerim depreşiyor ve kimseye saldıramayıp, bana bakmayın bile diyemediğim için kendi kendime kasılıp duruyordum. Süreyi okuyan küçük hafız hata yapıyor ve hoca kafasına maşa ile hafifçe vurarak hatasını düzelttirmekle uğraştığı için hala benim durumumu fark etmiyordu. Sonra hoca bizim sıraya geldi ve Mahmut’a ilk emri verdi; oku! Ve Mahmut okumaya başladı, sıranın koridor tarafında olmadığım için şanslı hissediyordum hala kendimi. Nihayet gözü bana takılarak “sen neden Kur’an-ı çıkarmadın” dedi. Cevap vermedim. “Sana diyorum ulan duymuyor musun” dedi ama ben suskunluğunu korumayı sürdürdüm. Mahmut benim daha önce ders olarak okuyup çok iyi bildiğim süreyi yanlış okuyunca ilk defa olarak masadan başımı kaldırıp “hocam Mahmut yanlış okudu” dedim. Sen boş ver Mahmut’u, soruma cevap ver neden senin Kur’an’ın masada değil derken Mahmut bir yanlış daha yaptı ve ben hocaya cevap vermek yerine en yakın kuran kursu arkadaşımı ateşe itip hedef göstererek “hocam Mahmut yine yanlış okudu” dedim. Fakat o hala benim Kur’an’ımın neden masada olmadığına taktığından, Mahmut’u ısrarla satmam da işe yaramayıp, hoca , soruma cevap versene ulan sikerim Mahmut’un da hayatını seninde dedi. Korkudan titremeye başladım, bilmiyorum ne diyecektim ama tam bir cevap verecektimki elindeki maşa ile başıma vurmasıyla ne saçmalayacağımı da unutmuştum. Mahmut da bu esnada okuduğu süreyi yanlışlarla bitirip sadakallahülazim deyip o da sustu, tüm sınıf sessizliğe bürünmüştü. Hoca önce maşayı kaldırıp kafama indirmeye niyetlense de sonra vazgeçip Mahmut’un önündeki Kur’an-ı benim önüme doğru itip oku şurayı dedi. Mahmut’un okuduğu değil başka bir süre idi bu, çok güzel başlıyor aynı güzellikte ilerlerken bir yerde geçen “kafirun” kelimesinde beni durdurup “ka de” dedi. Ka dedim sağlam bir tokat yedim. Oğlum öyle değil bana bak dilin böyle olacak deyip ağzını garip bir şekilde açarak” Ka,Ka kaafiruun” diyeceksin dedi. Ka dedim tokat yedim kafirun dedim bir tokat daha yedim. Gözlerini bölertip “bak oğlum ka lan Ka, yağan kar varya öyle değil ticari kar varya onun Ka sı lan hadi de bakalım” dedi. Ka dedim bu defa yine maşa artı tokatlar yedim. Ulan beni sinirlendireceksin ama bak dedi, ağzından salyalar saçıp, beni şiddet manyağı yapmış olmasına ve durduğu yerde isterik semtomlar geçirmesine rağmen, hala daha kendini sinirlenmiş bile sayamadığını duymakla daha çok korkmaya başlayıp k,kk,kaa, gibi bir şeyler geveledim ve yine tokat yedim. Abdullah bak mübarek dedi, yağan kar değil, köyün bakkalı Osman varya onun satışlardan yaptığı kar, ondan bahsediyorum, dilin üst damağına yapışacak bak böyle kaarrr karrr kafiruuun, hadi de bakalım diyor, ve ben kar diyorum ka diyorum kafirun diyorum ne dersem deyim yine dayak yiyorum. Sonra hoca bütünüyle kendini kaybederek “sen bana gıcıklığınamı yapıyorsun lan bunu, kar diyeceksin kar, kar kar, kar” diyerek avuçlarımı açtırıp tüm gücüyle vurmaya başladı. Sonra hızını alamayıp Mahmut üzerinden bana uzandı, saçlarımı yakalayarak beni kendine çekmesiyle, Mahmut da bende kuranlarımız da düştü ve bu esnada benim kuranı kerimin ıslak sayfaları koridora saçılıverdi. Hocanın Bu manzarayı gördüğünde öyle bir iç çekişi vardı ki, sanki suyun altında dakikalarca nefesini tutmuş bir insanın yeni yüzeye çıkıştaki oksijene oburluğu gibiydi refleksi. Sonra bin bir beddua ve küfür ile saçlarımdan sobaya doğru sürüklemeye başladı beni,” ne lan bu Kur’an’ın hali, Allah korkusu yokmu sende, bakalım ateşe nekadar dayanabileceksin seni kâfir seni zındık” diyerek, yanan sobanın kapağını açıp kafamı içine doğru ittirmeye başladığında, saçlarımdaki çıtırtıyı duymamla aynı anda yanık saç kokusunu da hissettim. Ağlıyor yalvarıyor bir daha yapmayacağımı söylüyordum ama beni duymuyordu bile, o esnada sobanın yanındaki odunlardan birini tutup can havliyle hocanın kafasına vurduğum gibi önce elinden sonra sınıftan kaçarak kurtuldum bu zalim şiddetinden. Eve geldiğimde hala ağlıyordum, hocayı öldürmeye karar vermiştim. Babamın silahına koştum yastığı altında değildi, tüfeğin ise mermisi yoktu. Anneme durumu anlattım ama o hala hocanın yaptığı şeyleri sorgulamama duyarsızlığındaydı, akşama kadar öfkem geçmiş ve sınıftaki çocukların ailelerine anlatımlarından da konunun ciddiyeti anlaşılmıştı. Yine de babam hocayı belki kendince uyardıysa da bana göre gereken tepkiyi vermedi, ne de olsa o bir din alimiydi. Hatta bir hafta sonra ben tekrardan kursa başlamıştım. Ve hocanın o günden sonra bana diğer öğrencilerden gözle görülür şekilde daha yumuşak davrandığını söyleyebilirim. Ha bu arada, Ka, hecesindeki a nın üzerinde şapka varmış “kâfirun” diyecekmişim, oysa ne kolaymış, yaşasın Latin harfleri!..
Şimdi düşünüyorum da silahı evde bulsam o gün hocaya ateş edermiydim? Bu ihtimali hocanın o gün beni sobada yakması ihtimalinden düşük görmüyorum..
Sigara ödülü ve şiddet korkusu sayesinde bütün sınıf inanılmaz bir hızla kuran öğrendik, zaten malum şartlarda aksi düşünülemezdi. Sesim güzeldi, eğer ezanı okursam babam bir paket sigara ile ödüllendirirdi beni, tütünün o yeni başlangıç tadı ve hevesiyle babamla günde en az bir kez camiye gider ezanı ben okurdum. Günde bir paket sigara içtiğim için de diğer vakitleri türlü bahanelerle atlatırdım. Babamın camiye gitmezden evvel içmem için zorladığı çiğ yumurtanın tadı ve evde makam alıştırmaları, katlanılması güç şeylerdi ama sigaram olsun istiyorsam buna mecburdum. Hoca babamla beni şadırvanda gördüğünde durumu bilir ezanı okumamı ya kendi teklif eder, ya da ben sürekli cami kapısının paspası altında duran anahtarı alarak ezanı okumaya başlardım. Hocamız vakit namazlarında öğrencilerine müezzinlik yaptırır, bazı ayetleri veya süreleri okuturdu. Sınıfta sürekli hep aynı şeyi tembihleyerek; “bakın çocuklar eğer camide kuran okuyan arkadaşınız bir yerde takılacak olursa ayeti bilen herhangi bir arkadaşınız cemaatin içinden de olsa onun takıldığı yerden devam etsin. Unutmayınız ki kur’an asla beklemez çocuklar” derdi. Tabi ayette sürede takılan, hatırlayamayan ya da heyecana kapılarak donup kalan çok olur, bu durumda cemaatin içinden bir başka küçük hafız devam ederdi. Hoca bunun için dövmezdi ama, bu yine de o hafız için ertesi gün sınıfta alay konusu olmak demekti. Benim de bu takılma veya hatırlayamama, bilememe durumlarım çok olmuştur. Ancak babam tarafından sigara ödülü, hoca tarafından acımasızca dayak sistemi arası ters yönde iki öğretici itiş gücü, birazda kendi yeteneğim sayesinde bir yıl sonunda küçük bir hafız olup çıkıvermiştim. Kuranı kerimi çok defalar hatmettim, bazen de hatim edermiş gibi yaparak yarısını okumadan atlayıp geçtim. Ödül sistemim yine aynı şekilde işliyordu, babam yarısını okumadan geçtiğim bu hatimlerin hızından şüphelense de, kuran okuduğum için benimle gurur duyar ve o kadar hızlı okuyabilme becerim olduğu için de ekstradan bir paket sigara ile daha ödüllendirirdi. Kaldı ki Hatmin kendisi zaten on paketti, bütün kuranı bitirmek öyle ucuz ve kolay iş değildi.
Bir ramazan gecesi hocam teravih sonrası Amenerrasülü ayetini okuyordu, cemaat hınca hınç tabirinin tam karşılığı durumundaydı. Hoca sürenin birinde takılıverdi, baştan aldı tekrar takıldı, bekledi bir daha denedi yine olmadı yine takıldı, hocanın takıldığı yerden cemaatin içinden ben devam etmeye başladım. Bunun benim için bir facia ile sonuçlanabileceği içime doğmuş olmalı ki, hem okuyor hem de hocanın tepkisini gözlüyordum. Gözlerini sıkıca yummuş kıpkırmızı olmuştu, bu çıkışımla yanlış yapmış olabilir miydim? Hayır olamazdım zira kendisi değil miydi “ çocuklar hiçbir durumda kuran asla beklemez” diyen. Bu gurur verici hareketim hemen o gece babam tarafından üç paket sigara parası ödülü ile bana dönmüştü, haliyle üç gün camiye gitmemiştim. Sigaram bitince bu üç gün sonunda babam ile birlikte caminin yolunu tuttum. Hoca ortalarda yoktu, abdestimi alıp kapı önündeki paspasın altına koştum fakat anahtar her zamanki yerinde değildi. Ben daha bu şaşkınlığımı atamadan hoca göründü, geldi, geldi, daha yaklaştı ve sonra hiç yüzüme bakmadan anahtarı cebinden çıkarıp camiye girdi ve ezanı okumaya başladı.
Müthiş hayal kırıklığına uğramıştım, o saf çocuksu niyetimle düşünüp, beni fark etmedi ya da dalgınlıkla falan unuttu zannetmiştim, fakat o günden sonra ne zaman camiye gitsem aynı dejavu yu yaşadım. Ben yine anahtarı yerinde bulamıyor, sonra hoca o meymenetsiz suratıyla görünüyor ve hiç yüzüme bakmadan anahtarı cebinden çıkarıp camiye girerek ezanı o okumaya başlıyordu. Bu durum günlerce aynı şekilde her öğlen namazında devam etti, sonra ben vakitleri değiştirip ikindiyi, akşam ve yatsıyı denedim ama işe yaramadı, vakitler dışında değişen hiçbir şey olmadı. O iğrenç çiğ yumurtayı içerek babamla camiye gidiyor, abdest alıp ezanı okuyamadan namazı kılıp dönüyordum. Aslında namaz kılmayı sevmiyordum, amacım sevap falan değil sigara kazanmaktı, ama ezanı hoca okudu diye namazdan kaçabilme şansım da yoktu. Bazı günler ramazanda oruçta tutmuyordum, tabi bunu kimseye söyleyemiyor gizliden aşırdığım birkaç lokma ile hiç sevapsız yarı aç duruyordum. Ramazanlarda köy gibi küçük yerlerde çok mistik bir hava oluşurdu, değil oruç tutmamak, namaz kılmayanlar bile o ay namaza başlar hemen herkes ibadetini eksiksiz yapardı. Bu ayda birilerinin seni yerken görmesi demek, utancın en büyüğü sayılırdı. Namaz kılmayı sevmiyordum evet ama çok bir günahımda yoktu (henüz), Allah bunu biliyordu ki ben özünde iyi bir çocuktum, küçük günahlarımı da öteki tarafta ya affeder ya da başka bir neticeye bağlardı elbet. Bu tarafta ise ezan okumadıktan sonra namaz kılıyor olmamın, sigara almaya değer bir yanı yoktu babamın gözünde. Her Müslümanın yerine getirmesi gereken olağan dini bir vazifeydi bu. Anlamıştım hoca bana çok kızmıştı ve artık ezanı falan okutacağı da yoktu, o halde boş yere çiğ yumurta içerek ezanını okuyamadığım namaza gitmemin de bir anlamı yoktu. Radikal bir karar alarak namazı bıraktım, beni camiden soğutmuş ekmeğimle oynamıştı adi herif, Hristiyan olsa bu kadarını yapamazdı küçük bir Müslümana. O günden sonra hoca ile hiç konuşmadım, nerde görsem başımı çevirdim, zaten kendisine bir ihtiyacımda kalmamıştı. Ben zaten kendim bir küçük hoca ve etkili bir kuran hafızı olmuştum, herkes sesimin güzelliğinden bahsediyor bana kuran okutma teklifleri havada uçuyordu. Artık namaza gitmemem ile ilgili babamın gösterdiği tepkiye karşı, hocanın bana ezan okutmadığı şikayetime babam; “okutmuyorsa bir şey biliyordur, zaten doğru dürüst yıkanmıyorsunda, cenabet misin nesin pezevenk!” Cevabı veriyordu. Ezan işini bırakıp kırkbir yasin sektörüne girdim, getirisi de çoktu içemeyeceğim kadar sigaram oluyordu ve bunun yanında yediğim güzel yemeklerde cabası idi, üstelik namaz kılmak zorunda da kalmıyordum. Tek sorun çok uzun sürmesiydi, neden üç değil, beş değil hatta neden kırk değil de illa kırk birdi? Bunun mantığını bugün dahi bilmiyorum, oku oku bitmiyordu. Zamanla bunun da kolayını bulmuştum, ilk beş veya on tanesini sesli okuyor, sonra sessize alıp çoğu ayetleri atlayarak kırk bir yasini neredeyse kırk bir dakikada bitiriyordum. Bu hızıma şaşıranlar olmuyor değildi elbette, fakat eski hatim hızımı bilenler tarafından bir nevi tescillenmiş durumum vardı. Zaten beni denetleyebilecek tek kişi hocaydı onunla da küstük. Fakat bu karlı sistemim de küçük bir ihmalim sebebiyle umulmadık bir anda çökecekti.
Bir gece Mahallemizde yeni vefat etmiş olan büyük amcam için yengem tarafından kırk bir yasin okumaya davet edildim. Hava soğuktu dışarıdaki çeşme de abdest almaya da gözüm kesmedi içeri de alırım dedim. Eve girdiğimde sanırım köyümün tüm kadınlarının bir arada olduğu aşırı bir kalabalıkla karşılaştım. O kargaşada abdest almak istemedim soranlara abdestliyim dedim geçiştirdim. Beni oturttukları baş köşede yasinleri okumaya başladım, tabi yine bir kaçını sesli okuyup sonra sessize alıp devam etme düşüncesindeydim. Fakat oradaki kalabalık cemaatin, okuduğum ayetlere ve yaptığım bence önemsiz işe acayip kutsiyet yükleyip, ellerinde tespihlerle bir nevi transa geçerek sıradan okuyuşlarımı sıra dışı şekilde dinliyor olmaları ilk başta ürpertti beni. Salondaki o mistik hava ve konuya olan ciddiyetlerinin üzerine, o kadar insanın da bana odaklanması sayesinde enerjilerini üzerimde hissetmem bir korku soktu içime. Abdestsiz olduğum düşüncesi zihnimde büyüyerek tüm benliğimi sarıverdi. Evet abdestsizdim bu insanlar bilmiyordu ama Allah biliyordu, herkesi kandırmıştım ve her an çarpıldım çarpılacaktım, bunu tüm hücrelerimde hissediyor kendi yarattığım korkumu her saniye büyütüyordum. Başladığım işi yarım bırakabilmemde söz konusu değildi artık, abdest almadığım için ölümüne pişmandım ama artık çok geçti. Herkes böylesi katışıksız trans halindeyken, gaz çıkardım bahanesiyle okumayı yarıda kesip abdeste koşmaktansa, çarpılmak daha az utanç vericiydi. Korkudan kalbim kuş kanadı gibi çırpınıp dursada, kimse benim bu halimin farkında değildi. Gözler kapalı, başlar önde, ellerinde tespihlerle başka alemlerde idi onlar. Artık ne olacaksa olsundu kurtuluş yoktu, ben tüm gücümle ayetlere odaklanıp hepsini sesli ve eksiksiz okumakla kendimi sürüklediğim korkudan onlarla kurtulmaya çalışarak, hayatımın o en uzun en korkutucu kırkbir Yasin seansını tamamladım.
İnsanlar ağzına sağlık Allah razı olsun evladım diyerek üzerime yürüdükçe ben daha da korkuyordum. Çocuktum o güzel yemekleri bile yiyemeden kendimi binbir güçlükle kırkbir Yasin ortamının dışına zor atabildim. Öyleki kazandığım sigaralarımı bile almayı unutmuştum, peşimden yolladılarsa da hiç ilgilenmeden yatağımın altındaki stoka atıp hemen yattım. Sanıyorum gecenin o soğuk etkisinin üzerimde bıraktığı ruhsal durumdan olacak, o vefat eden büyük amcam rüyama girdi. Üzerime her adımında daha da büyüyerek gelip haykırıyor, hep aynı cümleyi kuruyordu;” Abdullah ver sigaralarımı!”.
Yatağın altından o gece ona okuduğum için aldıklarımı, hatta diğer biriktirdiğim sigaraları da ne varsa üzerine üzerine atıyor olsam da, o hala aynı pelesengi haykırıyordu; “Abdullah ver sigaralarımı.” Koşamıyor kaçamıyordum- ki rüyada kesinlikle koşamam- ter içinde uyandım. Titriyordum kalp atışlarım dinmiyor nefesimi kontrol altına alamıyordum. Odamda bulunan soğan patates çuvallarını kapının ardına yığdım hemen, anamın benim odamı bir nevi evin kileri olarak kullanıyor olması işime yaramıştı sanki. Fakat büyük amcam yine çıkar gelir korkusuyla sabaha kadar uyuyamamıştım. Böyle durumlarda koynuna koşabileceğim ebeveynlerim olduğu bilincim vardı, fakat iç güdülerim hemen onlara koşmam için gereken talimatı vermiyordu. Bilinçsel olarak anam babamdılar, ama duygusal bağlamda onlar annem babam değildi ve her çocuğun hemen yapması gereken şeyi ben yapamıyor en güvenli sığınağım olacak koyunlarına koşamıyordum. Evet vardılar hemen yan odadaydılar, ama yoktular işte. Büyük baba ve büyük anne, evet bizi büyüttüler ana baba oldular gerçekten de, fakat içimde koskocaman bir aile boşluğu vardı sürekli, bu boşluğun varlığını hissetmediğim tek bir gün bile olmamıştır..
Benliğimde yaşadığım bu tezatların sebebini henüz bilmiyordum, kişiliğimde yaşadığım dalgalanmaların psikolojimi sallamaya başlamaları o zamanlardan başlamıştı. Bütün korkularımla yalnız başıma mücadele etmeyi öğrenecektim, lakin insanın o çocuk yaştaki yetişkin, veya yetişkinken çocuksu, psikolojik ve duygusal korku kapılarının, öyle, kapılar ardına soğan patates çuvalı koymakla kapanması da mümkün olmayacaktı…
Sabah ilk işim yengeme koşarak tüm olan biteni anlatıp af dilemek oldu, geri götürdüğüm sigaraları almadı şirin bir gülümseme takınarak, ondan değil büyük amcamdan helallik dilemem gerektiğini söyleyip, mezarına gidip dua okumam gerektiği gibi korkunç bir teklifte bulundu. Hiç cazip değildi ama başka çarem de yok gibiydi, hayır desem büyük amcam gece yine gelebilirdi bunu göze alamazdım. Kesin emin olmak adına üç defa üst üste abdest almış olsam da yinede korkuyordum, mezarına yaklaşırken kalbim yine deli gibi çarpıyordu, sanki birden mezarından çıkacak ve sigaralarının peşine düşecekti yine. Okudum, okudum çok okudum, tamamını bilip yarısına vakıf olduğum bütün ayetlerle bütünleşerek okudum. Diyebilirim ki; hiçbir hafız, dua ve sürelere benim oradaki ölçüm kadar yakın olmamıştır. O aşamadan sonrası göğe yükselme durumu olmalıydı.
O gece verilen sigaralara dokunmadım bir zaman, başka sigaram kalmayıp artık gelen olmayacağına bir ölçü kanaat getirdikten sonra tüketebilmiştim. O günden sonra kırkbir yasin sektöründen de çekilmek durumunda kaldım, lakin neredeyse bir hoca kadar bilgim varmış gibi düşünüyordum, hatta ben değilmiydim imamın takıldığı yerden devam edebilen. Namaz kıldırabilir cenaze bile kaldırabilirdim. Cenaze demişken bir küçük anımı daha buraya eklemek isterim. Yine o dönemde ineklerimi otlatırken çok ilginç renklere sahip sıra dışı bir kurbağa yakalamıştım, onu dini ritüellere uygun şekilde gömmeye karar verdim. Bu fikir nasıl oluşmuştu hatırlamıyorum, ya onlara çuval kızgınlığım geçmemişti ya da yeni bir cenaze olayına tanık olmuştum bilemiyorum. Mezarını itina ile açıp ağaç kabuklarından bıçakla tam dokuz tahta yaparak dualar eşliğinde tam bir Müslüman gibi gömdüm onu. Tek fark varsa o da kurbağanın canlı olmasıydı, sanıyorum bir hafta sonra aynı tarlaya yolum düştü, merakla mezarı açarak baş tahtayı kaldırdığımda kurbağanın sanki on dakika önce gömülmüş gibi bana bakışı ile karşılaştım. İkimizin gözlerinde de birbirimizi tekrar görmenin şaşkınlığı vardı, bir süre öylece bakıştık sonra diğer tahtaları da açtım ve sanıyorum belli bir zaman daha göz göze kaldık, onu mezarından çıkardığımda bile hala bana bakası vardı sanki. Sonra aniden arkasını dönerek zıplayarak uzaklaştı, hiç normal değildim…
Bir birine çok uzak ve alakasız yerlerde irili ufaklı bir çok tarlalatımız vardı, bunlar nasıl bir paylaşım ve bölünme sonucu bizim olmuştu fikrim yok. İsimleri de bir o kadar enteresandı, elmalık gölü dediğimiz tarlada ne elma ne göl vardı. Eriklik bahçesi adı ile anılan yerde erik yoktu, ortak tarla denilen tarla kimseyle ortak değil ve üzüm bağı denilen yerde üzüm yoktu. Kurak tarla kurak değil, su dibi isimli yerimizde su yoktu. Tıpkı köyümüzün adı gibi buralarında adları enteresandı fakat benim kendi adımın konuluş şeklinin tuhaflığından yola çıkarsak, tarlalara kafa yorası da gelmiyordu insanın.
Yöremiz tütün yetiştiriciliğinde ön sıradaydı, ilimiz Samsun çok bilindik bir sigara markasıydı, ilçemiz Bafra yine öyle, sadece köyüm Sarmaşık adı bir sigara paketi üzerinde yer almıyordu lakin o da bu markalaşmayı fazlasıyla hak ediyordu.
O zehirli tütünün yetiştiriciliği içiminden daha öldürücüydü, mart nisan aylarında bahçeler hazırlanıp tohumları ekilir, bahçe başındaki göllerden hortumlar bağlanarak bu tohumlar sabah akşam sulanırdı. Büyüyüp tarlalara dikilecek hale gelene kadar bütün gün o fide diplerindeki zararlı otları yolardık. Buna rağmen her sabah bahçeye gidişimizde sanki dün hiç yolmamışız gibi o lanet otları aynı şekilde bekler bulurduk, biz yoldukça onlar daha fazla çoğalıyorlardı sanki. Bu mücadelemiz yaklaşık bir ay boyunca aynı taaruzla devam eder parmaklarımızdaki nasırlar at tırnağı gibi olurdu. Sonra çok şükür bu savaş biter artık yetişmiş olan tütün fidelerini tek tek yolarak tarlalara dikme işi başlardı. Babam işte tamda bu günlerde daha istekli çalışmamız için çok çeşitli vaadleri önümüze kor, samsun fuarına eğlenceye götürmekten tutunda kola ve dondurmalar ısmarlamak başta olmak üzere, bir çocuğun hayalini süsleyen her şeyi bir bir sıralardı. İşler tamamen bitsin hepsini yapacaktı yeter ki biz çok çalışalımdı. Bu kışkırtıcı vaadleri acayip işe yarar çalışmakta çok ciddi gayret sergilerdik. İş mevsiminde babam her gün bir paket sigaramı alır ve köye gelen motorlu dondurmacılardan dondurma ısmarladığı da olurdu. Sabahın altısından saat ona kadar dört saat boyunca bu fideleri bahçeden koparır hızlı bir şekilde kahvaltımızı yaparak tarlaya koşardık. Oralarda bahçedeki gibi göl konforu yoktu, su sorununu traktörün ardına bağladığımız tanker ile köyün hemen altındaki dereden çözerdik. Su tankerini tütün tarlasını çiğnememek için bayır yamacına çeker varilleri tarlanın ortasına yerleştirerek bunlara tankerden su verirdik. Tütün fideleri sivriç denilen L şeklindeki bir odun parçası ile delikler açılıp ibriklerle sulanarak dikilirdi. Benim görevim bu varillerden tütün dikenlerin ibriklerine daha büyük bir ibrikle su taşımaktı. Neredeyse yarı boyum kadar olan bu ibrikle su yetiştirmek için akşama kadar canım çıkar çamur ve su içinde kalırdım. Büyük ayağıma çizme bulunmadığı yada eldeki çizmeler bana olmadığı için diyelim, babamın mest lastikleriyle koştururdum. Islaklıktan ayağım içinde dönmemesi için yaz günü kalın çoraplar giyerdim ve bunlar eskilerden seçilir biri başka diğeri bambaşka olurdu. Anam herkesten hızlı olduğu için en fazla suyu o harcar sürekli ibriğinin boşalmasından şikayet ederdi. Bu oldukça sinir bozucuydu çünkü ona su taşımak neredeyse ötekilerin tümüne yetiştirmekle eşit derecedeydi. Yengem öğlene doğru yemeğimizi hazırlamak için eve erken gider bizde bir saat sonra traktöre doluşur ardından evin yolunu tutardık. Giderken tarladaki varillere tankerden su verir onlar dolup taşarak tütün diktiğimiz yerleri mahvetmemesi için de, ben yemeğimi hızla yiyip tarlaya yetişmek durumundaydım. Bütün yaz yemek yeme sistemim hep böyleydi, ya çift sürmek, ya kaz ayağı yapmak, ya tırmık ya su tankeri doldurmak gibi, muhakkak bir sebep için yemeğimi hızla yiyip bir yerlere yetişmem gerekirdi. Her gün bir öncekinin tekrarı yoğunluktaydı, sabahtan akşama kadar boyum kadar ibriklerle çamur içinde tepinir, gece ise ertesi gün tütün dikilecek tarlaları traktörle sürerek sapanlardım. Gözlerim uykuya hasret kalır yorgunluktan ayakta duramayacak hale gelirdim. Bu tütün dikme işi yirmi gün sürse de bana bir ömür gibi gelirdi. Sonrasında on günlük bir ara verirdik ve ben yine bu arayı inekleri otlatmakla geçirirdim. Arkadaşlarımı tekrar görüp oyunlar oynayabilme şansına erişerek, ruhumu bedenimi dinlendirebilme fırsatı bulabildiğim en güzel zamanlardı bunlar. Ardından dikilen tütün fidelerini çapalama işine geçilir bu defa da tarladaki otlarla savaşımız başlardı. Standart boyutlardaki çapaya boyum gücüm yetmediği için babam bana özel kısa saplı bir çapa yapardı, yine her zamanki gibi karanlıkta kalkar güneş tarlaya vardığımızda üzerimize doğardı. Neyseki bu otlar bahçedekiler kadar taaruz gücü yüksek ve bize o kadar düşman değillerdi. Yengem bu defa bizimle tarlaya erken gelmez evde kahvaltımızı hazırlar ardımızdan el sepetiyle tarlaya getirirdi. Çapa yaparken sürekli tarlanın başına bakar yengemin yolunu gözlerdim, en nihayet elinde kahvaltı sepetimizle onun uzaktan görünmesi acayip mutlu ederdi beni. Çok mu acıkıyordum yoksa yemek yiyebileceğimiz süre kadar dinlenme fırsatı bulabileceğimemi seviniyordum şimdi bilemiyorum. Bu çapa işi de on gün sonra biter, artık daha büyümüş olan tütün fidelerinin daha da iyi gelişmesi için dibindeki gereksiz fazladan yaprakları koparıp sıyırmaya başlardık. Neyse ki bu uğraşta bir haftaya varmaz biter on gün sonra asıl maça başlamak için yine ara verirdik -ki ben bu arayı yine ineklerimin peşinde geçirirdim. Cömertte benimle birlikte büyüyordu, fakat o benden daha sağlıklı gelişiyordu, zira ben yeterince beslenip dinlenemeden yarı aç yarı tok uykusuz şekilde tarlalarda koştururken. O karadenizin hiç bitmeyen bol yeşilliklerinde sabahtan akşama kadar türlü ot çeşitleriyle karnını doyurur, akşamdan sabaha kadar da ağılda yatarak geviş getirirdi. Kesinlikle benden daha şanslıydı. Bu on gün aranın ardından tarlalardan tütün yapraklarını toplayıp ipe dizme işi başlardı. Bu iş her gün boyum kadar ibriklerle bütünleşerek sular içinde kaldığım, tarlaya tütün fidesi dikme uğraşı kadar zordu. En nefret ettiğim bu ikisiydi, tek farkları vardı, o da tütün dikme işi en fazla yirmi gün sürerken, tütün yapraklarını toplama işi aylarca devam ediyordu. Sabah yine gün doğmadan kalkar tütün yapraklarını tek tek tarladan toplamaya koyulurduk, buna tütün kırma derdik lakin bizmi onu kırardık, o mu bizim anamızı ağlatırdı bilemiyorum.
Orta karadeniz şive ve aksanı ilçeden ilçeye değişkenlik gösterir, ne yapıyorsuna, napin derdik, geliyoruma, gelim, biliyoruma, bilim, seviyoruma, sevim, dostumuza topram derdik. Tabi bunlar benden daha Bafralı söylemlerdir. Tütün kırma işinde de yine en hızlımız anamdı, herkesi geride bırakır yarış pilotlarını kıskandıracak şekilde arayı açardı. Neyseki bu defa ona su taşımak gibi bir derdim yoktu. Benim bu işteki görevim dalından kırılıp desteler halinde yere bırakılan tütün yapraklarını arkalarından toplayarak sepetlere taşımaktı. Eve getirdiğimizde iğneye daha kolay dizilebilmesi için bu tütün destelerinin dağıtılmadan düzgün şekilde sepetlere yerleştirilmesi gerekiyordu. Bir türlü istenilen ölçüde başarı sağlayamaz , ya toplarken ya da sepete yerleştirirken dağıtıverirdim. Bu sebepten ötürü duyduğum azar ve yediğim dayaklara şu aşamada hiç girmiyorum, fakat ne kadar şiddete maruz kalsamda en küçük düzeltme sağlayamayıp yine dağıtmadan yerleştirmeyi beceremediğimi söyleyebilirim.
Güneşin doğuşundan saat 10 a kadar toplanan bu yaprakları eve getirerek yine iğneyle tek tek ipe dizer sonra kurumaları için güneşe asardık. Dizme işinde de yine en pratik olan anamdı, herkes birer ip dizinceye kadar o üç ip dizerdi, çok hızlı çok hamarattı, ama babama göre o da hepimiz gibi tembel beceriksiz bir embesildi. Sabah topladığımız yaprakları akşam üstü saat 5 e kadar aralıksız ipe dizer, gece dizeceklerimizi toplamak içinde o saatte tekrar tarlaların yolunu tutardık. Hava kararırken döner gece yarılarına kadar da bunları dizerdik, her gün bir öncekinin aynıydı, yine gün doğmadan uyanıyor gece geç saatlere kadar koşuşturma yüzünden, tütün yapraklarını dizmek için oturduğum anda gözlerim kapanırdı. Saatlerce iğne ucundaki sabit noktaya bakarak aynı hareketi yapmak ta ekstradan ayrı bir uyku sebebiydi. Bir elimde tütün yaprağı, diğer elimde iğne öylece uyuya kalırdım. Aşkın amca hemen yanımda oturur benim bu hallerimi takip ederek saldırmak için hazırda beklerdi. Uyumak yasaktı, o tütün hiç aralıksız dizilecekti çünkü o yaprakların ertesi güne kalması demek hem o yaprakların kötüleşmesine hemde ertesi gün tarladan getireceğin tütünlere fazladan bir yığına sebep olurdu. Böyle yorgun anlarımda uykusuz ve yorgunluktan tükenmiş bedenimle aşkın amcaya beklediği bahaneyi altın tepside sunmuş olurdum, ya ansızın tekme tokat saldırarak uykumdan zıplatır, ya kafamdan aşağı bir bakraç su döker ya da boş tütün sepetini başıma geçirirdi. O işkencelerin anlık refleksleriyle kontrolsüz olarak elime ayağıma batırdığım tütün iğnelerinin izleri bedenimde hala durmaktadırlar. Aşkın amcanın o anki keyfi isteklerine göre üzerimde uyguladığı eziyet metotları ona göre çok keyifliydi, eğlendiğini görebiliyordum. Kendisi tarafından gördüğüm bedensel duygusal işkencelerin ifadesini zorlanmadan yazıya dökebilmek dahi güç. Tabi ben insanların her türlü kötü niyetlerini üzerimizde gerçekleştirmelerine, iyi niyetlerimizle katkıda bulunma aymazlığı içinde olduğumu bilmiyordum o zaman. Geceleri üç ip dizene babam uyuma izni verirdi, bir ip dizebilmek ortalama bir buçuk saat falan sürerdi, aşkın amca hızlı olduğu için bu üç ipini erkenden dizer herkes için kutsal olan yatağa uykusuna benden önce kavuşurdu. Onu kıskanmanın aksine, o gecelik bile olsa pis gölgesinin üzerimden kalktığı için mutlu olurdum. İsa amcamdan yadigar kalan siyah beyaz televizyonumuzu traktörün garajına kurardık, orası eve göre hem serin olur hemde tütünün macun gibi zifirini odalarımıza bir ölçü taşımamış olurduk. Tuvalet ihtiyacı için eve gittiğimde odamın kapısını aralar, boş ve yatılmaya son derece müsait dağınık yatağıma göz kapaklarımdaki tonlarca ağırlıkla, kedinin uzanamadığı ciğere baktığı gibi bakardım. O kadar yorgun ve uykusuz olurdumki, yataga bakarken Birazcık uyumanın hayalini kurarken dahi, dizlerim beni çekme gücünü yitirirdi.
TRT nin 1. Kanalından başka kanal yoktu, çok az çizgi film olur onlarda sabah biz tarlada olduğumuz saatlerde yayınlanırdı. Sanırım bu yayın politikasındaki amaç, hayatın olağan akışına uygun yaşayan çocukların okullarına gitmezden az evvel bu çizgi filmleri kahvaltı masalarına denk getirmekti. Olağan çocuklar için bu haklı ve doğru gözüken yayın çizgisi benim için haksız ve yanlıştı. Fakat yapılabilecek bir şey yoktu, ben başkaları için planlanmış güzelliklerden ne yakalayabilirsem onunla mutlu olmak zorundaydım. Yaşadıkça bunu elbette daha iyi anlayacaktım…
Pazar günleri robot voltran olurdu, ondan hemen önce de Mehmet şimşek adında mülayim bir insanın sunduğu, Pazar konseri adıyla klasik batı müziği programı vardı. Dağ başında yaşayan bir köylü çocuğu için, dünyanın en sıkıcı en anlamsız programı ve bir tür işkence müziğiydi bu. Onun biran önce bitmesini ve tarlaya gitmeden evvel voltranın biraz daha fazlasını izleyebilmek için umutla beklerdim. Maalesef o mülayim sunucu sürekli bir sonraki parçayı anons eder, o iğrenç programını bir türlü bitirmezdi. Ve nihayet bitip tam voltran başladığı anda, babam; tarlaya gitme vakti geldi hadi kapatın şu televizyonu” derdi. Tarla yolunda hatta tarlada dahi o sunucuya hiç durmadan küfürler ederdim ve bu sistem her Pazar tekrarlanırdı, bana gıcıklığına yapsa sanıyorum bu kadarını yapamazdı.
Birde Heman vardı, kılıcını havaya kaldırıp “gölgelerin gücü adına, Güç bende artık” diye bağırdı mı tamamdı, hep ama hep o kazanırdı, kötü düşmanı iskeletor her bölümde muhakkak yenilir bir defa olsun kazanamazdı. Sürekli Hemanın galip gelmesi demek, her bölümün sonunu baştan biliyor olmak gibi bişeydi ve bu çok sıkıcıydı. Sürekli iskeletoru desteklerdim, ama benim manevi desteğim de durumu değiştirmez yine o kaybederdi. Hele o tweety yokmu, ne sinir bozucu bir kuştu, bu defa da kediyi desteklerdim lakin o da o havalı pis kuşu bir türlü yiyemezdi. Tam ağzına atar hatta yutar, tamam şimdi oldu geberdi lanet olası pislik dediğim anda, o yine bir yolunu bulur oradan bile kurtulurdu. Sonra şirinler vardı, hele o kahrolası uykucu en büyük düşmanımdı! Ben yorgunluk ve uykusuzluktan geberirken o sürekli bir yerlerde uyurdu. Düşmanı gargamel ve onun çirkin kedisi ne beceriksiz ne aptallardı. Şirinleri bir şekilde yakalayıp kazana atarak pişirmeye başlıyor, sonra onları beceriksiz kedisine emanet ederek alakasız bir yerlerden tuz baharat almaya gitmesiyle, bu boşluktan yararlanan şirinler kaçıyorlardı. Bu aptallık beni deli ediyordu. Bari o uykucuyu yeseydin diye isyan ediyordum, özellikle de o hiçte şirin gözükmüyordu gözüme.
Hep iyiler kazanıyor hep onlar güçlüydü, türlü zorluklarla karşılaşsalar da sonunda hep iyiler mutluydu bu çok sinir bozucuydu. Gerçek hayatta kötülerden eziyet görürken, çizgi filmlerdeki masumlardan nefret edip zalim olanları destekleme isteğimin psikanalizini yapmak halen beni aşar, fakat gerçek buydu böyleydi...
Bu ruhsal veya duygu durumumun tezatındaki nedenlerin de o çocuk travmalarımda saklı olduğunu düşünüyorum. Yaşamımın devamında bu kötü bakış açılarımla mücadele edip iyilerin, sadece iyilerin kazanıp mutlu olabileceğine kendimi tam ikna ettiğimde. Aslında iyilerin sadece çizgi film veya normal filmlerde kazanabildiğini, oysa gerçek hayatta ve dünyada kötülerin kazanıp, sadece kötülerin mutlu olduğunu görecektim. Üstelik amaçları aptal gargamel ya da beceriksiz kedi gibi sırf karınlarını doyurmak değil, keyfine, sırf zevkine acı çektirmek olacaktı..
İşlerin bu en yoğun dönemi almancıların Türkiye tatiline denk gelirdi. Salih, Ali, Semih bunlar; adı bana konulması nasip olmayan Abdurrahman amcamın almancı torunlarıydı. Kuzenim Abdurrahman’ın ailesi de tatillerini almancılarla aynı günlere ayarladıkları için gurbetteki bütün arkadaşlarım, yanı küçük çetem aynı anda köyde toplanıyordu. Tabiki bu çetenin elebaşı da bendim. Onların boş vakti sınırsızdı, istedikleri her yere gidebilme istediklerini yapabilme özgürlükleri fazlasıyla vardı. Ailelerinin onlara getirdiği tek yasak vardı ki o da benden uzak durmalarıydı. Onlarla beraberken, benim daha da çığırından çıkabilen hudutsuz yaramazlıklarıma ortak olmanın tehlikelerinden akıllarınca çocuklarını korumaya çalışıyorlardı. Bana yaklaşmaları mümkün olduğunca engellenmeye çalışılıyor, bana bulaşmadıkları taktirde deniz kum güneş başta olmak üzere türlü rüşvetler teklif ediliyordu onlara. Fakat faydası olmuyordu, benimle yaşadıkları heyecanları bu tür şeyler vermiyordu sanırım. Bunlar bizim bir araya gelmememiz için onların cephesinden koyulan suni engellerdendi. Bir de benim tarafındaki engeller vardı ki işte bunlar gerçek engellerdi, zira onları aşabilmek yiyeceğim sağlam bir dayağı göze almadan imkansızdı. Malumki işlerin en yoğun dönemiydi, sabah altıda kalkıp öğlen on ikiye kadar inekleri otlatmalı, eve gelince saat dörte kadar tütün dizmeli herkesin dizdiği tütün iplerini Çardak’a asmalı, sonra tekrar inekleri otlamaya götürmeli hava kararırken dönüp gece yarılarına kadar yine tütün dizmeli, sonra yatıp birkaç saat uyuyarak sabah altı da yine inekleri otlamaya götürmeli, yani hep bu döngü içinde kendime ayıracak on dakikam bile olmadan çalışmalı çalışmalıydım..
Bu durumda ne kadar istesem de çeteye ayıracak vaktim yoktu benim. Ama elbette bir yolunu bulurdum, tütün dizme işi aileyle bir arada yapılan bir eylem olduğu için tek başıma yaptığım işten, yani inek otlatma zamanından yararlanırdım. Sabahları benim çete geç kalkma lüksüne sahip olduğundan planımızı öğleden sonra için işletir, ben ipleri asarken kendi bildiğimiz işaretlerle anlaşırdık. Zira gözler öylesine üzerimizde olurdu ve yakınlaşmalarımız bile öyle tehlikeli görülürdü ki, sıradan konuşmalarımız altında bile korkunç bir şeyler sezilmeye çalışılırdı. Fakat ne kadar takip edilsek de biz kendi planımızı bir şekilde yapardık ve ben inekleri öğleden sonra tarlalarda başıboş bırakır çete ile buluşmayı planladığımız yere koşardım. Derelerde balık tutmakla başlardık işe, ben zaten her gün giydiğim çamurlu elbiselerle olurdum fakat onların bembeyaz don ve atletleri ve temizlikten parlayan beyaz tenleriyle, çamurlar içine girişleri kir ile temizliğin doğada ilk buluşmasıymış gibi gelirdi bana. Ruhları bu buluşmayı seviyordu elbet fakat kar beyaz kıyafetleri ve tertemiz bedenleri kesinlikle toza ve çamura ait değillerdi. Balıkları tütün sepetleriyle tutacağımız için en yakın tarladan sepet çalma işini onlara yaptırırdım. Bu sıradan bir işti zira sepetin sahibi tarlada olmazdı genelde, ama onlar için tehlikenin hası sayıldığını hal ve hareketlerinden okuyabilirdim. Balıkları pişirmek için çalı çırpı toplar sonra bu sepeti yakardık, sepet sahibine daha da kötülük olsun diye yapmıyorduk bunu, zira sepet bir defa ıslanınca kesinlikle çürüyeceğinden sahibinin de artık işine yaramayacaktı. Balıktan sonra mısır hırsızlığına gelirdi sıra, en güzel mısırlar kimin tarlasındaysa oraya saldırır en güzel olanları seçer diğerlerini öyle kırıp dökerdik ki on domuz ancak bu kadar zarar verebilirdi o tarlaya. Bunu da şeytanlık olarak yapmazdık aslında, tarlanın sahibine her an yakalanma korkusu, iyi mısırları daha dalından koparmadan inceleme zamanı ve fırsatı vermezdi bize. Benim çete mısır tarlasındayken adrenalinden coşardı adeta. Bu mısırları dere kenarında yaktığımız ateşte pişirmezdik zira tarlanın sahibi tarafından o çukurda basılıp yakalanma riski vardı. O sebep yeni ateşi heryeri tepeden gören bir noktaya yakar ve tabi bu yeni odunlar yeni birilerinin ormanını talan etmek demekti. Çaldığımız mısırların ancak yarısını yiyebilir gerisini atardık, ateşte pişirdiklerimiz de buna dahil. Daha sonra tarlalardan birinde zincire bağlı şekilde otlayan herhangi birinin at veya atlarını çözer bunlara binerek dere tepe dolaşır dururduk. Yediğimiz balık ve üzerine, aşırı mısırdan mıdır yada atların sarsıntısındanımdır bilmem hepimizin motoru aynı anda bozulurdu. Bu defa atlardan iner birilerinin nohut veya fasulye tarlasına çökerek “sıçma molası” dediğimiz bir mola verir, karşılıklı sohbet ederek uzunca bir süre sıçardık. Sonra sıra meyve hırsızlığına gelirdi, kimin bahçesinde en güzel meyveler olduğunu zaten bildiğimden oraya saldırırdık. Kısa zaman sonra omuzlarımızda armut elma ağaçlarının koca dallarıyla çıkardık bahçelerden. Bunu da yine meyve ağaçlarına bir düşmanlık beslediğimizden değil, bahçe sahibinin bizi ağaç üzerinde yakalaması korkusuyla yapıyorduk. Tek tek toplamaya vaktimiz yoktu ve bu yüzden en fazla meyve gözüken dalı kökünden kırarak onlarca meyveyi aynı anda çalıp taşıyabilme şansımız oluyordu. Ve tabi o meyvelerinde çoğunu yiyemiyor atıyorduk. Sonra güneş batmaya yaklaşınca o günlük eylemlerimiz son buluyor ve biz, yiyip içmekten gezip dolaşmaktan ve yorgunluktan bitkin halde -ki bizi heyecanlandıran bir kaç yaramazlık türüne denk gelmemişsek- yarınki planımızı yaparak ayrılıyorduk. Onları normal yoldan köye uğurlarken ben ineklerini aramaya çıkıyordum, bir kez olsun onları tarlalarda bulduğumu hatırlamıyorum. Kimin tarlasına girip mahvetmişlerse o kişi alır eve götürürdü genelde inekleri. Eve dönüşte inekleri bıraktığım için babamdan bir dayak yer, tarlası mahvolan amcamdan da ayrı bir dayak yerdim. Çetemin üyeleri ise benim peşime takıldıkları ve kıyafetlerini mahvettikleri için azar yerlerdi. Onları baştan çıkarıp şeytanlıklarıma ortak ettiğim için bu azarlardan bende nasibimi alırdım, ama yediğim dayağın üzerine azar yemek çok hafif kaldığından, bu söylemler hiç de umurumda olmazdı. Yediğim dayaklar bununla da bitmezdi, atlarına bindiğimiz, mısır tarlasına girdiğimiz, meyve bahçelerini harap ettiğimiz amcamlar çıkardı bu defa birkaç gün içinde ortaya. Nasıl olsa gören olmadığı için hepsini inkar ederdim yalan söylerdim. Bundaki amaçlarından bir de inkar ederek kafaları hafif de olsa karıştırarak şüphede bırakıp, bir sonraki yapacağım yaramazlığın cezasına karşı olası kararları etkilemeye çalışıyordum aklımca. Bu yavşak felsefeyi ileride futbolda, kart yiyen oyuncunun karar değişmeyeceğini bile bile hakeme itiraz edip bir sonraki kararını etkilemeye çalışmalarında da görecektim. Futbolda bir etkisi olduğuna eminim ama benim sosyal hayatımda işe yaramıyordu, o saatte nerede olduğumu ispat edemediğim gibi, inekleri tam da o gün o saatte başıboş bıraktığım haberi her yana yayıldığından, benden başka şüpheli düşünülemezdi. Tüm dünyada geçerli olan Yazılı insan hakları kanununun “Her türlü şüpheden sanık yararlanır” ilkesinin bizim köyde bir geçerliliği yoktu. Şüpheden mağdur yararlanırdı bizim köyde. Ve onu mağdur edenin ben olabileceğime dair en küçük şüphede, hüküm kesinleşir ceza dayak olarak uygulanırdı. Benim çete yine bu işlerden de yırtardı, zira onlar saf temiz ve suça zorla sürüklenmiş çocuklar muamelesi görür, ben yine her suç için ayrı dayaklar yer onlar da ailelerinden azar yerdi. Bu durum köyün diğer çocuklarıyla yaptığım yaramazlıklar içinde geçerliydi, hiç aklımda olmayan bir yaramazlığı bir başkası teklif eder bende dayanamaz iştirak ederdim. Yine de onlardan fazla ben dayak yerdim, çocuklarına kıyamayan anneleri, babalarının önüne beni atarlardı sürekli. Ben teşvik etmesem baştan çıkarmasam o çocuklar hiç yaramazlık yaparlarmıydı? Ben olmasam nereden akıllarına gelsindi onların bu kötü işler? Ah ben varya ben, ne şeytandım ben sanki bilmiyorlarmıydı..
Almancıların ve kuzenim Abdurrahman’ın tatilleri Yaklaşık on beş gün sürerdi ve ben bu on beş gün içinde onlarla yaptıklarım yüzünden her iki günde bir dayak yerdim. Onların Türkiye’ye gelişleri yazın en güzel zamanlarıydı benim için, ve bu dönem benim en fazla dayak yediğim dönemler olmasına rağmen halimden memnundum. Sorumluluk nedir bilmiyordum, saydığım kimse yoktu, tek endişem dayak yemekti ve dayaktan korkmama rağmen o da beni durdurmaya etkisizdi. Mutlu geçirebileceğim bir saat için iki saat dayak yemeye razıydım, sevgiye mi çok açtım mutluluğa mı, istem ve zaaflarıma böylesine düşkün olma sebebim neydi onu da bilemiyordum o zaman. Tabi bilmediğim bir şey daha vardı ki o da; küçük zevklerim, ufak keyiflerim ve minicik mutluluklarım için kendimi böyle gözü kapalı feda etmenin, ileride bana yaşatacağı büyük sıkınlardı...
Ağır ve işkence ile geçen bu yorucu çalışma tempoları böyle aylarca devam etse de, bir süre sonra yapraklar azalmaya başlar son baharda nihayet tamamen biterdi. Ben yine kaldığım yerden çobanlığa başlar cömert ve diğer arkadaşlarıma kavuşurdum. Yine ali abimle inekleri mısırdan çevirmesine kumarlar, yine çelik çomak oyunları, yine kahvehane kenarlarında renkli televizyon ve pencere tacizleri ve yine yaramazlıklar yaramazlıklar…
Babamın bütün yaz boyu hemen her gün aynı istek ve heyecanla vadettiği eğlenceye götürme sözlerini unutup, üstelik hatırlatılmasına kızdığı dönem işte tam da bu zamana rastlardı. Bu sözlerin senelerce her yaz başı verilip son baharda tutulmamasına rağmen, sanki ilk defa duyuyormuş gibi her yıl aynı saflıkla inanırdık. Bir sonraki yaz başı tekrar tarla işleri başladığında, aslında geçen sonbahar neden götüremediğini sudan bahanelerle mazeretlendirirdi, bu defa kesin götüreceğinin vaadine tekrardan başlar ve bu söz sonbaharda tekrar unutulurdu. Dolayısıyla tüm çocukluğumuz boyunca samsun fuarı başta olmak üzere hiçbir eğlence türüne götürülmedik. Ben kendi adıma O bütün yaz boyu verilen bu sözlerin hayali ile heyecanla çalışsam da, bu sözlerin sonbaharda tutulmuyor olmasına pek aldırmazdım. Zira o yoğun çalışma temposundan kurtulup arkadaşlarımla beraber inekleri otlatıp oyunlar oynayabilme konforuna kavuşmuş olurdum, bu benim için en büyük eğlenceydi ötesi çokta lazım değildi. Lakin kısa zaman sonra iki sorun baş gösterirdi, bunlardan biri, günlük bir paket sigaralarımın haftada bir pakete düşmesiydi. Çünkü tarla işleri artık bitmişti çalışmayan ırgata neden her gün sigara alınsındı. Babam gibi parasını çok seven biri için bu bir nevi israf sayılırdı, hem zaten artık cami ve ezanla işimde yoktu. İkinci problem ise; babam arkadaşlarımla beraber olabileceğim ve herkesin aynı yerde inekleri otlattığı araziler yerine, kendi belirlediği alakasız dağ yamaçlarında inekleri otlatmamı emrederdi. Bahsi geçen yerlere kimse gitmediği için oralarda çok ot bulunduğu doğruydu, ama bunu yaparsam arkadaşlarımdan ayrı kalmam gerekiyordu. Herkesin bir arada olup oyunlar oynadığını o karşı dağ yamacından görür, bir süre gıpta ile izler sonra dayanamayarak hayvanlarımı alır bende oraya giderdim. Ama babam eğer bir iş vermişse bunu sözde bırakmaz prensibi gereği fiziki takibini de yapardı. Bana güvenmiyor olmasının da bunda mutlak etkisi vardı sanıyorum. Çünkü yalancıydım, yapmadığım şeyleri yaptım, yaptıklarımı yapmadım dediğim bir çok hususta azar ve dayaktan korunmuştum, yalan başarmıştı bunu demek ki o iyi bir şeydi. Sonradan yalanım ortaya çıkıyordu elbet, fakat söylediğim yalan cezayı geciktiriyor hatta bazen işi soğutup cezada hafifleme bile oluyordu, neticede ben yalancıydım ve artık bu biliniyordu, babam ise kontrolcü idi birbirimizi tanıyorduk. Gizlice ardımdan gelir beni orada yakalar bir yığın dayak atardı, mısır sapı, tütün kökleri, çapa sapı, at bağlama zinciri, yaş veya kuru odun, eline o an ne geçmişse onunla dayak yerdim. Ne aşkın amca ne de babam neyi niçin yaptığımı sorunumu mazeretimi sormazlar dinlemezlerdi. Yaramazlık mı yaptım? Dövülmeliydim. Yanlış bir söz mü ettim? Dövülmeliydim. Hatamı ettim? Dövülmeliydim. Yalan mı söyledim? Dövülmeliydim. Bir şeyi eksik mi yaptım? Derhal dövülmeliydim!...
Bugün geriye dönüp o günlere baktığımda kuran ezberlemem ve ezan okumam hariç olmak üzere, yaptığım iyi bir şey için takdir edildiğimi hatırlamıyorum, her yanlışımın cezası da istisnasız dayak olmuştur. Daha kendim haline gelmeden bu kadar aşırılıkla cezalandırılmam, sağlıklı ve doğru evrilmemi imkansız hale getiriyordu, hele de benim gibi yaralı duygulara sahip üstelikte ana babasızsa kişiliğini bulmak daha da güçleşiyordu, güçleşecekti.
Siyah bir köpeğimiz vardı adı Babi, sürekli babamla gezer onun yanından hiç ayrılmazdı. Babam beni denetlemeye her ne kadar gizliden gelse de Babi’nin böyle bir derdi yoktu. Onu kuyruğunu sallayarak uzaktan geldiğini gödüğümde tehlikenin kokusunu alır, inekleri acele toparlayarak babam o gün nereye götürmemi emretmişse kısa sürede orada yerimizi alırdık. Babi malesef bir süre sonra yaşlılıktan öldü ve ben artık yaklaşan tehlikeyi önceden sezemez oldum, yine ne dayaklar ne dayaklar...
Dayağa belli bir yaşa kadar hemen teslim olur nerede yaramazlık yaptımsa orada cezasını çekerdim, sonra büyüdükçe yakalanmamak için belli bir süre kaçmaya başladım, böylelikle dayağı; günlük yaşamımın hangi saatine neresine yerleştireceğiz kendim karar vermeye başladım. Bir defasında hiç unutmam ben yine bilmediğim bir yaramazlık için kaçarken, babamın ardımdan attığı taş kafama isabet etmiş kanlar içinde yere düşüp kalmıştım. O benden daha çok korkmuştu, ve o taşın izi halen kafatasımın arka kısmında durmaktadır, şimdi traş olurken bile oradaki saçları çok kestirmiyorum ki kel olan kısım dışarıya gözükmesin..
Evet sigaram alınmıyordu, dondurma zaten alınamazdı çünkü bu ödül, çalışırken bile babam tarafından çok arada yapılabilen büyük bir kıyaktı. Mutluluk kendiliğinden oluşabilecek bir durum değildi benim için, onu elde etmek için dayak yemeyi göze almam gerekirdi hep. Bu durum belki de haz ve dürtülerimden kaçınmamı gerektirirken, aksine ben bunlara her çocuktan daha fazla düşkündüm. Örneğin dondurma; o ne zaman köye gelse bütün çocuklar dondurma alır ama ben param olmadığı için alamazdım. Hazzın sınırsız istekleriyle gerçeklerin katılığı arasındaki uyuşmazlık her insanda mevcuttur, fakat herkesin sahip olduğu mutluluğa sahip olamamak çok yakıyordu canımı. Ailesizlikte de bu böyle olmalıydı ama bunu bilinçsel olarak fark etmiyordum o zamanlar, dondurmada veya yine herkesin sahip olup benim elde edemediğim benzeri keyif ve zevklerde bu eksiklik daha fazla görünür oluyordu. Bu yoksunluk ve ezikliktenmidir bilmem herkesten çok benim hakettiğimi düşünürdüm o dondurmayı. İleride bu düşüncem daha da zenginleşip gelişecek, gördüğüm ama elde edemediğim her güzel şeyi yine en çok benim hak ettiğime inanarak, sonucunu hiç düşünmeden bunları elde etmek için ne mümkünse yapacaktım. Ama bunlara daha vardı..
Dondurmaya dönersek; rengarenk tenteli bir motorla köy köy dolaşan şehirli bir dondurmacımız vardı. Onun renkli tentesini uzaktan görüp veyahut diğer aynı marka motor seslerinden bariz şekilde -bu nasıl oluyordu hala bilmiyorum- ayırt ettiğim motor sesini duyduğum anda kümese koşardım. Dar ve alçak kümes kapısından içeriye adımımı attığımda, tek çıkış yolu olan benim girdiğim kapıdan kaçabilmek için üzerime doğru panikle uçuşan tavuklara doğru gözümü sakınarak ilerler, folluktan kaptığım iki yumurtayla dondurmacıya yetişirdim. Bu benim dondurma alma yöntemimdi..
Daha önceleri yine param olmasa da, belki birileri bana dondurma ısmarlar umuduyla her motor sesine koşmuşluğum çoktu. Umutsuz olurdum zira amcalarımdan hem duyarlı hemde yaptığım yeni bir yaramazlığı unutacak kadar balık hafızalı olanına rastlamalıydımki bana dondurma ısmarlasın. Mahallede bir yığın amca vardı ama dondurma ısmarlanacaksa eğer, dayak atmaktaki hassasiyetlerini bu defa göremezdin. Kuzenlerim bencil, arkadaşlarım düşüncesiz ve diğer tüm çocuklar da gaddar olduklarından, kendi dondurmalarını benimle paylaşmazlardı. Kendi kişisel zenginliğim hiç olmadığı için kendim dışında başkalarından yararlanmaya her şeyi diğerlerinden güzellikle olmasa dilenme yoluyla o da olmazsa zorbalıkla almaya başlamıştım. Üstelik de açgözlüydüm mutlulukta, şehvette, keyifte, kollarımı kucaklayamayacağım kadar açmaktan alamıyordum kendimi. Kızların ellerinden dondurmayı alıp kaçışlarım, erkekleri gasp edişim en yakın arkadaşlarımla bile kavga ederek dondurmalarını yere düşürüp onlara da yar etmeyişim bu yüzdendi. Önceleri dondurmacımız duyarlıydı, uzaktan garip baktığımı görerek beni yanına çağırır, çok arada bir de olsa külaha kuş boku kadar dondurma koyup bana ikram ettiği olurdu. Ama ne zaman ki müşterilerini tacize başladım, o kırk yılda bir olan ikramını da kesiverdi. Buna rağmen, ardından ettiğim küfürler haricinde bir problemimiz yoktu, lakin benim varlığımdan bir parazitmişim gibi rahatsız olup, satış yaptığı alana beni yaklaştırmamak gibi davranışlar içine girince düşmanlığımı kazanıverdi. Beni kendi köyümün yolundan kovmak için bağırıp çağırmaları büyük hataydı, oysa dondurmacı dediğin; çocukları her durumda anlayacağına dair onlarla konuşmaya gerek bile duymadan emin bulunan bir duygu ve anlayış adamı olmalıydı. Çok kızmıştım. Anlayış yaş ile deneyim ile değil, herkesin hak ettiği yolla ilgiliydi demekki, o halde hak ettiğini görecekti. Sırf param yok diye beni artık sürekli uzaklaştırmaya çalışıp azarlaması eski iyiliklerini de bana unutturmuş, ona dair kötü planlarıma dehşetli bir güç kazandırmıştı. Köye gelen tek bir yol vardı o da sık ağaçlı bir ormanın içinden geçiyordu, önce bu yola tam onun geleceği saatlerde sivri uçları yukarı gelecek şekilde yirmilik büyük çivilerden gömüp saklanarak kötü planımı devreye soktum. İlk iki gün bu çivileri aştığını görünce, şansımı artırmak için çivi miktarını yükseltsemde üçüncü gün de hiçbir şey olmadan çıktı geldi köye. Dördüncü gün neredeyse tüm yola çiviler dikerek, artık kurtulamayacağını düşündüğüm faciayı izlemek için ormandaki yüksek bir ağacın tepesine çıktım. Her gün şehirden yola çıkıp köy köy gezerek, çocuklara parasıyla da olsa dondurma taşımanın ne kadar büyük bir sevap olup nasıl da çoğu beladan koruyabildiğine, dondurmacı o gün yine bütün çivileri sanki üzerinden uçarak atlayıp, hemen arkasından gelen Hüseyin amcamın aracının dört lastiğininde patlamasıyla şahit olmuştum. Bu işi kimin yaptığı bugüne kadar bilinemedi, yine bütün şüpheler üzerimdeydi ama bu yüzden dayak yemedim, zira Hüseyin amcamın araç lastiklerini patlatmamın bir mantığı ve bana pragmatik faydası yoktu. Dondurmacının bu mistik boyutu ona olan düşmanlığımı ymuşatmıştı ilk başta, ama yine beni her gördüğünde kasap önüne dadanan kediler gibi kovalamaya çalışması bu defa kesin netice almaya zorladı beni. Hemen ertesi gün çivilerden hariç yeni bir yöntem bularak, yolun kenqrındaki iki ağaç arasına saman balyası tellerini bağlayıp, dondurmacının motor sesini duyduğum anda bu telleri yola gererek kaçtım oradan. Gece boyu bu planı yaparken kaza anında olacakları izlemeyi tasarlasam da kafamda, motor sesi yaklaştıkça soğukkanlılığımı koruyamamıştım. O sebeple tele hızla çarpan motorun, takla atıp ters döndüğünü ve bütün dondurmaları döküldüğünü ben görmedim. Yine aynı tentenin dondurmacıyı koruyarak, motorun altında kalmasını önleyerek hayatını kurtardığından, dondurmacının kasabalı düşmanlarının bu tuzağı kurduğundan falan bahsettiler. Köyde her felaket genel bir haldir ve asıl sansasyonları, gerçekleşen olayın büyüklüğünden çok köyün ağzında dilden dile gezebilen küçük olaylar yapar. Bu yüzden olay çok abartıldı ve nekadar abartıldıysa şüpheler de benden o ölçüde uzaklaştırıldı, çünkü ortada açıkca bir cinayete teşebbüs vardı ve asla benimle bir ilgisi olamazdı. Dondurmacı bu olaydan yaklaşık on beş gün sonra köye gelebildi ve bende her zamanki uzağında standart yerimi aldım. Amacım dondurma yemek değil kaygılarını giderebilmek için dondurmacıyı sağ salim görebilmekti, bu yüzden ne birinin dondurmasını taciz ettim ne bunun için birileriyle boğuştum, sadece izledim. Kimseyi taciz etmediğimi gördüğünden olacak, herkes dağılıp gidince dondurmacı beni yanına çağırıp her zamankinden daha büyük bir dondurma ısmarladı bana. Ölümden döndüğü için belki de bir çeşit hayır olarak yapıyordu bunu bana ama bilmiyorduki bu olayın asıl zanlısı karşında duruyordu. Kolunda ve boynundaki çizikleri o zaman farkettim, hatırladığım kadarıyla yüzündede küçük bir morluk vardı ama iyiydi. Dondurmamı yerken yaptığıma pişman olmasamda azıcık da olsa bir vicdan sıkıntısı duyduğumu söylemeliyim. O esnada benimle konuşmaya başlayıp dondurmanın neden yapıldığını bilip bilmediğimi sordu, bilmiyordum. Süt, şeker ve yumurtanın ana maddeler olduğundan başlayıp işin formülünü anlatmaya başlasa da pek ilgili değildim, yediğim dondurma kadar önemli bulamıyordum bunları. Uzun uzun anlattı ve sonunda bana bir teklifte bulundu, dondurma yapabilmek için gerekli olan yumurtayı o zaten başka yerlerden parayla alıyordu. Bizim köydede gördüğüne göre tavuk boldu, bizde de tavuklar olduğuna emindi ve eğer her gelişimde ona bir yumurta getirirsem bana bunun karşılığında bir dondurma verebilirdi. Ne diyorsun diye sordu, bundan daha güzel bir teklif olabilir miydi hemen kabul ettim. O günden sonra her motor sesini duyduğumda önce kümese koşar olmuştum. Böylelikle hem ben, hem dondurmacı hemde köyün diğer çocukları rahat etmişlerdi. Öyleki tavuklar bile bu anlaşmadan haberdardılar sanki artık, ne zaman dondurmacının motor sesini duyanlar ben daha kümese girmeden içeride bir kargaşanın başladığını duyabiliyordum. Bir süre bir yumurta karşılığında standart bir dondurma almayı sürdürsemde, sonra iki yumurtayla götürüp daha büyük, daha sonra üç yumurtaya çıkararak daha da büyük dondurmalar talep etmeye başladım. Çoğu insanda göz mideden büyüktür, bendeki göz açlığı çok daha doyumsuzdu. Anamdan bir yumurta kadar izin almıştım, ama artık bunu Dört beş yumurtaya çıkarmayı düşünsemde anamın matematiğini tavukların götünün çapıyla sınadığımda, ortaya çıkacak şüpheleri gideremeyeceğimden yumurta miktarını artırmaya cesaret edemedim. Horoz elbetteki defter tutmaz lakin tavukların günde kaç yumurta çıkaracağını hesap etmem gerektiğinden, fazladan aldığım iki yumurta anlaşılmasın diye tek horozumuzun bütün muhasebesini o yaz ben tutmuştum diyebilirim. Ve o yaz benim için çok mutlu ve eğlenceli geçmişti. İnsandaki mutluluk, mutsuzluğa oranla çok daha dayanıksızdır. Sürdürebilirliği bir çok fedakarlık emeği ve olgusuyla desteklenmesine bağlıdır mutluluğun. Hayvanın mutluluğa olan mesafesinin insana göre çok daha kısa olduğuna inanıyorum, üşümüyor, işkence görmüyor, karnı doyuyor, ve çiftleşebiliyorsa bütün vahşi doğalarına rağmen mutludur onlar. Çocukların mutlulukla olan ilişkisi hayvanlarınkisine benzer daha çok, istem ve dürtülerimizin yükseklerdeki gözü kördür, her mutluluk daha yakın ve hazza ulaşma mesafemiz hayvanlardakiyle aynıdır küçükken. O sebeple ben bütün yaz ne zaman dondurmacının motor sesini duysam mutluydum, heleki kümese koştuğumda follukta iki veya üç yumurta varsa dünyalar benim olurdu...
Son bahar geldiğinde ineklerin başında beklemeye gerek olmazdı artık, zira tarlalarda mahsul kalmaz tüm diğer köyler de dahil olmak üzere herkes hayvanlarını sabah salar, akşam her neredeyseler bulur getirirlerdi. Benim görevim ineklerin akşama kadar uzaktan takibini yaparak akşam alıp eve getirmekti. Eğer yavruları varsa küçük buzağılarını ahırda tutar bırakmazdıkki, anneleri başını alıp uçsuz bucaksız ormanlara gitmesin, gitseler bile karınları doyunca akşam eve buzağılarının yanına kendileri dönsünler. Bu uygulama inanılmaz işe yarardı, zira akşam hava kararmaya başlayınca evde yavrusu olan ineklerden cömert en önde olmak üzere diğerleri arkada asker sırası yavrularına dönerlerdi. Hemen her gün tekrarlanan bu dramatik sahnenin benim için ne derin anlam taşıdığını bilmezdim o zaman. Cömert kadar olamayan bir annem, ve bir başka babam olduğunu çoktan unutmuştum artık. İneklerinin buzağılarının olmadığı dönemlerde ise asla geri gelmezlerdi, ben arkadaşlarımla derelerde ve göllerde yüzmekten, dağlarda mancınık oynamaktan orada burada gezip eğlenmekten, sorumsuzluktan onların gündüz nerede olduğuyla ilgilenmediğimden, hayvanları ancak akşam aramaya başlar haliylede bulamazdım. Tabi bunların gündüz takibi yapılmazsa uçsuz bucaksız karadeniz ormanlarında bulunabilmeleri çok zordu. Bu durumda ise gördüğüm ilk yabancı at sürüsünü bir çıkmazda kıstırır, içlerinden en sağlıklı ve güçlü gözükene binerek, dere tepe orman demeden ineklerimi arardım. Tesadüf edecek kadar şanslıysam önüme katar getirir, yok eğer bulamamışsam babamdan korktuğum için eve gelmezdim. Hayvanların gözetim ve sorumluluğu bana ait olduğu için eğer onları bulup getirememişsem bu sağlam bir dayak sebebiydi. Böyle durumlarda samanlıklarda boşalttığımız eski evlerde, mağaza dediğimiz tütün depolarında ve ağaç tepelerinde yatardım. Acıktığımda babama görünmeden anama ulaşırsam, ona yiyecek bir şeyler getirtirdim ya da komşulardan bu işi çözerdim. Tüm köy yılın bu dönemlerinde tekrarlanan mağduriyetlerimi bilir, inekleri yine bulamadığımı anlayarak karnımı doyururlardı. Evlerinde misafir etme tekliflerini kesinlikle reddederdim, çünkü babam yada aşkın amca gelip beni orada bulabilirdi ama ağaç tepelerinde, samanlıklarda ormanlarda ve eski evlerde kim beni yakalayabilirdi. Yine böyle mağduriyetlerimden birinde ve sanıyorum dışarıda geçirdiğim üçüncü gecemdi, çok acıkmış anama ulaşamamıştım. Gecenin bir yarısıydı komşu kapısı çalacak zaman değildi, büyük amcamların kümesinden bir horoz çalarak ormanda yaktığım derme çatma bir ateşte pişirip yemiştim ki, bir yıl boyunca sanki daha dün çalmışım ve benim yaptığım her an anlaşılacak korkusuyla yaşamıştım. Ömür boyu bu kaygı ve tedirginlikle yaşarım zannındaydım, gerçi öyle de olacak kaygı ve korkuyla geçirecektim ömrümü, fakat bunun o benekli horozla hiç alakası olmayacaktı. Bulamama sürem uzarsa anam genelde yattığım yerleri bilir eğer babamı sakinleştirebilmiş ikna edebilmişse gelir beni bulup uyandırarak eve götürürdü. Yine de kapının ardına soğan patates çuvallarını yığar tedirgin yatardım, çünkü gecenin bir yarısı beni uykumdan uyandırarak dövebilme özelliği de yok değildi. Kızgınlığı ben inekleri buluncaya kadar geçmezdi genelde, ne de olsa o dönem tarla işleri bitmiş olduğundan harici ırgata lüzum yoktu tek iş ineklerdi. En keyifli otel samanlıklardı, samanlardan kendime itina ile konforlu bir yatak yapar içine gömülürdüm. Tek sorun yatışımdan on dakika sonra hiç durmaksızın üzerimden sürekli sağa sola koşuşturan farelerdi. Koca samanlıkta neyi paylaşamıyorlardı bilmiyorum ama kendi aralarında sık sık kavgaya tutuşup öyle korkunç çığlıklar atıyorlardı ki, bana saldırma ihtimallerini bir noktadan sonra artık umursamasam bile kavga seslerinden uyuyamıyordum. Aslında onların yaşam alanlarının ortasına alakasız bir saatte dalan fazlalık olan bendim, bir memnuniyetsizlik varsa bu onların hakkı olmalıydı. Zaten bir süre sonra durumu karşılıklı olarak kabullenirdik, yinede yüzümü ısırmamaları için başıma çuval sararak yatardım. Onlar yine sabaha kadar oradan oraya hiç ara vermeden üzerimden sağa sola yukarı aşağı koşuşturmaya devam ederlerdi. Yine böyle bol fareli bir gecenin sabahında samanlıktan çıkmış uyku mahmuru gözlerle üzerimdeki samanları temizlemeye çalışırken, yabancı köpeklerin ansız bir saldırısına uğradım. Nereden nasıl geldiklerini anlayamadığım üç köpek aniden üzerime atlamıştı. İkisini kendimden uzaklaştırmaya çalışırken bir diğeri sağ baldırımda iki noktadan ısırdı. Samanlık eve çok yakındı, bu vahim olayı görüp koşarak gelen babam (hala inekleri bulamamış olmama rağmen) beni kucaklamış, durumum doktorluk ciddiyette görülmediği için de köyümün doksan yaşında olan bilgesi güllü neneye götürülmüştüm. Yaralarım çok kötü durumdaydı, parçalanmış bir et kütlesi deriden ayrılmış aşağı doğru sarkıyordu. Toplanan meraklı kalabalıkta kan tutan iki kişi yaraları görür görmez ard arda bayılıvermişlerdi. Güllü nenem bu acil vakalara da anında müdahale ederek, kolonya su ve kendisinin bilgelere özgü becerisi sayesinde onları hemen ayağa kaldırmıştı. Bacağıma bakar bakmaz da kesin iyi edecek formülü hiç zaman kaybetmeden açıkladı. Bu formülün içeriği, köpek kıllarını hamurla karıştırarak yaraya sürmek ve hiç hava almayacak şekilde sıkıca bağlamaktı. Ve bu sargı beş gün boyunca kesinlikle hiç açılmayacaktı. İşin asıl önem arz eden ve bir okadar da ilginç yanı ise; hamurla karıştırılıp yaraya bağlanması gereken köpek kılının, herhangi bir köpeğinki değil, ısırıp o yarayı açan köpeğin bizzat kendi kılları olması gerekliliğiydi. Asıl şifayı verecek yarada iyileşme sağlayacak olan o kıldı, başka köpek kılının faydası olmazdı.
O köpeği nerde nasıl buldular bilemiyorum fakat köpek yakalanıp bir şekilde huzura getirildi. Kılları kesilirken kafasına iki kişi sağlı sollu çökmüş yere bastırmışlardı. Beni tanıdığını sezebiliyordum fakat onunda tıpkı benim gibi bu yapılan işlemden bir şey anlamadığı, çevreyi merakla tarayıp her turda gözlerimize odaklanarak birbirimize şaşkın bakışlarımızdan belliydi. Güllü nenem hamur ve köpek kılından oluşan o boktan karışımı hazırlarken, yaptığı işe büyük bir ciddiyetle eğiliyor olması o işleme ayrı bir kutsiyet kazandırıyor, sanki ölümsüzlük iksirini hazırlayan bir lokman hekim edasıyla hareketlerini ağırlaştırarak özeniyor özeniyordu. Oradaki kalabalık ise bir özel ana şahit oluyormuşçasına onu bir bilim insanını izlermişçesine seyrediyordu. Kimseden ses çıkmıyordu, o yoğun kalabalıkta birbirini anlayabilen birileri varsa onlar; köpekle bendim sadece. Olayları kavrayamamaktaki bu ortak duygumuz kendisine olan kızgınlığımı geçirmiş, aramızda kimsenin farketmediği bir bağ oluşmuştu sanki. Böyle tuhaflıkları görünce Eminim o da beni ısırdığına çok pişmandı ama artık çok geçti. Güllü nenem tıpkı dediği gibi bacağımı hiç hava almayacak şekilde sıkıca bağlayıp beni eve gönderirken, yine bir uzman hekim duyarlılığı ile perhiz vererek -artık ne alaka ise-balık yememem, meyve ve sebze yememem, en önemlisi ne olursa olsun bacağımdaki sargıyı kesinlikle açmamam gibi sıkı tavsiyelerde bulunmuştu. İlk gün pek bir şey hissetmedim, ikinci günün sabahı bacağımda yoğun bir kaşıntı ve dayanılabilir bir acı başladı. Üçüncü gün acı ve aynı anda şiddetli kaşıntı hissi başladı. Bu şikayetim güllü neneye iletildiğinde normal karşıladı, kaşınıyordu çünkü iyileşme gösteriyordu acısına da katlanacaktım okadarcık olurdu. Akşama doğru bu kaşıntı ve acılar artık dayanılamayacak duruma geldi, öyleki artık sırf yaramın bulunduğu bölge değil tüm bacağım ağrıyordu. Bu durum karşısında güllü nineye acil kapısından giriş yaptık, sargıyı açmamakta halen ısrarlıydı fakat o kadar canım yanıyorduki kendim sökmeye başladım. Bu durumda istemeye istemeye o da el atıp sargımı kendi açmaya karar verdi, yaranın açıldığındaki o görüntü aradan uzun yıllar geçmiş olmasına rağmen hala gözümün önündedir. Bacağımın ateş ısısından olacak, artık katılaşıp neredeyse ekmek halini almış köpek kıllı hamurlar arasından, küçük küçük belki milyonlarca beyaz kurtçuklar, sanki bir kaplıcanın kaynayan bataklığı gibi kabarcıklaşıp kayboluyor. Sonra orası çukurlaşarak bu defa başka bölgelerden küçük volkancıklar olarak püskürüyorlardı. Yaranın en derinlerine belki binlercesi doluşmuştu, böylelikle o yoğun kaşıntı ve dayanılmaz acının kaynağı da ortaya çıkmıştı, herkes şok içindeydi. İyi ama bu nasıl olmuştu tıp, yani güllü nenem yanılabilirmiydi? Görünen oydu ki nasıl olmuşsa olmuş maalesef o büyük hekimde yanılabilmişti işte. Doktorun hastaya hastalığından daha tehlikeli olduğu, çok nadir durumlardan biri olmalıydı bu. Güllü nenem yine farklı bileşim, başka iksirlerden bahsetmeye başladı. Mevcut durumun vehametini asla kabul etmiyordu, köyde herkes tarafından kabul gören bilge kişiliğini yitirecek olursa, geriye ölümü yaklaşmış yaşlı bir bunaktan başka birşey kalmayacağını bildiğinden, kurtlanmış bacağım üzerinde yeni yöntemler denemekte ısrar ediyordu. Fakat babam bu defa gerçek hastahaneyi ve gerçek doktoru tercih etmişti. Fakat gerçek doktorun da yarayı görür görmez illa ısıran köpeği isterim diye tutturması ile, ikinci bir güllü nene faciası korkusuna kapılmam bir oldu. Neyseki gerçek doktor onu kılları için değil kuduz olup olmadığımın tespiti için istiyordu. Lakin köpek ogün ellerden kurtulduktan sonra, bu garip davranışlı insanların ona muhakkak anlamsız bir zarar verecekleri endişesine kapılarak ortadan kaybolmuş olmalıydı, bütün aramalara rağmen onu bir daha gören olmadı. Göbeğimden kolumdan birkaç iğne vuruldu, yaralarım ise olması gerektiği pansumanı yapılıp eve gönderildim. Köpek bulunamadığı için de kuduz muyum değil miyim zaman gösterecekti.
Bu olaydan kısa süre önce yine kahvehanenin arka penceresinden izlediğimiz renkli ve sessiz bir Türk filminde, köpek ısırması sonucu köydeki çocukların kuduz olduğunu çok korkunç acılar çekerek öldüklerini görmüştüm. Fazlasıyla etkisinde kaldığım bu filmin hemen ardından aynı olayın başıma gelmesi inanılmaz ürkütücü olmuştu. Evet bende kuduz olacak bağıra bağıra ölecektim ve tıpkı o filmde olduğu gibi beni kireçle gömecekler, kuduz oluruz endişesiyle mezarıma dahi yaklaşmaya korkacaklardı. Kuduz olan çocukların ilk belirtilerinin sudan korkmakla başladığını yine o filmde görmüştüm. Evimizin önünde derin bir su kuyusu vardı, onun dibinde simsiyah duran karanlık suya bakmak normal insan için bile ürperticiydi. O psikolojiyle bana daha da korkunç geliyordu, bu denemeyi daha sağlıklı yapabilmek için önüme bir kova su koyup sürekli ona bakıyor, içine elimi sokup belli aralıklarla yüzümü yıkıyordum. Günlerce sabahtan akşama kadar o kovadan ayrılmadım, nereye gitsem yanımdaydı. Netice itibarıyla kuduz olmadım ama kuduz olabilecek bir insanın kaygı ve korkularının tümünü eksiksiz yaşamıştım. Bir süre sağ bacağım aksadı sonra düzenli pansuman ve doğru tedavi neticesi yaramda kapandı. Sağ bacağımın aldığı ilk hasar buydu sonda olmayacaktı. Yine aynı yıl içerisindeydi sanırım, ormanda ağaç eğme oyunu oynuyorduk, bu oyun üç beş çocuğun genç ve diri bir ağacı zorlu uğraşlarla yere eğip, ucuna binilip zıplanarak yerden bir iki metre yükselip inilmesiyle oynanırdı, bir çeşit yaylı salıncak gibiydi. Her eşit zıplamada daha da yükseğe çıkar heyecan ve adrenalinimiz de o ölçüde artardı. Yine böyle bir oyunda ağacın en ucunda bendim, güçlü ve eşit bir zıplama sonrası önümdeki arkadaşım dengesini kaybedip daha önündeki arkadaşlarımı da tutarak kendisiyle birlikte yere düşürdü. Gereksiz ağırlıklarından bir anda kurtulan o diri ve çevik ağaç, beni bir mancınık gibi fırlatıverdi, ne olduğunu anlamadan tüm ormanı bir anda ayaklarım altında buldum. Her şeyin fazlasıyla yükseğine çıktıktan sonra aynı hızla geri orman içine çakıldım. Yine sağ bacağımdı ve bu defa kalçadan çıkmıştı, babam yine beni acil olarak bu defa başka köyün en yaşlı bilgesine götürdü. Neden güllü nenem tercih edilmemişti bilmiyorum ama sanırım o cerrahtı, benim bu defaki durumum ortopediydi ve onun branşına girmiyordu. Neyseki o köydeki nene gerçekten işi biliyordu, bacağıma yine onun kendi icadı olan kaygan ve pis kokulu iksirlerinden sürerek kalçamı bir hamlede yerine oturtuverdi. Hemen orada ayağa kalkıp yürümeye başlamış dönüşte ise arkadaşlarımın yanına koşup ağaç eğme oyununa kaldığım yerden devam etmiştim.
Yine bu günlerden birindeydi, İstanbul’daki kuzenim Abdurrahman bana beyaz bir pantolon vermişti İstanbul’a dönerken, ve ben bu pantolonu giyerek inekleri bahçeden almaya gidiyordum. İlk defa beyaz bir şey giyiyordum ve okadar fazla beyazdı ki kendimi içinde tam bir pislik gibi hissettim ilk başta, ama sonra enerjisi değişik geldi. Bahçeye daha kestirme bir yol olmasına rağmen sırf beyaz pantolonum kirlenmesin diye yolu uzatarak orman içinden gitmeye karar verdim. Ormanda bir süre ilerlemiştimki çalılık arkasından gelen garip sesler ve neşeli kahkahalar dikkatimi çekti. Bu garip seslerin ne olduğuna olan merakım ile pantolonumun kirlenme endişesi birleşince ayak uçlarıma basarak da olsa seslerin geldiği yöne doğru ilerledim. Kafamı çalılıklardan uzattığımda, hep duyduğum ama o güne kadar bir köy efsanesi sandığım olayın gerçek faaliyetiyle karşılaştım. Köyün beş genci ağaçlar arasına sıkıştırdıkları bir eşeğe tecavüz ediyorlardı. Biri eşeğe tecavüz ederken diğer dört kişi ellerinde pipileriyle sıralarını bekliyordu. Onların başında ise bizden neredeyse on yaş büyük olan Sıtkı, İsmail ve Ali abiler bulunuyor, nasıl yapmaları gerektiği konusunda direktif veriyorlardı. Beni ilk olarak eşek fark etti, onun kulaklarını bulunduğum yöne doğru dikmesi ile herkes bana döndü. Fakat hiç kimse tedirginlik duymadı bundan, hatta ismail abi ne şanslı olduğumu söyleyerek beni keyifle yanına çağırıp sıraya girmem için öneride bulundu. Duyduğum kahkahaların tamamı da zaten ondan çıkıyordu, benim gelişim ile her nedense neşesi daha da artmıştı. İlkokulda kızlar tuvaletinin duvarını delip kızların kıçına bakma fikrini bana verende bu İsmail abiydi, tam bir piçti. Fark edildiğim anda herkes kaçmaya çalışsa ya da ne bileyim birazcık toparlanma gereği duysa, orada gördüklerimi iğrenç bulmaya hazırdım. Fakat yapılan sanki çok olağan bir şeymiş gibi hiç kimse zerre istifini bozmadan uğraşını sürdürünce, bu olanlar bana da sıradanmış gibi geliverdi. Utanç verici olan bir şey, çoğunluk tarafından öyle bulunmuyorsa utanç verici olmaktan çıkıyor olmalıydı. Bilye oynamak, futbol veyahut o eşeğe binmek kadar doğal gelmişti bana da bu durum artık. İlk başta isteksizdim, hayır der demez hemen aşağılanmaya dalga geçilmeye başlandı hakkımda, konu erkekliğimden iktidarsızlığımdan devam etti, öyle ki eşeğe tecavüz etmek bir erkeklik gösterisi haline getirilmişti artık. İsmail abinin “ eşek sikenin siki kalın olur, üstelik uzar büyür, ayrıca eşeğin vajinası tıpkı kadın vajinası gibidir, hiçbir farkı yok” gibi söylemlerle verdiği gaz ve arkadaşlarımın normal davranışlarından da etkilenerek bende sıraya geçtim. Az önce dünyanın en aşağılık işi sayma ihtimalim olan eylemin, bir anda bizzat içinde buluvermiştim kendimi. Şunu da açık yüreklilikle ifade etmem gerekir ki; daha fazla direnmeme sebebim sırf bu alay konuları değildi, bende arkadaşlarım gibi merak ve heyecanla o eşeğe tecavüz etmeyi istiyordum. Eşek artık bir hayvan değil oradaki herkes için dört bacaklı bir eskorta dönüşmüştü. Bizim köyde eşek yoktu, bölgemizde sadece Tosköy denilen bir köyde eşekler vardı. O köy bize en az on km uzaklıktaydı, biz çocukların o köye giderek kız kaçırır gibi eşek kaçırabilmesi mümkün değildi. Bu iş, başta İsmail ve Sıtkı abiler olmak üzere bizden büyüklerin yeteneğine uygundu. Onlarda eşeği bizler için değil kendileri için kaçırıp köye getiriyorlar, işleri bitince de aynı köye geri götürmek yerine kullanılmış bir orospu gibi önümüze atmışlardı sanırım. İsmail abi tam bir piç’ti, onun uçuk düşüncelerine itibar edilmezdi ama Sıtkı abi öyle değildi ve benim ona belli bir saygım vardı. O dahi bu yapılanın iyi bir şey olduğunu söylüyordu, demekki gerçekten iyiydi. İçine doğduğu büyüdüğü dünyadakiler nasıl yaşıyorsa öyle yaşamaya meyilli bir varlıktı insan. Yanlışı doğruyu bazen bu anlayışlar oluşturuyor, çoğunluğun davranışları olağan esaslara hatta ilkelere bile dönüşebiliyordu. Herkesin pipisi elinde kendi sırasını beklediği kuyrukta tecavüz işi biten kuyruğun en arkasında tekrardan yerini alıyordu. Nihayet benim sıram geldiğinde müthiş heyecanlıydım, hiçbir kadınla yatmamış ve eşeğin vajinasının kadınınkiyle aynı olduğuna inandırılmıştım. Üstelik bu tecavüzden sonra pipim kalınlaşıp uzayacak belki hemen yarın kocaman olacaktı. Başını İsmail abinin tuttuğu eşeğin, arkasına geçtiğimde eşek yüksekte kaldığı için boyum yetişmedi. İsmail abi konunun uzmanı olduğu için problemi daha ben söylemeden fark ederek, beni yamaca çıkarıp eşeği bana doğru geri geri getirdi ama yine olmadı, zira bu defa da eşek aşağıda kalmıştı. O yine eşeğe ileri geri manevralar yaptırmaya uğraşırken, ben eşekten tekme yememek için pozisyon hazırlanana kadar elim pipimde kenarda bekliyordum. İsmail abinin her gel deyişinde hemen eşeğin arkasına koşuyordum ama yine denk gelmemiş oluyordu, bu deneme yanılma yöntemi üç beş defa tekrarlandı sanırım ve her defasında ya yüksek, ya alçak kalıyor bir türlü istediğimiz denk seviyeyi tutturamıyorduk. Bacaklarımı bükmemi söyledi İsmail abi, kabul etmedim, beyaz pantolonum kirlenir di. Çıkar dedi, yine kabul etmedim beyaz pantolonum kirlenmesin istiyordum. Dizine indir dedi kabul etmedim çünkü eşeğin bacaklarına değer beyaz pantolonum ve kirlenirdi. Yan dur dedi olmaz dedim, kütüğün üzerine çık dedi olmaz dedim, şunu yap bunu yap, ne teklif ettiyse kabul etmedim çünkü bu hareketlerin hepsinde beyaz pantolonumun kirlenme riski vardı. İsmail abi eşeği ileri geri yaptırmaktan yorulmuş ter içinde kalmıştı, ileri de büyük şehirlerde tanıyacağım sayısız pezevenkle ben onun oradaki bu gayretinin yarısını bile göremeyecektim. Ama maalesef ne yaptıysa benim pipimle eşeğin vajinasını aynı hizaya getirmeyi başaramadı ve bütün gayretleri boşa gitti.
Onun eşekle ilişkisi sanki artık bir güreş halini almıştı, sürekli eşekle hareket halinde olmakla beraber bir taraftan da bana, beyaz pantolonumun kirlenme riskleri taşıyan tekliflerini sunuyordu. Tabi ben yine hepsini reddettim. Sonunda pes etti, kendi başarısızlığına sinirlenip acısını benden çıkararak “ siktir git ulan amcık. Amına koyayım ben senin beyaz pantolonunun da, sikeceğin eşeğin de, siktir lan” deyip beni eşeğin arkasından kovaladı. O gün oradaki bütün arkadaşlarım eşeğe tecavüz ettiler, ben ise uzaktan izlemek durumunda kaldım. Gıpta etmedim de değil, zira onların pipileri hemen o gün kalınlaşmaya ve büyümeye başlayacak benimkisi küçük kalacaktı, buna tüm kafamla inanıyordum. Ama bu bile beyaz pantolonumun kirlenmesi kadar önemli değildi gözümde, çünkü o eşeği daha sonra yakalar tecavüz edebilirdim ama bir daha böyle temiz beyaz bir pantolonum olmazdı. Sonraki günlerde sırf kadın vajinasının nasıl bir şey olduğunu hissetmek ve pipimin kalınlaşıp büyüyerek arkadaşlarımdan geri kalmaması için o eşeği çok aradığımı itiraf etmeliyim. Fakat hiçbir yerde bulamadım. O zaman çok üzülmüştüm, ama bugün geriye baktığımda iyi ki bulamamışım diyorum, az kalsın ne yaptığımı bilmeden hem kendimi kirletip, hemde cinselliğe dair hayalimde taşıdığım tüm güzel düşünceleri katledecektim. Beni bu korkunç durumdan kurtaran ise ne kutlu bir öngörü ne de mantıklı bir bilinç degil, o gün tesadüfen giymiş olduğum beyaz pantolondu. Zaten bir o faydası olmuştu bana bu pantolonun, zira temiz ve güzel olana dair ne varsa hoyrat kullanımımdan o da nasibini almış, iki gün içinde köyün ve benim kirime, pisliğime bulanmıştı. Ertesi yıl Tosköy’e baraj yapılıp bütün köy çevre arazileri ile birlikte istimlak edildi. Orada evi ve arazisi olanlara da -ne alaka bilmiyorum- Hatay ilinden arazi verdiler ve o köyün tamamı sular altında kaldı. Sahipleriyle birlikte eşekler de gittiği için bu durum bütün civar köylerin ergenleri için bir yıkım olmuştur sanırım. Zira bu eşeklerin, yaklaşık on köyün ergenlerinin vajina ihtiyacını karşıladığını ben çok sonradan öğrenecektim. Böylelikle eşek tecavüzcülüğü bana kısmet olmadı, yapanlarda bunu kötü birşey olduğunu bilerek yapmadılar o gün, sapıklık herkeste biraz vardır fakat ben onların bu kadar sapkın olmadıklarına eminim. Bilinç ve sağlıklı kavramdan yoksundular o kadar. O gün eşeğe tecavüz eden arkadaşlarımın pipilerini sonraki günlerde açtırıp sık sık baktığım ve kendiminki ile kıyasladığım oldu, benimkinden bir farkları yoktu hatta bazıları benden geriden geliyorlardı bile diyebilirim. Hemen hepsi o gün yaptıkları işten sonra çok pişman oldular, hatta bazıları kendi karısından sanki bazen o eşeğin kokusunu aldığını bile söyledi. Hatalarının bedeli bununla da bitmedi, Sıtkı ve özellikle de İsmail abi o gün eşeğe tecavüz edenlerden birine kızdıkları zaman, getiren ve teşvik eden sanki onlar değilmiş gibi bugün bile hala o gün olanlardan utandırmaktalar. Bu konuyu kapatmadan şunu da eklemem gerek. İsmail ve Sıtkı abiler evleniyor çocuklar yapıyorlar yıllar geçiyor falan, ve bunlardan biri bir akşam üzeri tarladan köye dönerken birde ne görsün: kadife!.. Tosköy yıkılalı yıllar geçmiş ve nasıl bir özlem ise bu, kadifeyi gören kişi yıllardır görmediği eski sevgilisinin bir anda karşısına çıkmasıyla aynı heyecanı duyuyor. Eşeği yakalayıp ormana bağlayarak arkadaşına haber vermeye gidiyor ve arkadaşı da o anda eşinin koynunda uyumakta. Camına tıklayıp kutlu müjdeyi verince arkadaşı kulaklarına inanamıyor, ayak uçlarına basarak karısının koynundan çıkıp bu iki arkadaş eşeğe tecavüz etmeye gidiyorlar. Bak işte ben buna sapkınlık ve mutlak bir ruh hastalığı diyorum.. Neyse, ben öyküme kaldığım yerden devam edeyim.
Hayatımda ilk porno filmini de yine bu yaşlarında izlemiştim, kasabada aile kaynak yürürken birden karşıma Ali abi çıkmış “hadi seni bir yere götüreyim, ineklerimi az çevirmedin gideceğimiz yeri bakalım beğenecekmisin”deyip peşine takmıştı beni. Ara sokaklardan bir süre onu takip edip sonra bir pasaj içerisine girdik ve içeride çıplak kadın posterini ilk defa gördüğüm zaman ağzım açık kalmıştı. Yeni dürtüler yeni olaylar karşısında kendi hazlarına göre yerleştikleri için, karşılaştığım duruma şaşırmadan önce tahrik olmuş, sertleştiğimin anlaşılmaması için ellerimi önümde birleştirip öylece kalakalmıştım. Bu durumun benim için önemini en abartılmış şekli ile Ali abi görsün istememiştim. Yanımdan bir süre ayrılarak geri gelmiş hadi gidiyoruz demişti bana, o posterlerin karşısında biraz daha kalabilmek için 10 gün boyunca onu ineklerini çevirmeyi rüşvet olarak teklif ettim. Meğer hadi gidelim derken dışarıya değil daha içeriye girmemizden bahsediyormuş. Kapıdaki görevliye bir paket sigarayı yaş küçüklüğümü görmezden gelip beni içeri alması için rüşvet vermiştik, içeri girerken bana surat asan bu adamın adının Murat olduğunu sonradan öğrenecektim. İleride kendi sigaralarımın yarısını ona taşıyacağım için bu adam benim çok yakın ahbabım olacaktı. Sinema salonuna girdiğimizde çoktan başlamış olan pornonun dev ekranıyla o ilk karşılaşma anımı unutamam. Hatırası bugün gibi aklımdadır, uyandırdığı heyecan ise hala güçlü. Bir şeyi ilk defa tanıtan kimse onu adlandırma hakkını da elde eder, ben o anki duygu ve hislerimi tanıyamadığım için bunlara halen bir isim de koyamıyorum. O dev ekran ile ben bir süre öküzün trenle ilişkisinden daha şaşkın bir bağ kurduğumuzdan hipnoza tutulmuş gibi kalakalmıştım. Ali abi bir süre sonra yanıma gelip olduğum yerden beni almasa içeride koltuklar ve bu koltuklarda başka insanların oturduğunu bile göremeyecektim. Yerlerimize yerleştik bir süre sonra yavaş yavaş her şey karanlığı içinde aydınlandı, içeride en az 100 kişi vardı mümkün olan en uzak aralıklarla oturmuşlar aynı ekranı izliyorlardı. Aralarına mesafe koymaktaki amacı o gün çözememiştim ama bunun nedenini rahat mastürbasyon yapabilmek olduğunu daha sonradan uygulamalı öğrenecektim. O gün ben ne kadar tahrik olursam olayım bu işlerin acemisi olduğum için mastürbasyon ihtiyacımı on dakikada bir tuvalete gidip gelerek giderdim. İlk defa porno izliyordum her yanımdan Şevket fışkırıyordu, sinema tuvaletini bilmem kaç defa ziyaret edip geri salona döndüğümde karate filmi ile karşılaştım, salona ilk girdiğimde porno ile karşılaşmam kadar şaşırmıştım bu duruma. Ben bilmiyordum ama sistem 3 film birden devamlı matine ile çalışıyordu, sabah 10.00’da oynatmaya başlanılan 3 filmin ikisi porno biri karate filmi idi ve bu aynı filmler gece saat 12.00’ye kadar devamlı döndürülüp duruyordu. Her film bitişinde 15 dakika bir ara veriliyor bu arada herkes ceketlerini çıkarıp arkalarını kontrol ediyordu, bunu da ilk başta anlayamamıştım fakat daha sonraki sinemaya girişlerinde sırtımda kocaman ve kurumuş sperm lekesi ile köye döndüğümde bunun sebebini anlamıştım. Ben de bu konuda uzmanlaşacak; suçu işledikten sonra olay mahallini terk ederek yapılan işin cezasını ise benim kalktığım koltuğa oturan kişiye kestirecektim. Bir keresinde 2 porno film bitmiş karate filmi başlamıştı, artık kaç defa sinema tuvaletini ziyaret edip ya da öndeki ceketleri ne ölçüde pislettimse, tıksırıncaya kadar tatmin olmuş halde pür dikkat karate filmini izliyordum. Yüzünü karanlıkta seçemediğim yaşlıca bir adam yanıma gelip oturdu. Herkesin birbirinden uzaklaşmak için aşırı çaba gösterdiği bu yerde onun yanıma sokulması garip gelse de çok da sorgulamamıştım. Bir süre sonra avucunu dizime koydu bir gün yüzüne döndüğümde bana değil pür dikkat ekrana bakıyordu. Sırf meraktan ses çıkarmadım, avucunu hafif hafif kımıldatarak bacağımı okşamaya başladı, baktı ki tepki vermiyorum ağır ağır yukarı çıkarak penisimi avuçladığı anda bileğinden yakaladım. Kulağına eğilerek” dayı yanlış filmde geldin” deyip elini sertçe geri fırlattım. Hiç cevap vermeden yanımdan kalkıp gitti, son derece ahlaksız biri olmama rağmen benim açımdan bir erkeğin başka bir erkekle seks yapması kadar iğrenç bir şey olamaz düşüncesindeydim, şehvetten kudurup haz içinde ölsem de bu bana hiç de tahrik edici gelmiyordu. Böyle bir meyilim olsa buna en müsait dönemi o dönemde sanırım, 3 film birden devamlı matinenin müdavimi olduğum o dönemde sayısız gay ile karşılaştım nokta içlerinde doğru Zaman ve doğru filmlerde gelenler de çok oldu. Bunlar beni cezbetmenin aksine izlediğim filmden aldığım hazzı da berbat dedim hayal gücümün içine sıçtılar. Biletim ve kapıcıya verdiğim sigara rüşveti 2-3 kez sırf bu yüzden Ziyan oldu diyebilirim. Sonra önlemimi alıp yanıma biri oturduğu anda yakasına yapışarak olmadık hakaretler edip yanımdan uzaklaştırdım. Hiçbiri de” sen ne diyorsun kardeşim ben gay değilim şu anda efendigine film izlemeye geldim” demedi. Daha sonra İstanbul sokaklarında yatarkende, bu niyetle yanıma yaklaşan birileriyle karşılaştığımda; Kibaroğlu adındaki bu sinemadan edindiğim tecrübeler sayesinde gaylerden kendimi koruyabilecektim. Fakat kendi yanlışlarımdan kendimi koruyabilmem mümkün olmayacaktı. Daha bilgili ve daha tecrübe sahibi olmam öncesinde var olan acemi cehaletim, sonradan ortaya çıkan bilgili ve tecrübeye dayanan uzmanca bir cehalete dönüşecek, Zekam arttıkça akıl ve öngörü kafamdan sanki kaçarcasına uzaklaşıp, Öğrendiklerimin beni dönüştürebilecek doğru mantık ve kavramlarla bir ilişkiselliği olmayacaktı..
O Günler böyle geçiyor, aylar yıllar birbirini aynı tempomda kovalıyordu, teknolojik ilerlemelerde olmuştu mesela köyüme telefon hatları çekilmişti, her ev için büyük yenilikti. İlk bağlandığı zamanlar kullanmama izin verilse de, babam ne kadar çok konuşulursa o kadar fatura geleceğini öğrendiğinde telefonla her türlü ilişkim yasaklandı. Babam kendisi evde yokken kullanılmasını önlemek için, bir zincir ve iki küçük asma kilitten oluşan tuhaf bir sistemle makaralı avizeyi bağlamıştı. Bu kilitleri açmak olanaksızdı, kilitin birini çözerek avizeyi kaldırsan bile, öteki kilit sebebiyle numaraların merdanesini çeviremiyordun. Bu sistem hiçbir şeye benzemeyen ya da herşeye benzetilebilecek kadar acayip bir şekilde merdaneye sarılmıştı. O yaratıcılığı Abraham Bell görse kıskanırdı, kesinlikle telefondan sonra en büyük icattı. Büyümek zordu lakin her baskının inadına ruhum parçalı bulutlu da olsa genişliyor, bedenim heybet kazanarak büyüyordum işte. Komşu köyde ilgilendiğim bir kız bile vardı, hemen her akşam onu camda görürüm umuduyla o köye gider, her attığım adımda ergen heyecanları taze sevgi pıtırcıklarını duyardım minik gönlümde. Eğer onu camda görebilmişsem ben yola değil yol bana yürürdü sanki, görememişsem bile bir umutla bin defa aşılabilecek dünyanın en güzel mesafesiydi o köy yolu benim için. İşin garip yanı kızın benden haberi bile yoktu, hazin yanı ise sonradan farkıma varıp gülümseyişleri hatta göz kırpışlarının sırf bana ait değil, civar köylerin gençleriyle aramızda bölüştürülmüş işveler olduğunu öğrenmemdi. Yine de herkes ona aşıktı, başı açık olup lise de okuyan, kot pantolon dar tişörtler giyebilen çevredeki tek kızdı. Diğer kızlar tütün tarlalarında çalışmaktan elleri nasırlaşmış, yüzleri güneşten solmuş bir güzellikleri varsa bile çamurlu paspal fistanları ve terden solmuş eşarpları altında kalmıştı. O yüzden tüm gözler tek sosyetenin üzerindeydi, kendisi de bu farklılığının farkında olarak aç gözlerin ilgisinden oldukça memnundu. Ve küçük bir yosma gibi herkesin ilgisini kendine çekerek kurallarını koyduğu oyunlar oynuyordu. Bir göz kırptığı günlerce o anı düşünürken, o kime göz kırptığını aynı saat unutup bir diğerine kaş göz etmeye başlıyordu. Herkes onu sahiplenir haberi bile olmadığı ne kavgalar eder, üzerinde yine onun bilmediği ne haklar iddiasında bulunurduk. Bedenen güçlü ve yapılıydım, tıpkı ailede gördüğüm gibi kimseyle fikir tartışmasına girmez her sorunu kavga ederek şiddetle çözmeye çalışırdım. Dayak yediğimde olurdu, bazen o köye gittiğimde köyün çocukları tıpkı zamanında bizim onları izleyemediğimiz renkli televizyonu kıskanıp kovduğumuz gibi , şimdi onlarda kendilerinin olmayan o sosyetik güzeli bizden kıskanıyorlardı.
Yaşadığım ezginliğe ve gelişimimdeki maddi manevi yüke rağmen inadına yapılaşmıştım akranlarımdan daha uzun ve iriydim. Kemikli bir vücut düzgün yüz hatları, Karadenizli olduğumu belli eder bir burun, kahve gözler, seyrek kıllı kalın kaş, kumral ve çok yakışıklı olduğum iddiasında bulunamasamda farkındalık yaratan düzgün bir tipim vardı. Aynaya baktığımda kendimi beğeniyordum yüzümle barışıktım, fakat bir kusurum vardı ki on dört yaşına gelmiştim ve halen yatağa işiyordum. Anam bu duruma gübre çuvallarının naylonlarını çarşafın altına sererek çözüm bulmuştu, böylelikle yatağa geçmiyordu. Bazen bilinçsiz farkında olmadan, bazen ise nasıl olsa altımda naylon var diyerek yataktan kalkıp tuvalete gitmeye üşenir bilinçli olarak işerdim. Yatağın içi sıcacık oluyordu ve bu çok güzel bir duyguydu, tek sorun sabahları o yataktan kalkmaktı, zor olan oydu yoksa yatağa işemek kesinlikle güzeldi...
Karate filmlerinin patlama yaptığı yıllardı, birde komşu köylerimizden birinde ünlü bir boksör olan yunus abimiz vardı herkes ona hayrandı kaslarından çok ödülleri vardı. Böyle birinin varlığı da bizleri spora tetikliyordu herkes gibi bende bu hevese kapılmış yine kendi icadım olan spor malzemeleri yapmıştım. Bacaklarımı odanın tavanına gerdiğim saman balyalarının teliyle bağlar sıfır açabilirdim, on kiloluk Ayçiçek yağı tenekelerinin içine beton döküp dambıllar yapmıştım. Artık kullanmadığımız eski öküz arabasının arka şase demirleriyle halterler icat etmiştim. Bu uğraşlarımın vücudumda yarattığı gelişimin gözle görülür şekilde artması beni spora daha da çok ateşliyor, her geçen gün daha da irileşip kas yaptığımı görüyordum. Her şey bir spordu, ormandan odun getirmek, kürekle ahırdan inek tezeklerini atmak, tütün taşımak, su çekmek, ineklerin peşinde koşmak, dayak yemek dayak atmak her şey bir antrenmandı inanılmaz olmuştum. Tabi bunda o dönem filmi karateci çocuğun hocası bay miyagi’nin öğretici felsefesinin de katkısı büyüktü.
Sigara parası bulabilmek büyük sorundu, babam bu konuda çok katıydı, adem abinin de kısıtlı parası olduğundan ikimizin sigara ihtiyacını karşılamaya gücü yetmiyordu. Sigara paramın olmaması bir yana adem abiden başka sigara isteyebileceğim kimsenin olmadığından benim için tekeli adem abi oluşturuyordu. Bir gün adem abi bana sigara parası bulmanın yolunu gösterdi, eğer ninenin tavuklarından bir tane çalıp gelirsem o kasabaya gidip satacak bana da üç paket sigara getirebilecekti. Gerçi komşunun horozunu çalıp yemişliğim bu konuda sabıkam vardı ama anamın tavuklarından çalmak çok ayrı bir cesaret gerektiriyordu. Komşunun evini yakmakla kendi evini ateşe vermek aynı şey değildi, ayrıca anam tavuklarına öyle düşkündü ki; hepsinin tıpkı siyah ineğimiz cömert’te olduğu gibi anamın kendilerine verdiği özel isimleri vardı. Onlar anamın en yakın arkadaşları gibiydiler. “gaye vasıtayı meşru kılar, maksat vesileyi mübah hale getirir” der, ibni Haldun. Bu sözüyle benim bozulmaya başlayan karakterimi kişiliğimi tarif etmişti sanki. Neticede adem abinin bu teklifine üç gün ancak direnebildim. Anamın o dönem aşkın lise de okuduğu için kasabada onun için tutulan evde olması da beni bu işe daha da tahrik etmişti sanıyorum. Kümesten rastgele yakaladığım bir tavuğu gizlice adem abiye götürdüm, o da satışını gerçekleştirip söz verdiği üç paket sigarayı getirdi. Hiç bitmeyecek gibi gelmişti artık adem abiye ben sigara ikram ediyorum. Maalesef her güzel şey gibi üç paket sigaram da kısa zamanda bitti ve benim bir tavuk daha çalmak gerekti. Bu durum her sigara bitişimde yenilendi hatta bazen iki üç tavuk götürüp sırf sigara değil cep harçlığı bile oluyordu. Bu durum her sigaram bitişinde yenilendi ve ben o kış nenemin 17 tavuğunun tümünü çalarak Adem abiye taşımak zorunda kaldım. Anam İstanbul’dan döndüğünde ilk işi; önlerine oturduğu yerden yem atarken sürekli sohbet ettiği tavuklarını görmeye gitmek olmuş, Ben o gün inekleri otlattığım için evde değildim lakin anamın kümesi boş görünce kopardığı feryadın komşu köylerde bile duyulduğu söylenir. Beni sıkı bir sorguya çekse de tabii ki ağzımdan gerçeği alamadı, hastalığa yakalanıp ölmüş olsalar cesetleri neredeydi? Yer yarılıp içine girmediydi ya bunlar. Kaybolan tavuk bir iki tane olsa benim üzerime daha fazla gelebilirdi ama 17 tane tavuk kayıptı ve yaramazlıklarımın olağan akışına göre 17 tavuğu yemek a da bir şekilde ortadan kaldırmak beni aşardı. O yüzden beni eledi köyde kendi yaşıtı olup hiç sevmediği, kendisi romatizmalı bacak ağrılarında zorlukla yürürken, onun sürekli komşularda gezmede olduğu için lip lip lakabı taktığı Yüksel yengeye döndü şüpheler. Kesin o cadaloz kadın zehirlemişti tavuklarını zaten onunkiler fazla yumurtlamadığı için sürekli kıskanmıyor muydu anamın tavuklarını, aslında bu doğruydu. Hiç çekemezlerdi birbirlerini, biri ne alırsa bir değişik rengini veya aynısını o hafta kasabaya iner öteki de alırdı. Haftada bir mutlaka bir sebep bulur kavga ederlerdi, hacca dahi birlikte gittiler her ne kadar hiç istemeseler de, sanırım aynı köylü oldukları için aynı kafileye düşmüşler orada bile birbirlerinin egolarına Hac yaptırmışlar orada da bilmem hangi sebepten kavga etmişlerdi. Kesin o kadın yapmıştı. Bana lip lip yengeyi o kasabadayken kümesin yakınında görüp görmediğim hakkında bir soru sorduğunda ben ona 20 cevap verdim. Sanırım bunların 15’i lip lip yengem ve kümesimizin yakınları ile alakalıydı. Doğal olarak daha dün anama istemsiz hoş geldin ziyaretinde bulunan lip lip yengemle anam arasında büyük bir tartışma çıktı, birbirlerine demedik çok az hakaret bıraktılar. Sırf bu tartışmayı izleyenler bile onların birbirlerini aylardır nasıl özlediğini anlayabilirlerdi nokta dünkü nezaket kucaklaşmaları çok uzaktan da ama o gün karşılıklı olarak Candan saydırıyorlardı birbirlerine nokta neden kesin Emin olmuştu ki tavukları o yok etmişti. Lip lip yengemin ne düşündüğünü hiçbir zaman öğrenemedim. Derken kış bitmiş yine Yaz gelmişti, bir sabah yatağımda yatarken dondurmacının o kutsal motor sesini duydum nokta o olabilir miydi? Evet bu motor sesi kesinlikle oydu dondurmacıydı gelen. Hemen yataktan fırlayıp ayakkabılarımı bile giymeden kümese koştum, kapıdan girerken üzerime doğru uçuşarak çıkış kapısına doğru yönelecek tavuklardan sakınmak için her zamanki gibi ellerimi yüzüme hizalayıp avuçlarımı birer Kalkan gibi dışa açarak kümesin içine daldım nokta ne tavuk sesleri ne kanat curcunası hiçbir hareket yoktu içeride nokta kapadığım gözlerimi açıp ellerimi indirdiğimde kümesin bomboş follukların ise örümcek bağladığını gördüm. Korkarım saçım başım bile bu örümcek ağlarından kurtaramamıştı kendini. Girdiğim yer kümes olmasına rağmen tavuklarından çok baykuşları eksik virane gibiydi. Aşağı yolda dondurmacının başında toplanmış çocukların şen şakrak cıvıltılarını kümesten dahi duyabiliyordum. Dondurma ve yumurta? Bir diğerinin parasız elde edilebilmesi için diğerinin elzem olduğu iki ayrı ruh da onlar. Sigara uğruna dondurma yumurtlayan tavuklarımız çalıp satmıştım, üstelik Adem abinin bir gün önce verdiği sigaradan başka yine sigaram yoktu. Tamam davranışlarımı her zaman aklım yönetmezdi Birgül güdülerimizin de kararlarımızda etkin olduğu durumlar çoktur. Belki akıl ve Has gücümün birbiriyle boğuşmasında hazlarım Galip geliyordu bilmiyorum ama Ben de hazırların beyne değil başka başka organlara bağlı olduğu daha o zaman belliydi. O sebep ben hep günü kurtaracak kadar zeki, yarın için aptaldım, akıl hastalığı tanımından yararlanamayacak kadar salaktım. İleride bunu daha iyi anlayacaktır çünkü yanlış yaptığımı görmüş anlamıştım o gün insanın yanıldığını kabul etmesi o kişinin Bugün dünden daha akıllı ve anlayışlı olduğunun kanıtıdır. Ne o günkü yanlışımda ne de sonrakilerde hiçbir zaman daha akıllı olamadım ben. Nitekim unutkanlar şanslıdır çünkü hatalarının derdini çekmez onlar Ben ise sürekli tekrarlanan hatalarımın bedelini hem zihinsel bellekte, hem yaşamda çektim. Bu satırları yazarken bile o anı düşündüğümde ne hissedeceğimi tam olarak bilmiyorum. Ama o gün orada mutluluk ve üzüntülerimi daima doğru yer ve doğru zamanda kullanamadığımdan olacak, o an ağlamak istedim beceremedim Birgül gülmeye çalıştım olmadı, oturdum eskiden rahmetli tavuklarımızdan birinin oturduğu boş folluğa ve yaktım son kalan sigaramı, çektim, çektim çektim Allahsızı! Dondurmacı sanırım görünürlerde olmadığımı anlayınca çalıştırdı motorunu bastı gaza ve gitti nokta o her motordan farklı motor sesi gittikçe azalırken kulaklarımda, ben o boş ve sıcak follukta oturmuş, örümcek ağları içinde sigaranın zararlarının en başında gelen ilk ve en büyüğünü düşünüyordum: dondurmasızlığı...
Bu o zaman için çok büyük bir yaramazlıktı benim için, duyulursa dayak yeme ihtimaline pek aldırmamıştım ben zaten sudan sebeplerden hemen her fırsatta dayağa maruz kalmıyor muydum, bir eksik bir fazla ne fark ederdi. Bu dayağı göze alıyordum, üstelik karşılığında param oluyor sigaram oluyordu, buna değerdi. Bırakılmışlığın, ezilmişliğin, sorgusuz sualsiz şiddetin ve bilinçsel ve duygusal darmadağınıklığın içinde yetişen hiçbir şey sağlıklı olamazdı. Küçük ya da büyük her yaptığım yaramazlıktan aynı şiddette dayak yerdim, o sebeple eğer yaramazlık yapacaksam daha büyük olmasına özeniyor böyle davranarak kendimi karda zannediyordum. Böyle bir koşullandırma hiç kuşkusuz ilerde bireysel çok daha büyük zararlara yol açacak, kendiliğinden olup bitiyormuş gibi görünen olaylar korkunç hesaplaşmalarla sonuçlanacaktı. Bu felsefem köyün kabuğundan çıkıp ta gerçek dünyaya adım attığımda başıma çok büyük işler açacaktı ama daha vardı. Yaramazlık yapma kabiliyetim vardı bunu kabul ediyorum, o da kendi içinde belli bir zekayı gerektiriyordu ama yaramazlığa illa meyilli biri değildim, biri çıkıpta oğlum senin sorunun nedir diye hala sormuyordu. Tarlaya tohumu dikkatle atar sonra çıkan fideyi büyük bir özenle büyüterek ondan en azami verimi almak, önce kendilerine sonra da bize fayda sağlamaları için gübresini suyunu verir her türlü kötü iklimin koşullarından korurduk. Aynı özenin evin çocuklarına da gösterilmesi gerektiği düşünülmüyordu. Oysa Benimde isteklerim ihtiyaçlarım vardı, buherkes gibi ilgi ve diğer görmek, onlar gibi eğlenebilmek mutlu olmak istiyordum. İsteklerimin olağan fakat masraflı, ve duyarlılık gerektiren taraflarından kaçınılıyor, bu durum karşısında her şeye heves eden ergen bir genç olarak, kendi ihtiyaçlarımı kendim karşılayabilmek adına aile eliyle yanlış yollara itiliyordum. Köyün en ağır işlerinde zor şartlarda çalışsakta bunun bana maddi bir getirisi olmuyordu, yazları sigaramız alınır kışın bu sistem dururdu. Babamdan haftada bir paket sigara parası kurtarabilmek büyük bir başarıydı, benden beklentilerini şiddet uygulanarak da olsa, eksik veya tam bir şekilde yerine getiriyordum benim beklentilerime ise kapılar sürekli kapalıydı. Aşkın amca lisede okuyordu ben ise ilkokul sonrası inekleri otlatacak adam olmadığı için eğitimi kesilmiş kuran kursuna verilmiştim, her şeyin iyisi güzeli onundu okumak onun, iyi giyinmek güzel yemekler yemek eğlencelere gitmek, ailede en çok ilgiyi görmek mutlu olmak hep onun hakkıydı. Baskın karakteri ve orasını burasını ısırarakta olsa istediğini bir şekilde yaptırabilme becerisi, kendini hayata hazırlatmakta güçlü silahları oldu. Akıllı biriydi, gelecekteki şartları sömürerek ilk meyveleri kendisinin devşirebilmesini hesap edecek kadar mantıklıydı da, o sebeple her dönemin birinci sınıfı olan hep oydu. Onun eskileri benim yenilerim olurdu, ciddi düşüncelerden bilincim bihaberdi, yaşıma göre gerçekten zeki fakat bu zekayı yönetemediğim için akılsızdım. Geleceğim için hiçbir plan ve düşüncem yoktu, şunu da belirtmeliyim ki, büyüyünce polis, asker, doktor, ya şu ya bu olacağım diye plan yapan çocukların, büyüdüklerinde küçükken isteyip hayal ettikleri mesleklerini tercih ettiklerini sanmıyorum. Ha gerçekten on yaşında düşündüklerini otuz yaşında oldularsa bunların belli bir ruh hastalığı taşıdıklarına inanırım. Çünkü hayat denilen şey on yirmi yıl öncesinden planlanıp yönetilemez. Elbette bir gelecek ideali oluşabilir ama bu ideal de bizim değişmemizle birlikte dönüşüme uğrayacaktır. Fakat bende bu ideal bile yoktu, Tek düşüncem mısırları cömertten nasıl korurum, şu yaramazlığı yaparsam bugün dayak yermiyim, acaba gece yatağa işermiyim gibi saçma salak şeylerdi..
Değersizlik duygusu varlığımı yaralamıştı, kendime belli bir biçim verebilecek yaşlarda özgüvenimin bu derece örselenmesi, zihnimde daha o dönemde kızgınlık ve umutsuzluk fantazilerini üretime geçirmişti. Uygulanan baskı beni iyileştirmek yerine daha da zehirliyordu, kaba kuvvetle ıslaha çalışılmam beni eğitmiyor sadece davranışlarımı değiştiriyordu. Ön plana çıkarılan aşağılık duygum, olası bütün çözüm seçeneklerini etkiliyor, o yaşlarda dahi etkin şekilde var olan yaratıcılığım kısırlaştırılıyordu. Bir bilince sahipsem o da Doğru olana meyilli yeteneklerimden, işe yarar biri olduğumdan şüphe duymamdı, hiç param olmadığından nereye ne kadar harcanır ne kadarı sende kalmalı onu dahi bilmiyordum, elime geçen parayı bitirmeden rahat edemiyordum. özellikle de aşkın amca tarafından itinayla itibarsızlaştırılıyordum, köyün kızları veya arkadaşlarımın yanında yatağa işediğimi büyük bir keyifle anlatırdı. Kendine dair lağımları deniz gibi içinde barındırırken, başkasına ait tek pis yanı kusmak için çırpınır durur, böyledir insan. Arkadaşlarımın yanında yine sudan sebeplerden bana saldırır kendince ego tatmini yapardı, benim gibi güçlü kuvvetli birine vurabiliyor ve karşılık verilmiyor olması da ayrı bir hava atma sebebiydi. Çok çalıştırılıyordum sürekli bir uğraşla meşguliyetten, başka bir şey düşünmek için vaktim olmuyordu. Aklımı bir ölçü koruyup (henüz) delirmemi engellen de buydu belki de. Ailede bir çocuğu doğru olanda tutacak bağlar hep eksikti, gerçek anne babanın yokluğu ben bilemesemde hep eksikti. Sorumsuzdum günlerce eve gitmesem beni merak ederler mi diye düşünmezdim – ki zaten öyle ciddi anlamda merakta edilmezdim, günlerce eve gelmemem, komşularda veya samanlıklarda uyumam olağan bir durumdu, mutlaka yaptığım bir yaramazlıktan dolayı aranıyor olurdum.Bana kılavuzluk edecek kimse yoktu nasihatler dahi dayak eşliğinde verilirdi. Ayıları ön ayaklarını bastıkları taşları ısıtarak artık dayanamayacakları hale getirip iki ayak üzerinde durmalarını sağlayarak eğitirlermiş, tef sesi duyduğunda ön ayaklarının yanacağı bilinci ile kaldırırlarmış ayaklarını, bende benzeri şekilde eğitiliyordum. Fakat ben hayvan değildim, duygusal zayıflığım olsada zihnim hayvanlara özgü eğitim teknikleriyle güdülemeyecek kadar zengindi. Nietzsche bu konuda haklıydı; Bunun aksi şiddet veya baskı içeren tüm çabalar hem başarısız hem alçaltıcıydı. Böyle yaklaşımlar karşısında düşüncelerimi ıslah edip davranışlarıma biçim verebilmek imkansızdı. İnsan kaygılarına hayvanlara özgü yöntemlerle yaklaşılıp, insan gibi davranılmasını beklemek sert bir yanılgı anlayışıydı.
Kaldıki cömerte bile bana davranıldığı gibi davranmazdım ben, onunla güçlü bir bağımız vardı, insanları tanıdıkça hayvanları daha çok sevdim gibi klişe laf edemem bile, çünkü ben insanları tanıyamıyordum. Cömertin bir yöne bakışı boyun kıvırmaları ne anlam ifade eder bilirdim. Hatta sırtına konan sineklerin hangisini kuyruğuyla kovabileceğini tahmin ettiğim bile olurdu, ancak babamın veya aşkın amcanın yaramazlık yaparsam beni dövecekleri dışında bir şeylerini bilmezdim. Cömert’in bağırışlarından buzağısını mı istiyor, otlamakmı yoksa susadı mı anlardım, babam ve aşkın amcanın her gün başka türlü bağırıp çağırmalarına rağmen tam ne demek istiyorlar bilemezdim. Bu benim güdük aklımdanmı kaynaklanıyordu acaba diye şimdi her düşündüğümde, cömertin o tek notalı bağırışlarıyla bana anlatmayı başardığı bir yığın derdi gelir aklıma. O hayvan bile gösterdiğim özen ve sevgiyle eğitilebilmiş doğruyu yanlışı anlamıştı, bende onun kadar akıl olmaması mümkün müydü?...
Kardeşim hacer de benim kadar olmasa da hemen benzer iş yükü altındaydı, manevi yoksunlukta bir kız çocuğu olarak onun benden daha ezgin olduğu muhakkaktı. Varlığı yokluğu belli olmayan sessiz sakin bir kız çocuğuydu, o da en az ben kadar duygusal yapıdaydı. İkimizde şiire merak sarmıştık, çok saçma şeylerdi belki yazdıklarımız fakat ikimizde de parçalanmış duygulara sahip olmaktan kaynaklı olarak, kendi çapımızda derinlik zenginlik ve yaratıcılık özelliklerimiz vardı. Beni ırgat gerektiği onu kız olduğu için okutmamışlardı, yeteneklerimiz doğru yönlendirildiğinde çok başarılı insanlar olabilirdik, istemeyerek gönderildiğim kuran kursunu dahi birincilikle bitirmemiş miydim. Ama okutmak masraflı işti, babam gibi her şeyi gereğinden fazla değerli biri için elinden gelenin en iyisini yapmış bizi büyütmüştü işte. Onunla maceralarımız çoktur, sırf onları yazsam ciltler dolusu enteresan hikayeler çıkacaktır, onu daha iyi betimlemek adına bunlardan bir ikisine değinmeyi yararlı buluyorum.
Yine bir tütün dikme zamanıydı, deredeki küçük baraja su tankerini doldurmaya gitmiştik, çok küçüktüm o zamanlar, fren ve debriyaj zor yetişse de ayaklarım, şoförlük yeteneğim vardı ama o bana güvenip çok değerli traktörünü sürdürmezdi. Tankeri doldurmuş dereden çıkıyorduk, ben tankerin üzerinde kapağı kapamaya çalışıyor o da traktörü sürerek ilerliyordu. Derenin üzerindeki köprüden geçmemiz gerekiyordu ve aşağısı en az otuz metrelik uçurumdu, babam tankerin kapağını kapayıp kapamadığımı denetlemekten -ki o anda bile verdiği görevin takibindeydi- önüne bakmadı, traktörün ön tekerlekleri köprünün cılız korkuluklarını kırarak aşağıya sarktı, direksiyon marifetiyle durumu kurtarmanın imkanı yoktu artık. Stop edip durdurduğu traktörden dahi inmekte her zaman zorlanan babamı o gün allah korumuş kendini traktörden yola atmıştı, ben hala tankerin üzerinde sürükleniyordum. Neyseki bende o anlık şoku atlatarak kendimi aşağıya attım, tanker ve traktör ise gözümüzün önünde uçurumdan düşüp derenin içine büyük bir gürültüyle çakıldılar. Babamın kıyıpta bana sürdürmediği değerli traktörü ve o değerli tanker dakikalar içinde yok olmuş, ikimizde köprü üzerinde öylece kalakalmıştık. Ne kadar üzüldüğünü bomboş bakan şok halindeki gözlerinden anlayabiliyordum, o an ne düşünmüştü bunu hiçbir zaman öğrenemedim, onun daimi mesafesi açılıp gerçek duygu ve düşünceleri bilinemezdi, elli yıl evli kalmalarına rağmen anamın bile bu konuda başarısız olduğuna eminim, herşeye rağmen canımızı kurtardığımız için şanslıydık elbette. O olaydan sonra traktörü bana sürdürmeye başladı, tabi yanımdan hiç ayrılmamak kaydıyla. Tarla sürmeye beraber giderdik, sürekli yanımdaki çamurlukta oturur en küçük hatamda enseme tokatı yapıştırırdı. Sigara arası için sık sık tuvalete gidiyorum bahanesinden sıkılmıştı, çünkü iş aksıyordu, yanında sigara içmeme izin verdi yeterki çalışma durmasındı. Sonraları baktıki becerikliyim yanımda artık durmamaya başladı, böylelikle kendisi de başka işler yapma şansı bulabiliyordu, fakat hangi tarlaya yolladıysa ben dönene kadar aklı kalır, döndüğümde ise doğru yapıp yapmadığımın denetimi için tarlayı kontrole giderdi. Yeni yeni kahvehaneye girmeye başlamıştık tabi o da çok oturmamak şartıyla, gece geç saate kadar da oturmamıza büyükler izin vermezdi ama gündüzleri serbestti zira artık çocuk sayılmazdık, bizim pencere kenarları tacizlerini bir sonraki kuşak devralmıştı. Her kapı açılışında o çocukların kaçıp kaçıp geri gelmelerine dayanamayıp, kahvehanenin arka bahçe ve penceresi sırrını onlara dünyanın en güzel hediyesi olarak vermiştim.
Babamın çok parası olurdu ne de olsa o bir ağaydı, bütün köylü ondan borç almaya gelir herkesin işini zevkle görür bununla mutlu olurdu, bana ise kahveye giderken bir çay ne kadarsa o kadar çay parası verir ikinci çay parasını vermezdi. Israrlarım boşunaydı, İkinci çayı içeceğimden değil bir arkadaşım yanıma gelir ona çay ısmarlayamam kaygısıydı bu, şartlandırılmış köy adabımız gereği biri gelir yanına oturursa boşu alınırken onun parasını peşin ödemen lazımdı. Bunun aksi utanç sebebiydi, gerçi hüseyin amcam bizden çay parası beklemezdi fakat bu gereğin de bir şekilde yapılması adettendi. Babam da bilirdi bunu ama ne kadar anlatsan o yine bildiğini okurdu, iki çay parasına lüzum yoktu.
Yine unutulamayacak olaylardan biri de, aşkın amca ile beni bir gece mahallemizdeki köy çeşmesine yollamıştı. Mendile özenle sarmış olduğu o değerli el fenerini elimize vererek gereksiz yakmamamız konusunda gerekli gereksiz uyarılarda bulunup, pillerini sakın ha boşa harcamamamızı sıkıca tembihlemişti. Mahallede her evden bu çeşmeye hortum döşeliydi, evinde suyu biten çeşmeye giderek kendi evine giden hortumunu takar, tüm mahalle sırasıyla bu konfordan faydalanırdı. Bizim o geceki görevimiz el feneri yardımıyla kendi hortumumuzu bulup bağlamaktı. Ben çeşmenin önünde musluğu ayarlarken aşkın amca arka bahçeye geçmiş bizim evin hortumunu arıyordu, hava zifir karanlıktı el feneri aşkın amcadaydı. Tabi babam her şeyde olduğu gibi yine sırf görev vermekle kalmamış, kontrolünü yapmak için de gizlice ardımızdan gelmişti. Çeşmenin önündeki meydanda babamın küfür seslerini duydum önce, sonra bunlara tekme tokat sesleri de karıştı, her vuruşunda sağa sola sallanan el feneri ışığını görebiliyordum fakat yerimden hiç kalkmadım bile, ilgilenmiyordum ne de olsa feneri gereksiz yakmış olan ben değil aşkın amcaydı. İkimize verdiği görevlerde birimizin hatası yüzünden ikimizin de dayak yediği halleri daha önceki deneyimlerimden bildiğim için, olay yerine yaklaşıp da yenilen dayağa müdahil olmak istemiyordum. Duyduğum tekme tokat sesleri de bu düşüncemin haklılığını daha da pekiştiriyordu açıkçası.
O esnada çeşmenin arka bahçesinden aşkın amca çıkıverdi, birbirimizi görmenin şaşkınlığı içerisinde ikimiz aynı anda aynı cümleyi kurduk; “babam seni dövmüyor mu!”
Hemen olay yerine koştum yere düşse de halen yanmakta olan bir el feneri, az ilerisinde devrilmiş su güğümü ve babamınsa birini ensesinden tek eliyle tutmuş hışımla tekmelerken, diğer eliyle de bahçe kıyısından bir kazığı sökmeye çalıştığını gördüm. Öyleki bu kazığı çıkarmaya zorlayıp başarısız oldukça, bu başarısızlığın sinirinide dövdüğü kişiye dönüp ekstradan tekme tokatlar vurarak çıkarıyordu. Yanmakta olan feneri yerden alarak onlara tuttuğumda dövdüğü kişinin mahallemiz gençlerinden yakın arkadaşım murat olduğunu gördüm. Suçsuz du fakat şanssızlığı elinde boşa yaktığı fenerle çeşmeden su almaya gelmekti. Babam onu bizden biri sanmıştı ve bu kişinin aşkın amcam veya benim olmamın hiç önemi yoktu, asıl önem arzeden el fenerinin gereksiz kullanımıydı. Tabi Murat’ın bu suçu işlerken ıslık çalıp güğümü dizine vurarak tempo tutarak eğleniyor olması da dayağın şiddetini ister istemez arttırıyordu. O sebep kıyı kazığı muhakkak çıkmalıydı, neyseki bunu başaramadan yetişip “baba napıyorsun bu dövdüğün murat desem de durmuyor durdurulamıyordu, araya girip birkaç tekrar müdahaleyle zor sakinleştirebilmiştim. Muratın ağzı gözü patlamış kanlar içinde avarel bakışı, babamın ise Murat’mı değilmi ile, dövmeye devam edip etmeme arası kararsızlığı, tam emin olmak için dağıttığı surata inceleyici bakışları hala gözümün önündedir.
Murat adından da belli olacağı üzere, babasının elli yaşındayken altı kız üzerine çok geç gelen erkek çocuğuydu, biraz safçaydı ve on dört yaşında evlendirilmiş olması onu daha da saf yapmıştı. Düğün gününde dahi evden gizlice gelip bizimle bilye oynarken annesi tarafından aniden baskın yemiştik, kendi düğününe götürülürken dahi aklı hala kazanmakta olduğu bilyelerdeydi. Annesi oğlum yürü diye çekiştiriyor o ise, anne ne olur on dakika daha oynamama izin ver diye yalvarıyordu. Evlendirildikten sonra ise çocukluğuna rağmen çocuk olmasına müsade edilmemişti. Ne zaman yanımıza gelse yine annesinden bir baskın yer, sen artık çocuk değilsin evli barklı adamsın denilerek yanımızdan alınıp götürülürdü. Onu oyuna davet ettiğimiz için de bize bağırır çağırırdı. O evli olduğu için kahvehanede geç saatlere kadar oturabilirdi, sırf geç saatlere kadar renkli televizyon izleyebilmek için evlendirilmeyi istediğim dönemlerdi.
Çocukken büyük adam gibi davranmaya zorlanılması onu olduğundan da saf yapmıştı evet, ama ikimizde aynıydık oysa. Tek fark bendeki saflığın hataları zaman geçtikçe daha da ortaya çıkacak, o ise zamanla kendi taşlarını yerine oturtarak bu olgunluğa alışacaktı..
Sürekli parasızdım dedem bana para vermezdi demiyorum elbette verirdi. Bafra’ya mı gitmem gerekiyordu? Ancak gidiş dönüş parası verirdi. Orada acıkırsam ne yerim umurunda olmazdı, kola çikolata ya da ne bileyim her genç için belli heveslere para harcamamak gerek yoktu ha acıkacak mıyım, illa lokantada bir şey yemek zorunda değildim dönüşte evde yerdim kendisi de böyle yapmıyor muydu? Dürüst olmak gerekirse dedem gerçekten de böyle yapardı. Atari oynuyormuş herkes ben de oynayacakmışım, oynamazmışım olur bitermiş atari ile mi çıkmışım anamın amından bir gün arkadaşımla kola mı içecekmişim içmezsem sanki ölür müydüm Yok illa içecekseniz arkadaşım pekala bana ısmarlayabilirdi. Sigara parası mı? Yahu daha geçen hafta vermişti ya bir paket sigara parası, bir günde bitirip ziyan edeceğine 10 gün yetirseydim ya paketi. Bir kızla mı buluşacaktım? Bu da ne demekti, kızla erkek kasabada buluşması da neymiş Birgül bu kızın anası babası yok muymuş, hadi onda aile yok Ben de ar namus haysiyet yok muymuş. Kur’an’ın başında aylardır oturmazken karı kız peşinde koşmaya utanmıyor müydüm ben? O beni böyle mi yetiştirmiş, evin bereketi Ben daha o kızla görüşmeden benim yüzümden kaçmışmış, vs vb şeklinde söylenerek kökünü siktiğimin cenabetleri deyip Beni başından kovalardı. Ondan para istediğime beni bin pişman ederdi, sonu dedemden para istemeye varan hiçbir mağduriyet karşılık bulmazdı onun tarafından. Köydeki arkadaşlarımızla 15 günde bir toplanıp kasabaya her gidişimizde bu yüzden en az para benimkisi olurdu. Arkadaşlarımın da çok fazla harçlıkları olduğu söylenemez ama paraları verilirdi babaları tarafından. Benim ise kasabaya gidiş dönüş dolmuş parası haricinde param olmazdı. Bu durum arkadaşlarımla da arama açtı, zira onların yanımda atari oynayın beni düşünmemeleri ya da bir jeton alıp ikinciyi, ikinciyi alsalar da üçüncüyü, olmadı dördüncüyü yani artık hangisi ise, o problem çıkaran jetonu, paraları olmasına rağmen almamaları sebebiyle kavgaya tutuşurduk. Ya jetonlarını zorla ellerinden alır ya da onların da atari oynamalarına engel olurdum. Onlar da bunun üzerine arkadaşları ve aynı köylüleri olmama rağmen, beni atari sahibine şikayet ederek dışarı attırırlardı. Bu o kadar ağrıma gitmişti ki beni dışarı attıran arkadaşımı köyüm minibüs durağında yakalayıp döverken, bir çeşit sinir krizi geçirilmiş olmalıyım ben ondan daha çok ağlamıştım. Bu olaydan sonra tanıdık köy çocukları kendileri plan yapıp kasabaya bensiz gider oldular, en yakın arkadaşlarım bile onlara uyarak beni sattılar. Bunu öğrendiğimde en yakın iki arkadaşıma saldırdım, aslında ikisi bir olup beni dövebilirlerdi, ama buna cesaret edemiyorlardı. Bunun sebebi ise benden çok korktuklarından değil, dedem başta olmak üzere diğer amcalarım tarafından yaptığım yaramazlıklardan ötürü yediğim aşırı sert dayakları görüp, biz ne yaparsak yapalım bu kadar dövemeyiz, bunun bile altından kalkıyor biz ne kadar döversek dövelim kalkar yine karşımıza dikilip bizi taciz etmeye devam eder nasıl olsa diye düşünüyor olmalılardı. Neticede babam bana para vermiyor arkadaşlarım da benden kaçıyorlardı. Yine de ben dolmuşla kasabaya yalnız gidiyor atari’de başka çocukların oyunlarını izleyerek zaman geçiriyordum. Başkalarının mutlu olduğunu görmekten mutluluk duyduğum için yapmıyordum bunu, aksine; ben uzaktan bakarken oyun oynayan her çocuktan ölesiye nefret ediyordum. Onların eğlencesi benim kâbusum gibi bir şeydi ama buna rağmen yanlarından ayrılmıyordum. Sadist yanım yoktur Bugün de yok ve o zaman Bu yaptığımın bir mantığı o zaman yoktu, Bugün de bulamıyorum hasta ruhlara özgü davranışlarımın o dönemde yerleşmeye başladığını sanıyorum. Bir gün yine kasabaya tek başıma gitmiş atari dükkanına doğru yürüyordum, yine orası oyun oynayan eğlenen çocuklarla dolu olacaktı fakat ben yine de kendime bu işkenceyi çektirmek için oraya gidiyordum. Yürüdüğüm caddede babamın arkadaşlarından birinin bakkal dükkanı vardı, o an hiç aklımda olmayan bu kişi dükkanın önünde oturuyordu ve bana nasılsın diye sordu, iyiyim deyip yoluma bir süre devam ettim. Zaaflarım söz konusu olduğunda her şeyin neden sonuç ilişkisini, türlü seçeneklerle zihnime yığan zekâm o anda hiç aklımda olmayan fikirleri beynime soktu. Bu adamdan borç para alabilir o para ile de bir sürü jeton sahibi olabilirdim. Bunun için dayak yerdim o kesin, Fakat bu sonraki işti dayak sonraydı, Oysa eğlence hemen önümdeydi o peşindi. Bu düşünce heyecanlandırdı beni, atarideki tüm oyunların hayali gözlerimin önünde rengarenk ışıklılarla dönmeye, bu oyunların çıkardığı iç gıcıklayıcı melodilerin seslerini kulaklarımda duymaya başlamıştım sanki. Ama bu adamın önemli bir durum yoksa bana para vermeyeceğine de emindim. Paramı çaldırdım diyebilirdim, kimse paramı düşürmediğimi kanıtlayamazdı. Kafamda inanılmaz hızla senaryoyu oluşturup geriye bu amcanın yanına dönüp, bu senaryoya uygun olarak mükemmel bir oyunculuk performansı sergiledim. Paramı düşürmüştüm tam yirmi liraydı, yani on jeton parası, bu para bana pazardan bazı şeyler sipariş veren anamın parasıydı. Ben şimdi onları alamayacağım gibi köye dönecek param da yoktu, acaba bana haftaya kadar bu parayı borç olarak verir miydi? Öyle güzel oynamıştım ki parayı alıp çoktan uzaklaşmış olmama rağmen yüzümdeki o üzgün ve mağdur ifadeyi bir süre silemedim. Kendimi rolüme nasıl kaptırmışsam artık, bir avuç jetonla atari başına geçene kadar o ifadenin kalıntılarını çehremde taşıdım. O gün akşama kadar jetonları harcadım ve çok güzel bir gün geçirdim, köye dönmek için vermem gereken dolmuş parasını bile jetonu harcamama rağmen, her güzel şey gibi jetonlarım da bitmişti ve ben dolmuşun sahibine de aynı yalanı uydurup paramı düşürdüğümü söyledim. Köyümüzün donmuşuydu beni tanıyordu, yaramazlıklarımı bilse de daha önce hiç böyle bir yalan söylemediğim için anlattıklarıma hemen inandı. Oysa sahtekâr aynıydı sadece alan değiştirmiştim ve bunun en az onun kadar ben de farkında değildim o zaman..
Bir günüm mutlu geçmişti ama yaşanıp bitmiş geriye sorunları kalmıştı, o bir gün yüzünden köyde Bir haftam korkunç endişeyle geçti, yemekten içmekten hatta yaramazlıktan bile kesildim. Ben bu parayı nasıl geriye ödeyecektim, deden asla bana yirmi gibi ona göre çok büyük bir parayı vermez başkasından da temin edemezdim. Babam bunu er geç öğrenecekti beni bekleyen dayağın şiddetini tahmin bile edemiyordum. Kasabaya gitmek istemiyordum ama ben gitmesem babam gidecek ve her gittiğinde yaptığı gibi o bakkala evin ihtiyaçlarını almak için uğradığında aldığım parayı muhakkak öğrenecekti. Pazartesi ve Perşembe kasabanın hafta günleriydi bu günler civar köylerin alışveriş yapmak için kasabaya aktığı günlerdi ve ben babam dan bir gün önce Çarşamba günü kasabaya gittim. Parayı ödeyemeyeceğim için bakkal Mithat amca ile konuşup suçumu itiraf ederek dedeme söylememesi için kendisine yalvaracak af dileyecektim.önce ataria uğrayıp oyun oynayan çocukların oyunlarını gıpta ile bir süre izledin sonra Mithat amcamın bakkalına doğru yola çıktı kötü bir insan değildi o, dedemden yiyeceğim korkunç dayağı düşününce rol yapmaya gerek olmadan bütün içtenliğimle ağlayıp sızlayarak yalvarmaya hazır olduğum için plan yapmadım ruhsal ve duygusal modum her şeyi doğaçlama yapmaya çok uygundu. Bakkalın ara sokağına gireceğim esnada arkamdan adamın seslenilmesi ile geri döndüm, komşu köyden Berlinli Mevlüt amcaydı bu. Almancıydı ama ona herkes Berlin ne derdi, kullandığı araçtan giydiği ayakkabılara elbiselere hatta fotörüne kadar her şeyi beyazdı, Berlin’de beyaz’ın haricinde hiçbir rengin bulunmadığını düşündürecek kadar beyazlara bürünerek gelirdi berlin’den. İyi bir adamdı beni severdi ben de onu severdim tek garip huyu vardı o da sürekli bağırarak konuşmasıydı. Fısıltı ile bile duyulacağı mesafeden tüm gücüyle bağırarak konuşurdu insanlarla, her konuda her şeye herkese Uzak yakın gözetmeksizin avazı çıktığı kadar bağırır bir kişi de çıkıp; kardeşim sen niye bağırıyorsun bu kadar diye sormazdı. İleride Berlin’e onu ziyarete gittiğimde, neden bağırdığını tam da soracağım anda bağırma sebebinin psikolojisini gözlerimle görecek ve sormaktan vazgeçecektim..
Mevlüt amca yine kulağımın dibinde bağırarak, nereye gittiğimi babamların nasıl olduğunu sağlık sıhhatlerini sordu. Mithat amcamdan af dileme moduna fazlasıyla girmiş olmalıyım ki, bu defa ilgisi tümüyle bana dönüp ne oldu sana suratın düşmüş Bir şey mi oldu diye sordu? Bunu sorar sormaz ben, Bugün bile hala nasıl olduğunu anlamadığım şekilde bir patlama yaşayarak; babamın beni kasabaya televizyonun bozulan regülatörünü almaya gönderdiğini ve benim regülatör için verilen parayı düşürdüğümü, dedemin beni bunun için ayrı regülatörsüz döndüğüm için ayrı döveceğini, sabahtan beri yürüdüğüm kaldırımlarda düşürdüğüm parayı aradığımı Ama hiçbir yerde bulamadığımı ağlayarak anlatmaya başladım. Benim yaşımda olanlar elbette bu regülatörün ne olduğunu bilir Fakat daha genç olanlar için açıklamam gerekirse regülatör: eski siyah beyaz televizyonların voltaj problemini çözen 2 kiloya yakın küçük bir cihazdı televizyona elektrik bu cihaz üzerinden giderdi. Bu regülatör fikri aklıma nereden ne şekilde gelmişti halen bilmiyorum, yalanımda hiç takılmamış konuşmamı engelleyen tek şey anlatırken boğulduğum Coşkun hıçkırıklarım olmuştu. Babamdan yiyeceğim dayağın şiddetinin hayalini kurunca verdiğim tepki duyulan ihtiyaçla doğru orantılıydı belki bilmiyorum. Fakat bu tepkiyi ben değil benden peydahlanan başka bir kişilik vermişti sanki. Bu kişilik nereden çıkmıştı bilmiyordum ama o bana bile yabancı benden ayrı bir varlıktı. Ansızın karşıma çıkan birinden alakasız bir konuda fırsatlar yaratıp, kendimde hiç hesapsız biri ortaya çıkmış ve o kişi oynamamıştı, yalanı gerçek kılarak bizzat yaşamış yaşantılamıştı. Bir zaman sonra kendime geldiğimde gözlerim hala yaşlı halde kucağımda regülatörle köye giden dolmuşların durağına doğru yürüyordum. Mevlüt amca bana küçük bir harçlık vermiş eve götürmem için de regülatör alarak, bunun aramızda kalacağı sözü verip dolmuş durağına doğru uğurlamıştır beni. Neyse ki girdiğim bu moddan erken çıktım aksi halde köye kucağımda gereksiz bir regülatörle dönecektim. Hemen atariye gidip verilen harçlığı harcadım, sonra regülatörü aldığımız dükkana götürüp yarı fiyatına geri sattım. Mithat amcaya borcumu bile ödedim, ne kadar olduğunu şimdi hatırlamıyorum ama iyi bir miktar olmalıydı ki cebim yine jetonla dolmuştu. Tabii yine bu jetonlar da bitti, üstelik dolmuş paramı da yine jetona harcamama rağmen..
Bu defa başka Bir şoföre yine aynı yalanı uydurup paramı düşürdüğümü söyledim, Mithat amcaya borcumu ödeyip akşama kadar atari oynayarak mutlu bir gün geçirip köye döndüm. Mithat amcam babama hiçbir şey söylemeyecekti, anam benden böyle rica etmişti Mithat amcaya böyle söylemiştim, Mevlüt amcam ise regülatör parasını kaybettiğim için bunu kendisinin aldığını söylemeyecekti, kimseye borcum yoktu eğlendiğim yanıma kar kalmış yaptığım yaramazlıktan ötürü yemem gereken dayaktan da böylelikle kurtulmuştum. Demek ki önce eğlenmeye bakıyor olmam kötü bir şey değildi sonradan bir çözüm yolu da bulabiliyordum, hem bulamazsam bile daha önce de belirttiğim gibi eğlence peşin dayak en sonraydı, bu borcun altına girmeye değerdi yeter ki zaaflarımı gerçekleştirip mutlu olabileyim.. Hemen ertesi gün tekrar kasabaya gittim atari sahibine hiç param olmadığını söyleyerek on jeton vermesini rica ettim, o kadar vermedi ama dünkü yüklü oyunumun hatırına üç jeton teklif etti tabii ben derhal kabul ettim. Bunları bitirmem çok sürmedi diğer çocukların oyununu yine imrenerek bir süre izleyip babama bulunabileceği kahvede aramaya gittim oradaydı. Para isteğimi ilk başta reddetti ama ağlayıp sızlayarak 4 jeton parası alabildim, arttırıcıya 3 jeton borcum olduğu için onun dükkanını değil bir başka atari salonunu tercih ettim. Onlar da bitince diğer çocukların oyunlarını izlemekle oyalanmayıp babam köye gitmeden yakalamak için hızla koşarak ter içinde kahveye geri döndüm. Para vermeyeceği kesindir ama çocuklara özgü hayal gücüyle umutsuzluğu Umut edinerek hareket ediyordum. Maalesef bulamadım köye gitmişti, fakat ter ve heyecan içerisinde onu sorduğum tanıdık biri olan Muharrem amca; “hayırdır evladım bu halin ne bir şey mi oldu” diye sorduğu anda hiç hesapta yokken ağıma düşmüş oldu. Evet bir şey olmuştu, babam bana regülatör almam için verdiği parayı düşürmüştüm, acaba bana bunun için para verir miydi babama söylerdim ona öderdi. Bu beklenmedik sözlerimin beklenebilecek en iyi sonucu yaratması için gerekirse hemen ağlamaya hazırdım. Kişi ben olduğum için önce biraz tereddüt etse de, terden sırılsıklam olmuş halimi ve ağlamaklı yüzümde oskarlık kederimi görünce bana inanıverdi. Üstelik Mevlüt amca gibi regülatör almak için mağazaya giderek ne kendini ne beni uğraştırmayı regülatör parasını avucuma koyuverdi. Bu para 50 liraydı, o güne kadar elime geçen en büyük para miktarıydı bu. Öyle ki atari salonu gece yarısı kapanıncaya kadar oynamama rağmen ne jetonlarım ne param bitmişti henüz. Köye giden en son dolmuş dokuzda kalkıyordu bunu bilmeme rağmen oyunu bırakmadım, kasabada gece kalacak yerim de yoktu ama elbette bir şekilde sabahı yapardım, bunu o zaman düşünürdüm şimdi oyunumun ve bol jetonlarımın keyfini çıkarmalıydım eğlencemi hiçbir endişe bozamazdı. Gece yarılarına kadar bütün oyunlar benimdi sonra ne yapacağı belirsiz çocukla şu an eğlenen çocuk bir değildi, anı yaşamaya odaklı insanlar için bunlar aynı yaşamın devamı değildi. Gece yarısına kadar sonrasını düşünmeden eğlendim salon kapandı ve ve ben o geceyi sokakta geçirdim. Cebimdeki paramın ve kullanmaya fırsat bulamadığım jetonlarımın heyecanı ile sabaha kadar uyuyamayıp sabırla günün doğmasını ve salonun açılmasını bekledim. Oyundan başka şey düşünmüyor, hayal gücümle oyun kahramanlarıma yeni ve onlar da olmayan güçler yüklüyor, kulaklarımda o aletlerin periyodik seslerini duyuyordum. Benim ilk bağımlılığım buydu ve sonda olmayacaktı, rüyalarımda bile oyun oynadığım bir dönemdi. Ertesi gün sabah erkenden oyun salonuna gittim ve öyle kalmadan param da jetonlarım da bitti, iki gündür o kadar param olmasına rağmen hiçbir şey yememiş bir şey içmemiş bütün paramı jetonlara vermiştim. Köyün dolmuş durağına döndüğümde sıradaki dolmuşun daha önce palamut düşürdüm yalanıyla kandırdım kişi olduğunu gördüm, onun gidip bir arkadaki arabanın gelmesini uzakta bir köşede beklerken açlıktan ve yorgunluktan gözlerim kapanıyordu. Muharrem amcamın babama olayı anlatmış olma ihtimalini bile önemsemiyordum, hayatımda hiç olmadığı kadar jetonum olmuş ve hiç oynayamadığım kadar oyun oynamıştım, yiyeceğim daha değerdi, yorgun ve uykusuz bedenimi babamın kızgın yüreği ve hırslı ellerine teslim etmeye hazırdım. Öyle ki, babam evde olmasına rağmen her yaramazlık sonrası olduğu gibi kontrollü bir tedirginlikle ona yaklaşmak yerine, yanına giderek oturdum. Yine nerelerde sürttüğümle ilgili günlük bağırış çağırış ve bilindik aşağılamalar dışında bir şey söylememesinden, Muharrem amcadan aldığım regülatör parasından habersiz olduğu anlaşılıyordu. Aç kurt gibi yemeğe saldırıp yapmamı söylediği işleri dinlesem de pek umursamayarak yatmaya gittim. İşleri yaptırmak için, ya da olayı öğrenip uykumdan tekme ile uyandırılmamak için evde kendi odamda yatmayıp samanlıktaki gizli yerime giderek orada uyudum. Ertesi gün dedemin cebinden 20 lira para çalarak kasabaya atari oynamaya kaçtım. Zaten Muharrem amcadan aldığım para yüzünden er geç dayak yiyecektim, 20 lira çalmam da buna eklenir olur biterdi, dayak yedikten sonra bir darbe eksik ya da bir darbe fazla ne fark ederdi, oysa o 20 lirayı çalmakla ben yine bir günlük mutluluğu yakalamış oluyordum ve bu mutlulukta ha bir eksik ha bir fazla dengesi gözetilemezdi, bir dakika fazla mutluluk kendi içinde apayrı bir zaman birimine, ayrı bir genişliğe çok ayrı dünyaya sahipti. Arzularım ve tutkularım bu düşüncelerimle kendine taraf ve yön buluyordu, ama onları sanki ben değil benim dışımda benim irademden daha büyük bir güç yönetiyordu. Paranın kendisini zerre kadar sevmiyordum bir gün jeton değerinin yarısı kadar kıymeti yoktu gözümde paranın. Aç susuz Duru son dolmuş paramı bile jetona harcıyor olmam kanıtlıyordu bunu, atari salonu sahipleri bir şekilde elde ettiğim paraların atıldığı dipsiz bir çukurdu benim için o zaman. Sonradan onların yerini yeni oluşacak bağımlılıklarım ve zaaflarımın yetkili şubeleri alacak, kulüpçüler, torbacılar ve pezevenkler benim cüzdanımın daimi kemirgenleri olacaklardı. Ama bunlara daha vardı, öyküme kaldığım yerden devam edersem; o gün babamın cebinden çaldı 20 lira da bitti, 10 jeton borç aldım o da bitti ve ben yine aç susuz sokağa çıktığımda nereye gidip ne yapacağımı planını yapmış haldeydim. Tanıdık birini bulacak, babamın verdiği regülatör parasını nasıl kaybettiğimi mümkün olan en inandırıcı şekilde anlatacak ve bu parayı ondan bir boş olarak isteyecektim. Zaaflarımın beni ele geçirip yerçekimi kuvvetinden daha üstün bir kuvvetle kendine çektiği ilk zamanlarımdı bunlar ve bu kuvvetin çekimine karşı ileride daha da zayıf düşecek, kurtaramayacaktım kendimi bundan. Yaptığım bu yanlışlara karşılık dayak, aşağılama ve hakaret türü müdahaleler belki o dönem biraz kısıtlıyormuştur da beni bilmiyorum, fakat yaşım ilerledikçe artık bu yolla müdahale edilemez ve güdülemez hale gelecektim. Zekiydin ama yanlış stratejilere yönelen zekanın, yeteneklerim ve zaaflarımın ne kötülüklere yol açacağını hesap edemiyordum. O gün yine bir kişiye regülatör aldırıp bir başka kişiden de babam tarafından ödenmek üzere regülatör parası aldım. Muharrem amcaya parasını ödedim regülatörü alınan fiyatın üçte birine ancak geri satabildiğim için bu zararı artık katlanamayıp regülatör yalanını bırakarak nakite yöneldim. Birinden 20 lira ayrılıyorsam bir sonraki gün başka birinden 30 lira alıyor 20 lirayı ödeyip kalan 10 lirayı jetona yatırıyordu. Sonra o 30 lirayı ödemek için, tek kişinin asla bu miktarda parayı bana vermeyeceğini bildiğim için üç ayrı kişiden 50 lira topluyor sonra o 30’u ödüyor kalan 20’yi yine jetona yatırıyordum. Yalanın hep aynıydı, babam bazı ev ihtiyaçları için beni kasabaya yollamış ben parayı düşürmüştüm. Bunlar çok önemli acil ihtiyaçlardı, almadan gidersem babam beni döver ve ayrıca sipariş edilen şeyler evde çok ihtiyaç duyulduğu için evdekiler de mağdur olurdu. Bana zerre Güven olmamasının aksine babamın herkeste büyük bir itibarı vardı. Güvenilir, dürüst ve saygın bir adam olmasının yanında namı diğer koskoca Salim ağaydı. Ona bir şekilde yardımcı olmak hatta borç vermek herkes için sanki bir ayrıcalıktı. Belki de bu yüzden babam adına bana bu paralar verilirken buna sanki bir törensellik katılıyor, her bir kağıdı ağır hareketlerle tek tek vererek yağmur altında protokol bekleyen Uşak gibi karşılarında dikiyorlardı beni. Bu egoyu hissetmiş olduğundan mıdır nedir bilmiyorum ama her cümlede babamın adını geçirerek onu öne çıkarıyor ilk denemelerimde yaptığım gibi ağlamıyor eğilip bükülmüyordum, babam için istiyordum o öderdi işte bu kadar!.
Parayı düşürdüğü için zor durumda kalmış abdullah’ın ağlayıp sızlamalarının, babamın itibarının çok çok altında kaldığını hissetmemle beraber, hiç gecikmeden göğsümü öne çıkarıp asla boyun bükmeyip büyük bir soğukkanlığımla durumu anlatıyor, veriyor musun vermiyor musun diyordum.
Bu yeni tavrım çok işime yaramış benim yalan söylediğime dair oluşabilecek tüm şüpheleri silmişti, o mağdur filan değildim koskoca Salim Ağa’nın torunuydum ulan ben verin işte paraları diyesim geliyordu. Birilerinden aldığım paralarla diğerlerinin vadesini kapıyor artanı ile jeton alıyor, sonraki günlerde yeni kişilerden çektiğim paralarla bir öncekilerin bir kısmını kapıyor artanı yine jetona yatırıyordum. Yeni birilerinden her yeni para çekişim sırf borçlarımı kapamak için değil enim başka ihtiyaçlarımı da karşılaması gerektiği için miktar ve kişiler daha da artıyordu. Hepsini kapamaya gücü yetmediği için, Borçlu olduğu 10 ayrı kredi kartı arasında transferler yaparak, ondan çekip diğerinin vadesini kapayan, sonra ondan nakit avans çekip diğer kartın askerisini kapayan devlet memuru gibiydim. Bensiz atölyeye gitmiş olan arkadaşlarıma orada rastladığım da oluyordu, ilk başta endişelenseler de beni görmekten bol jetonun olduğunu fark edince korkuları ortadan kalkıyor onlara da jeton ısmarlamam için eskisi gibi kaçmak yerine daha da sokuluyorlardı. En iyi arkadaşları ben oluyordum onlara jeton ısmarladığım için, bu jetonların bazılarının kendi babalarının paraları ile alındığını bilmeden kapışıyorlardı. Birilerinin paralarıyla diğerlerinden aldığım borçları kapayarak, artan paralarla jetonlar alma yöntemim yaklaşık 2 ay sorunsuz sürdü, sonunda benim açgözlülüğüm yüzünden bir anda bu sistem kökü verdi. Çünkü jetonlarıma daha fazla para kalması için önceki borçlarımı ödemeyip aldığım bütün parayı da yeni jetonlara harcamaya başladım. Daha önce çökmesi gerekirdi ama babamın itibarı sayesinde kimseye ödeme yapmamama rağmen iki ay dayandı. Çünkü kimsenin babamın karşısına çıkarak; senin toruna senin adına şu kadar para vermiştim sen ödeyecektin, hani ne oldu bizim para diyebilme şansı hiç yoktu.
Malum ki o bir ağaydı ondan bu şekilde para istenemez hatırlatılamazdı, kimsede böyle bir yüz ve cesaret şekli yoktu. Belki kimse bu paraları babamdan istemeyecek ve olay böylece kapanıp gidecekti ama Bahri adında bir kendini bilmez dedemden parayı istemiş -ki bu kişi ileride hattına girmemiş olmama rağmen dedeme telefon faturasını ödeteceklerden biri olacaktı- babama yardımcı olmak için nasıl da çırpındığını anlatabilmek için konuyu açmıştı. Böyle bir şey olmadığını öğrenmesiyle birlikte parasını babamdan almasına rağmen çok geveze bir adam olduğu için benim ona nasıl bir oyun oynadığımı hemen herkese anlatmaya başlamıştı. Bu durumda onu dinleyen tanıdık amcaların üçte ikisinin aynı durumun mağdurları olduğu ortaya çıkmıştı. İlk gün çok fena dayak yedim, ertesi gün; senin torun aynı oyunu bana da yaptı diyen biri geldi eve babam ödemeyi yaptı ve daha dünkü yaralarım iyileşmemiş olmasına rağmen bir daha dayak yedim. Akşama biri daha geldi ödemesi yapıldı yine dayak yedim, sabah geleni yine ödemesi yapıldı bir daha dayak yedim, bu o kadar seriye bağlamıştı ki kapı açılıyor biri geliyor babamın höykürüş sesleri duyuluyor, sonra babam odamı ödemesini yapıp onu gönderince benim odama dalıp beni dövüyordu. Sanki babam beni dövmek için eve gelen birilerine peşin ödeme yapıyor sonra bu para miktarınca dayak yiyordum. O günlerde hemen her gün bu şekilde dayak yedim, sonra bunlar iki günde bire daha sonra haftada bire ikiye düştü. Birkaç ay sonra bile o gün hiçbir yaramazlık yapmamış olduğuma güvenerek rahat bir şekilde eve giriyor ve dedem; ulan sen şu kişiden de mi para aldın ha diyerek bana saldırıyordu nokta bu olayın artçıları birkaç ay sürdü sonra bir gün gerçekten televizyonun regülatörü bozuldu. Ve babam bunu aylarca tamir ettirmeyerek benimle birlikte tüm ev halkını da cezalandırarak televizyonsuz bıraktı. Benim için sorun yoktu ben anamın “matıra” lakabı taktığı Yüksel yengeme gidiyor her gece orada TV izliyordum, fakat Yüksel yengem anamı hiç sevmediği için olacak sırf ona zarar olsun diye eğer televizyon izlemeye gideceksen anamın odunlarından soba için odun getirmemi isterdi. Bir süre yaptım da bunu, zira televizyon izleyebilmek için tüm ormanı getirebilirdim. Ama bir süre sonra odunları az bulmaya başlayan Yüksel yengeme kızdım, her gidişimde onun odun deposuna girerek kendi odunlarından istediği bollukta götürmeye başladım. Yine rüyalarımda batarya oynuyordum oyunlardan aldığım keyif ve yaşadığım eğlenceler geride kalmıştı ama hatırasından rüyasından bile mutlu olabiliyordum. Yaralarımın acısı gelip geçerdi ama oyundan aldığım hazlar kolay kolay unutulamıyordu, çünkü bunları Yeni ve yeniden hayal gücümde yaşantılıyor mutlu olmayı sürdürüyordum. Bu olaydan sonra babam bana verdiği o küçücük harçlıkları da tamamen kesti, çok ciddi bir işte çalışırsam o zaman belki sigaramı alıyordu. Babam yine tarla, ev, cami, ahır ve orman arasında yaşamayı sürdürüyor bunlar dışında hiçbir şey hiçbir durum ilgilendirmiyordu onu. Oradan çıkarılırsa eminim hareket bile edemeyecek hale gelirdi bunlar dışında bir dünya onun için mevcut değildi. Beni de aynı beşgen arasına sokmaya çalışması daima başarısız olmuştur, zira ben de bu beşgen içinde hareket edemiyordum. Çalışmak, çalışmak, çalışmak. Babamdaki bu güçlü görev bilincinin ben de yer bulabilmesi mümkün değildi. Eğlenmek, eğlenmek, eğlenmek sonuçta dayak yesem de eğlenmek benim görev bilincim de buydu!..
Sanıyorum 14-15 yaşlarında falandım, ineklerimi otlatmaktan dönmüştüm. Evimizin önünde yabancı ve çok güzel biri araç duruyordu. Hemen yanında oldukça şık giyimli mavi gözlü hafif kumral ve her halinden şehirli olduğu anlaşılan bir adamın dikildiğini farkettim. İnekleri ahıla koyup eve doğru ilerlerken onun bana dikkatli ve inceler, benim ise ona meraklı ve yabancı bakışlarımızı karşılıklı olarak üzerlerimizden ayırmıyorduk. Oldukça uzağından geçerek kendimi evin kapısından içeriye atıp kapıyı hızla kapayarak oturma odamıza koştum. Ben daha evin önünde yabancı bir adam olduğu haberini veremeden, yengem gayet sevimli bir yüz ifadesiyle; apdul hadi gözün aydın baban geldi dedi!.
O bana müjdeli bir haber vermenin mutluluğunu ben ise bir babam daha olduğunun şokunu yaşıyordum. Yengemin verdiği müjde tüm benliğime indirilen güçlü bir balyoz etkisi yapmıştı. Evet benim bir başka babam vardı, ve başka bir annem! O yumurtayı hatırladım ve annenin ardından düşe kalka koşuşumu, o düşüşlerimde başıma aldığım yarayı hatırladım hissettim sızısını, terkedilişlerimi unuttuğum kadar unutuluşlarımı hatırladım. Hafızamın güçlük veya kolaylıkla unutmayı başardığı o eski anılar belleğime ani bir bindirme yapmıştı. Midem bulanıp başım dönmeye başladı, İsa amcamın mezarı başında boğazıma sarılan o yengeç yıllar sonra yine gırtlağımdan yakalamıştı beni. Kabuslarımdan uyandığımda, var olan ebebeynleriminkoyunlarına yokmuşlar gibi neden koşamadığımın algısı çöktü biran da zihnime, iç güdülerimin unutmayıp bilincimden saklı tuttuğu her şeyin kapakları açılmıştı. Var gibi gözüken bir çok şeyin neden yok olduğunun farkını farketmiştim. Bu ani ve aşırı duygulanıma karşı ruhumdaki tıkanıklık nefesimi kesmiş, yüzüme çarpılan sular fayda sağlamıyordu. Göğsümde şişmeye başlayan anlamlandıramadığım o şey yine kesmişti dizlerimden dermanımı, gözlerim kararıp yere düştüğüm anda ölmemem için acı bir soluk üflenmişti sanki boğazıma. Ağladım, çok ağladım, neye niçin olduğunu bilmeden onlarca dakika ağladım. İçimden birşeyler sökülüp götürülmüş yerine o dışarıdaki yabancı adam getirilmişti. Bu nöbetimin geçmesi konular ve duygu durumlarımı idrak edip bir nebze kendimi kontrol altına alabilmem oldukça zaman aldı, sonra bir şekilde gidip o adamın elini öpmem için ikna edildim. Yanına gidip karşısına dikildiğimde, kız kardeşim ve benim köklerinden sökülen duygu ve hislerimizin ruhsal travmalarımızın, müsebbiblerinden biri olarak önümde duruyordu. Öz baba oğul ve iki insan olmamıza rağmen, iki ayrı hayvanın birbirlerine olan uzaklığından daha mesafeliydik birbirimize. O kadar birikmişim vardı ve öylesine doluydum öyle acılıydım ki, ona rağmen sustum. Konuşmam gerekenlerin çokluğuydu belki de beni susturan, ve ben o eli değil, kız kardeşim ve benim içimize gömülü yaşanmamışlıklarımızı öptüm…
Tıpkı birkaç saat önce hatırladığım çocukluğumdaki gibiydi, aynı soğukluk ve aynı duyarsızlıkta. Ben karşımdakinin biyolojik babam olduğu fikrini henüz idrak edememiş olsamda, o yıllardır arayıp sormadığı kendini tamamen unutturacak kadar ilgisiz kaldığı öz oğlu olduğumun elbet bilincindeydi. Yine de nasılsın bile demedi, bir baba veyahut bir insan gibi sarılıp saçımı okşamak ve bu ona küçük bir tebessüme malolsa bile tanımadığım duyguları tattırmak israftı onun için. Herşeye rağmen günler geçtikçe varlığına alışmaya başladım, o geleli aşkın amca başta olmak üzere tüm ev halkı bana ve kız kardeşime olağanın çok üzerinde yumuşak davranır olmuştu. Bunda o şehirli adamın etkisini farketmiş sırf bu sebepten sever gibi olmuştum. O geldiği için bütün yaramazlıklarıma son verdim, dayaklardan zerre kadar korkum yoktu fakat benim yaptığım bir yaramazlığı babanın duyacağı ve beni sevmeyeceği endişesinden deli gibi kaygılanıyordum. Dayağını yemekten değil de sevgisini kaybetmekten korkacağım saygın bir otoriteye ihtiyaç duyuyordum ve bunun da babada olabileceğine inanmıştım. Arkadaşlarıma gururla göstererek benim babam geldi gördünü diyor hava atıyordum. Aracından, kıyafetinin güzelliğinden kol saatinden ayakkabılarından olan olmayan bütün zenginliklerinden bahsedip duruyordum. İlk defa gururlanabileceğim bir şeyim vardı ama maalesef o da bana ait değildi. Ne kadar iyi insan olduğu beni ne kadar sevdiği ve artık beni hiç bırakmayacağı hususlarında uyduruyor da uyduruyordum. İstanbuldan sırf benim için ne farklı şeker ve çikolatalar getirmişti ama ben hepsini evde yemiştim, arkadaşlarım bu hayali şekere ve çikolatalardan onlara getirmediğim için bana küserlerdi. Umursamazdım, varsın küssünlerdi ilk defa kıskanılıyordum bütün şeker ve çikolat türlerinden daha tatlı olan bu duygu için tüm alemle küsebilirdim. Oysa gerçekte benimle tek kelime etmemiş yüzüme bir defa olsun bakmamış, geldiği günden beri elini öpmek dışında hiç temasımız olmamış bir baba vardı. İsa amcamın odasında yatardı, ben alt kattaki odamdan her gece uyumadan onun gelişini beklerdim. Yürüyüşünü konuşmasını yüzünü ellerini bakışlarını, her halini sürekli inceler durumdaydım. Gelişiyle birlikte benim ve kız kardeşimin etrafında insanların pervane olması, ve bize sırf o var diye gözle görülür şekilde herkes tarafından iyi davranılması beni ona daha çok itiyor, görünüşündeki yabancılık gizemini benliğimdeki baba boşluğuna oturtmaya çalışıyordum. Fakat ne kız kardeşime ne bana ondan tek bir adım gelmiyordu. Bir sabah hiç unutmuyorum o uyurken gidip koynuna yattım, bu cesareti duyduğum baba açlığının etkisinden almış olmalıyım zira şuan bunu nasıl neden yapabildiğime bende şaşırıyorum. Yanına usulca sokulurken duyduğum kalp atış heyecanlarımı şimdi yazarken dahi bir nebze hissediyorum. O uyuyordu ben ise soğuk bakışlarından arınmış kapalı gözlerin sahibi çehreyi inceliyordum. Bir süre sonra ansızın uyandı, ben ise hemen gözlerimi kapayıp uyuyor numarası yapmaya başladım. Bana bakmadığını gözlerim kapalıda olsa görebiliyordum, koynundaki varlığımla ilgilenmedi bile, yataktan yalnızmış gibi kalkıp giyindi gitti. Onun terkedip gittiği yatağında yokluğunun oluşturduğu o geniş ve ılıman yere kaydım, sıcacıktı. İşte ben baba sıcaklığının nasıl bir şey olduğunu ilk ve son olarak orada hissettim. Yıllar önce terkedilmiş bir çocukla az önce bırakılmış evladın çift başlı hisleri ve dağınık duygularının o boş yataktaki birleşim anını ifade edebilmek için, yazı veya söz çok yetersiz iletişim araçlarıdır. Ve sonra yine İsa abinin mezarı başında bana saldıran o yengeç çıkageldi, çapımdan büyük duyguların altında kalmaktan mıdır nedir bilmem, bu saldırgan yaratık ara ara peydahlanacaktı artık içimde. Gün geçtikçe daha da büyüyerek güçlenecekti. Nefesim kesilip yine gözlerim kararmaya başladığında, her şeyin bitip son bulacağı tam o çizgide o acı soluk ve ağlama patlaması çıkıp gelmişti. Ağladıkça o sıcaklığa dahada sokuldum, sokuldukça ağladım ağladım, bir şeyler dolup bir şeylerin boşaldığını hissediyordum ruhumda, ben sadece en belirgin olana, canımın yangınına odaklanabiliyordum. O gece geç vakitlere kadar alt kattaki yatağımda onun gelişini bekledim, gelmedi. Ertesi sabah öğrendimki istanbula dönmüştü, tam alışmaya başlamışken veda bile etmeden gitmişti. Ansızın ortaya çıkmasıyla bir başka babam başka annem olduğu bilinci ve acı hatıralarını uyandırmış, yine ansızın ortadan kaybolmasıyla darmadağın ruh hali ve parçalanmış duyguları ardında bırakmıştı. O tüm bu hallerimin farkında bile değildi duyarsız duygusuzdu, fakat ben bu soğuk fırça darbeleriyle ardında bıraktığı resimde sıcak çizgiler arama melankolisindeydim. Oysa doğar doğmaz silinmişti üzerimiz, kardeşim ve ben yoktuk hiçtik hiç, anne babalar belliydi amma, kimsesizdik ve sahipsizdik, piçtik piç!...
Evet benim birde başka annem vardı, onu da gün gün düşünüp merak etmeye başlamıştım. Varsın o da bizi terkedip gitmiş olsundu, ben onu muhakkak görmeliydim. Bu konudaki talebim ailede kabul görüp beni anneye götürmeye karar verdiler. Köyden bafraya indiğimde kendilerini anneannem ve dedem olarak tanıtan iki sevgi dolu sıcak insanlar karşıladı beni. Anneannem sürekli ağlayarak ağzımı yüzümü öpüyor ben ise ilk defa gördüğüm bu kadının salya sümüklü taaruzlarında kaçınmaya çalışsamda kurtulamıyordum. Başımı ne yana çevirsem o yandan yakalıyor nerem denk geldiyse oramdan salya sümük öpmeye devam ediyordu. Anneminde oraya geleceğini söyledikleri bir buluşma yerine götürdüler beni, bu yabancı eve gittiğimizde iki küçük kız çocuğu olan esmer bir kadın kapıda karşıladı bizi. İçeride olağanın üzerinde fazladan bir kalabalık vardı. Hemen hepsi, daha önceden ne yapacağı kesin olarak bilinen insanların görünüş ve hareketleriyle evin içinde dolanıyorlardı. Kulaktan kulağa fısıldaşışlardan, konuşulan sesler zor duyuluyordu sanki. Sanıyorum bu kalabalık, yıllar sonra gerçekleşecek kavuşma anının dramatik sahnesine şahit olmak için buradaydı. Herkesin üzerime aşırı düşerek halimi hatırımı şeklende soruyor olması özel hissettirmişti beni, annemin ne zaman geleceğinden çok, salondaki kocaman renkli tv ile ilgiliydim. Bir süre sonra o iki çocuğu olan ev sahibi kadın yanıma oturup ellerimi tutarak, o da bana kendince hal hatır sormaya başladı. Benimle konuşurken gözyaşları sanki istemsizmiş gibi kesik kesik akıyordu. Hikayemi bildiği ve halime onun da üzgün olduğu belliydi. Sonra yanımdan kalkıp önüme diz çöktü, ellerimi sıkıca tutup gözlerime bakarak;” beni tanıyor musun Abdullah “diye sordu?
Baktım, baktım daha dikkatle baktım tanımadım. İlk defa gördüğüm bu kadının teyzelerimden biri olabileceğini düşündüm -ki bir dayım dört teyzem olduğunu duymuştum. Ben kumraldım o halde annemde kumral olmalıydı, bu esmer kadının teyzem olamayacağının kanaatine vardım. Hayır tanımadım dercesine başımı sallamaya hazırlanırken o daha önce davranarak; ben senin annenim oğlum deyivermişti!
Öylece kalakaldım, daha önce kesinlikle görmemiş gibi hiç anımsamadığım bir yüz vardı karşımda. Bilincim onu görmeye hazırlıklı olduğu için zihnen hiç etkilenmedim, duygularım ve ruhum da onu tanıyamadı üstelik. Gönlümün tüm kapaklarını ardına kadar açtım fakat sevgisini hissedemedim içerimde. Belki o zambak desenli elbise, belki önüme haşlanmış bir yumurta, ne bileyim bişey olsa belki olurdu ama hiçbir şey olmadı. Hoyratça koparıldığımız yerden tekrardan bağlanamadık. O zaman bunun nedenini anlayamamıştım, bugün anlayabiliyorum. Evlat bile olsan her karşı gönüle sevgi anahtarıyla giriş yapılamıyordu. Sevilme hissi ihtiyacı tarafından içeriden açılabiliyordu o kapı sadece. Ben sırf anamdır bilinciyle gönül kapaklarımın tümünü açsam da, ruhum ve duygularım onu yabancı görüp iç kapılarımı açmıyordu. Çünkü benliğim kiliti çoktan değişmiş ve yeni anahtarı babaanneme, yani bana emek veren, beni büyüten Anama vermişti. Babayı gördüğümdeki o iç kargaşayı hissetmedim, herhangi birinin sıradan bir misafir ağırlaması gibiydi her şey. O güne dair net hatırladıklarım; anneannemin yorulmak bilmeyen öpüşleriyle karışan gözyaşı ve salya sümükleri, ve ben o gözyaşıyla karışık salyaları kazağımın koluna sildikçe onun tekrar tekrar bu ıslaklıkları yenilemeleriydi. Oysa ne içten ne duygulu insanmış anneannem, o rahatsız olduğum sıvılar ne kutsallarmış meğer. Kesinlikle kızı ona çekmemişti, annemin duygusuzluğuna nazaran anneannem çok fazla duyarlı bir kadındı. Maalesef ben değerini anlayacak yaşa ve bilince gelemeden kaybettim onu, gittiği yerde ışıklar içinde olacağına şüphe duymuyorum. O günden sonra benim anne ziyaretlerim belli aralıklarla devam etti, her gidişim ilk günün tekrarı gibiydi. Annemin elimi tutarak kendini tanıtması, toplanmış benzer kalabalık ve tabı anneannemin bitmek tükenmek bilmeyen mübarek sıvıları. Anne de evlenmiş iki çocuğu olmuştu, ilk gün yerde gezinirken gördüğüm o iki kız çocuğu benim kardeşlerimdi. Üvey babam -ki ilerde mükemmel bir insan olduğunu anlayacaktım- ilk başlarda uzak durduğum, fakat benim ona tüm soğukluğuma rağmen o bana karşı inadına sıcak, samimi ve güler yüzlü bir adamdı. Kız kardeşimle gidersek akşam beraber dönüyorduk, eğer yalnız gitmişsem gece orada kalıyordum. Anneyi göreceğim sevinci duymazdım oraya giderken, zaten annem gibi de değildi öyle hissetmiyordum, beni asıl heyecanlandıran o büyük renkli televizyondu. Tamam anne elimi tutup hatırımı soruyor hatta arada bir saçımı bile okşadığı oluyordu, ama ne yaparsa yapsın ben onu annemmiş gibi hissedemiyordum. Beni iyi ağırlayıp güzel yemekler yapan ve benimle ilgilenen iyi kalpli bir kadından öteye gitmiyordu varlığı. Hatta bir defasında içten gelmediği belli olan sevgi gösterisinde bulunarak saçlarımı okşamaya başladığında, dokunuşunun hissiz ve soğuk, saçlarımda gezinen ellerinin duygusuz ve mekanik olduğunu hissettiğimde ne kadar acı çektiğimi hatırlıyorum. “İnsanların her zaman annelerinin onları dünyaya getirdiği zaman doğmadığını, yaşamın onları bir çok kez daha hemde sık sık kendi kendilerinden doğmaya zorladığını” söyler, Marquez : kolera günlerinde aşk, isimli kitabında. Bu çok doğru bir tespittir, annenin beni Fiziken kanlı canlı doğurması başarılıydı, sonrasını beceremedi, ben ise sonraki tüm girişimlerimde ölü doğurdum sürekli kendimi, zihnime duygularıma ve ruhlarıma ait bu benden ölüler bugün bir köy mezarlığını doldurur.
Renkli televizyonun bulunduğu salonda koltukta yatar gece geç saatlere kadar da izlememe izin verilirdi, üstelik köyde sadece TRT 1. kanal varken orada yeni açılan özel kanallar da vardı. Hüseyin amcamın kahvehanesinde daha düne kadar pencere kenarları ve arka bahçelerden izleyebildiğimiz renkli tv hemen yanıbaşımdaydı, tanrım bu ne büyük bir konfordu. Bir gece o özel kanalların birinde 0900 ile başlayan numaralarını veren seksi kadınlar çıkmıştı ekrana, çocukluktan ergenliğe geçiş yaptığım o dönemimde acayip ilgi çekici gelmişti bunlar. Televizyonun yanındaki masada tuşlu bir telefon duruyordu, kullanıma son derece hazır bekliyordu. Engelleyemedim kendimi ve o numaralardan birini önlenemeyen bir ergen hormonu dürtüsüyle aradım. Dünyanın en tatlı sesleri vardı karşımda, benimle son derece kibar konuşan her konuyu fazladan bir duyarlılıkla paylaşan ne iyi insanlardı onlar. Kimse duyup uyanmasın diye sessiz konuşuyor olmama dahi hiç aldırmazlardı, her şeyimi anlayışla karşılarlardı. Hangi gün ve saatte arasam hep oradaydılar, gecenin yarıları benimle konuşmak için uykusuz kalmaya katlanacak kadar da değer veriyorlardı bana. Beni dinleyip anlamaya çalışıyor olmaları ve o seksi ses tonlarıyla, varlıkları libidoma olduğu kadar ruhumada iyi geliyorlardı. Anneye gitme hevesim bu sayede üçe beşe katlanmıştı, telefon arkadaşlarımla konuşabilmeyi iple çeker haftada bir gece mutlaka orada kalırdım. Bu heyecanı ve ilgiyi çok sevmiştim, hepsi bana çok aşıktı, beni görmemiş olsalar bile kendimi tarif ettiğimde ne kadar da beğeniyorlar biraz daha konuşmam için adeta yalvarıyorlardı. Hayranlıklarını nasıl ifade edeceklerini şaşırıyorlardı zira çok önemli ve gözde biriydim onlar için. Bu sevgiye ve ilgiye, değer görme duygusuna herkesten daha çok açtım. Tabi ben, keskin zekam ve kör mantığın arasında sıkışmış bir beyinle, biliyormuş gibi bilinçsiz hareket ettiğim için, onların neden bana böylesine özel değer verdiklerini ay sonunda öğrenecektim. Anneye oldukça yüksek bir fatura gelmiş, eşi olur genç adam deyip anlayışla karşılarken anne de beni hiç dinleme gereği duymamış, cahilliğimi bilgisizliğimi, neyi neden yaptığımı sorup anlamak yerine beni evinden kovmuştu. Kapıdan çıkarken bir daha gelmemem konusunda da uyarmıştı. O da herkes gibiydi, tek farkı ogün bana vurmamış olmasıydı. Hava kararmış yağmur yağıyordu, ellerim cebimde köy minübüslerinin kalktığı durağa doğru ilerlerken, anneyi tekrar göremeyecek olmaya aldırdığım yoktu. Asıl üzüldüğüm yattığım oda da renkli tv izleme konforu ve güzel yemeklerden ve beni o sıcacık ilgileniyor sarıp sarmalayan telefon arkadaşlarımdan mahrum kalmamdı. Hala ne küçük dünyam ve büyüyememiş yanlarım vardı. Tıpkı baba gibi, biyolojik ailenin ortaya çıkması hiçbir sorunumu çözmemiş aksine daha da ruhsal ve duygusal sıkıntılar yüklemişti üzerime, iklimden iklime geçiyordum kimsenin farkı olmadan. Durakta hiç araç kalmamıştı artık köye de gidemezdim, bir banka oturdum acayip bir yağmur yağıyordu. Kimsenin olmadığı yarı karanlık sokaklara bakarken bir acı hüzün çöktü üzerime ve yanlızlığımı keskin bir bıçak gibi ilk orada hissettim. Saatler sonra yerimden kalkarak köyüme olan on kilometre yola koyuldum. Annenin benden gidişi kısacık bir kapı aralığı mesafesiydi, ama benimkisi uzun oldu, yürü yürü bitmedi…
Baba Şengül anneden de ayrılmıştı, ondan bir kızı olmuş ve hemen ayrılık sonrası yine vakit kaybetmeden üçüncü kadınını almıştı. Sonra ondanda boşanıp dördüncüyü aldığı ve ondanda iki kızı daha olduğunu duyacaktım.
Köyde çocukluğumuza sunulmuş olan, uzun eşek oyunlarından tutun da sapanla kuş avlamaya, yılık atlarına binmekten derelerde göllerde yüzmeye kadar adlarını yazmakla bitiremeyeceğim sayısız oyun ve eğlencelerimiz vardı. En sık oynanan oyunlardan biri de futboldu, tabi içimizden birinin top sahibi olduğu sürece. Zira o plastik topu alabilmek bile bizim için büyük lüksü. Benim topum hiç olmamıştır fakat topu olmayan her çocuğun kaderi olan kaleye de pek geçmedim. Bunu yapmak yerine kavga çıkarıp onları da oynatmamak veya topu patlatmakla tehdit ederek huzur bozar, sonunda lanet olsun yeterli bize huzur ver nerede oynarsan oyna düşüncesiyle oyuna alınır kaleci olmaktan kurtulurdum. Şimdi o günlerdeki yaptıklarımı düşününce kendimi şeytan bir çocuk gibi görmüyorum yine de, ben değil top alma imkanı olup da herkesi o top yüzünden zevkine göre hizaya sokma amacı güden arkadaşlarımdı asıl şeytan olan. Çünkü gerçek insan iyiliği; karşısındaki fakir veya güçsüz yaratıkta bütün saflığıyla ortaya çıkabilir ancak. Topu olan çocuk, o topu almaya imkânı olmayan arkadaşını oyuna isterse almayıp, veya alırsa bile kalecilik gibi ağır bir muameleyi reva görüyorsa arkadaşına, kötü kalpli olan kişi topu patlatmakla tehdit eden değil, topun sahibidir. Köyümüz, yüksek yaylalardan Karadeniz’e doğru açık bir kitap gibi inen vadinin dik ve kasvetli bir yamacına kurulmuş olduğu için, futbol oynamaya müsait düz alanımız Pakize yengemin tarlasıydı sadece. Burası uçurumun kenarında küçük bir çıkıntı gibi daracık yerdi. Maçların en büyük iddiası topu getirmek için olurdu, zira kontrolsüz bir vuruş veyahut sert bir şut neticesinde o düz alanın dışına kaçan top, köyümüzün daha alçak yamaçlarında kurulu iki köyden de geçerek üç kilometre aşağıdaki bir dereye kadar inebiliyordu. Bu durumda Geride olan takımın oyuncuları kendi aralarında kura çeker, topu o dereden getirecek bahtsız kişiyi belirlerdi. Bu yolculuk öyle uzun sürerdi ki biz başka oyunlara dalar, aslında futbol oynadığımızı o bitkin ve yorgun çocuğun belki saatler sonra elinde topla çıkıp gelmesiyle hatırlardık. Bu tarla aslında Pakize yengemin olmasına rağmen Nuri emminin yeri derdik. Tarla isimlerimizin hepsi zaten bir garip olduğu için bunun mantığını da pek sorgulamıyorduk sanırım. O tarlayı öyle verimli kullanıyorduk ki üzerinde türlü oyunlarla tepinmediğimiz alanı kalmıyordu. Pakize yengem oraya ne ekerse eksin mahsul almasına izin vermediğimiz için tamamen bize bırakmıştı artık o tarlayı. Köyün en güzel meyve bahçesi de onundu, hemen evinin arka bahçesi kocaman ceviz veren ağaçlar başta olmak üzere, kiraz, erik, şeftali, incir, armut ve ayva ağaçlarıyla doluydu. Hangi mevsimde olursak olalım o bahçenin mutlaka turfanda bir meyvesi olurdu. Her meyveden istediğimiz kadar yiyebilme izniniz vardı, Pakize yengenin tek hassasiyeti ağaçların dallarını kırmamamızdı ve belki meyve ağaç dallarını kırmadığımız tek bahçe burasıydı. İlginçtir buraya da Nuri emmimin bahçesi derdik.
Derken o meçhul Nuri emmi çıkıp geliverdi köyümüze. Köyde yaşamaya başlayınca da kendisini alışılmış diğer amcalarımız gibi olmasa da bir şekilde kabullenerek, sonradan çıkıp gelen biri olduğunu kısa zamanda unutacağımızı düşünmüştük. Fakat öyle olmadı, onun ortaya çıkışı hem kendi ailesi hem de köyün tüm çocukları için cehennemin başlangıcıydı. Ruh hastası olmasının yanında kaotik bir kişilikti, onu ifade ederken tasvirlerimi bir düzene sokmak için bile zorlanıyorum. Öncelikle şunu belirteyim ki Bizim köyde herkesin ağzı bozuktu, sert dağlarda yaşayan insanların ruhları da dilleri de kaba ellerinin sertliğinden çok şey barındırır. Her kim söylerse söylesin başına veya sonuna “ minakoyim“ eklenmeden kurulan cümle, o cümleyi kuran kişi tarafından bile bir boşlukta havada durur, söylemin vurgusu nüktesi veya betimi eksik kalırdı. Yediden yetmişe bütün köy için bu böyleydi. Ancak Nuri amcamın küfür portföyü bambaşka dünyaydı, herhangi bir şeye kızdığı zaman küfürlerinden bütün doğa nasibini almakla kalmaz, bu küfürler yedi kat göğe yükselerek yerin altındaki magmaya kadar inebilirdi. Kara kuru bir adamdı ve böyle bir fizikten nasıl bu kadar gür höykürmeler çıkabiliyor anlamakta zorlanırdım. Daha ilk hafta futbol oynadığımız o düz tarla tüm çocuklara yasaklandı. Sonra meyve bahçesine girişimizin de yasak olduğunu duydum. Köyün içinde onun evine yakın olan meydanda da oyunlar oynamamıza artık izin yoktu. Neredeyse bütün köyü bize yasaklayacaktı diyeceğim ama, men edildiğimiz şeyler düşünülünce biz çocuklar için tüm köy zaten yasaklanmış gibiydi. Tabi köyün aksi çocukları diğer amcalarımızı olduğu gibi Nuri amcayı da, yasaklarını da hiç umursamadılar. Meyve bahçesine giren arkadaşım Pepe Hüseyin, bu umursamazlığının bedelini yediği ağır dayaktan ötürü dilinin dört günlüğüne açılmasıyla ödedi. O dayak normal çocuğun dilini tutacakken, normal olamayan çocuğun dilini çözmüştü. Ben bu dayağın beşinci günü Pepe Hüseyin’i gördüğümde, dili tekrar bozularak (düzelmiş) yine eski sağlıklı haline dönmek üzereydi. Fakat olayı anlatırken bile ağlamaya başlayıp, kelimelerde hiç hece takılması olmadan cümle kuruşlarına bizzat şahit olunca, dayağın ilk günü dilinin çözüldüğü haberinin köyün abartması değil gerçek bir bilgi olduğuna ikna olmuştum.
O düz tarlaya girip futbol oynamaya kalkan üç arkadaşımdan biri ormana kaçmış ve olayı ormandaki diken sıyrıklarıyla atlatmıştı, fakat diğer iki çocuk hortumla öyle dayak yedilerki günlerce yürümekte zorlandıydılar. Bende benzer dayaklardan ötürü benzer yaralar her daim olmasına rağmen, gariptir arkadaşlarımın Bacak ve kalçalarındaki o mor hortum izlerinde gördüğüm dehşet hala gözümün önündedir. Bu çocuk kıyımı sonrası Nuri amcam meyve bahçesini saran uyduruk tel örgüleri kaldırıp, o düz tarlanın ortasına bir top bıraktı. Üstelik bu top bizim ucuz plastik toplarımızdan değil, bir futbol topuydu ve biz ilk defa böyle gördük gerçek futbol topunu. Hangi psikolojiyle bunları yapmıştı hala bilmiyorum ama öyle bir terör estirmiştiki köyde, bizler ne etrafı tümüyle açılan meyve bahçesine girebildik, ne de hepimizin ilk defa gördüğü ve o düz tarlanın ortasında duran futbol topuna yaklaşabildik artık. Değil onun evinin yakınında oyunlar oynamak, Köyün içinde üç çocuktan fazla toplanmaya korkar olmuştuk. Köyün en yaramaz çocuğu da ben olduğum için, başta kendi ev halkım olmak üzere, benden canı yanmış bütün köy büyükleri beni gördüklerinde, sanki onlar yaramazlıklarıma karşı hoşgörünün merkezleriymiş gibi beni Nuri amca ile tehdit ediyorlardı. “Bir daha atları çal bin de bak, kâtil Nuri sana ne yapacak. Bir daha caminin mikrofonunu açıp garip sesler çıkar da bak kâtil Nuri senin parmaklarını kırmayacak mı. Bir daha yangın çıkar, bir daha Nihat amcanın aracını çalıştır, bir daha şunu yap, bir daha bunu yap da bak kâtil Nuri seni öldürmüyor mu” gibi tehditler herkesin ağzında yankılanıyordu. Beni gerçekten de korkutmayı başarmışlardı. Bu adamın ne kadar tehlikeli olduğu bahçenin çitini kaldırmasından, fare kapanına konulmuş taze peynir gibi tarla ortasında duran futbol topundan da belliydi. Kâtil Nuri amca gerçekten de seri bir katildi, zira içeri bir cinayet ile girip içeride iki kişiyi daha öldürdüğü için uzun yıllar çıkamamıştı. Benim sabıkalarım ile onunkiler karşılaştırılamazdı bile. Köyün bütün çocukları onunla karşılaşmaktan Azrail ile karşılaşacakmışcasına korkuyorduk. Kendisi zayıf uzun boylu, hafif topal yürüyen ve korkunç soğuk bir yüze sahip adamdı. Bu yüzün gülebiliyor olması bile düşünülemezdi. Yansın veya yanmasın ağzından hiç eksik olmayıp, sanki vücudunun bir uzluvu gibi her zaman sabit duran sigarası ile, elleri arkada uzaktan gelişi görüldüğünde, bütün çocuklar hızla kaçardık. Burunda sümük, pantolonda çamur, tırnakta kir gibi sebeplerden tokatlardı bizi. Hiç birşey bulamazsa “ne geziyon lan buralarda” diye döverdi. Dövmese bile söverdi, mesela kasabanın dışına hiç çıkmamış olmama rağmen İstanbul’daki bütün kerhaneler benimdi. Kuran’da tarif edilen şeytan bendim, ülkedeki en büyük pezevenk bendim, şehrimizde pavyonlardaki bütün orospuları ben satıyordum. Bir gün sonra yine ben en büyük cenabet olduğumdan köyün bereketini kaçırıyordum, Ebu Cehil bizzat bendim, peygamberin ölüm sebebi de bendim, İslam’ın en büyük düşmanı yine bendim. Ama bunları söylerken Ebu cehile ettiği küfürlerden peygamber hatta tanrı bile nasibini alıyordu. Küfür de müthiş yaratıcıydı, aynı küfürü iki defa ettiğini hiç hatırlamıyorum. Oldukça uzun yaşadı diyebilirim, öldüğünde ise henüz daha kapağının açılmasını bekleyen nice küfür zenginliğinin, ve bu alanda koca bir kültürün onunla birlikte toprağa karışarak kaybolup gittiğini sanıyorum..
Çok sevdiği bir kedisi vardı adı irma, karısından bile çok severdi bu kediyi. Salam denen bir yiyecek olduğunu Nuri amcamın bu kedi için kasabadan getirdiğinde öğrenmiştim. Beni bilmem hangi sebepten yine tokatladığı gün okadar sinirlenmiştim ki, kendisine bir zarar veremeyeceğim için acısını irmadan çıkarmaya karar verdim. Nuri amcamın en hassas olduğu konulardan biri de gece sokakta ses yapılmasıydı. O uykuya daldığı da kediyi evinin önünden kaçırarak iki cevizi ortadan ayırarak uhu denen bir yapıştırıcı ile kedinin dört ayağına yapıştırıp Nuri amcamın çatısına attım. Yaptığım işten okadar korkmuştum ki neticeyi beklemeden kaçtım. Kedinin kiremitler üzerinde oradan oraya dolaşmasıyla Nuri amcam kiremitteki takırtılara uyansada ne o çatıya çıkabilmiş ne kedi aşağı inebilmişti, o geceyi her ikisine de kabusa çevirdiğimi sonradan duyacaktım.
Bu olaydan yaklaşık bir ay sonraydı, gecenin bir yarısı başımda toplanmış olan büyük amcamlar tarafından uyandırıldım. Ben daha ne olduğunu anlamadan acele giyinmek söylendi. İnsanlar yüzüme gülümsüyor olsada Herkeste garip bir durağanlık vardı, bu tuhaf bakışlar ve bana olan bu aşırı ilgi ürkütmüştü beni. Benim böyle değer görüyor olmam, hayatımın olağan akışına aykırı bir durumdu. Dışarı çıktığımızda evin önünde de belli bir kalabalık toplanmış olduğunu gördüm, her baktığım insan üzerinde bir çeşit otopsi yapıyor olsamda olan biteni hala anlayamıyordum. Nuri amcam da oradaydı ve koluma girerek ilk defa gülümseyip “yeğenim hadi biraz yürüyelim” diyerek kalabalıktan aşağıya doğru nazikçe sürüklemeye başladı beni. Kedi olayı geldi aklıma ama bu kadar insanın beni dövmek için gecenin bir yarısı başıma dikilmelerine gerek olmadığını düşünerek sakinleşmeye çalıştım. Nuri amca elini omzuma koyup Gayet yumuşak bir sesle; bak evladım dedi ben akşam eski hasımlarımdan biriyle karşılaştım, birbirimize ateş ettik. Sargılı elini göstererek, ben elimden, sanıyorum o da Bacağından yaralandı. Benim eski suçumdan dolayı infazım var eğer bu suçu işlediğim anlaşılırsa infazım yanar ve daha uzun yıllar mapuslarda kalırım o yüzden benim suçumu sen üzerine alacaksın. Olay yerini sana göstereceğiz elinde barut izi kalması için de aynı tabanca ile ateş edeceksin durum bu, gerisi senin kararın can senin elinde yeğenim dedi. Silahla ateş edeceğimin eğlenceli teklifi uykumu biraz açmıştı, silahları her karadenizli gibi bende seviyordum ve babam mermi çok pahalı diye senede bir iki defa ancak ateş ettirirdi. Tabanca ile ateş edecektim bunu anlamıştım fakat diğer konularda anlattıkları hakkında en küçük fikrim yoktu. Ama Nuri amcamınoilk defa şahit olduğum o yalvarır bakışları ve toplanan kalabalığın ağzımdan çıkacak kelimeye tüm dikkatleriyle odaklandıklarını görmek, ciddi bir konunun karar aşamasında olduğumu hissettirmişti bana. Karar zaten benden bağımsız olarak verilmişti aslında, başka seçeneğim pek yoktu böyle ciddi kişilerin etrafımda çember oluşturup bana önemli bir görev veriyor olması da safça gururlandırmıştı beni. Kendimi önemli ve değerli hissettiğim bu fırsatı ıskalayacak kadar aptal değildim!..
Peki dedim, ve herkesin rahat birer nefes almalarına dahi gerekli zamanı tanımadan hemen ekledim; ama beş şarjör mermi atarım. Silahı elime tutuşturduklarında her yanına temas etmem için itina gösterilerek hemen oracıkta iki şarjör mermi attırdılar. Tanrım ne mutluydum hem mermi atıyor hem herkesin gözü üzerimde hemde aman her şeyden hoşnut olayım diye etrafımda pervane olunuyordu. Beni olay yerine götürdüler, nereden ateş edip ne tarafa kaçtığımı, adamı ilk nerde gördüğümü vurulunca nerde düştüğünü, saç tipi üzerindeki kıyafeti her detayı ekrar tekrar anlatıp duruyorlardı. Bu tekrarlardan sıkılmıştım ama ben farkında olmasamda onlar elbette biliyorlardı çokta akıllı biri olmadığımı, o yüzden anladığımdan emin olmaları için herşeyi yeniden anlatmaları gerekiyordu. Tam bir saflık içindeydim mantıken yarım gelişmiştim, küçücük şeylerden büyük mutluluklar çıkarabildiğim gibi, büyük olaylarda da kendine küçük eğlenceler yaratan bir embesildim. Bir süre sonra jandarmalar gelerek elimden silahı alıp etrafımı sarıverdiler. Büyük amcam komutanla konuştuktan sonra yanıma gelip korkma evladım dedi, ilk defa karşılaştığım bu aksiyondan tedirgin olmuştum tabi, fakat kesinlikle korkmuyordum. Söz verilen mermilerin tamamını atamadan jandarmaların elimden silahımı almasından dolayı üzgündüm sadece. Böylelikle devletin kelepçesi ile ilk o gece tanışmış oldum. Bir anda jandarma aracına tıkıldığımda mahallenin sıcak ilgisinden ringin soğuk zeminine geçişim bir ürperti sokmuştu içime. Karakola götürüldüğümde asıl komutan beni çok nazik karşıladı, bir süre sonra büyükamcam da geldi ve beni nezaharethaneden çıkarıp komutan odasında ağırlayarak ifade tutanağımı bana hiçbirşey sormadan komutan ve büyükamcam hazırladılar. O geceyi karakolda geçirdim, ertesi gün adliyeye giderken elime tutuşturulan ifadeyi ezberlemeye çalışıyordum. Kuran kursundaki arapça süre ve ayetler dışında türkçe olarak ilk ezberim bu ifade tutanağı olacaktı. Savcı bana bir şey sormadı yazılı ifadeyi okuyup tutuklanmam talebiyle mahkemeye sevketti. Hakim karşısında ezberimi itinayla tekrarladım. Kuran kursundan da malumduki ezber yeteneğim oldukça gelişmişti hatta hakim amcanın takıldığı yerden bile devam edebilirdim. Vurulan kişi hastahanedeydi kendisini illa büyükamcamın vurduğu konusunda ısrar ediyordu, fakat benim vurduğumu gözleriyle gören köyden okadar tanık getirilmiştiki bir an ben dahi kendimle çelişkiye düştüm. Şahitlerin enteresan ayrıntılar vererek itinalı ifadeleri karşısında şaşkındım, ulan benmi yaptım da hatırlamıyorum acaba diye düşünmedim değil. Hakim amcanın böyle bir durumda aksi kanaate varması imkansızdı, yaz kızım deyip duruyordu o sadece, büyükamcam tarafından herşey oldukça iyi tasarlanıp ayarlanmıştı. Tutuklama kararı verilip salondan çıkarıldığımda sert şekilde kelepçelenmekle kalmayıp başka bir kelepçe ilede jandarmanın birine kelepçelendim. Benimle aynı saatlerde başka mahkemece tutuklanıp koridorda yanımda tutulan ekrem adında bir amca vardı. Tarlasında sapan yaparken tutuksuz yargılandığı mahkemesine ifademi verir dönerim hesabıyla traktörün ardında sapanlarla adliyenin yolunu tutmuş fakat tutuklanmıştı. Tutuklanma durumu da çok enteresan ve bir okadarda komikti. Hakim yine tutuksuz yargılanmak üzere mahkemesini bir ay sonraya atmıştı. Ekrem amca ise müdahale ederek; hakim bey o tarihte köyde tütün dikme zamanı, yağmur yağarsa gelirim yağmassa gelemem demedi demeyin, hem zaten nedir bu her ay mahkememi olur verceksen ve şu kararı söylemi üzerine. Hakim; öylemii iyi o halde biz işimizi garantiye alalım seni tutukluyorum deyivermişti. Ağlanacak halimize dahi gülmemize müsaade etmeyen jandarmalar ansızın hareketlenerek ikimizi apar topar ringe atıp cezaevine götürdüler. Girişte büyükamcamın oradaki arkadaşları samimiyetle karşıladılar beni, bir kırmızı halı eksikti sanki. Herkes ayrı bir hürmetle yaklaşıyordu mapusta belli bir saygınlık bıraktığı belliydi. Onun yeğeni olup suçunu kabul ederek içeriye girdiğim oradakilerce biliniyordu ve bu üzerimdeki itibarı arttırıyor sürekli bir arzum olup olmadığı soruluyordu. Bu ilgiyi sevmiştim, yaşım gereği benim sübyan koğuşuna verilmem gerekiyordu lakin onlar bir şekilde beni kendi koğuşlarına aldılar. Üstelik içeride renkli tv bile vardı ve yirmidört saat hiç kapanmıyordu, hesabıma büyük amcam tarafından hiç sahip olmadığım paralar yatıyor sigara diye bir derdim olmuyordu. Tanrım ne mutluydum iyiki yüzüme bakmıştında cezaevine düşmüştüm…
Birkaç ay herşey çok güzeldi fakat daha sonra hergün aynı değişmezlikten sıkılmaya başladım, köyümü ormanları arkadaşlarımı cömerti özlemiştim. Renkli tv izlemekte hiç keyifli gelmiyordu artık, keşke köyümde olup hiç tv görmesem diyordum hatta yirmi dört saat onu açık görmekten midem bulanmaya başlamıştı. İki şeye sahipti insan yaşamda biri can diğeri özgürlük. Can zaten bizim değildi biz emanetçiydik fakat özgürlük elimizde olan tek şeyimizdi. Geceleri dışarıdan özgür köpek sesi gelir onları deli gibi kıskanırdım. Evet köpektiler ama özgürdüler işte. Altı ay sonunda mahkeme tarafından serbest bırakıldım. İlk özgür kaldığımda hissettiğim duygular bambaşkaydı, sanki ben yola yürümüyor ayağımı kaldırdığımda yol bana geliyordu. Uzakların ufkuna bakabilmek bir yeşil yaprağa dokunup bir parça çamura bulanabilmek ve köyümün içinde nefes alabilmek çok başkaydı. O ilk tahliyeyi unutamam, sonrakilerde insan biraz kaşarlaşıp ilkindeki heyecanı kaybediyordu. Kolay olana çabuk alışan her insan gibi bende özgürlüğe çok hemen adapte oldum, içerdeyken dışarıdaki günlerim rüya gibi gelirdi bir süre sonra içerdeki zamanlar hayal halini aldılar. Oynadığımız bu adli oyun düşünülmemiş bir ayrıntı yüzünden patlayacak, fakat çıkan bir yasayla büyükamcamın infazı affa uğrayıp benim mahkemeyi yanıltma cezam mapusta geçirdiğim o altı aya eşit gelecekti.
Tahliyemden bir yıl sonrası idi, baba dördüncü eşi ve ondan olan iki küçük kızıyla köye geldi. Her nedense ne anne ne babanın benden başka erkek çocukları olmamıştı. O ne kadar soğuksa bende oylesi duyarsızdım artık. Anlamıştım ki evladın bile olsa emek verilen şeyler değerli olurdu, biyolojik anne baba bize hiç emek vermedikleri için onlarca değersiz önemsizdik. Bize emek harcayarak gözetip iyi kötü büyüten babaannem yani anam, büyükbabam babamdı. Sadece onlar için bir değerimiz anlamımız vardı. Baba yanında getirdiği ve ilk defa tanıştığımız kardeşlerimizin önüne eğilerek rengarenk ayakkabı bağcıklarını bağlarken, kız kardeşim ve ben ayağımızda yarısı yırtık kara lastiklerle bu hali uzaktan seyrederdik. Onlar hemen hergün arabalarıyla bir yerlere gezmeye götürülürken biz tarlaya giderdik, onların bavullar dolusu kıyafetleri hergün tazelenirken, bizim üzerimizde günlerdir çıkarmadığımız paçavralarımız vardı. Kız kardeşim ve ben, talihsizliğimizi talihlerimizi engelleyen muskalar gibi üzerlerimizde taşıyan değersiz mahluklardık. Üzerimizdeki iş yükü öyle ağırdı ve çapımızın meşgüliyeti öyle daraltılırdıki onları kıskanmaya vakit bile bulamazdık. Babanın bazı yaramazlıklarımı öğrendiğini ve bunlara çok kızdığını gıyabında öğrenmiştim, o yüzden hep uzağından geçiyor aynı ortamlarda bulunmamaya zaten doğuştan alışkanlıkla özen gösteriyordum. Bir akşam tarladan geldiğimizde evde yalnızdım, onun aşağıdan eve doğru geldiğini görünce karşılaşmamak için tuvalete girdim. Dış kapıyı açıp salona adım attığını duydum, üst kattaki odasına çıkarken o ahşap merdivenin vermesi gereken sesi dinliyordum. Bana onunda şiddet uygulayacağını sanmıyordum, fakat bir defa olsun oğlum bile dememiş insan yerine koyup iki kelime etmemişken ilk sözlü dialoğumuzun azarlanma olmasını istemiyordum. Bir uzun bekleyişten sonra belki odasına çıkmıştırda ben duymamışımdır diye anahtar deliğinden baktığımda, ellerini beline koymuş tuvaletin kapısına bakıyor salonun ortasında heykel gibi dikiliyordu. Anlamıştımki ben çıkmadan gideceği yoktu, içerde beklek gereksizdi ne olacaksa olsun kararı alarak çıktım. Anneyi görmem başta olmak üzere, tavuk çalmalarım sigara içiyor olmam gibi benzer yanlışlarımı belli bir ezberle sıralayarak beni öyle dövdüki o zamana kadar yediğim en ağır dayak bu olacaktı. Değil bir baba, insani oluşumunu ona dair duygularla tamamlayabilmiş bir insanın, bir başka canlıya bu derece şiddet uygulayabilmesi imkansızdır. O kadar acımazsızdı. En çokta anneye gittiğim için kinliydi, Annesini gördüğü için babası tarafından böylesine dövülen istisna mahluktum. Benim gelişip doğruyu aradığım anlarda yanımda olması gereken baba, istikametleri bilmediğim çatal yollarda bir anlatıcı değil yön gösterici olarak dahi yoktu, bir tabela bile değildi. Ama ne zamanki yanlış yollara saptım hatalar yaptım, bu fırsatı kendinde bir şiddet kullanma hakkı olarak değerlendirerek üzerimde kullanmaktan çekinmemişti. O dayakla birlikte bende ona karşı tomurcuklanma aşamasında olup, ve tomurcuktaki herşey gibi gelecek vadeden neyim varsa biçilmişti. Artık bana o var diye kimse iyi davranmıyordu, hem kendi dövüyor hemde hata yaptığım taktirde diğer mükdedirlere nasıl dövülmem gerektiği konusunda taktik ve talimatlar veriyordu. Eti sizin kemiği benim diyordu, öyle şiddetli döverdiki gerçektende kemiklerimin bütünüyle ona ait olduğunu hissederdim. Böylelikle bir yaramazlıktan ötürü yediğim dayak sayılarını hesap edemez oldum. Depresyona girmiştim ona rağmen durumumun pozitif yanlarına odaklanmak istiyor olsamda yaşamdan keyif alma yönüme yardım edemiyordum. Ölmeliydim, umut ve intihar arası yürünen bereketli bir topraktan ibaret değilmiydi yaşam denilen. Şimdi o toprak kurumuştu, intihar geçici görünmeyen sorunlarıma kalıcı kesinlikte bir çözüm olabilirdi. Gizemli olduğu kadar da çekici bir kız gibi bana göz kırptığını hissedebiliyordum ölümün. Yine bir dayak sonrası doğruca samanlığa koştum, saman balyası tellerini tavana bağladığım anda, içimdeki o meçhul balon şişmeye başlamıştı, ellerimin titremesinden ilmek yapmakta zorlanıyordum. Ağlama patlamasıyla nefessiz kalma arasında çıkagelen o acı soluğun boğazıma üflenmesine bu defa müsaade etmeyecek tam o ince çizgide geberip gidecektim. Güçlükle hazırlayabildiğim ilmeği daha başıma geçirmeye fırsat bulamadan biri arkadan kuvvetlice sarıldı, anamdı bu. Elinden kendimi kurtarmaya çalıştıkca o daha da sarılıyorbir türlü kendimi kurtaramıyordum. İstridyenin kayaya tutunma azmiyle yapışmıştı bana. Yaşamak istemeyen bir insanın kendini öldürmesine mani olmak bir kurtarışmı, yoksa kurtuluşa ereceğin noktada çizgi tellerinde yakalanıp hapis kalmakmıydı. O benim nefes almamı istiyordu sadece, ağlayıp yalvarmaya başladı, canını yakmadan kollarından kurtulabilmenin imkanı yok gibiydi. Dönüp bende ona sarılarak ağlamaya başladım, bu kucaklayış içimdeki balonu ve nefesimi belli bir düzene sokmuştu sanki. Daha sıkı sarılıp daha çok ağladım, anam ağladı ben ağladım, ben ağladım anam, anam ağladı…
Bedenen yaşama belki son verememiştim ogün, canımı alamamıştım canımın, fakat duygusal intihara ilk o zaman başlamıştım. İnsanlardan bir aşama uzaklaşmış toplumdan ürker olmuştum, özgüvenim ve yaşam sevincim o küçük oluşumlarını da kaybetmişlerdi. Nasılki bir sanat eseri yapıldıktan sonra yaratıcısından çok artık topluma aitse, insanda doğumundan sonra tanrıdan çok hayatın kendisine aitti. Bedenini tanrı, karakteri ve çilesini yaşamın kendisi belirliyordu. Baba birkaç gün sonra çekirdek ailesiyle istanbula döndü artık liseyi bitirmiş belli bir tahsil sahibi aşkın amcayı yanında götürdü. Orada gayet rahat bir işe verilmiş olsada sıkılıp birkaç ay sonra geri döndü, köyde zaten her imkana sahipti neden oralarda uğraşsındı. Geldiğinde sonbahardı tarlada tütün köklerini kesiyorduk, kız kardeşim hastalanmış bir ağaç gölgesine terler içinde yatırılmıştı. Tabi her zaman olduğu gibi hastahane doktor düşünülmemişti, bu konudaki duyarsızlık sırf bizim aileye özgü bir şey değildi ufak tefek şeyler için tüm çevremizde doktora gidilmezdi, bu ufak tefeğin ölçüsünü hangi kriterler belirlerdi bilemiyorum. Benim altı aylık erkek kardeşim ve on dört yaşında gencecik bir amcam böylesi zafiyetlerin kurbanı olup ölmüşlerdi ama değişen bir şey yoktu.
Aşkın amca gayet şık istanbul kıyafetiyle tarlaya gelip kız kardeşimin başına dikildi, ben anlarım hasta değil işten kaytarmak için numara yapıyor bu dedi. Hastalıktan gözlerini dahi açmaya zorlanan kardeşimi kalkması için önce ayağıyla dürtmeye sonra yarı tekmelemeye başladı. Kaldıramama sebebini kız kardeşimin yaptığı numara olmadığını elbette kendiside anlamıştı artık, fakat ortaya attığı ucube tespitin yanlışlığını kabul etmesi düşünülemezdi. Bu durum onu dahada sinirlendirmişti, daha sert tekmelemeye başladı kardeşim bu acımasız şiddet karşısında bile gözlerini ancak yarı açabiliyor bitkinlikten ah bile diyemiyordu. Kızkardeşimin o garip savunmasızlığı aşkın amcanın kudurgan zalimliği ve kansızlığını içeren o sahne, hafızadan silinebilecek bir hatıra değildir. O anın şokuyla bende biran öyle donup kalmıştım sanıyorum, sonra ilk aklıma gelen babamın sürekli yanında getirip tarla başındaki ceketinin altında tuttuğu silahı oldu. Silaha doğru koşmaya başladığımda yine göğsümdeki o şişmeyi hissettim, her adımımda daha bir sert zıplıyor içimin kabarmasını topuklarımla basarak önlüyordum sanki. Silahı alacak kızkardeşimi tekmeleyen o lanet ayaklarından başlayarak kafasına kadar bütün mermileri boşaltacaktım. Bana karşı o ana kadar her zulmüne koyun gibi boyun eğmiştim fakat kızkardeşim, ona zarar verilmesine razı olamazdım. Cekete ulaştığımda hışımla kaldırdım maalesef olmayacak olan olmuş silahı herzamanki yerinden az evvel aşkın amca almıştı. Tekrar aynı hızla dönerek kızkardeşime yetiştiğimde anamlar ve yan tarlada çalışanlar gelerek aşkın amcanın pis topuklarını çekmişlerdi kardeşim üzerinden. Tüm gücümle saldırdım iki hayvan gibi bir süre boğuştuktan sonra bizi ayırdılar ve tam o anda bir silah sesi duydum. Silahı kimin ateşlediğini görememiştim tek gördüğüm hasta haliyle az önceki acımasızlığa maruz kalmış kardeşimin o meleksi yüzü ve içimizde amca sıfatıyla yaşayan bir canavarın var olduğu gerçeğiydi. Aşkın amcayı alıp götürdüler oradan fakat delik deşik edemediğim için kabarıp patlayamayan bir volkan taşıyordum içimde, iradem tamamen bana sırtını dönmüştü. Hayatla bağımın inceldiğini hissettim yine, yaşamam gerekenden çok gün fazla yaşamış gibiydim. İçimde her fırsatta kabarmaya başlayan o şişme ve nefes daralması ömürdeki bu fazlalığın ağırlığı olmalıydı, kesinlikle kendimi öldürmeliydim. Orada öyle ne kadar oturup kaldım hatırlamıyorum, evdeki tüfek geldi birden hatırıma köye doğru koşmaya başladım, yolda sağ paçamın kanlar içinde olduğunu farkettim, vurulmuş olduğumun da o zaman farkına vardım. Yine sağ bacağımdı mıknatıs gibi bütün felaketleri o da ben gibi kendine çekiyordu, nerede ne kadar yaram olduğu merakı içinde değildim koşmaya devam ediyordum. Evdeki tüfeğe ulaşacak gücüm vardı intihara gitmiyormuydum yaralı olarak öleceğimi dert edinmek kadar saçma bir şey olamazdı. Duvardan çifteyi indirip içindeki mermileri kontrol ederek dipçiği yere koydum ve namluyu yüzüme doğrulttum. O iki siyah delik hiçte düşmanca görünmüyordu gözüme, hatta acının artık olmadığı çekici bir dünya vadediyordu. Üstelik kuran okumayı da biliyordum birçok dua hala ezberimdeydi, ezan okuyup namaz kılmışlığım, yarısını okumadan geçmiş olsamda indirmiş olduğum hatimler kırkbir yasinlerim vardı benim. Hocanın derslerde sık sık bahsini ettiği o ceylan gözlü hurilerde beni bekliyor olmalıydı. Bu mutlak düşünceyle tetikle koruyucu arasına baş parmağımı sıkıştırıp kelimeyi şahadet getirdim ve son kez kızkardeşimin yüzünü hayal edip herşey onunla bitsin istedim. O ağacın altında masumca yatışı geldi gözümün önüne, o garip meleksi yüzü, tekrar aynı şekilde ağlama şiddetine tutuldum. Bu esnada parmağım tetik arasından çıktı vücudum kontrolsüz biçimde titremeye başlamıştı, tekrar tekrar denemelerim işe yaramıyor parmağımı bir türlü tetik ve koruyucu arasına sokamıyordum. Herşeyden fazlasıyla geçmiş ölmeye hazır halde olsamda titrememem geçmeden bunu başaramayacağımı anladım. Tüfeğe sarılıp ağladım çok ağladım, kardeşimi düşündüm onun hala ağaç altında hasta perişan yatışını, aşkın amcanın da oralarda biryerlerde oluşunu, kardeşimi nasıl öyle bırakıp geldiğimi düşündüm. Bu hal kız kardeşime karşı büyük bir ihanet içerisinde olduğum farkındalığı uyandırmıştı bende. Onu tarlada savunmasız bırakıp eve gelerek kendimi öldürüp bir daha geri dönmeme planları yapmıştım. Kendimden nefret ettim tamam huriler namlunun hemen ucundaydı hiç şüphem yoktu bundan faka kardeşime bunu nasıl yapardım. Ne annesi ne babası vardı onun, sadece ben vardım ve kendi varlığımı da ortadan kaldırıp tamamen sahipsiz bırakacaktım onu. Yaptığım doğrunun yanlışlığını anladım tetiğe parmağımı sokamadığıma üzüldüğüm kadar sevinmeye başladım, birini öldüreceksem bu kız kardeşimin abisi değil aşkın amca olmalıydı. Tüfeği alıp tarlaya gittiğimde kardeşim aynı ağaç gölgesinde uyuyordu, aşkın amca ortalarda yoktu evet beni vurmuş pantolonumdaki kan ayakkabım içine kadar kabuklaşmıştı ama hiç ilgilenmiyordum zira gözlerimi de kan bürümüştü. Onu bekledim çok bekledim gelmedi, çevreye bakındım yoktu, inanıyorumki hiçbir katil o gün benim kadar arzulu ve istekli olmamıştır. Aşkın amcayı birkaç gün görmedim, Bana attığı kurşun sağ kalça kemiğimi sıyırıp deriyi milimetrik olarak delip çıkmıştı bu yara birkaç güne kadar toparladı, şimdi yeri çok az bellidir bu yaranın. Fakat tıpkı annenin peşinde koşarken aldığım fiziki yaranın kapanıp duygusal olanın büyüdüğü gibi, bu yarada kalıcı olacaktı. Olayları duyan baba istanbuldan köye geldi, aşkın amca ile beni bir araya getirip barıştırdılar. Ama öfkem geçmemişti psikolojik durumlarım ve yapabileceklerim göz önüne alındığında bana güven duyulmadı, babamında tavsiyesi üzerine olacak biyolojik babanın beni yanında istanbula götürmesi kararı verildi. İlk defa kasabanın dışına çıkıyordum, yol boyunca baba ile on kelime etmedik, gözüm arkada değildi kız kardeşime artık dokunulamazdı bu dokunanın ölümü demekti göze alınamazdı. Gözüm öndede değildi, bir mechule giden yolda arka koltukta oturmuş yan camda hep dışarıdaydı…
Evde biri iki diğeri belki dört yaşında iki kardeş ve üvey anne Süheyla vardı. Kız kardeşlerim ve üvey anne beni karşılarında görünce sevgiden çok şaşkınlık gösterdiler. İlk birkaç günüm evden çıkmadan geçti, sonra istanbulda yaşayan büyük amcamlardan birinin hanımı geldi. Baba ona bir miktar para vererek benim için takım elbise almaya yolladı ikimizi, ciddi bir markaya yüksek miktarda ödeme yaparak gri bir takım elbise almıştık. Lakin büyük numara ayakkabı bulabilmemiz için saatlerce dolaşmamız gerekmişti. Böyle bir kıyafeti ilk defa giyordum, yapılı vücuduma daha düzgün hatlar kazandırmış yakışıklılığımı ön plana çıkararak farklı bir hava katmıştı. Ama kendimi onun içinde rahat hissedememiştim, oysa yürüyüşümü dahi değiştirmiş beni bambaşka göstermişti lakin içindeki sanki ben değildim. Babanın maddi durumu oldukça iyiydi, havalı bir semtte oturuyordu evi oldukça lüks eşyalarla döşeliydi maddi hiçbir problemi olmadığı belliydi. On beş gün yine hiç konuşmadık, sabahları evden işe gider akşamda genelde arkadaşlarıyla takıldığı için gece yarılarına kadar eve girmezdi. Evde denk geldiğimizde de yine despot bir suratla gelir geçer hiç konuşmazdık. sonra beni karşısına alarak nihayet konuştu; bu evden dışarı adımını atmayacaksın. Süheylaya annemi ablamı dersin bilemem ama ona saygılı olup sözünü dinleyeceksin. Kardeşlerinle iyi geçineceksin. Benden habersiz hiçbirşey yapmayacaksın.,böyle yapacaksın, şöyle duracaksın..
İlk konuşmamızın içeriği olan hırslı hecelerle silahlı bu talimatları sıralayıp, üst perdeden konuşmasının çerçevesini daralttıkça benimde canım daralmış halde tepkisiz bir put gibi dinledim. Sonra ardını dönüp çıktı gitti. Baba hiçbir sofrada evde olmazdı, Üvey anne süheyla ve diğer kardeşlerimle olurdu hep yemeklerimiz. Allah var tüm tabaklarımız eşitti bir ayrım yoktu fakat kızların tabağı daha boşalmadan sorgulamaya başlar; kızım daha istermisin? Ya sen kızım, sen istermisin? Söylemlerini her sofrada tekrarlamaya başlar, ama ne benimle ne azalan tabağımla ilgilenmez o daha istermisin yoğunluğundan bana da bir tane düşmezdi. Beni sevmediği açıktı, köyden gelip biranda ailesinin ortasında bitiveren istenmeyen yabani bir ot, bilgisiz cahil mahluktum onun için. Bu mesajını sözlü olmasada her hareketiyle güçlü şekilde verebiliyordu. İtici ve bilmiş bakışları salak bir tip kazandırıyordu soğuk yüzüne. Belki kendisinin bile farkında olmadığı bir fesatlık vardı onda, kelimeleri lastik gibi farklı hece yerlerinden uzatan yayvan bir aksanı, soluk benizi ve suratına suratsızlık maskesi takılmış bir imajı vardı. Aslında onu gayet şirin ve neredeyse sevimli gösteren bir maskesi daha vardı ama onu baba eve geldiğinde çıkarıyordu sadece. Sofraya her oturduğumuzda büyük kız tabağından belki beş veya altıncı lokmayı aldığı an, şimdi başlayacak diyordum ve beni yanıltmıyor başlıyordu; kızım daha istermisin? Ya sen kızım, sen, sen, siz istermisiniz istemelisiniz!
Ben annemin yaptığı pasta böreklerden yiyerek tabağı bittiğinde daha da isterim diye tutturan o inatçı çocuğun duygusunu bilemedim hiç, benim bahtıma diğer kardeşlerinin bu duygularına aynı masada olmamıza rağmen uzaktan bakmak düşmüştü. Büyük kız kreşe gider iki yaşındaki ufaklık ve üvey anne sabahları evde olurduk, benim fikrimi soran olmaz küçük kızın istediği kanal bulununcaya kadar zap yapılır sonra zaten o da izlemeyip oyuncaklarına dalardı. Beğenip açtırdığı kanala oyuncaklarından başını kaldırıp bakmazdı bile, ama ne zamanki ona çaktırmadan kanalı değiştirirdim anlaşılmaz bir içgüdüyle bunu farkeder çılgınca ağlamaya başlardı. Neredeyse benim ağlama nöbetlerim kadar başarılıydı. Bu durumda üvey anne çocuğu tekme tokat dövüyorum zannıyla koşar gelir, anlamlandıramadığım yayvan türkçesiyle söylenerek yine çocuğun istediği bir başka kanalı açar çıkar giderdi. Tıpkı mehmet şimşek amcanın Pazar konseri kıvamında Öyle sıkıcı programlar beğenirdiki bunu bana gıcıklığına yapıyor olsa bukadar tutturamazdı. Hele annesi odadan çıktığında yüzüme sinsi bakışları yokmu insanı kahrediyordu. Tıpkı annesi gibi onunda içinde bir küçük şeytan vardı, dövemiyor olmakta ayrı bir sinir stres sebebiydi. Köyümde dağlara ormanlara sığamayan, dere tepe at sırtlarında koşturan ben, bir aydır eve kapatılmış ve tek aktivitesi camdan dışarıyı seyretmek, bütün başarısı ise iki yaşında bir çocuğun aşırabildiği kanalları izlemek olan birine dönüşüvermiştim. Aynı noktaya ve zamana çakılmış gibiydim içim sıkılıyordu daralıyordum, mapusta bile o kadar hapis hissetmemiştim kendimi. Bir belki bir buçuk ay sonunda köyümden bir arkadaşım istanbula akrabalarını ziyarete gelmişti, babanın ev telini edinerek aramış beni görmek istediğini eve çok yakın olan bir kahvehanede akrabalarıyla olduğunu gelip gelemeyeceğimi sormuştu. Babayı işyerinden aradığımızda ulaşamadık, Çıkamam hapisim diyemezdim, üstelik köyümden birini görmekte bana çok iyi gelecekti yarım saat dahi olsa arkadaşımı görmeye karar verdim. Üvey annenin kısmi olarak babamın sözünü dinleyip gitmemem gerektiği ama açıkca gitmemden memnun olduğunu belli eder ikazları arasında evden çıktım. Bir saat sonra geri döndüğümde evden çıkışım kutlu haberini babaya verdiği gibi dönüşümü de bir şekilde bildirmiş olacakki baba arayıp beni telefona istedi. Açıklama yapmama hiç fırsat vermeden gök gürültüsü tonunda konuşmaya başlayıp, sözünü dinlemediğim için akşam eve geldiğinde bana nasıl ve ne şekilde dayak atacağının ayrıntılarını itina ile anlatıyordu. Son derece sabırsız tuhaf bir heyecanla işkence şekilleri vadediyordu. Aynı küfürleri tekrarlarken ses tonu kudurgan bir hayvan kükremesinden yabani kuş çığlıklarına geçiş yapıyordu. Daha fazla dinleyemeden telefonu yüzüne kapadım. Mutluluk nedir bilmiyordum cahillikten sorumsuzluktan çelik çomak oyunlarından inek çobanlıklarından dengesiz şiddet düzenli ve sürekli üzüntülerden geliyordum ben. İsteğim dışındada olsa sana sığınmış kimsesiz ürkek ve ne yapacağını bilmeyecek şekilde sığındırılmıştım. Biri bana zarar verdiğinde yanımda sen olmalıydın yoktun, şimdi ne şükürki vardın fakat sende bana zülmediyordun ben şimdi kime nereye gideydim. Ceketimi alarak evden çıktım ve hemen o caddenin başında arkadaşımla oturduğum mekandan başka hiçbir yerini bilmediğim sokaklarına bıraktım kendimi şehri istanbulun…
Hava kararmak üzereydi güçlü bir rüzgar eşliğinde sonbaharın soğuk yağmuru yağıyordu. O içimde bir türlü sebebini bilmediğim şeyin yüreğimi sıkıştırıp beni boğazlama gayretini hissettim yine, kontrol altına alma çabasına girip bu histen çekilmeye çalıştıkça daha da içerisine çekiliyordum. Bir sokak lambası direğine tutunup ağlama patlamam gelinceye kadar bekleyip enerjimi biraz toparlayınca yürümeye başladım. Yağmur çılgın gibi yağıyor ben deli gibi ağlıyordum, yürüdüm nereye gidiyorum bilmeden önümü görmeden istikametsiz çok yürüdüm, bu meçhul karanlığa doğru attığım adımlar rahatlatmıştı beni. Bir iki saatlik bu yürüyüşten sonra iç çamaşırlarıma kadar ıslanmış olsamda karanlık ve yağmur tarafından rehabilite edilmiş gibiydim. Köyüme dönemezdim, mevsim yaz değil sonbahardı bir ırgata ihtiyaç yoktu, dönüşte duyabileceklerimi hayal edebiliyordum. Baban sana yıllar sonrada olsa sahip çıkıp yanına aldı, ama sen ne yaptın Apdul? Kıymetini bilmedin evden kaçtın, üstelik bak sana ne pahalı takımlarda almış ulan daha ne yapsındı bu adam! Soğuk ve iğrenç bir geceydi ellerinde şemsiyelerle herkes bir tarafa koşuşturuyordu, bu kadar insan nereye gidiyordu şiddetini tekrar arttıran yağmur altında kaldırıma oturmuş meraklı ve saf köylü çocuğu bakışlarıyla o ilk istanbulumun insanlarını izliyordum. Yönlendirme ve talimatlarla yoğrulmuştum, ciddi bir konuda karar için seçim yapmak diye bir şey olduğunu söyleyenin yüzüne aptal gibi bakardım. Bilmediğim başka bir dilde konuşuyor olurdu çünkü o, kendim için birşeyler yapabilme kabiliyetinde değildim. Koca şehirde sudan çıkmış balık bile değildim, zira o balığın sonu belliydi hafıza yetisi olmadığı için de daha ne olduğunu anlayamadan kendini tavada bulacak kadar şanslıydı. Benimse hiçte hoş olmayan hatıralarla dolu yaşanmışlıklarım vardı, üstelik çıkarıldığım bu karada yaşamam gerekiyordu. Gerçek anne baba yokluğu sandığımdan daha fazla bükmüştü belimi, köyümdeki gündelik saf deneyimlerimin şimdi bu tanımadığım koca şehirde bir olgu biçimine dönüşebilmesi ne kadar mümkün olacaktı. Köyümde herşey rüya idi ve şimdi karşımda koca bir hakikat vardı ve ben şimdi bu hakikatin ne kadar dayanabilecektim. Herşeyi değiştirecek gücü yoktur hayatta insanın, herşeyin bizi acınası halde değiştirmemesi içindir tüm çabamız. Dış dünyanın benim tarafımdan ilk duyumsanış biçimi ağır olmuştu, dışarıda kocaman dünya vardı ve burada yaşam benim köyümle aynı hızda ilerlemiyordu. Uzunca bir süre oturduğum kaldırımdan beynimde hiçbirinin birbirine bağlanamadığı yığınla düşünceyle kalktım, yine yürümeye başlayıp kalabalık caddeler ıssız ara sokaklardan geçerek yürüdüm çok yürüdüm. Bir ana yol kenarına çıktığımda hızla geçen araçlardan birine otostop çekip durdurmayı düşündüm bir ara, beni o gece için misafir edip edemeyeceklerini sormaya niyetlendim, sonra bunu yapmaktan utanıp vazgeçtim. Varsın başka insanlar mağduriyetimi bilmesindi ben sokakta kalmaya soğuğa yağmura razıydım. Bu otostop düşüncemin Asıl tuhaf olan yanıysa el ettiğim her aracın sanki köyüm yolundan geçen tanıdıklardan biriymiş gibi hemen durarak durumuma büyük hassasiyet göstereceklerine ve evlerine götürüp aç karnımı doyurarak beni sıcak bir yatağa yatıracaklarına olan mutlak inancımdı. Bunun aksine ihtimal vermem söz konusu değildi. Ne saftım, ne köylü, ne saf ve ne kadar aptal! Sokaklarda bir ben kalıncaya kadar gece yarılarına kadar yürüdüm, çok yorgundum çok üşüyor çok aç ve çok uykusuz. Köyümdeki o bol fareli konforlu samanlıklar yoktu, eski evlerim tütün balyalarının sert ama uyunabilir sırtları yoktu, tavuk çalıp karnımı doyurabileceğim komşu kümesleri yoktu, anne yoktu baba yoktu hiç kimsem yoktu, bir ben vardım milyonluk şehirde benden başka kimsenin olmadığı yapayalnızlıkta…
Bu insan curcunasına direnç gösterme gücüm yoktu, yapabileceğim tek şey hayatın bana göre bu yabancı akışına kendimi bırakmalı, savuracağı yöne doğru sürüklenmeye rıza göstermeliydim. Gecenin bir vakti olmuştu bacaklarımda yürüyecek derman kalmamıştı artık, ıssız bir köşede gördüğüm telefon kulübesine sığındım. Saatlerdir yürüyor olmanın ve yağmurun ıslak elbiselerimde bıraktığı yorgunlukla ertesi muhtaç olduğum gücü bulmak adına, kendimi içine bıraktığım gibi uyuya kalmıştım. Köyün ıssız toprağında nefes aldığını hissettiğin sessizlik yoktu burada, yattığım beton zemin, ayaklarımın altında her türde insan sesiyle böğürüp durdu tüm gece. Sabah şehrin bu kakafonisine uyandığımda tek hissettiğim açlığımdı, içinde bir türlü rahat edemediğim babanın ilk ve tek hediyesi pahalı takımım üzerimde kurumuş olsada tıpkı saçlarım gibi kir ve yağ içinde kalmıştı. Hiç param yoktu kullanılmış ikinci el eşyalar alıp satan bir yere ceketimi satmaya karar verdim -ki böyle yerlerin varlığını kasabamdan biliyordum, az giyinmemiştim oralardan. Uzun bir arayıştan sonra köhne sokakta bulduğum ikinci elciye ceketimi şimdi hatırlayamadığım iyi bir fiyata sattım. Karnımı doyurmuştum bir miktar paramda vardı artık, babadan uzağa gitmek için gördüğüm tren istasyonuna girdim, ilk defa trene biniyordum içerisi sıcaktı ve oldukça eğlenceliydi. Nereye gidiyorsa oraya gidiyordum içinden hiç inmemeyi düşündüm, ne yapmam gerektiği hakkında hiçbir fikrim yoktu kaderimin ellerine teslim etmiştim kendimi ve beni nereye götürüyorsa oraya gidiyordum neler olacağını olacaklar belirleyecekti. Kaygılıydım fakat mantığım ileriki hesaplara kafa yoracak çapta olmadığı için bu belirsizliğin bunalımında değildim. Bu sayede asıl duymam gereken korkuları duymuyordum, bu durumda mantıksızlık saflık oldukça işime yarıyordu. Bir saat boyunca belli istasyonlarda durarak ilerleyen tren sonunda tamamen durdu. Herkes iniyordu dışarıdaki soğuğa çıkmayı hiç istemesemde maalesef inmem gerekiyordu çünkü belliki son duraktaydık. Garın dışına çıktığımda karşılaştığım manzara dünyanın en güzel görüntüsüydü, muhteşem bir deniz üzerinde değişik renk ve boyutlarda tekneler vapurlar dolanıyordu. Karşı kıyıdaysa dev boyuttaki camiler bulutlara uzanan kocaman kubbeleriyle gerçekten de tanrının evleri gibi duruyorlardı. Bahçelerimize diktiğimiz fasülye dallarını andıran değişik boyutlarda minareleri, içeride beş vakit yanan iman sobalarının dua bacalarıydı sanki. Filmlerde görmüşlüğüm olan o eşşiz istanbuldu burası. Küçücük yapılara geniş çimenliklere ve uçsuz bucaksız ormanlara alışmış köylü gözlerime oldukça tuhaf ve yabancı gelmişti bu manzara. Kıyıda bir banka oturup uzunca bir süre izledim bu eşsiz görüntüyü, sonra diğer insanlarla birlikte bilet alarak vapura atladım. Yine ilk defa vapura biniyordum çok heyecanlıydı, bu heyecanı doyasıya içime çekmek için güverteye çıktım. Serin sonbahar havasına boğazın rüzgarı da eklenmişti üstelik artık ceketim yoktu, içime işleyen soğuğa rağmen ilk defa gördüğüm böylesi değişik manzaralar hatrına hiçbir şeye aldırmıyordum. Karşıya geçip eminönüne indiğimde oradaki curcunada hareketsiz, dev kalabalık karşısında küçücük kalmıştım. Yine herkeste bir telaş ve illa yetişme gayreti vardı, sanıyorum o kalabalıkta hiçbir yere gitmeyen sadece bendim. Şaşkınlıkla çevreye bakınıyordum şehir yine korkutmuştu beni, bu toplumda yerim yokmuydu eğer varsa neresiydi, durmam gereken yeri kim söyleyecekti? Bir şekilde ona tutunup onunla birleşecektim, yaşam bile ölümün zıddıyken bizi köprü yaparak birbiriyle birleşmiyormuydu hemde onayımız olmadan, işte bende öyle yapacaktım. Yürüdüm yine çok yürüdüm, beyoğlu tarlabaşında köhne bir otel bulup paramın ancak bir gecesine yetebildiği en ucuz fiyatlı odayı tuttum. İçeride beş tane yatak vardı, odamda bu kadar yatak olmadı tuhaftı fakat zaten bu şehrin kendisi tuhaftı o yüzden durumu irdeleyip incelemeden kapımı kilitleyip yattım. Kırk sekiz saattir hasret kaldığım güzel bir uyku çekecektim tanrım ne mutluydum. Haliyle hemen uykuya dalmıştım fakat gecenin artık kaçıydı bilmiyorum şiddetti kapı vurulması hatta tekmelenmesine uyandım. Kapıyı açtığımda suratsız resepsiyonist ve yanında doğulu oldukları her hallerinden anlaşılan, saçları sakalları yağlanmış, üzerlerindeki kıyafetler kirden yağlanmış ve başlarındaki eski yassı şapkalar aynı pislikten kayış gibi olmuş, benim gibi iki şekilsiz tip karşımda dikiliyorlardı. Resepsiyonist kocaman kafasına tezatla küçük gözlerini açıp yine dar çenesine zor sığdırılmış gibi duran büyük ağzını açarak; Tuttuğum odanın beş yataklı ve beş kişilik olduğunu, ne hakla kapıyı kilitlediğimi, ödediğim ücretin tek yatak için olup diğer yataklarda yatan olmasın istiyorsam onlarında ücretini ödemem gerektiğini, ve daha bir sürü şeyi çemkirip duruyordu. Uyku sersemliğimin yanında, daha önce karşılaşmayıp anlamını bilmediğim durum karşısında ne konuyla ne onlarla ilgilenmeyip cevap bile vermeden yatağıma dönerek uykuma kaldığım yerden devam ettim. Sabah uyandığımda diğer iki yatağa da iki ayrı ilginç model yatmış tüm yataklar satılmıştı. Benim kıyafetlerim ortada bir küçük masa üzerindeydi, diğerleri sanırım daha tecrübeli olduklarından eşyalarını yastıklarının altlarına koyarak çalınmalarına karşı önlem almışlardı. Yastıklarıyla beraber kıyafetlerine de sarılmışlar Hepside benzer pozİsyonlarda uyuyorlardı. Odanın havasız ortamında hepimizin oluşturduğu iğrenç ve ekşi kokular eşliğinde kıyafetlerimi giyerek, bu tuhaf görüntüyü bir sıgara içecek kadar izledikten sonra kapıyı çekip çıktım. Ardımdan odadaki herkezin eşyalarını kontrol ettiğinin emin bilinciyle oluşmuş, ince bir tebessümle merdivenlerden inerek o tuhaf otelden ayrıldım. Sokaklar viraneydi şehrin göbeğiydi güya ama sokak girişleri dahi ürkütücü bir varoştu. Yarım ekmek döner iki boş ekmek fiyatınaydı, içine doldurulan o bol dönerin ne eti olabileceği hakkında fikir üretesimde yoktu, gayet doyurucu ve lezzetliydi mühim olan buydu. Artık satacak bir ceketim olmadığı gibi aslında benim bir cekete ihtiyacım vardı. Hava yine soğuktu akşama kadar sokaklarda dolaştım durdum o boktan otele yetecek param dahi kalmamıştı. Akşam aynı semte döndüğümde bir sabahçı kahvesi farkettim. İçeriye girdiğimde Kahveci elinde kocaman bir çay tepsisiyle dolanıyor ve tıpkı üvey anne gibi; istermisiniz? Tazeleyimmi abim? Bir daha istermisiniz cümlesini tekrarlayıp duruyordu. Tam dört çay param vardı bununla sabahı yapmak durumundaydım, neyseki hüseyin amcamın kahvehanesinden çayı oldukça yavaş içebilme tecrübesine fazlasıyla sahiptim. Gerçi açlıktan içimin çay aldığı yoktu aşırı derecede mide bulandırıcıydı ama sıcak sobadan yararlanabilmem için kendimi buna zorluyordum. Bazılarının ikinci çaya parası olmadığı için tek içip bekliyor ama uzun süredir çayını tazeletmediği için kahvehaneciden önce sözlü ikaz alıyordu. Eğer gitmiyor ve ikinci çayın sıparişini vermemekte direniyorsa, kahvehaneci bu defa fiziki eyleme geçip kalk kardeşim diyordu kalk, senin oturduğun sandalyeye başkasını oturtacam ben kalk diyerek zorla dışarı atıyordu. Sokağın soğuğuna atılmamak için yanındakilere yaklaşıp ahbaplık kurmaya çalışanlarda oluyordu, bunlar sırf bir çay ısmarlanması için hemşehri çıkmaya çalışıyor yada alakasız yerlerden ortak bir nokta küçük bir bağlantı için çabalıyorlardı. Naber abi? Nerelisin abi? Çok memnun oldum adınız benim babamın adı abi, öylemii orayı çok iyi bilirim abi, o kasaba o köyü, o sokağı bilmezmiyim yahu halamlar orada oturuyor, hatta bende oradanim abi diyenlerin yanında. O an akıllarına geldiği çok belli isimlere sığınarak, şunu tanırmısın? Bunu bilirmisin? Karpuzun ahmet anamın dayısı olur gibi saçma salak uydurma adlar ve zorlama tebessümler aciz cümleler kahvehanenin zifir dumanı ve pis duvarlarında yankılanıyordu. Benim yanıma da aynı amaçla sokulmaya çalışanların nerelisin abiyle başlayan sahte sohbet girişimlerine tepkisiz kalıyor, devam ederlerse tersleyerek kendimden uzaklaştırıyordum. Zaten dört çaya yetecek param vardı ve kahvehanecinin ısrarlı çay tazeletme azminin gücü yanında bu miktar çok zayıftı. Köyümde ikinci çay için param olmadığı anları düşündüm ve birkaç dakika daha renkli televizyon izleyebilmek için minik yudumlarla içtiğimiz oraletler geldi aklıma. Köyümü cömerti, ormanları, dere ve dağlarımı düşündüm. Tanrım dedim ben nerdeyim böyle, kimdi bunlar ne işim vardı benim buralarda, gözlerim doldu ve sonra burnumda güçlü bir sızlama hissettim. Burnuma güçlü bir kramp girdi ve bunun karadenizli olmamla ilgisi yoktu. Kötü şeyler düşünmekten durumumun vehametinden uzaklaştırmaya çalıştım kendimi. O halin bile pozitif yanlarına odaklanmaya çalışırken yine öngörüden yoksunluğum imdadıma yetişmişti. Sıcak sobanın başında sabahı yapabilecek kadar şanslıydım, çay parası olmadığı içim kahvehaneden kovulan insanları gördükçe kesinlikle çok daha iyi durumdaydım. Tam dört çaya yetecek param vardı kimse beni sıcak sobanın başından kaldıramayacaktı. Böyle düşününce istanbulun hakimi gibi hissetmiştim kendimi, cebimdeki o küçük parayı tutarak bütün o zenginlik konforumu içime çektim. Gün aydınlandığında ne yapacağım hakkında fikrim yoktu sabahın ilk ışıkları belirsiz zifir karanlığın başlangıcı olacaktı benim için, fakat bunu düşünmüyordum. Kötü düşünmek insanın içinde bir düşman daha peydahlıyordu, ve yine burada da kısır mantığım devreye girerek bu kendi düşmanımdan koruyordu beni. Akıl mantık yetisi bizi diğer tüm varlıklara efendi kıldığı gibi sıkıntılarımızıda arttırabilir, arızalanan uçakta herkes korkudan bağırışırken bir maymun muzunu keyifle yiyebilir. İşte tam o noktada bende maymun olmaya çabalıyor ve bundada zorlanmıyordum açıkcası. Karşı sağımda uzak bir köşede temiz yüzlü sakin bir çocuk oturuyordu, sanıyorum bir çay içmiş ikinci için kahvehanecinin yakın ısrarlarını uzak cevaplarla geçiştirerek, az sonra birazdan deyip duruyordu. Kahvehanecinin tavrının değişip muşteri memnuniyetinin müşteriye işkenceye dönüşeceği o ince çizgide kalkıp çıkmıştı. Yakın yaşlarımda olması ve güven veren temiz yüzünün yanı sıra, kimseye yılışıp hemşehri çıkma gayretine girmemesi de ayrı farkındalık uyandırmıştı bende. Her haliyle kendimi yakın hissetmiştim ona, tüm bunların yanında benimde onun gibi şehirde yalnız oluşumun etkisinden olacak, ardından bende çıktım. Caddenin biraz ilerisine çökmüş sıgara içiyordu, samimiyetle yaklaşıp halini hatırını ve nereli olduğunu sordum. Ne de olsa Artık kahvehanenin dışındaydık yaklaşımımın bir çay için değil insani duyarlılığımdan kaynaklandığı açıktı. Köyü ve kasabasından dışarıya hiç çıkmamış biri için haliyle o görmediğim bir şehirin duymadığım ilçesinin bilmediğim köyündendi. Nedense biz turklerde çok yaygındır bu nerelisin merakı, aynı köyün iki insanı bir fikirde uzlaşamazken dışarıda hiç tanımadığımız insanla aynı şehir aynı yöredensek hayata aynı bakıyormuşuz gibi benimseriz. Hele yurtdışında karşılaştığımız her türk bizimle aynıdır. Aynı sokakta aynı durumda olmamız dışında bizi bir birimize bağlayacak hiçbir şeyimiz yoktu. İstanbul doğumluydu baba şiddeti yüzünden evden kaçmıştı -bu ortak noktamızdı- adı Gökhan dı ve şehiri çok iyi biliyordu. Bir saatlik sohbet bizi yakın kılmıştı, o hırçın ve geveze kahvehanecinin mekanına tekrar girmedik, ne de olsa tam üç çay param kalmıştı tüm sabahçı kahveleri bizimdi istediğimize gidebilirdik o gece istanbul bize aitti sanki. Üzerime yarı olan kabanını bana verdi o da kalın kazağıyla yetinecekti, geceyi oradan oraya dolanarak geçirdik. Bir yığın arkadaşı vardı sokak çocuklarının çoğunu tanıyor hangi mevsim hangi boş bina hangi köprü altlarında yatılır hangi evleri polis basabilir hepsini biliyordu. Ortaklaşa irili ufaklı suçlar işleyip paraları aynı gece bitiriyorlardı. Bir hafta sonra ister istemez bende kadrodaki yerimi almış, aileye dönük yaramazlıklardan Devlete karşı suçlara hiç farkına bile varmadan geçivermiştim. Benim için yine hersey yaramazlıklardan ibaretti, bunun karşılığında göreceğim şiddete hali hazırdım, fakat devlet ceza sisteminde dayak yoluna gitmiyor, seni beton duvarlar ardına kapatarak özgürlüğünü elinden alıyordu.
Otobüs firmalarına dadanmışlardı, sabah erken saatte firmaya önce cin gibi bir çocuk yollanıyor, anadoludan otobüslerle istanbuldaki yakınlarını gönderilmiş olan paketler üzerinden, içlerinde işimize yarar şeylerin çıkma ihtimali olan isimler öğreniliyordu. Sonra o gelerek isimleri tek tek bize bildiriyor aramızdan eli yüzü kıyafeti düzgün olanları o paketlerin gercek sahipleriymiş gibi teslim almaya gönderiyorduk. Artık ceketim olmasada bir zamanlar takım elbisemin var olduğunun kanıtı, kaliteli gomlek ve pantolon sahibiydim ve içimizde güven veren yüze sahip olanlardan biri de bendim. Öyleki; haliçin o dönemki pis suyunda yıkayarak köprü altında üçbeş kişinin üzerinde yatmasıyla ütülenen gömlek ve pantolon sayesinde iki saat arayla aynı firmadan farklı isimlerle paketler aldığım olurdu. Bazen tipi düzgün olanın kıyafeti olmaz, kıyafeti düzgün olanınsa şekli bozuk olurdu. Bu durumda elimizdeki düzgün kıyafetlerden, ikna edici insan görünümünde bir sahtekar oluştururduk. Toplanan paketlerden köy peynirleri köy ekmekleri yufka arac teypleri köy tereyağları kadın erkek kıyafetleri sarımsak et sucuk turşu reçel köy yumurtası ve daha sayamadığım akla hayale gelmeyen bir yığın şey çıkardı. Hayati gereksinim durumlarında zorunluluklar, sıradanmış gibi gözüken ne hayret verici şeyler uygulattırıyordu insana. Ailenin ve eğitimin eksik kaldığı yerde yanlışları doğru bir değermiş gibi öğretiyordu sokak be hayat. Anadoludan her sabah istemediğimiz kadar erzak yağardı, sanki birileri bizi biliyor ve her yöreden akın akın yardım yolluyorlardı, aç kalmamız mümkün değildi. Kullanılmayan evleri mesken tutmuştuk, köprü altları yine öyle, hiçbir yer sabit adresimiz olmamakla birlikte her yer adresimizdi. Birkaç ay içinde bende tüm sokak çocuklarını tanımış arkadaş olmuştum, taksim kasımpaşa beyoğlu unkapanı fatih balat gibi semtleri gecede üç beş defa adımlar, hangi bölgede hangi suç alanına kimler bakıyor bilirdik. Onlar bize soydukları büfelerden alkol sigara çukulota, biz onlara anadoludan gelmiş köy ekmeği sucuk peynir verir sürekli benzeri değişimler yapardık. Onların tarafında polis işi sıkıştırırsa biz tarafta ağırlanırlar, bizde baskınlar artarsa onların terkedilmiş evlerinde misafir edilirdik. Aramızda kesintisiz sosyal yardımlaşma ve dayanışma mevcuttu sadece derneğimiz yoktu.
Yine sokaklarda sürtüyorduk çay paramız da bol olduğu için bütün sabahçı kahveleri bizimdi, tarihi yarım adanın Topkapı sarayı girişinin yan surları bugün olduğu gibi kalabalık, bol ışıklı ve mobese ile 7/24 gözetlenmiyordu, aksine o dönem şehrin en karanlık ve yatmak için çok uygun yerleriydi. Bir gece sıcak çay içebilmek için sabahçı kahveleri sen birine giden arkadaşlarımın davetleriyle peşlerine takıldım. Çok yakında bulunan cankurtaran semtinde tek katlı belki üç beş masası olan küçük bir kahveye girdik, içeridekilerin hemen hepsinin sarhoş olduğu belliydi. Köşede boş bir masaya geçip çaylarımızı istedik, alkolün her insanda farklı gösterdiği etkiye dalmış, çevredeki insanların tuhaf hallerini bağırış çağırışlarını incelerken çaylarımızı tepsiyle getiren dev gibi bir adamın kalın bir ses tonuyla “sessiz beyler ahır değil burası, insanları rahatsız etmeden oturun ya da çıkın gidin” demesiyle bu adama döndüm. Aman Allah’ım! Köydeki İsa amcamın siyah beyaz TV de ve Hüseyin amcamın renkli tv de sayısız defalar gördüğüm ve nefret ettiğim bu kişi, iyi insanlara sürekli zalimlikler yapan ve bundan da büyük zevk alan o kötü adamdı, Erol TAŞ’tı bu!.
Nedendir bilmem, çizgi filmlerinde kötülerden taraf olma durumum Yeşilçam filmlerinde aynı değildi, aksine yeşilçamın kötü karakterlerinden ölesiye nefret ediyordum. İçeridekilerin laftan anlayacak birileriymiş gibi görünmemelerine rağmen, Erol TAŞ’ın o gür sesiyle kahvehane bir anda sessizliğe büründü. Bunu görmek bile onun sadece kötü biri değil, aynı zamanda ne kadar da korkulması gereken biri olduğunu göstermişti bana, o yaşta bir çocuğun film ve gerçek arasında bir ayrımı bilmesine imkân yoktu. O benim en çok korktuğum ve nefret ettiğim adamdı. Kaldı ki bir cümlesiyle tüm sarhoşları susturabildiğine göre tüm İstanbul bu korkuyu duyuyor olmalıydı. Masamıza gelip hoşgeldiniz çocuklar derken bize o içten ve samimi gülümsemesiyle daha da tedirgin olmuştum. Filmlerde de hep böyle numara yapıp insanları ardından vurmuyor muydu, beni kandıramazdı çünkü ben onu ondan iyi tanıyorum!..
Ocağa geri dönüp omuzunda havlu ile bardakları yıkamasını, çayları doldurup masalara servis edişini, sonra ocağın yanındaki küçük bir masaya oturup çekmeceleri karıştırarak oradan çıkardığı kağıtlara birşeyler yazmasını, hemen her hareketini takip ediyordum. Ve ona baktıkça, filmlerindeki bütün kötülükleri tekrardan canlanıyordu gözümün önünde, en korkunç olanı da bir çocuğu dinlendirmek için elini iple bağlayarak kangren yapmaya çalışmasıydı. Bizler de sahipsiz ve sokaklarda yatan kimsesiz çocuklar olarak bu iş için fazlaca uygunduk, bizi yakalayıp ellerimizi keserse kimse buna engel olamaz ailelerimizin ruhu bile duymazdı. Bu düşünce aklıma geldiği anda okadar korkmuştum ki, bize yapacağını bir ben anladığım için şüphelenir ve beni öldürür diye arkadaşlarıma “hadi kaçalım buradan” bile diyemiyordum. Arkadaşlarım ikinci çaylarını içerken benim birinci çayım tek yudum alınmadan duruyordu, bunun o kadar farkında değildim ki, arkadaşlarımın üçüncü çaylarını getirdiğinde yine aynı sıcak gülümsemesiyle “sen neden çayını içmedim aslanım soğuduysa tazeleyin sana” demese ben çayı da kendimi de unutmuştum. Ben soğuk seviyorum abi sağol dedim, peki deyip gitti ama sonra bundan bile şüpheleneceğini düşünerek çayı içmesemde gizliden döküp tazeletmediğime pişman olmuştum. Nihayet kalkabildik ve ben o buz gibi olmuş çayı hiç istemesem de içmek zorunda kaldım, arkadaşım Gökhan borcumuzun ne kadar olduğunu sorduğunda Erol TAŞ; sizden para almıyorum bu gece ama uslu durun, bazı arkadaşlarınız hakkında hiç iyi şeyler gelmiyor kulağıma, ben sizin iyi çocuklar olduğunuzu biliyorum fakat içinizde yanlış yapanlar var onları uyarın yanlış yolda olmasınlar dedi. Bunları söylerken aslında kulağına gelen kötü şeyleri bizzat bizim yaptığımızı bildiğine emindim. Kahveden çıktığımızda ben, psikolojik ve ruhsal zaman kavramının bir olayda geçen süreyi o anda hissettiğimiz olumsuz duyguya göre nasılda sınırsız bir şekilde uzatabildiğini ilk defa deneyimlemiştim. Belki bir saat oturmuştuk o kahvede fakat bana bin yıl gibi gelmişti, artık daha güvenli alana çıkmış olmamıza rağmen hala tehlikeyi hissetmiş, sırf Erol TAŞ’ın kahvehanesine yakın olduğu için o sur dibinde bir daha yatmamıştım. İleri de zerre tedirgin olmadan ölümüne suçlar işleyecek olmama rağmen, bu riskli eylemlerde o gece Erol TAŞ’ın bana gülümsemesinden duyduğum korkuyu duymayacaktım. Şimdi düşünüyordum da; oysa ne güzel adamdın sen be Erol abi, ve benim bir an önce kalkmak için çırpındığım o mekanın, İstanbul’un belki en güvenli yeriymiş bizim için meğer. Birçok değer gibi ben onun da zamanında kıymetini bilemedim, arkadaşlarım tüm uyarılarıma rağmen sık sık o kahvehaneye gitmeyi sürdürdüler ama ben bir daha gitmedim. Erol TAŞ’tan bana hatıra olarak; bir soğuk çay ikramıyla, bir de o sıcacık gülüşü kaldı...
O sur dibinde yatmadım bir daha ama tabi tüm parklar sokaklar ölü evler bizimdi, hatta bu ölü virane evlerin birinin balkonundan telefon kablosu geçiyordu, bu kabloyu bıçakla soyup içindeki ince telleri telefon ahizesine bağlayarak kafamıza göre numaralar çevirir herkesi taciz ederdik. Bu akıl kimindi bilmiyorum fakat bizi çok sosyal kılıyor eğlencenize eğlence katıyordu zira hepimiz yaratıcılıkta zeki neticelerini öngörmekte akılsız serserilerdik. Çatısı başımıza çökmeye hazır virane de olsa bir evimiz, iki oda dolusu erzağımız olduğu gibi ev telefonumuz dahi vardı. Sokaklarda lüks içinde yaşıyorduk vesselam! Baskı zincirlerinden kurtulan ruhum, doğduğum andan itibaren zincire bağlı kalmanın acısını çıkarmaya çalışıyor, doğurduğum düşüncelerin sakatlığı kısa mesafede yaratıcı olsada ilerisi için bir hiç olduğunu kavrayamıyordu. Ama mutluydum, köyümde at sırtında dağlarda ormanlardaymış gibi özgür hissediyordum kendimi. Karaköy semtine kerhaneye gitmiştik, komşu köydeki o herkese göz kırpan Gül isimli o yosmanın, giydiği seksi kıyafetleriyle önümden geçerken ki albenisiyle ürettiğim, o kutlu hayal gücü zenginliklerinden öte kadın konusunda hiçbir deneyimim olmamıştı. Yaşımın on sekizden küçük olması sebebiyle kapıdaki polise rüşvet vererek o meşhur zürafa sokağa girdik. Apartman önlerinde, merdivenlerde pencereler ve kaldırımlarda heryer kadındı. Ve sokaklar istiklal caddesinin o curcuna hallerine taş çıkaracak kadar kalabalıkta aç erkek sürüleriyle doluydu. Daha evvel karşılaşmayıp hiç bilmediğim bu görüntüyü kavramaya çalışırken aniden bir kadın çığlığı koptu. Yangın var yangın var diye bağırıyordu. Herkes çatılara bakıp duman arayarak yangının çıkış yerini öğrenmeye çalışıyor olsada herhangi bir duman görünmüyordu. Sonra alt kısmı tamamen çıplak üzerinde fileli uzunca şal olan o yangını bağıran kadın kendini apartmanın dışına atan kadın yangın vaaar diye bağırmaya devam ediyordu. Ben duman falan aramıyor kadının ilginç görünümüne bakıyordum, aynı kadın aniden o erkek kalabalığına dönüp yine aynı söylemle bağırmaya devam ederek üzerimize koşmaya başladı. Ve yine bağırıyordu; yangın var yanıyorumm beni siken yokmu… araya giren pos bıyıklı kabadayı tipler -ki bunların pezevek olduklarını sonradan öğrenecektim- onu zorla zaptederek içeriye götürdüler. Fakat hala bagırmaya devam ediyordu, yangın var yanıyorum beni sikecek bir adam ateşimi söndürecek kimse yokmu.. inanılmaz bir yerdi burası ve ben ufo görmüş masum köylü gibi etrafıma bakıyordum. Hatta o halden daha beterdim zira uzay araci direk yanıma inse böylesi bir merak ve şaşkınlık uyandıramazdı bende. Sokağın hemen orta yerinde genişçe bir meydanda çay ocağını andıran bir bölümde otuz kırk kişilik bir grup küçük iskembelere oturmuş, az yüksek duran televizyonda porno film izliyorlardı.
Bu ya kadınlara parası yetmeyenlerin oyalanma yeri ya da Anadolu’nun ucra köylerinden kerhaneye gelmiş benim gibi ses bilmeyenlerin fikir ve bilgi edinme platformuydu. Oturanların başlarında tepsiyle dolanan yine bir kahvehaneci, çay ister misiniz abilerim, oralet ister misiniz, çayınızı tazeleyimmi abim, gibi nakaratlarla benim için tanıdık ve mide bulandırıcı cümleleri tekrarlıyordu.
Ne çay görüp ne de kahvecilerin daha istermisinli söylemlerini duymaya tahammülüm kalmadığı için hızlı adımlarla o bölgeden uzaklaştım. Sokak yokuş aşağı uzadıkça uzuyor, sağlı sollu apartmanların önündeki kadın çeşitliliği bitmiyordu. Kiminin göğüsleri açık, altında Yörük şalvarı, kiminin başında tesettür, sokağa doğru açtığı eteğinin altında donu yok, kimi tümüyle kara çarşaflı kimi çırılçıplak, kimi sessizce önüne bakıyor kimi ise göz göze geldiğin anda üzerine yürüyüp seni kolundan tutarak içeri çekmeye çalışıyordu. Kimi daha çocuk gibi görünürken kimi yetmiş yaşında gösteriyordu, Velhasıl her türlü zevk ve keseye uygun modeller vardı. Yaklaşık iki saatim bu sokağa alışmakta geçti sonra gayet sessiz olarak merdivende oturup gelen gecenle pek ilgilenmeyen ve oldukça edepliymiş gibi görünen bir kadını seçtim. İçeride bu kadın için marka denilen plastik mavi bir pulu hatırlayamadığım bir fiyata satın aldım. Bir süre bekledikten sonra markayı aldığım görevli beni çağırarak üçüncü kat dokuz numaralı odaya çıkmam gerektiğini söyledi. Merdivenleri çıkarken müthiş heyecanlıydım, ne de olsa ilk defa bir kadına gerçek anlamda temas edecektim, bu ergen dürtülerin ilk heyecanlarını herkes bilir, cinsel organların beklentilerinden çok daha üstün başka duygulardır onlar...
Üçüncü katta uzunca bir koridor çıktı karşıma, bu koridordaki bir kısım erkek kalabalığının arasından geçerek dokuz numaralı kapıya ulaştım. Kapı kulpunu tutup tam içeri girecekken pala bıyıklı ve dev cüsseli bir adam elimi sıkıca yakalayıp “hayırdır hemşerim” dedi. Asıl sana hayırdır görmüyor musun markam var deyip, Afrikalı kabile üyesine ait Avrupa’ya giriş vizesiymiş gibi gururla markamı gösterdim. Tamam da hemşerim şu an içerisi müsait değil bayan meşgul hem sen yedinci sıradasın, bak senden önce gelip bekleyenler var diyerek az önce geçtiğim koridoru gösterdi. O an fark ettimki arasından geçtiğim kalabalık herhangi bir kalabalık değil, kadının kuyruk sırasıydı, zira katta başka oda da yoktu. Hepsi de duvar dibine dizilmişler, benim aralarından geçip sıralarına kaynak yapmaya çalışmamın hoşnutsuzluğu yüzlerinde, bizim konuşmamızı dinliyorlardı. Bunlarda tıpkı oradaki kadınlar gibi başka başka tiplerdi, kılık kıyafetlerine baktığında bile anlıyordun ki Anadolu’nun kırsal kesimlerinin bir mozaiği vardı karşında. Onlar girecek işlerini bitirecekler yedinci sırada da ben girecektim, hatta sekiz, çünkü biz pezevenkle laf kalabalığı yaparken o meşgul bayanı halı hazırda başka biri beceriyordu içeride. Bu hazin gerçek karşısında bütün libidom, az önce yükseldiği bulutlar üzerinden kendini bir anda aşağı bırakarak yere çakılmıştı sanki. Orayı hızla terk ederken, Bu sert düşüş ve büyük Hayal kırıklığını biraz olsun dağıtabilmek için en arka sıradaki gakkoş şapkalı amcaya markamı vererek dedim ki: dayı benim içinde fazladan bir posta atıver. O, bu durumun şaşkınlığı ve bir hakkı daha olmasının mutluluğu ile iki avucunda tuttuğu markama sanki elmas tutuyormuş gibi sevinçle parlayan gözlerle bakarken, ben tıpkı ilk gecemi geçirdiğim o iğrenç otelde olduğu gibi ardımda tuhaf bir ortam bırakmış olmanın duygusu ve muzip tebessümü ile yine bir merdivenden iniyordum. Benim mükemmel hayal güçlerim eşliğinde gerçekleştirdiğim mastürbasyonlarım, oradaki bütün kadınlardan daha temiz ve işlevliydi, üstelik bedavaydı ve elimle penisim arasında sıra derdimin bulunmaması da cabası..
Ogün böyle düşünmüş olsam da, içimdeki merak ve illa bir kadınlar yatmanın çekici dürtüsü, bu düşüncemi birkaç gün sonra değiştirdi. Ve bir kaç gün sonra sabah erkenden Tekrar kerhanenin yolunu tuttum. O kadın yine orada dünyanın en masum insanı havalarında takılıyordu, bu taktiği müşteri çekmek için uyguladığını artık bildiğim ve geçen gün sekiz kişinin üzerinden geçtiğini gördüğümden, oradaki en kirli kadın benim için artık oydu. Ama yine de tıpkı onun gibi edepliymiş gibi takılan bir başka kadını seçip markamı aldım. Yine üst katlarda bilmem kaç numaralı odaya çıkmam söylendi, merdivenleri çıkarken geçen günkü heyecanı duymuyordum artık. Bu defa koridor da boştu ve seçtiğim kadın yarı açık kapıdan bana sesleniyor el ediyordu, birinci sıradaydım ve benimle sıftah yapılacaktı ne şanslıydım...
İçerisi bordo tonda boyanmış yarı karanlık küçük ve oldukça basık bir odaydı. Mutluluk ve haz odasında belki en olmaması gereken şeyler olarak ; Duvarlarda Müslüm Gürses, Orhan Gencebay, Ferdi Tayfur gibi arbeskçilerin yıpranmış ve yarı yırtık afişleri vardı. Bu daracık alanın havasının ter ve solukla yoğrula yoğrula çamurlaşmış olduğunu hissedebiliyordum, çok itici bir enerjisi ve sanki ekşimsi bir kokusu vardı odanın. Fakat ne olursa olsun kafama koymuştum bu defa milli olacaktım. Markamı kadına verip ne yapmam gerektiği hakkında fikirsiz beklerken, kadın soyunmaya başladı ve bana kapının arkasındaki listeden seçimimi yapmamı söyledi. Ne konuda seçim yapmam gerektiği hakkında bir bilgim olmasa da bunun sorgulamasına girmeden direk olarak bahsedilen listeye yöneldim. Listede bahşişin kaç lira olduğundan başlayarak, oral seksin süresi ve ücreti, anal seksin ücreti ve pozisyon tercihlerinin ayrı ayrı ücretleriyle birlikte tüm paket alırsan belli bir indirim uygulanmış toptan fiyatı yer alıyordu. Hangisini tercih ettiğimin okuyucu için bir önemi olmadığından bunu yazmıyorum fakat o gün bu iğrenç yerde milli olmuştum.
Köyde kimin tavuğunu çaldığımı kimlerin meyve bahçesini katlettiğimi hala hatırlarım, fakat O kadına verdiğim parayı hangi suçtan kazandığımı hatırlamıyorum. Zira her gün sayısız suçun içindeydik, İstanbul sokaklarında hakkında hiçbir şey bilmediğim bir dünyanın ortasına düşmekle kalmamış, bu dünyanın da en dip noktasına düşmüştüm. Benim tecrübelerim ve kafamın çalışma şekli köy yaşamına uyarlıydı, oysa şehrin sokak yaşamının işleyişi ve olguları, bambaşka kafa ve düşünce süreçleri gerektiriyordu. İçinde birbirini tanıyan üç yüz kişinin yaşadığı, ekmeği kendi toprağı sürülerek kazanılıp, suyu kendi deresinden içildiği mütevazı sessiz ve huzurlu köyüme benzemiyordu İstanbul. Milyonlarca insanın her birinin, bir diğerinden daha fazla pay almak için gece gündüz koşuşturduğu tehlikeli curcuna çukuru, bir gayya kuyusuydu İstanbul. Ve ben yine sosyal konumunu burada da korumuş tıpkı köyde olduğu gibi burada da ayak altındaki yerimi almıştım. Tanıdığım bütün sokak çocuklarının hemen hepsi de benimle benzer acıları çekmiş, farklı durumlar ve yollarla da olsa bana benzer şekillerde ezilmişlerdi. Yaşadığımız travmalarda da ortak olduğumuzdan mıdır bilmem, birbirinin aynı hüzün, duygu ve düşüncelere sahiptik. Kısa zamanda yakınlaşmış ve yılların dostlarıymış gibi samimiyet yakalamıştık. Hepimiz sahipsiz, sefil, evsiz ve açtık. Birbirini otomatik olarak tamamlayan, işbirliği planı yapmadan bile işbirliği dışına çıkılamayan garip bir yönelimler dağılımı içindeydik. Evet yaramazlığa yatkınlığım kendine yeni bir davranış alanı bulmuştu ama Bizim şartlarımızda şehrin tehlikeli karanlığında yaşamak zorunda olanlar için, zaten orta yol diye bir şey yoktur. Ya açlıktan veya soğuktan ölmeyi göze alacak ya da suç işleyecektik. Yabani hayvanlar gibi inatla ve azimle yiyeceğin peşinde koşarsak hayatta kalabilirdik, tabi bunu yaparken de bizden daha güçlü diğer hayvanlardan da korunmamız gerekiyordu, bunlar da şehrin karanlık sokaklarının bizden daha kudretli tehlikeleriydi. Gün ve gecelerimiz iki amaçla geçiyordu üşümemek ve aç kalmamak, ve bunların günbegün devam eden zorluğu...
Yaşamın bu en dibinde ve sefil koşullarında bunlarla baş etmek ve sokakların karanlığı içindeki tehlikeler tarafından yutulmamak için doğal güçler edinebilme yeteneğine sahiptik. Doğru şartlarda dünyaya gelebilseydik eğer, her birimizin topluma zararlı değil de çoğu insandan daha yararlı olabilme potansiyelimiz vardı. Ailelerimiz tarafından sahiplenilmemiş olmamızın yanı sıra, devletin sosyal elinin de bize ulaşmadığından, bir şekilde yaşamak hayatta kalabilmek için kurulu düzene sataşmak zorundaydık.
İşlediğimiz bütün suçlar ve bu suçları işleyecek kişiler kesin bir sınıflandırmaya tabiydi, herkes yeteneğine göre ayrılır kimi dilenir, kimi çalar, kimi gasp yapar kimi otobüs firmalarıyla gönderilen malzemeleri Eminönü cami bahçesinde satmaya çalışırdı. Sonra herkes birbirine yakın saatlerde aynı park veya köprü altında bir araya gelirdi. Sabah bizimle aynı saatte ayrılıp birkaç gün sonra dönenler de olurdu ve bunların gecikme sebepleri genelde ya polise yakalanma gözaltına alınıp keyfi dövülme, ya da işlediği suç üstünde yakalanarak alıkonulma gibi durumlar olurdu. Hiç dönmeyenlerde olmuştur ve onların başına ne geldiği benim için bugün bile bir muammadır. Gece toplandığımızda kim ne getirdiyse eşit şekilde bölüşülürdü, herkes yeteneğine göre çalışıyor ve herkes ihtiyacı kadar alıyordu. Hayatın dibinde yaşıyor olmamıza rağmen mükemmel işleyen bir komünizm düzenimiz vardı. İçki sigara ve türlü yiyecekler ortaya konuluyordu, ve tabi bally ve tiner. Ben her ne kadar bunları kullanmıyor olsam da içkiye çoktan başlamıştım. Tadını hiç sevmedim içkinin ilk başta, korkunç derecede acıydı ama bir nebze ısıttığı ve sersemlettiği için içmeye zorluyordum kendimi. Zira her iki etkiye de ihtiyacım vardı. Tiner ve bally ben hariç herkes bunları kullanıyor olsalar da bunların çok kötü şeyler olduğunun bilincindeydi hepsi de. Bana da kullanmam için yapılan teklifleri haftalarca reddettim, bunların çok ciddi uyuşturucular olduğunu biliyordum ve her tekliflerinde köyde izlediğim Yeşilçam filmlerindeki uyuşturucu kullanan çok kötü karakterler, bir film şeridi gibi geçiyordu gözümün önünden. Hele o tecavüzcü coşkunun “mal verin bana nolursun azıcık mal, yalvarırım mal” diye bağırarak inim inim inlediği sahne en korkuncuydu. Haftalarca onları gözlemledim, hiçbiri coşkun gibi mal ver bana diye birbirine yalvarmıyor ve kimse kimseye saldırmıyordu. Kendi aralarında benim anlayamadığım saçma ve takibi zor konulardan bahsedip, birbirlerine ve boşluğa karşı garip el hareketleri yapmak başta olmak üzere tuhaf tuhaf haller takınsalarda, başkaca olağandışı halleri yoktu. Üstelik yine o Yeşilçam filmlerindeki gibi, maddeye tek başına sahip olmak için birbirleriyle kıyasıya kavga etmenin aksine, bally poşetini ağzından çıkaran yanındaki arkadaşına uzatıyor ve bir diğerinin mutlulukla uzattığı tiner bezini alıyordu. Belli bir süre sonra sızarak uyuyorlar ve içi hala bally dolu poşetler ve tiner bezleri öylece ortada kalıyordu. Benden en büyük farkları da şu idi ki; ben soğuktan dişlerimi birbirlerine vurmaktan çenemi ağrıtacak kadar üşüyor ve bu yüzdende uyuyamıyorken, onlar köprü altının beton zemininde analarının sıcak koynundaymış gibi uyuyabiliyorlardı. Kullandıkları bally ve tinerin bu sıcak etkisiyle soğuğu hissetmedikleri için kalın kıyafetlerini bana verseler de işe yaramıyor, onlar uyurken ben sabahlara kadar soğuk ve uykusuzluk arasında cebelleşiyordum. Bu durum haftalarca böyle devam etti, bir gece o kadar çok üşüdüm ki soğuktan her yanım acıyordu, canımın acısından gözyaşlarıma engel olamayıp ağlamaya başladım. Hiçbir şey bu kadar kötü olamaz diye düşündüm o gece, tiner ve bally bile buna dahil!..
Artık bu işkenceye bir son verip ne olursa olsun bunları kullanmaya karar verdim. Sigara ve içkiye olduğu gibi sırf meraktan özenmeyecek kadar korkuyordum bu maddelerden, ama soğuktan korktuğum kadar değildi artık bu korkum. Onlara olan korkumu yenebilmek için daha büyük bir korkuya ihtiyacım vardı ve bu da insanı sabahlara kadar sağlı sollu kesip kesip geçen soğuktu. O zaman bilmiyordum ama Bunları denemeye karar vermek hayatımda yaptığım en büyük yanlışların başında gelecekti, zira bu yaptığım yanlış, zaaflarıma karşı dirençsizliğim göz önüne alındığında gelecekteki daha büyük yanlışlarıma doğru atılmış uzunca bir adım olacaktı...
Bally çekmek suyun içinde nefes almak gibi geldi ilk anda bana, boğuluyormuşum gibi oldu ve ilk denemem de tam bir nefes çekemedim. Midem bulandı ve kustum. İkincisinde ise; havadaki oksijenle birlikte ciğerlerime bir avuç dolusu iğne çekmiş gibi acı duydum. Elimden bally poşetini atıp temiz hava çekmeme rağmen bu çivileri her nefes alış verişte ciğerlerimde bir batma olarak hissettim. O gece bir daha cesaret edemedim denemeye ama etkisini görmüş ilk defa üşümeden uyuyabilmiştim. Bu faydayı görmüş olmakla ertesi gece daha cesurca oturdum başına, bu defa çivi değil de bir top alev yutmuş gibi oldu, sonra bu ısı ciğerlerimden başlayıp tüm hücrelerime yayıldı ve ben artık üşümenin aksine yanıyordum sanki. Sonraki çekişlerimde ne çivi vardı ne alev hissi, mazotumsu bir koku hatırlıyorum. Daha sonrasında da elbette bir şeyler hissedilmesi gerekirdi ama ben hissedemedim. Zira dışarıdan yüklenen zararlı kimyasallara karşı direnç gösterebilen sağlıklı hücrelerim, üst üste yığdığım kimyasala boğularak çökmüş, madde tarafından boğulmuştu. O günden sonra bally ve tiner benim vazgeçilmez ikilim oldular. Hele ki her ikisini karıştırıp kokteyl yaptığımda üzerime kar serpiştirilmiş halde uyansam bile, geceyi sıcak ve kesintisiz bir uykuyla geçirebiliyordum. Ne soğuğu hissediyordum ne açlığı, ne sefaletime kafa yoruyordum ne sıkıntılarıma, şartlar aynı ve her şeyin derdi sürüyor olsa da, beynim kirli bir bulaşık süngerine döndüğü için, ne geçmişi ne geleceği, ne de o ânı düşünmüyordum ve yaşam o halde bile mükemmel hale gelmişti. En çok bally ve tiner kullanan ben olmuştum içimizde, günü yaşamaya odaklı benim gibi asalaklar için mükemmel bir şeydi uyuşturucu. Geçirdiğim her saati ve günü mutlu kılmaya bakıyordum, bally ve tiner kullanımını artırdıkça her şey gerçekliğini kaybedip sanal hale geliyordu, bir hayal dünyasında yaşıyor suç üstüne suçlar işleyerek nereye hangi çukura olduğunu bilmeden sürükleniyordum. Artık bende yarı çıplak yatabiliyordum, soğuğun kötü etkilerine karşı bally ve tiner gibi klimatik zırhlarım vardı, hepimizde aynı şuursuz zırhın içinde yaşıyorduk. Köprü üzerinden geçen araçların sesleri ninni gibi geliyordu bize. Sabaha karşı ansızın uyandığım olurdu, çok ilginçtir aynı anda üç beş arkadaşım da tıpkı benim gibi ansızın dürtülmüşler gibi kalkar otururlardı. Bu durum hemen her gece aynı saatlerde tekrarlanmasına rağmen sebebini haftalarca bulamamıştım, sonra farkettim ki sabaha karşı köprüden geçen araç sayısı düşüp yol ıssızlaştığında uyanıyorduk. Yoğun araç sesi bir ninni gibi gelirken, sessizlik uykumuzda bile psişik bir etkiyle kaygılandırıyor ve uyandırıyordu bizi. Bu nasıl ve neden böyle oluyordu hala bilmiyorum ama böyleydi...
Bally’nin en güzel etkilerinden biri belki de gerçek gibi hayal gördürmesiydi. Mesela parkta oturduğumuzda hepimiz baliyi çeker ve bir arkadaşımız ekran açardı. Bu ekran açma şu şekilde oluyordu; içimizde sadece o konuşuyor ve hayal gücünün ürettiği güzel şeyleri anlatmaya başlıyordu, örneğin denizin kenarındaydık ve hava güneşliydi kumlarda yatıyorduk. O arkadaş böyle söylediği anda hepimiz o kumsalda oluyorduk, mesela bir sürü kızla bardaydık eğleniyorduk çok zengindik ve bardaki bütün kızların gözü üzerimizdeydi, ya da altımızda dünyanın en lüks arabaları vardı ve biz bu arabalarla İstanbul şehrini turluyorduk, veyahut hayal gücünün üretebileceği dünyanın en güzel kadınlarıyla sevişiyorduk. Bu ekranı açan arkadaş içimizde en zengin hayal gücüne sahip olan arkadaştı, ve hepimiz kendimizi onun hayal gücünün peşine takıyor sabaha kadar türlü türlü mutluluklar ve eğlenceler içinde dünyayı geziyorduk, oysa ki gerçekte Haliç kenarında perişan bir şekilde yatıyorduk. Bilal isminde bir arkadaşımız vardı, onu konuşturmazdık çünkü psikolojik olarak sadist ruhluydu ne zaman konuşmaya başlasa bizi bulunduğumuz durumdan daha da kötü şartlara götürürdü. Mesela peşimize canavarlar düşer onlardan kurtulmak için uçurumlardan atlamaya çalışır ya da kötü adamlar ellerinde bıçaklarla bizi karanlık caddelerde kovalayıp dururlardı. Bu çocuğun konuşmasını engellemeye çalışsak da o kafayla bunu önleyemiyorduk, ancak ertesi gün ona bağırıp çağırıyor bir daha yapmayacağını söz veriyor Fakat yine ertesi akşam bir şekilde konunun içine giriyor bizi alıp kabustan kabusa sürüklüyordu. Gördüğümüz hayaller ve halüsinasyonlar aşırı gerçekti, hatta şu an bile o halüsinasyonları düşündüğümde acaba gerçek onlar ve şu an gördüklerim gerçek değil mi diye düşündüğüm oluyor. Zira şu an çevreyi beş boyutlu görüyorsam bally kullandığımızda sanki yüz boyutlu görüyormuşuz gibi hissediyorduk. Bir gece arkadaşlarım uyumuş Ben bally çekiyordum, normalde geceydi ama masmavi bir gökyüzüne bakıyor ve bulutları istediğim her şekle sokup onlarla Bir hayal aleminde eğleniyordum. Derken ansızın bir uçak yaklaşmaya başladı ve bu uçak yaklaştı yaklaştı arka kapağını açarak tam üzerime doğru alçalarak üzerime sıçtı. Ve ben belki 3-5 ton ağırlığında bu bokun altında kaldım ansızın sıçradım artık kendindeydim hava karanlıktı fakat üzerinde o bok kokusunu o kadar ağır hissediyordum ki kendimi haliç’e attım. Sudan çıktığımda boklar hala üzerimdeydi bunları görebiliyordum, tekrar suya girdim ve her on dakikada bir suya girip, sabaha kadar suyun içinde kalmama rağmen ne bu bok kokusundan ne de kıyafetlerimde hala parça parça gördüğümü sandığım boklardan kurtulamadım. Sanırım bu kokuyu üzerimde 10-15 gün kadar hissetmeye devam ettim. Bally ve tiner çok ciddi hafıza sorunları yapıyordu insanda, o döneme ait birçok şeyi hatırlayamıyorum şu anda fakat o bok kokusunu ve üzerindeki bokları çok canlı ve net olarak hatırlıyorum.
Paramız her akşam sıfırlansa da asla yokluk çekmiyorduk, hırsızlardan dilencilerden gasplçılardan, yada alakasız başka yerlerden, türlü suçlardan edinilmiş paralar gelirdi. Haftalar aylar böyle geçiyor, içimizden memleketlerine dönenler oluyor, cezaevine girenler ve yine ansızın ortadan kaybolanlar oluyor fakat yerlerini mutlaka yeni birileri dolduruyordu, sayı olarak pek eksilmiyorduk. Kaldığımız gece kondular polis baskınlarına uğradığı için güvenli değildi buraları çok tercih etmiyorduk, fakat köprü altlarına da polis baskınları yapıldığında mecburen bu binalara dönüyorduk. Bunların hemen hepsi başımıza göçecek kadar köhne idi, içleri artık insan yaşamayan yerlere özgü olan derin bir karanlık ve kasvet duygusunun barınağı haline gelmişti. Ama her şeye rağmen başımıza çatı duygusu veren yegane mekanlarımızdı buralar. Bazen çok paramız olduğunda o ilk kaldığım otelde tek kişilik oda bile tuttuğum oluyordu, ama oda o kadar dardı ki kapıyı aralayınca hemen arkasındaki yatağa değdiği için tam açılmıyordu, ancak yan girebiliyordum odaya. Banyosu ise beni ayakta zor alıyordu içine, sabunu elimden düşündüğümde banyonun dışına çıkmadan eğilip alabilme şansın yoktu. Fakat yıkanma şansı bulabildiğimiz çok nadir zamanlardı bunlar. Ve öylesi bir odada kalmak belki on beş günde bir elde edebildiğimiz büyük konforlardandı.
Yine aynı dönem uyuşturucu ilaçlara da Başlamıştım, bunların Roche veya benzeri antidepresanlar olduğunu biliyorum ama hepsinin isimlerini şimdi hatırlamıyorum. Parkta tanıştığımız ellili yaşlarda bir amca satıyordu bize bunları. İlk günler bedavaya verse de sonraları parasız vermek bir yana Söylediği fiyattan asla indirim yapmıyor “bunlar yeşil reçete ilaçlar ne zorlukla temin ediyorum biliyor musunuz, yeşil reçete, yeşil” deyip durmaya başlamıştı. Tabi biz ne reçeteyi ne renginin özelliklerini bilirdik ama o öyle vurgulardı ki bunu, önemli bir şey söylediğini anlardık. Bu ilaçların üzerine bally ve tiner eklenince bende kendime hakimiyet denen birşey kalmamıştı, ilk başlarda yirmi liradan fazla yapmadığım gasp prensibim kısa zamanda ortadan kalktı karşıma tenhada çıkan kişinin nesi var nesi yok alıyordum üzerinden artık. Yetiştirilme tarzım ve içine doğduğum çevre ailesizlik vs vs , bu koşulların bende yarattığı travmatik bozukluklar için sorumlu tutulamam. Fakat kendi yaptıklarım konusunda net olmalıyım. Açıkçası, küçük yaştan itibaren tek başına olduğunu bilen (düşünen) bir insan olarak, tam bir haydut zihniyetiyle bütün toplumla savaşım içine girmiştim sanki. Geçmişte gördüğüm şiddetten tutun da ailesizliğim başta olmak üzere elimden alınan tüm iyi şeyler için herkesi sorumlu tutmaya ilk o zaman başlamıştım, bana yapılanların acısını çıkarabileceğim bir hedef çıkmıştı karşıma, yanlış yapıyormuyum acaba diye hiç düşünmüyordum. Hiçbir sağlıklı düşünce berrak şekilde ulaşmıyordu beynime, akılsız canlılarda iyi kötü ne varsa hepsinin özeti gibiydim. Üstelik okadar şuursuzlaşmıştımki artık eskisi gibi yanlız kişileri gözetmiyor, üç beş kişinin önüne bilinçsizce çıkarak bıçağımı çekiyor değerli olan neleri varsa hepsini alıyordum. Böylesi bir şuursuzluk haline teslim olmamak için direndiğim de söylenemez, bu çok boyutlu sanal dünyayı sevmiştim. Hiçbir şeyden korkmuyor herşeye gücümün yetebileceğini düşünüyordum, uyuşturucunun insana maddeler üzerinde tanıdığı sınırsız hükmetme gücünü yeni yeni deneyimliyordum daha, hayatın resmini istediğim renge boyayabiliyordum, yarın ortada boyanacak bir resim bile bırakmayacaktı bu madde, ama ben bunu henüz bilmiyordum..
Bazen Dilenci ekibiyle çıktığımda dilendiğim kişi eğer para vermezse peşinden ısrarla takip ediyor, tacizlerime rağmen sadakamı vermiyorsa onu yol sonunda ıssız bir yerde kıstırıp gasp ediyordum. Kullandığım kimyasallar okadar bozmuştu ki beni, dilenirken gasp boyutuna nasıl geçildiğini ben bile anlayamıyorum. Kontrolüm benden hızla uzaklaşıyordu. Dilenen arkadaşların da bu gasp yüzünden dilenme alanını beni aramak için polis bastığından, onların işlerine de engel olduğum için beni yanlarında istemiyorlardı. Hırsız ekibiyle gitmiyordum, zira bu kesinlikle benim yapabileceğim bir şey değildi. İnsanların evlerine yatak odalarına girip ve içeride onların özel eşyaları elimde yakalanmak, bunun düşüncesi bile korkunç geliyordu bana. Girip evde hepsini gasp edebilirdim ama onlara görünmeden bir şeylerini çalmaya çalışmak çok korkutucu geliyordu. Köydeki komşuların kümeslerinden tavuk çalmakla aynı şey değildi bu, o çok masum bir şeydi yakalanırsan ne kadar kızılırsa kızılsın aynı köylüsün kimse kimseye bir tavuk için düşmanlık etmezdi, bir hafta sonra eğlenip gülünecek dalga geçilecek bir eylemdi bu. Ama şehirde evine giren bir hırsızla evin sahibinin sonradan ortak bir eğlencesi olamazdı. Arkadaşlarım benim gasplarımı tehlikeli ve heyecanlı bulur tekrar tekrar anlattırırlardı, oysa onların girdiği evde yatak odasındaki çekmeceleri karıştırırken, o anda yatakta çırılçıplak uyuyan çiftin olması bana dünyanın en tehlikeli olayı gibi gelirdi. Bu yüzden onların hikayelerini dinlemek bana daha tehlikeli ve heyecanlı gelirdi. Benim gasp etmeye çalıştıklarım beni dövebilir, yaralayabilir veya öldürebilirlerdi neticesi belliydi, ama ya o çıplak çift uyaniverirse? Asıl korkunç olan buydu...
Tabi bende kendi yaptıklarımdan korkuyordum, ama bu korku ödleklik boyutunda değildi, yaptıklarımı hala bir suç değil yaramazlıklar olarak görüyor olsamda, bunların ceza yönü tümüyle karanlıktı bana, yine de yaramazlıktan değil risklerinden kaçınamamaktan korkuyordum. Evet ben Çalamazdım ama o evlerden çalınmış olan her şeyi kullanırdım, evlerden anahtarlarını alıp evin sokağından kaçırdıkları araçlar bunların başında geliyordu. Köyde kırk yaşındaki traktöre çift sürmek ya da bir iş dışında keyfi kullanımda dayak yemeden binemezken, şehirde bir kaç yaşındaki Mercedes, bmw gibi lüks araçlara binmeye başlamıştım. O eski traktörden bu ultra lüks araçlara geçişte aşılması gereken uzun mesafeyi bir adımda aşmış, olması gereken ara geçiş sürecini yaşamamıştım. Hayatım da hep böyle olacaktı, her şey kendiliğinden seyir alacak ve ben ya en tepede ya en dipte olacaktım...
Bu araçlarla İstanbul’un altını üstüne getirirdim, şehrin en bilindik yerlerini öğrenmekle kalmamış, yıllarca bu şehirde yaşayan insanların henüz görüp bilmedikleri yerleri dahi köyümün sokakları gibi öğrenmiştim. Her gece bir başka lüks ve çalıntı bir araçla turluyor o aracı ya benzini bitince ya da polis aracı peşimize takıldığında onu atlatınca bırakıyorduk. O tarihlerde mobese olmadığı gibi, hiçbir polis aracının kullandığımız lüks araca yetişme şansı da yoktu. Yaklaşık bir buçuk yıl böyle yaşadım ve bende artık nerede ne var, paran varsa hangi otel lüks paran yoksa hangi terk edilmiş evlere uygun, hangi köprü atları müsait hepsini biliyordum. Şehrin arka sokaklarının bütün uğursuz ve yaramaz çocukları kankam olmuşlardı. Otobüs firması işlerine artık ben bakmıyor işin detaylarını öğrettiğim kişilere bu işi yaptırıyordum getirdikleri eşyaları satıyor karına ortak oluyordum, zaten bu işte bir süre sonra patladı kaybolan paketlerin çokluğundan olacak, firmalar işi uyanmış önlemini almışlardı. Artık kimliksiz paket teslim edilmez olmuştu. Ancak istanbul’da suç sektörü bitmiyordu, her yeni öğreti suç işleme kapasitemizi daha da artırıyor, deneyimlerimizi daha azılı olarak geniş bir sahaya yayıyor, yeni suç alanları yaratıyorduk kendimize. Bunların çoğunu unuttum şimdi ama şu bir gerçek ki, Sadece O dönem işlediğim suçların cezasını yatmak için bile yüzer yıldan on insan ömrü gerekeceğini düşünüyorum...
Ara sıra köyü arıyor onlara iş bulup çalıştığımı söylüyor, köye dönemle ilgili tekliflerini bu sayede geçıiştirebiliyordum, yine bu aramalarımdan birinde köyden bir arkadaşımdan kız kardeşimin nişanlandığını öğrendim. Biliyormuşum gibi davranarak iş yoğunluğundan gelmediğimi falan söyledim oysa ki bilgi sahibi değildim. Son dönemde öyle azıtmıştıkki Her alanda işlediğimiz suçlar o kadar çoğalmış, polis kaldığımız metruk evlere, takıldığımız parklara ve yattığımız köprü altlarına sık sık baskınlar yapıyor, kimi yakalarsa paketleyip götürüyordu, bulunma ihtimalimiz olan her yer hemen her gece bir kaç defa baskınlara uğruyordu. Oradan oraya zıplayarak bir süre kaçabilsekte çekirgenin başına gelen bizimde başımıza geldi. Bir gece boş evlerin birinde uyurken sabaha karşı âni bir baskın yedik, kullandığım maddelerden olacak, sivil polisler üzerime atlayıp beni tekmelemelerine rağmen bir süre kendime gelemeyip bunu o dönem çokça gördüğümüz kabuslardan biri zannettim. O dönem İstanbul’da yabancı olarak Suriyeli yoktu Senegalliler vardı, bunlar niçin gelmiş ve neden sokaklarda kalıyorlardı bilmiyorum. Üç kişilerdi ve bizden biri olmuşlardı, onların bizimle suç işlediklerini de hatırlamıyorum. Fakat o gece herkes kaçmış ben ve bu Senegalli’lerden biri yakalandık. Onu öne oturtup beni ters kelepçe yaparak Toros marka beyaz bir araca tıktılar. Araçtaki sorguda korkmuştum ama bu korku polis veya karakol korkusu değil beni babama götürürler kokusuydu. Köyden geldiğimi kalacak yerim olmadığını o yüzden sokaklarda yaşadığımı söyledim, çok iyi tanıdığım arkadaşlarımın ismini sordular onları tanımadığımı bahsi geçen Suçlarla da hiçbir alakam olmadığını söyledim. Sağıma ve soluma arka koltukta 2 polis oturmuş Senegalli ise öndeki polisin yanında oturmuştu. Kimliğimi sorduklarında olmadığını çünkü köylü çocuğu olup köyde yaşadığımı ve orada kimlikle sokağa çıkmak gibi bir alışkanlığınız bulunmadığını söyledim. Direksiyondaki polis aracı hızla sağa çekerek bana döndü, “ulan sen köylü çocuğusun da biz orospu çocuğumuyuz” diyerek Bana okkalı bir yumruk vurmasıyla yanımda oturan 2 polis de kaburga ve karın boşluklarına, kafama gözüme yumruklar indirmeye başladılar. Neyse ki şiddete antrenmanlıyım uzun süredir şiddet görmediğim için de direnç gücüm artmış olmalıydı. Ellerim arkadan bağlı halde üçü de acımasızca dövüp, yeterince eziyet ettiklerinden emin olduktan sonra beni ıssız bir sahil köşesinde araçtan atıp Senegalli alarak gittiler. Her yanım kan içindeydi hatta bir gözümü açmakta zorlanıyordum, tabi ağrılarım da çabası, ama tabi bu tür ağrı sızılara yenik düşmeyecek kadar bedenen güçlüydüm ne de olsa bedensel acı çekmek içinde fazlasıyla eğitilmiştim. Sahile inip denizin tuzlu suyuyla yüzümdeki kanları yıkadım artık eski düzenimizin bozulduğu kesindi, bu durumda yapılabilecek en doğru şeyi yapıp köye dönmeye karar verdim. Köyümü gerçekten çok özlemiştim, her şey bıraktığım gibiydi ineğimiz cömert başta olmak üzere, dağlar ormanlar dereler tarlalar her yeri çok özel ve çok kıymetliydi benim için. Her köşesinde acı tatlı anılarım, acılarım sevinç ve hüzünlerim vardı. Köy aynıydı ama ben artık o saf ve dünyadan bir haber köylü çocuğu değildim. O çocuğu istanbul’un yağmurlu ve soğuk kış gecesinde cebinde 4 çay parasıyla bir sabahçı kahvesinde kimsesiz olarak bırakmıştım. Yeni Abdullah köye birçok şeyin iyi kötü yanını görmüş, gözü belki açılma fırsatı bulamadan pörtlemiş, Karanlık şehirlerin ön ve arka sokaklarını bilen ve bir buçuk yılı bu sokaklarda geçmiş tam bir istanbul fırlaması olarak dönmüştü. Yaşamımdan bir buçuk yıl daha gitmişti ve her yaş, her dönem bir öncekini bozabilir ki elbet, ama benim öncelerim zaten yoktu ve davranışlarım geleceğimi bozmaya devam ediyordu. Tüm yeteneklerim, insani zenginliğim, iyi yönde gelişime kapatılınca her şeyin yanlışında değerlendiriyordum var olan kabiliyetlerim.
Köyde tam tarla işlerinin başlangıcına geldiğim için gelişim, başta dedem olmak üzere evdekiler
tarafından sevinçle karşılandı. Yine tarla işleri, uykusuz geceler eskisi kadar olmasa da yine belli bir çalışma düzeni altına girdim. Ama bu defa eskisi gibi ne dedem için tarla eşeği, ne de başkaları için şiddet nesnesiydim. Karakterim değişmiş kişiliğim sertleşmişti, birinin bana el kaldırması onu öldürmek için hırslı ve kararlı bir gücü harekete geçirmesi olacaktı. Dedemin ve amcamların şiddetine ve boyunduruğuna alışkanlığımı kaybedeli çok olmuştu, tekrar aynı şiddet ve sınırlandırmalar içine sokulabilmem mümkün değildi artık. Gördüğüm baskı karakterimde, kişiliğimde, ahlâkımda ve ruhumda onarılması çok zor yaralar açmıştı, o yaşa kadar beni bizzat koruması gereken yakınlarımının bana uygulayacağı şiddete rıza gösteremeyeceğim gibi, nasihatlerinde hiçbir şey ifade etmeyeceği hale gelmiştim artık. Yine de kimseye zarar vermeme isteğimden olacak, kendi kontrolsüzlüğümden olabileceklerden korkuyordum, her an tetikte hissediyordum kendimi, agresiftim ve neye olduğunu bilmeden gergin ve sinirliydim, şimdi o günleri degerlendirdiğimde, bu aşırı gerginliğimin sebebini uzun zaman kullandığım uyuşturucuların eksikliğine ve ilk defa deneyimlediğim yoksunluk sendromuna bağlamak mümkün. Zira günbegün bu aşırı gerilimlerim geçti gitti, lakin bana ve sevdiklerime verilecek fiziki bir zarara karşı tahammülsüzlüğüm baki kalacaktı...
Bir kaç ay sonra kız kardeşim evlendi ve benim kardeşimin düğününde her zaman olduğu gibi yeni ve düzgün bir kıyafetim yoktu, ben değil miydim aslan gibi babanın aldığı pahalı takım elbiseyi İstanbul’da üç kuruşa satan oh olsundu bana. Aşkının dar gelen gömleği ve altına uyduruk bir pantolonla benim için o en özel düğüne katılmıştım. Ne anne vardı kız kardeşimin yanında ne de baba, emanet elbiselerle sefil bir abi vardı, ve adeta tek başına evlendi gitti benim garibim...
Köydeki telefon bu defa kilitli değildi fakat aşkının odasına alınmış oradan hiç aşağı indirilmiyordu. Herkes kız arkadaşlarıyla telefonlardaydı bu yeni ve kolay ulaşılır kur yöntemini herkes çok sevmiş benimsemişti. Benim yine telefonu kullanmaya iznim yoktu oysa ki ben de gençtim benim de beklentilerim vardı ama tabii her zaman olduğu gibi bu beklentilerimi yine cevap veren yoktu. Beni en iyi anlayacak olan aşkındı zira o da genç ve aynı isteklere sahipti fakat o sırf kendini düşünürdü. Kendisininkinden farklı zevklere, düşüncelere, tercihlere hoşgörüsü olamazdı, bütün istekleri sürekli kendine yönelikti. İleride daha değineceğim gibi büyüyecektik herşey değişecekti ama onun bu yönü hep böyle kalacaktı..
O halde çaresizlik çareyi doğurmalıydı. Yaşamın doğrularından uzak kalınca insan, ve bir de benim gibi akılsız fakat zeki biri olunca, yaşamın yanlışlarına daha çok kafa yoruyordu ve ben bu kötü düşüncede ve yetenekte kendimi daha da geliştirerek gelmiştim istanbul’dan..
Köye gelen telefon hattı hemen köyün üstündeki ormanlardan geçiyordu, İstanbul’da kaldığımız boş eve kurduğumuz yöntem geldi aklıma. Hüseyin amcamın kahvede kullanılmayan merdaneli telefon avizesi vardı vekil kahveye camdan girerek gecenin bir yarısı bu telefon avizesi alıp ormana gittim. Telefon kablosu çok yüksekten ve büyük ağaçların dalları üzerinden geçiyordu tırmanıp kabloyu bıçakla yüzerek içindeki yüzlerce kablodan bir kaçına değdirdim. İnanılmazdı ama çalışıyordu gecenin bir yarısı ağacın tepesinde merdaneli tuş tekerleğinin sesleri tüm ormanda yankılanıyordu ve o saatte bu sese uyanan börtü böceğin şaşkınlığını göremesem de hissedebiliyordum. Köyümüzde karşı mahalleden Nilhan isminde oynak bir kızı aramıştım, maksadım sırf taciz etmekti hiç sebepsiz sevmezdik birbirimizi, çok havalı bir şeydi fakat güzeldi, ararken sesimi tanıyacağına ve tanır tanımaz da küfrederek yüzüme kapatacağına emindim fakat tanımadı. Kendime Ahmet ismi uydurarak Bafra dan aradığımı o köyden geçerken tesadüfen kendisini görüp beğendiğimi sonra kim olduğunu araştırarak numarasına ancak ulaşabildiğimiz gibi bir yığın yalan ve normalde inanılması mümkün olmayan dil döktüm, fakat bu da işe yaramıştı ben de o an fark etmiştim ki ikna eden konuştuklarım değil konuşma biçiminde zira şivem o kadar değişmişti ki tam bir istanbul beyefendisi imiş gibi konuşuyordum. Hemen her gece ormana gidiyor ağacının yüksek tepesine kurduğum santraline yerleşiyor kafama göre her yeri arıyor ve bu kızla da konuşmaya devam ediyordum. Onu inandırmayı beklediğimden hızlı başarmıştım. Beni sürekli köye davet ediyor geçenin bir yarısı olmasına rağmen illa şimdi gel ben çıkarım diyordu. Buluşma yeri olarak da üçbeş tekrarla tarif ettiği yerler o an ağacımdan dahi görülebilen iki mahallenin ortasında ıssız bir dereydi. Bu konuşmalarımız yaklaşık bir hafta kadar sürdü yine bir gece konuşuyorken illa gelmeme beni çok merak ettiğini görmeden duramayacağını beni çok sevdiğini falan söyleyerek aynı ıssız dereye davet etti, o derenin adı porSuk’tu. Ve o bu ismi söylemeden ben söylemek gibi bir hata yaptığımda doğal olarak bu+ nereden ve nasıl bildiğimi sordu. Durumu olabildiğince toparlamak adına, onun hakkında araştırma yaparken köyden Abdullah aydın ile tanıştığımı onun sayesinde bu adı bildiğimi hakkında çok iyi konuştuğunu çok iyi bir çocuk olduğumu falan söyleyip, kendim olmadığım kendimi olabildiğince övmeme rağmen bana; bula bula o serseri piçi mi buldun köyde arkadaşlık yapacak inanamıyorum sana” dedi. Ve hemen ardından silahla vurduğum adamdan başlayıp köyde yaptığım yaramazlıklardan devam ederek, benim dahi unuttuğum birçok olaylarımı sanki şeceresini bizzat ona tutturmuşlar da notlarından okuyormuş gibi anlattı da anlattı. Bunlar doğruydu tamam ama bana ettiği hakaret hiç hoşuma gitmemişti, fakat gereksiz tepkiler verip o kadar emek harcadığım planı berbat etmek niyetinde değildim. Neden ne alıp veremediğiniz var ki onunla diye gayet nazikçe sordum. “açıkcası ben hiçbir zararını görmedim ama hiç de sevmiyorum onu, zaten birçok kişi de sevmez” deyince peki dedim. Bir daha benimle görüşmemem ve kesinlikle benimle konuşmamam, konuşursam bile o kızla konuştuğumu kendime söylememem hususunda anlaşıp konuyu kapattık, ama bana edilen hakaretin acısını çıkarmaya kararlıydım. Bu konu yüzünden o gece görüşme plana gündeme gelmedi fakat ertesi gece saat gecenin ikisinde Beni bahsi geçen dereye davet etti. Biraz nazlanır gibi yapsam da hepsi onu daha da çekebilmek için numaraydı, yeterince ısrar ettiğine karar verdiğimde peki geliyorum dedim telefonu kapattık. Ve ben ağaçtan inip üç dakika yürüyerek dediği yere ulaştım, derenin bizim mahalle yamacına oturup onu karşılamak için hazırlanıp yamaçtan gelip gelmeyeceğini beklemeye başladım. Gündüz gibi ay ışığı vardı Eğer oraya o saatte gerçekten gelecek cesarette ise bulunduğum yerden onun gelişini rahatlıkla görebilirdim. Sanırım yarım saat bekledim ve sonra onun karşı yamaçtan dereye inişini izliyordum, gerçekten azgın bir deli cesaretiydi onunkisi. Bunu kendi haneme başarı olarak yazamıyordum, hala da böyle düşünmem, bu tamamen ona kafasını yedirten kendi hormonal dürtülerinin eseriydi… Ben dereye inmiyor onun benim bulunduğum yakaya geçmesini bekliyordum eğer geçerse arkasından dolaşacak sırf bana piç dediği için ciddi bir bedel ödetecektim. Bir cezayı kafama koymuştum ama açıkcası bu ceza ne olacaktı bilmiyorum, benim tarafımdan birazcık öpülüp okşanmak bile ona ciddi bir ceza sayılırdı. Kendiside buna son derece hazır olduğunu, hiç tanıyıp bilmediği biri için gecenin bir yarısı o ıssız dereye gelerek belli etmemiş miydi? Bekledim, bekledim bi hayli bekledim dereden çıkıp benim bulunduğum yamaca geçmiyordu, geçmeyeceğini anlayacak kadar bekleyip ağır adımlarla ben dereye inmeye başladım. Tanrım diyordum ne olursun yüzümü sadece yarım saatliğine değiştir, zira herhangi yabancı birinin kim olursa olsun onu orada becerebilme şansı bile vardı, sadece tanıdıkların yoktu en başta da benim. Ben de maalesef bir başkası değil yabancı biri değil Abdullah’dım! Hiç unutmuyorum önünde BUM yazan kapşonlu bir istanbul tişörtüm vardı köye gittiğimden beri neredeyse hemen her gün aynı tişörtü giyiyordum diyebilirim, ve bu tişörtün bana ait oldu tüm köy tarafından biliniyordu. Aşağı dereye doğru ağır adımlarla inerken yanımdaki küçük bir ot yığını ardından bir çulluk kuşu gibi ansızın havalandı, ben onu görmeden o beni tanımıştı. Öyle hızlı kaçıyordu ki, koşarken ayakları kaybolan Greater roadrunner’e o ünlü çizgi film karakterine benziyordu.Bu hıza kimse yetişemezdi, Maalesef elimden kaçırmıştım ama onu bu kadar korkutmak bile intikamımı tatmin yönünden bana yetmişti, bir süre orada zaman geçirdim sonra tekrar ağacıma dönüp telefona tırmanırken eğlenmek için tekrar aramayı düşündüm küfürlerine razıydım. Bende ona küfreder eğlenceme devam ederdim. Fakat öyle olmadı, Telefonu açar açmaz küfür bekliyordum lakin küfür yerine “Ahmet neden Abdullah İle geldin? seni göremedim onu gördüm Ya herkese anlatırsa” Gibi söylemlerle karşılaştım. Hala benim ben olduğumu anlamamıştı insan bu kadarmı salak Olabilirdi. Gerçi benim ev telefonunu kullanmaktan aciz olduğumu tüm köy gibi o da biliyordu, bu yüzden kesinlikle onu hiç olmadık saatlerde bu sıklıkla aramamın mümkün olamayacağını düşünüyor olmalıydı. Ne bilsindi Şeytanın bile aklına gelmeyecek şekilde bir yöntemle ormanda ağaç tepesine kurduğum bir santralden onunla konuştuğumu. O dereye inmekten korktuğumu köyü bilmediğimi ve mecburen Abdullahı da yanıma almak zorunda kaldığımı söyleyip özür diledim. Beni çağırdığı o yerin bir yayla köyünün deresi olduğunu, oraları bilmeyen için nekadar korkutucu olabileceğini düşünmesini, beni anlaması gerektiğini söyledim. Söylediğim sözlerin gerçeklik payı yüksekti o sebep ikna etmem zor olmadı. Durumu ilginç şekilde toparlamıştım, ve Bu defa daha garantili bir plan yapıyordum, o daha gelmeden ben onun yamacına geçecek, o önümden geçip dereye indiğinden dönüş yolunu kapatacak ve artık kesinlikle elimden kaçamayacaktı. Yine biz gece sohbetlerimizi sürdürdük, ben yine daveti ondan bekliyordum, yaklaşık bir hafta sonra bu teklif tekrar geldi ve biz ilerleyen bir zamanda aynı saatte aynı yerde buluşma planımızın konusu üzerinde konuşuyorduk. Tam bu esnada küs olduğum cami hocası yatsı ezanını okumaya başlamıştı, köye hakim bir tepeden bakan yüksek ağacımdan, yaylaların ay ışığı ve ezanın mistik havası eşliğinde sohbetine devam ediyordum. Malum kız’da sanki bu romantizmi hissetmiş gibi aniden heyecanlı bir ses tonuyla çabuk çabuk konuşmaya başlayarak, bir yığın güzel şey söyleyip uzun cümlelerinin sonunda; “ seni seviyorum ve biran önce görmek istiyorum, sen şu an Bafrada’sın Değil mi, gelmen ne kadar sürer Ahmet? “ diye sordu ? Evet Bafra’dayım, istersen bu gece 2 gibi buluşabiliriz ve bu defa Abdullah olmayacak, kesinlikle yalnız geleceğim ne diyorsun dedim. Sesi bir anda sertleşerek “Madem ki sen Bafra’dasın o halde ben senin telefonundan bizim köyün ezanını nasıl duyabiliyorum açıklar mısın bana bunu” dedi!.. Telefonda donup kalmıştım, inanılmaz küçük bir ayrıntı, cevabı verilemeyecek kadar büyüklükte bir problem olarak önüme çıkmıştı ve böyle bir ayrıntıyı hesap edebilmek mümkün değildi. En nihayet benim Abdullah olduğumu anladı ve gecikmiş bütün küfürleri sıralayıp telefonu yüzüme kapadı, netice ikimiz için de hayal kırıklığıydı. Hoca tüm planımı en az benim kadar tahmin edemeyeceği eylemiyle bozmuştu, zamanında ezanı bana okutmayı keserek ekmeğimle oynayıp beni camiden soğuttuğu yetmezmiş gibi, yine ezanı kendi iğrenç sesinden okuyarak farklı türde bir gıdamı elimden almıştı…
Nilhan elimden kaçmıştı fakat ben yine ağaç tepesinden bilmediğim numaralar çeviriyor, tıpkı İstanbul’daki köhne ve boş binalarda yaptıklarımız gibi erkek çıkarsa dalga geçip kapatıyor kız çıkarsa tanışmaya çalışıyordum. Bu santralimi köyden bir iki yakın arkadaşım biliyordu, bir gece bu arkadaşlarımdan biri, Bafra’ya çok yakın bir köyde oturan ve neredeyse bütün kasaba gençleri tarafından tanınan Dilek ve Dilara isimlerinde iki kız kardeşin ev telefonu numarasıyla yanıma geldi. Dilara bafranın barış FM isimli yerel radyosunda dj, ablası dilek ise yine bafranın tek yerel kanalı olan gözde TV de vj’lik yapıyordu. Güzellikleriyle okadar ünlülerdi ki, kasabanın gençlerindeki hayal gücündeki zirveyi onlar temsil ediyordu. Daha önce bahsettiğim o komşu köyümüzdeki herkese göz kırpıp, bütün ayrıcalığı tarladaki kızlardan üzerinde kıyafet, ellerde nasır farkı olan o yosma Gül gibi değildi bunlar. İkiside mankenlere taş çıkartacak fizik ölçüleri ve hayat tarzlarıyla bulundukları üst konumu gerçekten dolduruyorlardı. Onları uzaktan veya yakından görmüş olan biri, başına topladığı gençlere, nasıl yürüyüp ne giymiş olduklarını anlatmaya koyulur, o kutlu ânı tekrardan yaşıyormuşcasına bir nevi transa geçerek kendilerini kaybedip yalanlara başvurur sonra bundada hızını alamaz onların kendileriyle tanışmayı teklif ettiğini iddia edenler bile olurdu. Bu iştahlı anlatıma bizde aynı iştahta dinleyiciler olarak katılıyorduk sanırım, çünkü yalan olduğunu bile bile dinlemeyi sever zevk alırdık sanki bundan. Bu anlatıcılardan bir ise daha önce eşek olayında bahsettiğim Sıtkı abiydi. İsmail abi gibi fırlama değildi, suskun ve bana göre zararsız sapıklardandı, öyle hasta ruhlu kadın merakı vardı ki sırf görmekle tatmin olup konuşmaya gerek duymayabilirdi. Hayalini süsleyen kadın tipi; kot pantolon ve spor bir gömlek giymiş olan her kadındı. Yüzü fiziği hiç önemli değildi bu kadının, aradığı tek şey kot pantolon ve gömlekli olmasıydı. Hani nasıl desem, bostan tarlasındaki korkuluğa kadın kotu ve gömleği giydirseler üç gün başında beklerdi. Dilek veya Dilara hangisi hakkında yalan söylüyorsa muhakkak üzerinde bu kıyafetleri olurdu, ona nasıl göz kırptığını nasıl da gülümsediğini sallar dururdu, “hadi lan oradan atma, o kızlar sana bakar mı hiç” diyemiyorduk sinirlenip bizi kovalayabilirdi, bizim de dinlemekten keyif aldığımız bir eğlenceyi bozmaya hiç gerek yoktu.
Küçük de olsa bir piyasa yapabilmek için çapkınlık yeteneğin, kız peşinde koşacak vaktin ve paran, uygun bir evin, aracın ve bol vaktin olmalıydı. Bunlardan hiçbiri bende yoktu, bunlara sahip olanlar için bile o kızların ilgisini çekebilmek yinede zordu, zira peşlerinde nice zengin hovardalar onlarla uzaktan da olsa bir ahbaplık kurabilmek için birbirlerini yerlerdi. O gece numaralarını ararken maksadım, telefondada olsa seslerini duyup konuşabilirim kadar konuşup eğlenebilmekti. Buyrun ben Dilara diyerek telefonu açan sese “ ben Abdullah, sarmaşık köyünden arıyorum, sizi çok beğeniyorum gerçekten çok güzelsiniz mümkünse tanışabilir miyiz” diye sorarak, ablası dilek de telefona çıksa söyleyeceğim aynı şeyleri söyledim. Türlü küfür ve hakaretler etti, rahatsız edersem benim hakkımda şikayetçi olmakla tehdit edip, sakın bir daha onu aramamamı söyleyerek telefonu yüzüme kapattı. Oysaki gayet nazik konuşmuş, hakaret falan etmediğim gibi her kadının duymaktan hoşlanacağı güzel şeyler söylemiştim. Arkadaşım “oğlum bu kızlar zenginlere duyarlılar, senin gibi köylüyü ne yapsın eğer sana ilgi duymasını istiyorsan kendini zengin göstermeliydin” eleştirisi salakça gelmişti bana. Ne yapmalıydım yani? Tekrar arayıp da hop dur bakalım kadın, sen az önce bir daha aramamamı söyleyip orospu çucuğu da diyerek yüzüme telefonu kapattın amma gel görki ben zenginim. Yo yoo hiç dövünüp durma bunu daha önce düşünmeliydinmi demeliydim?
Komikti bu, fakat hiç haketmediğim halde tıpkı Nilhan gibi bana küfürler edilmişti, buna bir çözüm bulmam şarttı. Çaresizlik durumlarında sonucunu hiç düşünülmeden, sadece o anki duruma çözüm bulmaya dair yaratıcı zekam, ardı ardına fikir dalgalarını yığmaya başladı zihnime. Beni elinde avize ile gecenin bir yarısı o ağacın tepesine çıkaran zekâ mükemmelelbette buna da bir çözüm bulacaktı. Tıpkı bugün olduğu gibi o zaman da aranan şey, gönül zenginliği değil görünüm zenginliğiydi daha çok. Görünümün zengin değilse gönlün milyarder olsa hiçti. Evet zengin olmalıydı ve o kız bunu hemen bilmeliydi, yaratıcı zekâm hemen etkisini göstermiş ve çözümü de bulmuştu. Bafra’da soyadı “kurumahmutoğulları” olan büyük bir aile vardı, kasabanın en zenginleri bunlardı. Samsun’un en büyük oteli ve bafranın en büyük oto galerisi bu ailenindi. Un fabrikaları mobilya mağazaları ve hemen her sokakta bir dükkanda muhakkak bir tabelası olan dükkanlarıyla kasabanın yarısı onların sayılırdı sanki. Bu aileyi ve zenginliklerini bilmeyen yoktu, biz köylüler biliyorsak Dilara elbetteki biliyordu biliyor olmalıydı bu aileyi.
Maddi zenginliğin; karaktersiz ve yavşak insanlarda itirazsız Ve kölece bir saygı uyandırdığını daha o yaşlarımda da biliyordum. Yarım saat sonra tekrar aradım, kendimi bu defa Serkan KuruMahmutoğlu olarak tanıtıp düzgün bir İstanbul şivesine yüklenerek onu beğendiğimi, çok hoş bulduğumu kendisini tanımaktan onur duyacağımı ve benzeri söylemlerle, o ana kadar kadına güzel ifade de kırdığım tüm rekorları egale ederek bitirdim. Bu hitabet ustalığımı gösterme fırsatı bulmama zengin soyadımın özgüveni imkan sağlamıştı ve ikisinin etkisi anında farkını göstermiş, daha yarım saat önce onu aramamdan rahatsız olup, bin küfürle telefonu yüzüme kapatan kadın gitmiş, yerine onu aramış olmamdaki memnuniyeti sonuna kadar yansıtan cıvıltılı bir ses gelmişti.
Oysa az önce onu arayan Abdullah Evet fakirdi ama dürüsttü gönlü zengindi, şimdi arayan Serkan KuruMahmutoğlu ise sahteydi yalancıydı fakat zengin bir soyadı sahipti ve kazanan o oldu. Böylelikle oltaya takılmamış sanki sudan fırlayarak bizzat havadaki kancanın üzerine atlamıştı. Biz artık her gece konuşmaya başladık, Beni görmeyi istiyor fakat teklifi yapmıyor sağından solundan geçerek, her Türk kadını gibi bu teklifin benden gelmesini bekliyordu. Ben de onu görmek için aşırı istek duysam da buluşalım diyemiyordum. Evet kasabanın en zengin ailesinin bir ferdiydim ama ne param, ne aracım, ne de giyilebilecek düzgün bir kıyafetim vardı. KuruMahmutoğullarının oto galerisinde gece bekçiliği yapan Şaban adında birini tanıyordum uzaktan akrabam sayılırdı, beni severdi ondan gerçekten de ailede Serkan KuruMahmutoğlu adında birinin varlığını ve henüz 12 yaşında bir çocuk olduğunu öğrenmiştim. Günler böyle geçiyor fakat buluşmayı ne o önerebiliyor ne ben teklif ediyordum. Yine tütün dizme mevsimiydi o dönem öyle bir radyo furyası vardı ki tüm köyler tütün dizerken aynı yerel radyoyu dinlerdi. Radyoyu arayıp istekte bulunanlar isimlerinin okunduğunu duymak ya da onu tanıyan tanımayan herkese duyurabilmek için yoğun bir çaba sarf ederdi, ismi radyoda anons edilen kişi bunu günlerce anlatır ve neden bilmem isminin orada geçmesinden acayip bir ego tatmini duyardı. Radyonun telefon numarasını düşürmek bile zordu sürekli meşgul çalardı, fakat Dilara bana radyonun harici bir numarasını vermişti ne zaman arasam o açıyordu. Tuvalet bahanesiyle ara kaçamaklar yaparak ağaç dalındaki santrale çıkar dilara’yı arayarak istediğin parçaları yazdırırdım. Dilara bu isteklerime ek olarak kendi seçtiği aşk parçalarını da ara ara ekleyip sahte adımı anons ederek bana selam gönderip duruyordu. Aşkın amca; görüyor musun orospuyu zenginlerden birini kapmış, zaten herhangi birine bakar mı diyerek serkan’a belirgin bir kıskançlık ve kin duyuyordu. Oysa ki Serkan hemen yanında oturmuş tütün dizen o küçük gördüğü abdullah’tı, tabii kimsenin benden öyle bir şey bekleme ihtimali yoktu çünkü biliyorlardı ki hiçbir imkana sahip olmayan ezik biriydim ben. Yapsa yapsa Aşkın ve diğerleri yapardı onlar varken bana kim neden baksındı ki. Aşkın bu günler içerisinde polis okulunu kazandı gitti ve telefon eski yerine dedemin odasına zincirli haline döndü. Aşkın hayata olması gerektiği gibi hazırlanıp adım adım merdivenleri çıkarken Ben adım adım aşağı iniyordum. Dünyam artık çiçeği burnunda değildi çocuk da değildim ama ben hala bilinçsizlikler ekseninde dönüp duruyordum. Haftalar sonra artık Dilara ile görüşmeye karar verdim, konuş konuş nereye kadardı. Bir pastanede buluştuk, Tanrım inanılmazdı, gerçekten çok güzeldi , farklı kadın deneyimlerim bir hayli olmuştu fakat ilk defa böyle bir güzelliğe bu kadar yakındım. Kasabanın en güzel en hit kızı ile yine kasabanın en sefil en paçoz erkeği karşılıklı oturuyorlardı ve tabi bunu sadece ben biliyordum. Çıkarcı riyakar bir kızdı Evet ama çok güzeldi. İki kola ve sanırım birer küçük tatlıya yetecek kadar param vardı, normalde Maltepe sigarası içiyordum ki onu da temin edebilmek güçtür, fakat onunla buluşmaya giderken pahalı bir sigara almış ve sürekli o sigaradan içiyormuşum havası verebilmek için paketin yarısını boşaltmıştım. Onu tatile götürebilmek için kasabanın zengin playboyları Can atarken, benimse ona ikinci kolayı ısmarlayacak param olmamasının tedirginliği altında, bulunduğum konforlu olması gereken anın tadını çıkaramıyor, Tanrım lütfen kolası hemen bitmesin, biterse bile tüm ısrarlarımı geri çevirip lütfen ikinciyi içmesin diye dua edip duruyordum. Her anlamda tedirgindim, günlerce otursam sıkılmayacağım görüşmeyi oldukça kısa tutarak onu başka bir yere götüremeyeceğim için her şeyi olabildiğince kontrol etmeye çalışıp erken kalkmak durumunda olduğunu söyledim hatta Dilara da hakkımda olumlu olumsuz bir karar verememiş kanaatini zamanın akışına bırakmak durumunda kalmıştı. Birkaç gün sonraki ikinci buluşmamızda yine aracım yoktur kıyafetlerim aynıydı paramın da olmadığı ısmarladığım tek pasta tek kolalardan belli değil miydi? Uydurma zenginliğimi gösterip destekleyecek hiçbir yanım yoktu. Dilara ise son derece bilinçli iyi eğitim görmüş her şeyin farkında olan uyanık bir kızdı. Bu Durumdan elbette şüpheleniyordu fakat tam da emin olamadığından beni de siktiredemiyor, gerçekten o aileye mensup olabileceğimin en zayıf ihtimalini dahi eminim hesap ediyordu.araç kullanmayı sevmediğim için hep araçsız olduğum, onu yatağa atmak gibi bir amaçla yaklaşmadığım için pastanelerde buluşup eve davet etmediğim gibi hoşuna giden desteksiz ve her şüpheye açık yalanlar uyduruyordum. O kadar eşsiz güzellikteydi ki gerçekten onu yatağa atmanın hayalini bile düşlemekte zorlanıyor, beraber geçirdiğimiz hoş ve lüks anların büyük heyecanlarıyla bütünleşmek tatmin ediyordu beni. Üçüncü buluşmamızda günlerden pazardı ve ansızın onu oto galeriye götürmemi istedi, makul şüpheleri artık ayyuka çıkmış kendini ikna edecek somut bir şeyler görme arzusuyla kıvranıyordu. Bugün kapalıdır falan desem de dinlemedi mutlaka birileri vardır içeriği merak ediyorum lütfen beni götür diye tutturdun. Söylemlerimi artık onu tatmin etmesine imkan olmadığını hayır desen beni hemen o masada terk edip gideceği her halinden belliydi. Peki dedim kalktık ve yola koyulduk bir gün bir hayli mesafe vardı ve malum aracımda yoktu onu galeriye götürüyor olmamın ödülü olarak bana ilk defa sokularak koluma girdi. Caddede yürürken onu tanıyanları gözleri üzerimizdeydi, her gören bana imrenerek bakıyor yüzlerini ekşitip kıskançlık krizinde kıvranıyor, eminim ki ne şanslı çocuk olduğumu düşünüyorlardı. Ben ise bu gururdan zerre yararlanamıyor ne yapacağımı kara kara düşünüyordum. Kısa mesafeli analitik hesaplarda uzman zekam bu defa işlemiyor hiçbir fikir üretemiyordu beynim durmuştu sanki. Yol üzerinde bir telefon kulübesi gördüm oradan arayıp galerini açık olup olmadığını kontrol edelim dedim. Şaban abimden galerinin telefonunu edinmiştim hatta ağaç santralinden geceleri bazen onu da arar sohbet ederdim. Galeriyi ararken tanırım ne olur açan olmasın lütfen galeri bugün kapalı olsun diye dualar etsem de işe yaramadı maalesef açıktı. Telefonu açanın yüzüne kapamak önemli değildi fakat jetonun düşüş sesini Dilara dışarıdan duymuştu, bu ses telefona karşı taraftan cevap verildiğinin açık kanıtıydı kapatamazdım. Şaban abimi sorduğumda telefondaki ses; Şaban benim buyurun diyordu. Gün boyu kasabanın en güzel kızıyla birlikte olmama rağmen Şaban abinin sesini duymak günün en güzel en mutlu olayıydı. Hızlı bir şekilde durumumu anlatarak Beni ancak yardımının kurtarabileceğini söyledim. Ne demekti tabii ki yardım ederdi Birgül Dilara gibi bir kızla olduğum için de ayrı bir gurur duymuştu benim adıma. Beni desteklemeyi görev bilirdi her şey emrimde her şey hazırdı, sen sadece kızı al gel gerisini bana bırak merak etme diyordun. Ah benim Şaban abim Birgül ne güzel ne mübarek insandın sen ünlem müthiş rahatlamıştım dilara’nın yanımda olmasının konforuna ilk defa Dilara ile birlikte sarıldım, o sarıldıkça ben dolandım mutlu adımlarla galeriye doğru yürüdüm. Şaban abi bizi kapıda karşılamış Serkan bey hoş geldiniz diyerek sanki biat eder gibi önümüzde eğilip kalkıyordu. Gerçek Serkan gelmiş olsa sanırım ancak bu kadar ilgi ve alaka görebilirdi. Galeride kimse yoktu gece bekçiliğinin yanı sıra Pazar günleri de o bekliyordu, içeriği dolaştık kahveler içtik beni çok şık bir odadaki yönetici koltuğuna oturttu, kendimi gerçekten oranın sahibi gibi hissetmiştim. Şaban abi de bu oyunda neredeyse benim kadar başarılıydın hatta ayrılırken Serkan bey Aras lazım mı hangisini çıkarayım diyerek ikinci el araçlara doğru yöneldi, hayır lazım değil bilirsin Ben araç kullanmayı sevmem dedi, Oysa ki oradaki araçlar ne güzel araçlarda. Dilara o günden sonra kafasındaki bütün acabaları kırmış tek derdi beni nasıl ve ne şekilde mutlu edip elinde tutacağının gayretine girişmişti. Ben de artık ikinci aşamaya geçip onu nasıl yatağa atabilirim hesaplarına başlamıştım. Bafra’da evim yoktu, aracım yoktu Bir gün param yoktu bu mağduriyetler sebebiyle onu köyün ormanlarına götürmeye karar verdim bir gün öyle bir kızı dağlara götürmek çılgın bir fikirdi fakat başka çarem de yoktu. Aracım olmadığı için komşu köyden birinden bizi köye bırakmasını rica ettim, kesinlikle bana Abdullah ismi ile hitap etmeyecek mümkünse hiç konuşmayacaktı. Aslında kendisini pek sevmezdim ama o gün ulaşabildiğim tek araç onundu. Onun için bizi köye götürmek büyük zevkti, Dilara gibi bir kızı böylelikle yakından görecek hatta onunla aynı araçta yolculuk yaparak kendisiyle bir ömür boyu gururlanacağı bir etkinliğin içinde yer alacaktı. Bafra’da birevim olmayabilirdi ama hormonlar benimdi, köyün uzak akrabalarımızın köyü olduğunu orayı çok sevdiğimi Birgül sık sık oraya giderek doğa yürüyüşleri yaptığımı söyledim. Bizi götüren şahsa kendimizi köyün üstünde bir yere bıraktırdım. Ormandan aşağı köye doğru yürürken dilara’yı ardından seyrediyor onun narinliğini köyün ormanlarına yakıştıramıyordum. Dilara benim o her maddiyatı açmış, maddesel hiçbir şeye önem vermeyen ve her şeyi varken hiçbir şeyi olmayan, ferrarisini satmış Bilge duruşuma daha da bir hayranlık duymuş olarak, mars’tan gelmiş köyüm ormanlarında ilerlerken, Ben onu becerebileceğim kuytu köşeler arayışındaydım. Telefon ağacımın tam dibine kadar geldik, hemen altında oturup birer sigara yaptığımızda çeketimi çıkarıp onu üzerine oturtturdum. O ağaç da bu başarıyı mutlaka görmeyi hak ediyordu, biz altında sevişmeye başladığımızda tepemizdeki dalda ev telini kullanmasına izin verilmeyen kasabanın en zengin ailesinin oğlu Serkan Kurumahmutoğlu’nun merdaneli avizesi duruyordu. Kasabanın en güzel en sosyetik kızını tavlamış bir gül üstelik bunu ağaca kurduğu Kaçak santr al ile, bununla da yetinmeyip onu şehirden alıp ormana getirerek, aynı ağacın altında becermiştim. Evet bu başarı tamamen benimdi kısa mesafeli yaratıcı zihin yapımın eseriydi. Yanlış eğitim ve sağlıksız irade ile sıfırdan bir azimle ne kadar saçma başarı sağladığım sırf bu konuda bile apaçık ortadadır Fakat ben doğru hedefler için programlanmış biri değildi maalesef. Bu sebeple tüm üç zenginliğimi ve yeteneklerimi küçücük hesaplara ya da saçma uğraşları harcıyordum. Bir süre sonra kalktık yine yürüyerek köyün başına kadar indik bir gün üstteki köy evinin bizim olmasının yine avantajlarından yararlanarak hemen arkadaki samanlığı ziyaret ettik, evden kovulduğunda kullandığım zamanlardan oluşan konforlu yatağında biraz uzandık bir gün seviştik, ağaç kadar olmasa da samanlıkta dilarayı görmeyi hak ediyordu. Hemen her şeyi zengin şehirli çocuk merakıyla inceliyordum bir gün mesela birçok oyuncağını yaptım şu saman balyasının telleri ne kadar da ilginç şeylerdi, acaba neyden yapılıyordu?sonra vücut kaslarımın yegane yaratıcısı olan o öküz arabasının arka tekerlek demiri, en ilginç olanı da yarı belime kadar su içinde sabahtan akşama kadar tütün tarlalarında yıllarca su taşıdığım o ibriklerdi. Dilara’ya onların ne işe yaradığını ilk defa görmüş olmanın merakıyla soruyor, saçma ve acemice açıklamalarını sanki öğrenme Azmi ile imiş gibi dinliyordum. Mükemmel oynuyordum zaten kendisi de abdullah’ı sevmezdi, o bir orospu çocuğu değil miydi? Bunu kendisi bizzat söyleyip telefonu da abdullah’ın yüzüne kapatmamış mıydı? Samimi duyguların düşmanı yalan senaryolar değil gerçekçi rollerdi ve ben her ikisine de asil bir alçaklıkla yapıyordum zira karşı tarafta samimi Duygu yoktu. Oysa orijinal halim ne sağlam ve ne düz bir çocuktu, ama insanlarda orijinale rağbet yoktur taklitleri ilgi görür. İnsan orijinal halinin kalitesine güvenmediği için mi taklidini öne sürer? Ben aslıma güvenmiştim ama beğenilmedi taklidi ilgi gördü o halde taklitlerimden sakınılmasını gerektiren bir durum da yoktu. Dilara; o serkan’ı severdi ve ben de ona istediğini istediği şekilde sunuyordum işte. Hemen evin arkasında yazlık bir ağıl vardı, her gün inekleri oraya koyar sonra alıp otlatmaya götürürdüm, ağda yaklaştığımı gören ineklerim onları otlatmaya götürmeye geldiğimi zannederek üzerimize doğru yürümeye başladılar. Cömert tam ağır kapısının önünde durdu Birgül her zamanki gibi onu ve beraberindekileri çıkarıp otlatmaya götürmemi bekliyordu. Olağanın dışında davranarak kapıyı açmamam üzerine, tuhaf tuhaf bakışarak nereye gitsek peşimize geliyorlar sürekli beni takip ediyorlardı. Dilara bu öz çobanı olduğum hayvanlarla böylesine kısa sürede böyle sıcak iletişim kurmama hayran kalmıştı. İneklerim hem oraya kadar gelip hem de onları çıkarmıyor olmamın hem de yanımda hiç böyle binbir renkte yaratık görmemelerinin şaşkınlığından olacak, artık bizi takip etmeyi bırakmışlar hepsi bir köşeye toplanarak dikkatle bizi izliyorlardı. Bir hak söylememiz olan öküzün trene bakma şekli de tıpkı böyle bir şey olmalıydı. Gün boyu birçok tarla, orman bir gün dere ve tepe gezdik bu uzun doğa yürüyüşlerimizde hemen her kuytu köşede sevişme imkanı bulduk, zira köye geleli çok olmuş ve ben uzun bir abazalık dönemi geçirmiştim. Artık akşam olmaya başlamış ağır adımlarla dönüş yoluna çıkmışken Dilara ile seviştiğini gerçekmiş gibi her fırsatta anlatan büyük kuzenim Sıtkı evinin önünde traktörü yıkarken görüp yanına gitmeye karar verdim. Dilara ve ben kol kola evin önüne girdiğimizde o kadar şaşırdı ki, elinde tuttuğu hortumun kontrol edememeye başladı, sağına soluna her tarafa su fışkırtıyordu belli bir süre sonra bin çaba ile tekrar hortuma hakim olup tekrar yere indirip bacağına sabitleyerek öylece kaldı. Dilara gibi bir kızım bizim köye gelmesi, onun evinin önüne hem de benim kolumda girmesi, hayatın olağan akışına kesinlikle uygun değildi. Donuk bir şekilde boş boş bakıyordu bir gün selam verdim şaşkınlığından alamadı ardından dilara’ya dönerek onu tanıyıp tanımadığını sordum, tanımıyordu ilk defa gördüğünü söyledi -ki zaten tanıyor olması hele ki sıtkı’nın sık sık anlattığı gibi maceraların olması imkansızdı. Bunu zaten biliyordum bir gün maksadım onu zor durumda bırakmak ve günü kendi adıma daha eğlenceli hale getirmekti. Sıtkı bir gayret bin heyecanla anlatmaya koyularak onu bir buçuk yıl evvel Haziran ayının 12’sinde amcasıyla yol kenarından alıp şehre kadar beraber gittiklerini bir gün yanındakinin amcası olduğunu sonradan öğrendiğini hatta dilara’nın üzerinde mavi tişört, yeşil kot pantolonu olduğunu ve yaprak desenli küpeli olup, sarı ayakkabılar giydiğini hatta ve hatta bu sarı spor ayakkabıların bağcıklarının mavi renkte olduğu gibi, ancak bir ruh hastasının bir buçuk yıl önceki kısa bir yolculuk hakkında bu kadar ince detayı hiç takılmadan anlatacak kadar hatırlayabileceği ifadeleri daha da ayrıntılar vererek sıralıyor fakat gel gör ki Dilara hatırlamıyor hatırlamıyordu. Sanıyorum kuzenim şehre giderken onu yel kenarından alıp 1 kilometrelik yolu beraber gitmişlerdi o kadar, Sıtkı gibi ruh hastası bir kafayı Dilara gibi bir kızın hatırlamasına da zaten imkan yoktu. Oradan ayrılırken sıtkı’nın köyün delisi olduğunu,herkese aynı hikayeyi anlattığını, dilara’nın beni göstererek bunu tanıyor musun dese aynı hikayeyi dinleyeceğimizi söyledim. Hemen inandın ve şen şakrak kahkahalarla belime sarıldı Ah Serkan, ne güzel insandın sen, en güç sorunlar bile sayende basit bir durum kazanıyordu. Bizi köye bırakan kişiyle sözleştiğimiz saat yaklaşmıştı hem de gerçek kimliğimin açığa vurulma ihtimaline zaman tanımadan hadi sana iyi günler diyerek oradan ayrılırken Sıtkı’yı halen bacağına tutmakta olduğu hortumu ile baş başa bıraktık. Bizi almaya gelen şahıs yanında birini daha getirmişti bu durumu hiç sevmedim, tamam maksadı dilara’yı aracını alıp onunla yolculuk yapma lüksüne sahip olduğuna şahitlik edecek bir tanık daha edinmekti ama bunun hiç uygun bulmadığım Bir hayli de sinirlenmiştim. O gece köyde kalmaya karar verdiğimizi söyleyerek onları gönderdim Birgül sinirimin hat safhada olduğunu anlamış olmalıydı ki hiç sebep sormadan mahçup bakışlarla uzaklaştılar. Şimdi ne param ne aracım ne de bizi götürecek biri kalmıştı Birgül Bir nevi o an için köyde mahsur kalmıştı. Dilara ne kadar farkındasız ise ben o kadar sıkıntıdaydım. Köyden de bir hayli uzaklaşmıştık geri dönsem köyümden bir araç temin edebilirdim fakat bulunduğumuz yere daha yakın köydeki anamın yeğenleri geldi aklıma, onlar aracıyla beni elbette ki götürebilirlerdi. Bu dayımın oğullarından en büyüğü yürüme engelliydi belden aşağısı komple felçliydi yaklaşık 45 yaşlarında sürünerek yaşayan bir adamdı, onu evin önünde otururken görünce rahatladım. Dilara’yı biraz uzakta bekleterek yanına gidip durumu anlattım araçlarını bir saatliğine istedim son derece somurtkan bir bakış takınarak, Abdullah hiç kusura bakma ama ben orospuyu arabaya bindiremem oldu cevabı. Bunu öyle yüksek sesle söyledi ki Dilara bile kesinlikle duymuştu. Onun sakatlığına üzülür ve duyarlı duygusal yapım gereği ona diğer kardeşlerinden daha fazla saygı duyar ona karşı daha farklı bir Özen gösterirdim. Bu pis ve çirkin tepkisi karşısında kendimi öyle kaybettim ki ulan dedim pezevenk, benim yanımda ki kadın orospu değil öyle bile olsa sen bana nasıl böyle bir cümle kurabilirsin bir gün ulan zaten sen iyi bir adam olsan Tanrı seni böyle cezalandırır mıydı, bir Birliği varmış ki yıllardır yerlerde süründürüyor seni, senin anan avradın ile başlayan bir yığın küfür boşalıverdi ağzımdan hatta sakat olmasa orada bizzat onu ben sakatlayabilirdim. Böylesine kendimi kaybetmemin sebebi kol kola gezebildiğim ilk kıza orospu denilmesimiydi, ya da kendime ağır ve aşağılayıcı hakaret mi saymıştım bilemiyorum. Herkesin peşinde olduğu kızı yeğeni tavlamıştı onunla gurur duymak yerine beni kıskanmış olmalıydı Birgül ulan madem orospulara o kadar antipatin vardı ne bok yemeye sakat bacaklarınla akşama kadar şehirde orospu peşinde koşuyordun o zaman, bunun başka bir açıklaması yoktu kesinlikle beni kıskanmış olmalıydı. Şaban abim kadar olamamıştı, üstelik de akrabamdı pezevenk!
Hala küfürlerime devam ederek dilara’nın yanına döndüm elinden tutup gittiğimiz yolu dönmeye başladık Birgül köye dönecek oradan temin edeceğim herhangi bir araçla kasabaya dönecektik. Bu olayı öğrenen diğer dayım traktörle peşimize geldi ve beni yanına çağırarak oğlum biliyorsun benim amacım yok istersen al traktörü işini görürse deyip anahtarı elime tutuşturdu. Fakat o kızın traktörle kasabaya götürülmesi olanaksızdı. Gerçi benim gibi biri için imkan dahilindeydi ama ancak en son çare olarak bu düşünülebilirdi nokta dayıma teşekkür edip anahtarlarını verdim ve halen babaannemin yani anamın kardeşlerinden En çok bu dayımı severim. Kıza rezil olmuştum ama becermiştim de, varsa artık Abdullah olduğumu öğrensin de çok da tındı yani zaten asıl o kaşar değil miydi abdullah’a küfür edip serkan’ı başımıza bela eden. Çok yürümemiştik ki bu defa sakat herifi küçük kardeşi araçla peşimizden gelip abisi adına bir yıl özürler dileyerek illa bizi götürmek için ısrar etti. Sabahtan beri ormanlarda yürümek ve sevişmekten bacaklarımda halk kalmamıştı, doğa yürüyüşü de bir yere katardı, peki dedim. Benim için başlangıcı heyecanlı ve eğlenceli sonu rezil ve fiyasko bir gündü. Kızı kasabaya bırakıp dönünce ilk işim yanında başka birini getirerek Tüm bu zorlukları bana yaşatan günümü kabusa çeviren ve aynı zamanda akrabalarımın gerçek yüzünü göstermek gibi bir güzellik de sağlayan kişiden bunun acısını çıkarmak oldu. Traktöre atlayıp evine gittim yoktu, çalıştığı belde binasında olduğunu öğrendim oraya vardığımda binaya üç beş arkadaşını toplamış oturuyorlardı, sanıyorum arkadaşlarına günün olaylarını dilara’nın nasıl gözüktüğünü aracının tam hangi koltuğa oturduğunu falan anlatıyordu. Beni görünce gündüz ki kızgın bakışımdan mesajımı almış olmalıydı ki hemen kapıya koşup kilitledi Fakat o panikle pencereyi akıl edememişti. Akşama kadar her orman ve dere gibi orgazmların üzerine de attığım bu ayak beni acayip rahatlatmış günün stresini bir nebze olsun üzerinden atabilmişti. O gece yine ağaç santralinden dilara’yı arayıp plansız davrandığım ve istenilmeyen aksilikler yaşattığım için özür diledim. Durgundu söylemleri bir soğuk bir mesafeliydi kafasından tekrar kuşkular oluştuğu ve bir süre görüşemeyeceğimiz artık kesindi. Çok da fifiydi hani, ben koyduğum hedefin fazlasına ulaşmış benim şartlarımda ben gibi biri için Abdullah için, üstün bir başarıya imza atmıştım. Ertesi gün çobanlığına kaldığım yerden devam ettim bir gün tabii hiç cömertten onu dün çıkarmadığım için özür dilemeyi de ihmal etmedim. Bütün köy hatta civarköyler nasıl getirdiğimi merakı içerisindeydi. Tabii ben Hereke halısı gibi itina ile örülmüş planlarımdan serkan’dan bahsetmiyordum. Onu Abdullah getirdi biliyorlardı, Oysa ki abdullah’ın inekleri otlatıp telefon kablosunu keserek yalanlar söylemesi dışında bir gerçeği var mıydı? Bu başarı serkan’a aitti, ben onu iyi oynadığım için bir parça payım vardı belki ama işin Serkan diye biri de yoktu onu yoktan var eden bendim o halde o başarı tamamen abdullah’ın başarısı olmalıydı, öyle miydi?
Tanıdık Playboy abilerimin bana bakışları bir anda değişiverdi hiç olmadıkları kadar benimle ilgililer ben uzak durdukça onlar yaklaşıyorlardı bir gün ıpkı İstanbul’daki sabahçı kahvesinde çay için sahte yakınlaşmalar gösterenlerin aynı çabasıyla onlarınki de, tek fark vardı o defa maksat bir çay ısmarlatmak değil dilara’nın ablası dilek’i onlara ayarlayabilme ihtimalimdi.kahveye girdiğimde 2 çay paramın olup olmamasının tedirginliğini pek duymuyordum artık nokta çünkü yanıma misafir oturmasına imkan kalmıyor civar köylerin tüm çapkın abileri beni ayakta karşılıyor zamanında varlığımla pek ilgilenmeyenler şimdi beni oturtacak baş köşe bulma yarışına giriyorlardı.kimisi sahte tebessümlerle hatırımı sorarken kimisi tıpkı kerhanedeki cazgır Kahveci gibi çay ister misin daha ister misin bir daha yine tekrar çay ister misin çığırtkanlığına başlıyor yine aynı o samimiyetsiz ilgili pis havası etrafını sarıyordu hatta ne sevilir olmuştum ve bu iki yüzlü riyakarlıklarını cezalandırmak için elime fırsat verdiklerini farkına vardım. Bir defa olsun beni eğlencelerine ortak etmeyen bu çapkın abilerin gazino pavyonlara davet eder olmuşlardı artık beni Birgül bu durumu değerlendirmeli başarının getirdiği tüm konforu yaşamalıydı. Dilara’yı Serkan olarak tavlamış sonrasında da kaybetmiştim artık görüşmüyorduk bile tamam ama bunu kimse bilmiyordu. Dilara’nın Bana dair ardında bıraktığı reklamı havalı konumu daha da süsleyip kullanarak, onlara da istediği kişiyi sunmaya karar verdim. Sırf kadınlar değil erkekler bile gerçeği istemiyorlar yalan olsun sahte olsun Fakat Umut vaat etsin istiyorlardı. Ağacımdan rastgele çevirdiğim numaralardan bir yıl telefon arkadaşı edinmiştim, bazıları benim ormanda konuştuğumu dahi biliyorlardı hatta dilara’yı köyümüzün playboylarına ve onların benden beklentilerine kadar her şeyi anlatıyordum. Samsun’da ve bafra’da telefon arkadaşlarım olduğu gibi farklı şehirlerden de yine birçok telefon arkadaşım vardı. Bafra’da veya Samsun’da olanlarla imkanlarım el vermediği için türlü bahanelerle ertelediğim randevularım vardı. Çapkın abilerimde işte tam bu noktada iş ayarlayacaklardı. İçlerinden herhangi birine kasabaya gitmemiz lazım belki seni Dilek ile tanıştırabilirim diyordum Bir gün tabii kendileri bu teklifin üzerine atlıyor kasabaya indiğimizde benim biraz işim olduğunu, dilek’le ve Dilara ile buluşma saatine kadar onun oyalanmasını söylüyor onun aracını alaraktelefon santralinden ayarladığım kızlardan biriyle buluşuyor Birgül eğer uygun yeri varsa orada yoksa aracımı ormanlara sürüp oralarda sevişiyor sonra bıraktığım yerde heyecanla bekleyen çapkın abimin yanına dönüp bir aksilik çıktığını o sebep randevunuzun iptal olduğunu söylüyordum. Ben buluştuğum kızla sevişmiş olarak o Playboy abi de hayal kırıklığıyla köyün yolunu tutuyorduk. Bu durumlar o kadar çok tekrarlanıyordu ki artık umutları kırılıp haliyle bana olan inançları da beklentileriyle aynı ölçüde sarsılıyordu. Bu duruma manisa’dan konuştuğum bir telefon arkadaşım çözüm buldu, köy kahvesindeki telefonu arayıp beni telefona istiyor sonra o an kahvede bulunan saati planlanmış çapkın abimi telefona çağırıyor manisa’daki tel arkadaşım kendini Dilek olarak tanıtım geçen randevudaki aksaklıklar için özür diliyor, piknik yapmak suretiyle kendini affettireceğini söylüyor ve ona ben ne sipariş etmişsem hepsini kağıda yazdırıyor sonra kendini çok uyanık sanıp Beni aptal yerine koyan Playboy olduğu kadar cimri de olan abim listede ne varsa limitsiz fazlasını alıyor sonra yine aksilik çıkıyor aldığımız o kadar erzakla ortada kalıyorduk. Bu durumda rakılar etler bize kalıyor tam da planladığım gibi piknik yapmak bize bana düşüyordu. Birbirinin aynı bu haller o kadar tekrar edildi ki Manisa’da tunceli’den arayan arkadaşların özür dilemekten yorulurlardı fakat onlar için de eğlenceliydi. Hala Bir umut peşinde olan abilerin illa ben geleyim diye kavgalar ederlerdi, buna değerdi çünkü Dilek en az Dilara kadar güzeldi bir gün küçücük bir umut ile çok çekici bir hayaldi ama tabii yine aksilik sürekli ama hep bir aksilik ve randevuları sürekli iptali yüzünden bir yıl erzakla baş başa kalma. Onların beni kullanma planlarını Ben onları kullanma sistemine dönüştürmüştüm malum ki kısa hesaplarda en büyük bendim! Bu durum yaklaşık 5 veya 6 ay kadar sürdü ve artık benim kadın çevremin onlara faydası olmayacağı anlaşılmıştır. Öyle oynuyordum ki o Tunceli Manisa Urfa artvin’deki arkadaşlarıma randevuya gelmedikleri için telefonda bağırıyor çağırıyordum. Playboy abilerin beni durdurarak çok ileriye gittin deyip tepkime aşırı buluyorlar aylarca ekilmiş olmalarına rağmen kızları anlama yarısına girip benim olmayan sinirimi gevşetip sakinleştirmeye çalışıyorlardı.
O 5-6 aylık dönem hayatımın belki en ilginç dönemlerinden biridir. Sonra her güzel şey gibi o da bitti ve her yandan telefon arıza şikayetleri yağmaya başladı yapılan incelemede benim santral bulunmuş kestiğim tüm kablolar eklenerek o Küçük ama büyük dünya tek mutlu olduğum ve her fırsatta koştuğum beni dinleyen arkadaşlarım bir anda kapatılıp üzerine beton dökülmüş sanki. O küçük ağaç dalına o kadar alışmıştım ki dünyamda kocaman bir boşluk oluşmuştu yaşamın tüm zenginliği elimden alınmıştı. Kendini aşırı boşlukta hissettim o hat uçsuz bucaksız ormanlardan geçiyordu ben santralimsiz yapamazdım tüm ormanı bilen biri olarak bu defa daha da derinlerine yeni bir santral kurdum. Bu defa kabloları kesmeden bağlamıştım kimsenin telefonu böylelikle iptal edilmiş olmuyordu tek sorun bağladığım hattın sahibi telefonu açmak için evinden avizesini kaldırdığında paralel telefondan o anda hangi kadınla konuşuyorsan sohbetimizin ortasında buluyordu kendisini. Ağaçtan konuştuğumu bilen kadınlardan biriyle telefondaysam o an sorun yoktu evden kendi telefonunun avizesini kaldıran kişiye telefonu kapatın şu anda bir arıza giderimi yapmaya çalışıyoruz deyip ona telefonunu kapattırıyor Ben sohbetime kaldığım yerden devam ediyordum. Fakat Serkan ya da başka bir isim ile konuşuyorsam, telefona üçüncü bir kişinin ansızın dahil olması tam bir fiyaskoydu. Bu durumda ben telefonu kapatarak aradan çekiliyor onları baş başa bırakıyordum durumu nasıl bağlıyorlardı hiç bilmiyorum. Yine bir sürü kız arkadaşım vardı sürekli de yenileri ekleniyordu fakat telefon kablolarını benim kestiğim artık öğrenilmişti takdir eden de vardı ayıplayan da ben sadece takdirlerle ilgileniyordum fakat ortada yanlış ve ayıplanması gereken bir durum olduğu da muhakkaktı ama bana hiç de öyle gelmiyordu olağan olmayana olağan karşılamayı karakter edinmiştim. Üstelik Serkan olmaya o kadar alışmıştım ki Abdullah ile arama belirli bir mesafe koymuştu çünkü görmüştüm ki onun hiçbir özelliği yoktu, yoksul sefil paçavralar içinde ezik biriydi o, ama Serkan önemliydi her güzel şeyi o yapıyordu köye onlarca kadını getirip ormanlarda beceren o, herkesin sevgilisi tüm kadınların büyük hayranlık beslediği kişiydi o, onu sevmiştim o her şeydi Abdullah ise hiçbir şey! Telefon kablolarını benim kestiğim anlaşılınca çok garip bir şey daha oldu, babam kablolarını kestiğim kişilerin telefon faturalarını ödedi, hatlarına girmediğim insanlar bile onların da kablolarını kestiğimi ve hiç konuşmamış olmalarına rağmen onlara da telefon faturası geldiğini söylediler. Böylelikle babam bana telefonu haftada bir gün olsun kullandırıp kendi faturamızı ödemeyi göze almaması sebebiyle, köyde o ay yaklaşık 20 kişinin telefon faturasını ödedi. Tabii benim yediğim dayağın şiddeti de cebinden çıktığı paralara eşit şekilde oldu...
Baba bu dönem çekirdek ailesi ile köye geldi İstanbul’da evden kaçmış olmam ve tel kablolarını kesmem sebebiyle beni yoruluncaya kadar döverek tüm birikimini boşaltmıştı, o bana vurdukça Ben yüzüne bakıyor ne kadar hissizleştiğimi tartıyordum. Yüzüne böyle bakmama ayrı sinirleniyor bedensel acıyı bende hissetmediği için midir nedir bakma lan yüzüme yüzüme bakma diye dövüyordu o vurdukça Ben bakıyordum. Ona hiçbir Sevgi duymuyordum nefret de etmiyordum herhangi biriydi benim için Belki o bile değil nokta sonra yine gitti ve birkaç ay sonra benim tekrar İstanbul’a göndermem gündeme geldi, sanırım bu defa ki amaç benim artık köyde zapt edilmemin mümkün olmamasıydı. Neden çünkü telefon kablolarını kesiyordum peki sebep? Çünkü evin telefonu zincirliydi. Komşu kümeslerden tavuk çalıp satıyorduk neden soru işareti çünkü sigara alacak para dahi verilmiyordu. Yeni gömleği ile hava atan birini dövüyor gömleğini gasp ediyordum neden? Çünkü bana yeni hiçbir şey alınmıyordu. Sorumsuzdum akılsızdım saftım cahildim hırçındım agresiftim şiddete meyilliydim oydum buydum neden? Çünkü öyle yetiştirilmiştim! Artık büyüdüğüm için de şiddetle veya evden kovmakla veya vaatle zaptım da mümkün olmuyordu elbet. Ne ekildiyse onun hasat zamanı gelmişti fakat ekilen ürün belliyken şimdi eldeki mahsul beğenilmiyordu..
Elbetteki benim de hatalarım vardı fakat neyi neden yaptığım sorgulamıyor acaba bunda Bizim de yanlışlarımız var mıdır diye düşünülmüyor sadece netice ile ilgilenilerek kendi kusurlarını da benim eylemlerime yüklüyor, böylece ben hariç herkes temizlenip arınıyordu. Hiç unutmuyorum otobüs bileti İstanbul’a 25 liraydı ve babam elime 30 lira vererek iletimi almamı da bana yükleyip İstanbul’a gönderdi. Biletten Arda Kalan 5 lirayla yolda ne yer ne içerim öyle bir düşüncesi yoktu. Ona göre bu çok yeterli bir paraydı biletimi alıyor üzerine de 5 liram kalıyordu daha ne olsundu zaten baba da beni İstanbul’da otobüsten inmez karşılamayacak mıydı? Ona bu anlayışsızlığı için kızamıyordum bile nasıl davranırsa davransın benim babam oydu, her ortamı görmüş neyin nasıl olması gerektiği hakkında fazlaca bilgi sahibi olan o şehirli Baba bile cahil ve bilinçsiz davranırken, benim cami ev tarla arasına sıkışmış ne yapsındı. Yine istanbul’daydım, Baba beni aynı soğuklukla karşılamış birkaç gün sonra da Yusuf adında bir müteahhit arkadaşının yanına inşaata amele olarak vermişti. Aşkın amcamın İstanbul’a götürdüğünde onu çok daha konforlu bir işe verdiğini hatırlatıp Bana güven duymadığını sevmediğini onun içinde inşaatı hak ettiğimi aksi halde istediği yere yerleştirebilme imkanına sahip olduğunu ama benim için bunu yapmayacağını yarım gurur ve tam bir pişkinlikle anlatıyordu. Söyledikleri doğruydu gerçekten de beni çok daha konforlu bir işe yerleştirebilme imkanı vardı, kolları oldukça uzundu Fakat onun da benim gibi mantığı kısa bak bu konuda birbirimize benziyorduk. Belediyede çalışıyordu, otobüs şoförlerinin amiri konumundaydı istese beni belediyeye yanına alabilirdi, fakat yapmadı çünkü ben inşaat ameleliğiyle layıktım bu da bir dönüm noktasıydı , zira yaptığım hatalardan Ben de sıkılmış ve doğru bir şeyler yapmaya hatta düzgünce çalışmaya hevesli olduğum düzen huzur aradığım bir dönemdi değerlendirilemedi. Beni inşaata vermekle kalmadı sigortamı dahi yaptırmadı o dönem bana bir gün sigorta yaptırmış olsan Bugün şu satırları yazdığım anda EYT kapsamında emekliydim. Tabii üvey annem benim tekrar gelişimden hiç memnun olmamıştı, kız kardeşlerim de beni tekrar karşılarında görünce sevgiden çok şaşkınlık duydular. Baba bu müteahhit bir arkadaşına, beni inşaatın en Zorlu koşullarında çalıştırılmamı sıkıca tembihledi. Tuğla, çimento, beton harcı taşımak benim için ağır işten sayılmazdı, beden gücü gerektiren her Zorlu işe zaten antrenmanlıydım, üstelik kas yapma için bu bir spordu ayrı bir keyif veriyordu bana. Müteahhit babamdan aldığı değersizlik kavramını aynı şekilde üzerime yükleyip beni bir böcek gibi görüyordu, bir iş verirken aşağılıyor hatta bağırarak Emirler veriyor her açıdan bana yukarıdan bakan yanı olan sevimsiz bir adamdı. Sanıyorum bu işte 4 ayıldı, işini yaptığımız ailenin yanında bana yine bağırarak Emirler vermesi ağrıma gitti, tabii bunda ailenin çekici kızının da etkisi vardı, o kızın yanında azar yemem ve buna karşı tepkisizliğime tuhaf tuhaf bakışı beni o kadar ezmişti ki o bakışlar hala gözümün önündedir. Aylardır her türlü aşağılar tavrına sırf babaya yanlış olmasın aman beni işe yaramaz tembel bilmesin diye gösterdiğin çaba o noktada son bulup o kızın bakışı ile bıçak kemiğe oturmuş olmuştu. Susması konusunda ikaz ettim daha da bağırarak üzerime yürüdü kendimi kaybedip bir yumruk vurdum yere düştüm kaldırmadım bile sonra işi öylece bırakıp doğruca eve gittim. Baba akşam eve geldi ve müteahhit arkadaşının burnu kırık sarılı şekilde onu görmeye geldiğini işe sürekli geç kaldığımı sebebini bana sorduğunda üvey annem olacak orospunun beni uyandırmadığıyla mazeretlendirerek üvey anneye ağzı alınamayacak küfürler ettiğimi söylediğini ve o senin annen sayılır böyle küfürler edemezsin diye ikaz ettiğinde ise sen ne karışıyorsun lan deyip ona saldırdığımı söylemiştim. Bu boktan işe köpek gibi sırf babama çalışabildiğimi hatta bunda azimli olduğunu düzeltmeye çalıştığımı göstermek için sadık kalmam bir yana üvey anneye küfür etmiş olmam da mümkün değildi. Birincisi üvey de olsa o babanın eşi, küçük kardeşimin de annesiydi. İkinci olarak, böyle bir karaktere sahip olsam dahi, hiç sevmediğim ve asla güvenmediğim hatta babamın ajanı sayılan bir adamın yanında üvey anneye böylesine küfürler edecek kadar geri zekalı değildim. Düz mantıkla bakınca bile böyle bir şeyin olamayacağı açıkça görülebilirdi. Fakat baba beni hiç konuşturmuyor lehime bir durum oluşacak diye ödü kopuyor du sanki. Kendimi dahi savunamadım. Müteahhit çok zekice bir planla hem beni yanından uzaklaştırmış hem babaya karşı daha da itibarsızlaştırmış hem de onu yine ağzından köpükler saçarak üzerime salıp intikamını benden almış bir taşla tam üç kuş vurmuştu. On gün sonra bu defa konfeksiyona verirdim, orada da sigortam yapılmadı, sabahtan akşama kadar kucağımda masadan masaya kumaş taşıyordum çok iğrenç bir işti sürekli ayaktaydım felaket yorucuydu öyle ki çimento torbalarını taşımayı arar olmuştum. Bir gün Baba kardeşlerimi çok istedikleri bir filme göndermiş beni de yanlarına vermişti bilet ve taksi paralarını ise, biri sanırım o zaman 12 yaşında diğeri de 9 yaşında olan kardeşlerime vermişti harçlığımız onlardaydı, taksiden inerken parayı ben değil de o küçük kızlar öderken taksici tuhaf tuhaf bakıyordu ne iğrenç bir duyguydu. Dikey limit isimli bu film İngilizce dilinde ve Türkçe altyazılıydı, tamam köyde sesli görüntüsüz ya da görüntülü sessiz film deneyimlerim vardı ama bu yeni sistem Bana son derece yabancıydı. O sebep bu filme gitmek yerine sinemanın hemen yanında bulunan atari salonunu tercih etmiştim. Payıma düşen bilet parası kadar harçlığımı küçük kardeşim bana vermiş onlar filme Ben oyun salonuna gitmiştim. Film çıkışı buluşacak eve birlikte dönecektik ama benim atari bağımlılığım tekrar nüksetmiş, oyuna dalarak filmin bitiş saatini kaçırmıştım kardeşlerim de beni bırakıp eve dönmüşlerdi. Onca yolu yürüyerek gelmem eve dönüş saatimi daha da geciktirmişti. Onlarla sinemaya girmeyip yalnız bıraktığım, Bir de üstüne beraber dönmediğimiz için, ayrıca bu kadar da geç kaldığım için öyle bir dayak dedim ki o duygusuz üvey hanım bile bana acıyıp, babanın şiddetinin önünden çekmiş ve sonraki günlerde bana bir süre iyi davranmak duyarlılığını göstermişti. Yine gözlerine bakıyordum asla ağlamıyordum Birgül aldığım şiddetli darbelerin etkisiyle Belki bir anlık istikametim kayıyor fakat kendimi tekrar toparlayıp gözlerinin içine tekrar bakıyordum doldurulamayacak bir boşluk, acımasızlık ve sonsuz bir kin vardı o gözlerde. Dikey limit isimli o filmi yıllar sonra izledim hatta o dönem sinemada izlemediğim için de hayıflandım zira tam da sinemada izlenilmesi gereken bir film imiş fakat şimdi çok sevdiğim o film babadan gördüğüm o günkü şiddeti hatırlatır daima bana. Çocukluğumda yediğim dayaklar zaten üzerimde ağır duygusal hasarlar bırakmıştı fakat artık 17-18 yaşında bir gençtim ve hatası ne olursa olsun bu kadarmı şiddet uygulanırdı insana? Kendi yaşamımı kurtarabilmenin son evresindeydim belki ve halen tutunacak bir dal ayaklarımı basacak Bir zemin bulamıyordum. Bu dayaktan yaklaşık 1-2 ay sonraydı sanırım bir akşam işten eve gelmiş ve üvey annemin isteği üzerine ekmek almak için evden çıkıyordum, kapının eşiğine basarak askıda unuttuğum kabanıma uzanırken, o anda nereden geldiğini anlayamadığım bir tokat yüzüme okkalı bir şekilde oturdu. Öyle sağlam denk gelmişti ki kulaklarım çınlayıp gözlerim yaşarmıştı. Üvey anneydi, ayakkabımla kapının eşiğine bastığım için vurmuştu bana, babanın ayrıca çocukların sürekli ayakkabılarıyla bastığı eşeğe! Köyde ve İstanbul’da aile büyükleri elinde dayakla elden ele gezdiğimi gördüğünden olacak o da bunun gayet olağan bir aktivite olduğunun farkını fark etmiş o da aileden bir büyük sayıldığında kendinde de bu hakkın kanısını edinmiş olmalıydı. Zaten Bir şamar olanı değil miydim ben Birgül biraz da o vurup egosunu bilmem neyini tatmin etsin diye ne vardı ki bunda. Sanırım 3-5 saniye kadar hiç konuşmadan öylece kalıp göz göze bakıştık, sonra söylenmeye başladı fakat o an hangi duyguyu yansıttığını benim de bilmediğim bakışlarımdan korkmuş olacak, yaptığına pişman olmuştu bunu görebiliyordum. Olabildiğince çok konuşarak ona zarar vermemi engelleyebilmek gibi saçma bir zırha bürünme çabasındaydı, bu her halinden belliydi. Söylediklerini kulaklarım duyuyordu elbet ama hiçbir şey anlamıyordum, ses tonunun dayanılmaz aksı beynimde zonkluyor o konuştukça zihnime karma karışık düşünceler hücum ediyordu. Bir bir yumrukta beynini mi dağıtmalıydım? Güçlüydüm bunu yapabilirdim ve vurduğum darbenin yarısının boşa gideceğinden hiç şüphem yoktu. Beynini patlatmalıydım, ya da söylenişi kötü ara bağlantıları daha da berbat cümlelerle bir şeyler geveleyen çenesini dağıtıp kırılan dişleriyle beraber geçmişimin tüm öfkesini ağzına kusup yutturmalıydım. Öfkemi tasarladığım bu eylem açısından sınadığımda yeterli yoğunluğa tam ulaşamadığımın kanısına vardım Fakat çok ince bir çizgi kalmıştı buna. İçeriye girip ara koridorda halının üzerinde ayakkabılarımla yürüyerek, odamdaki kimliğimi aldım sonra kabanımı da üzerime giyip ayakkabımın kirinin iyice halıya sürtündüğünden emin olduktan sonra bu defa korkuyla bakan suratına tiksinç bir bakış karşılığı vererek kapıyı çekip bir daha asla o eve dönmemek üzere çıktım. Yine yürüyordum başıboş bilinçsizce ve nereye gittiğimi bilmeden yine yürüyordum nokta bu defa ağlamadım nefes düzenim sıklaşıp boğulacak gibi bir hisse kapılsam da direndim. Yine İstanbul bana yabancı olsa da bu defa ben ona yabancı değildim, en iyi bildiğim yerlere arka sokaklarına her şeyin bana ışıltılı geldiği o karanlığa döndüm. Eski çocukların çoğu değişmiş arkadaşlarımdan sadece bir birkaçı kalmıştı, aynı gece tekrar uyuşturucuya başladım. Uyuşturucu, o dönem intihar etmeyip hayata devam edebilmem için bir araçtı belki, kendi ruhumdaki karanlıktan korkuyor daha da derinlerime çekilmemi engelliyordu. Elbette ki yaşamda yükselebilmek yerine daha da aşağı düşüyordum ama mademki bana uçma öğretilmemişti o halde hızlı en hızlı ben düşmeliydim. Eroin haricinde hemen her türlü uyuşturucu deniyordum, bedenim bu maddeleri reddedin kusturdukça Ben lavabonun hemen başında bir diğerini deniyordum. Düş Dünya ile bağ tamamen kopmuş duygusal boşluklarımdaki o şişme dürtüsü içimde bir boşluk hissine dönüşmüştü. Zihnimdeki her şey o çukura düşmemek için birbirine tutunuyor bu defa da topyekün bir düşüş hali yaşıyor ne yapsam o boşluk kapanmıyordu, artık ne ağlayabiliyor ne gülebiliyordum bir gün beni normale döndüren nöbetlerimi arar olmuştum. Fakat Tüm bu karmaşıklığın etrafını saran uyuşturulmanın getirdiği mutlak bir mutluluk hissi de vardır elbet ve aradığımda tam da buydu. Uyuşturucu bulmak için tabii para gerekiyordu ekstazileri Yutup kendimizi sokaklara atıyorduk, herkes sinek gibi gözüküyordu gözüme, sıkıntıların başta olmak üzere artık her şey aşırı zayıf ve aşırı küçüktü, bu hissi sevmiştim çünkü beni güçlü kılıyordu. İlk defa kendimi bu kadar özgüvenli ve hayatın karşısında daha kuvvetli hissediyordum. Uyuşturucu bana hiç sahip olmadığı değer duygusu veriyordu ilk defa kendimi bir şey gibi hissediyordum istanbul’un en güçlü en önemli insanı bendim, tüm şehir benim ekserim etrafımda dönüyor benim varlığımla hayat kazanıyordu sanki, sokaklar benimdi, camiler, kiliseler benim, polis bendim vali ben, her şey bendim. Gördüğüm Tüm insanlar bir yumrukta devirebileceği sıralı veya sırasız domino taşları gibiydi, arkadaşlarım da benimle aynı dozdA uyuşturucu, aynı kafadalardı, saldıracak adam arıyorduk ya da bizi öldürecek herhangi biri. Dünyadan geçmeye her an hazırdı çünkü dünyanın bir ciddiyeti yoktur yaşam bilgisayar oyunu gibiydi, ölürsem daha 3 hakkım olduğundan emindim, her davranışımı bu mutlak bilinçle yapıyordum. Yine her türlü suçları işlemeye başladık Aşkın amcam gibi ya da köydeki diğer amcam gibi babam gibi dünyanın bütün namuslu ve iyi insanlarıyla artık bütün ilişkim kesilmişti, kötü ve namussuzlar da beni kabul etmekte hiç zorluk çıkarmamışlardı. Yarasalar gibi yaşıyorduk gece sabaha kadar sokaklarda orada burada suçlar işleyip gündüz uyuyorduk 2 ay hiç güneşi görmediğimi hatırlıyorum, tek bir şey yediğimizde yoktu uyuşturucu ve enerji içeceğiyle günlerce durduğumuz oluyordu, bedenim komutlarıma cevap veremez hale gelip kendini taşıyamaz durum aldığında artık dinlenmen gerektiğini anlayabiliyordum. Güneş ışığından belli bir zaman uzak kalınca insanın en sevmediği şeylerden biri Güneş oluyordu sanki, kaldığımız evde bütün perdeler güneş ışığının zerresini dahil geçirmeyecek karanlıktaydı. Gündüz uyansak dahi televizyon ışığında ve odamızı donattığımız çeşitli gece lambaları eşliğinde otururduk, uyandığımda hemen uyuşturucuya sarılıyor evimize gelip giden kadınlarla sevişiyor bazen günlerce hiç çıkmıyor kararımızın kalmayın uyuşturucumuz bittiğinde tekrar kendimizi sokaklara atıyorduk. Gülhane parkı’nda o dönem halk konserleri olurdu, bazı arkadaşlarım kalabalığa karışarak cüzdan çalarlardı benim ellerim zaten büyük ve bu işe uygun değildi, ne kadar uyuşturucu kullanırsam kullanayım o kafayla bile hırsızlık benim için çok korkunç bir şeydi utanç vericiydi. Benim işim yine elimde bıçakla birilerinin önüne dikilerek para isteyip gasp yapmaktı, bu bana çok normal geliyordu. Çalmıyordum, Evet zorla alıyordum ama neticede kendileri veriyorlardı bunda elimdeki kocaman bıçağın da etkisi büyüktü tabii, ameliyat bıçağı da cinayet bıçağı da ucunda hayat varmış gibi tutulur, neticede ikisi de aynı maddeden yapılıyordu hangi amaçla kullanırsan kullan..
En en çok parayı Müslüm Gürses konserlerinde jilet satan arkadaşlarım kazanırdı, sonra hırsızlar gelirdi, hepsi işlerinde inanılmaz iyilerdi, çarpar gibi yaptıkları adamın üzerinde döktükleri kolayı özür dileyerek temizlemeye başlarlar, kolayı değil ama şahsın tüm ceplerini temizlerlerdi. Bazıları konseri izleyen kalabalık sıranın önünden pardon pardon diyerek geçer, sıranın üçte birini soyarlardı, bunu yapabilenlere camiada altın çocuk denirdi. Hele biri vardı ki o çocuk gerçek bir platindi, ceplere rahat elini sokabilsin diye baş parmağını kesmişlerdi, bunu ona küçük yaşta kendine çalıştıranlar yapmıştı. Sonra parmağını kesenin uykuda boğazını keserek öldürmüş ıslah evlerinde cezaevlerinde yattıktan sonra çıkmış ve mesleğinde uzman olmuştu, platin çocuk namını gerçekten de fazlasıyla hak ediyordu. Yine tüm paralar ortaktı hep beraber harcanırdı zaten bütün paramız kadınlara ve uyuşturucuya alkole gidiyordu. Bu süreç tam olarak ne kadar sürdü tam hatırlamıyorum sanırım bir yakın böyle yaşadım yine, bir akşam eve döndüğümde gece evimizin polisler tarafından basıldığını öğrendik odalar darmadağındı, yerler kullanılmış uyuşturucu paketleri prezervatifler gerekli gereksiz bir sürü çöple doluydu. Bir yıl suça bulaşmıştık yine üstelik bunlar artık eskisi gibi küçük suçlar değil ciddi suçlardı bir süre ortalardan kaybolmak iyi olacaktı, tekrar köye dönmemin zamanı gelmişti.
O beni bir türlü öldürmeyen uyuşturucudan dolayı hemen her gün kendimi öldürtmek için girdiğim küçük ve büyük tehlikelerden yorulmuştum. Yaşam modum hareketli görünse de robot gibi hissediyordum kendimi. Ne kadar paramız varsa eşit bir şekilde paylaşıp dağıldık ve aynı gece köyüme döndüm. Anam ve babam beni özlemişti, ben de onları özlemiştim. Köyde artık o eski tarla işleri yoktu. Artık yaşlanmışlardı ve Yaşlandıkça insan ister istemez zorlu işlerden elini ayağını çekiyordu. Aşkın amca da yoktu, o artık polis olup göreve başlamıştı. Ben ise bin suça bulaşmış olarak başladığım aynı yere, cömerti otlatmaya dönmüştüm. Köye döndüğümü duyan Baba, İstanbul’dan yaratıcı bir talimat göndererek yaşımın büyütülüp askere gönderilmem kararını vermişti. Kimseyle mücadele edecek fazladan enerjim yoktu. Hayata direniş gücümü kaybetmiştim ve kendimi tamamen hayatın olağan dışı akışına bırakmıştım. Yaşamın yönü hep benim iradem dışında belirlenmemiş miydi? Varsın yine öyle gitsin, dedim. Ne olacaksa olsun. Ne aklım vardı ne sağlıklı fikrim, Ne malım vardı, ne mülküm? Ne gerek vardı tüm cihanın yükü altında eziliyormuş gibi kaygı duymama? Kendi düşüncelerimin mantıksal sonuçlarına gidecek çapım mı vardı ki benim?
Yaşım bir hafta içinde büyütüldü. Ne zaman doğduğum zaten belirsizdi, kimliğimde alakasız bir tarih vardı. Bu tarih üzerinde yapılan oynama ile de yaşım konusundaki belirsizlik daha da arttı. Yapılan muayenelerde kemik ve diğer testler, 20 yaşına ve bir asker olabileceğime tam uygunluk gösterdi. 190 boyunda, kaslı ve güçlü, istenilen bütün özelliklere fazlasıyla sahip örnek bir Türk askeriydim. Devlet beni tam sağlam olarak kullanımına aldı ve 2 ay içinde askerlik kağıdım çıktı. Erzincan 59. Topçu Tugayı’na düşmüştüm. Benimle birlikte askere gidecek olan diğer tertiplerime onlarca araba eşliğinde uzun konvoylar yapıldı, ancak ben yalnız başıma otogara bırakıldım. Hiç kimsenin "En büyük asker bizim asker!" diye havaya attığı yoktu. Oysa bunu en çok ben hak ediyordum.
Otobüsün camından dışarıyı seyrederken, havaya atılan askerleri izliyordum. Anne aklıma geldi, hani beni evinden kovup bir daha bana gelme demişti. Sonra baba, hani o "eti sizin, kemiği benim" diyen şiddet ustası. Ardından hayatım geldi aklıma. Hani o neyse... İşte otobüs yola koyuldu ve ben sessizce ağlamaya başladım. Yüzümde ağlamanın etkisi yoktu, sadece gözyaşı döküyordum. Ne için olduğunu tam olarak bilmeden ağlamam sıradandı. Sıradan olmayan bendim. Benim hayatımdı; köyümün güzelliklerini, değişen insanlarını, karaktersizliklerini, tüm pisliklerini, maceralarımı, anılarımı... Her şeyi ardımda bırakıyordum. Bu sırada nereden bilebilirdim ki asıl olacaklarınn daha yeni başladığını? Asıl travmalarıma, akıl dışı korkularıma, kişilik çelişkilerime daha vardı. Bittiğini sandığım her şey aslında yeni başlıyordu.. Tugay’da sıkı bir eğitim veriliyor olmasına rağmen, bana hiç zor gelmiyordu. Dere, tepe, dağ taş ile bütünleşiyordum. Köyden tüm arazi şartlarına alışıktım. Birçok kişi yorgunluktan harap halde yerlerde kıvranırken, ben daha yeni yeni ısınıyormuşum gibi hissediyordum.
Tüfekli, tüfeksiz ve beden gücü gerektiren tüm hareketler ve eğitim dalları benim için harika eğlencelerdi. Öküz arabasının arka tekerlek demirinin, saman balyasının bacak açmak için kullandığım tellerin, içine beton dökerek dambıl yapmam veya zeytinyağı tenekelerini kullanmam burada faydalı olmuştu. Kendimi ardına geçilmez bir duvar gibi hissetmekten şüphe yoktu. Eğitim çavuşları bazen kendi işlerini bana yükler yaklaşık 150 askeri benim talimatıma bağlardı, onlara sporu ben yaptırırdım. Silahları tanıyordum, babamın silahını çalıp atışlar yapardım, sonra söküp takma girişimlerim yüzünden yediğim dayakların şimdi burada faydasını görüyordum. Buna bağlı olarak atışlarım da çok iyiydi. Hayatımın en sağlıklı dönemiydi, tüm hücrelerim tavan yapmıştı. Uyuşturucudan kaynaklı bütün pislikleri bedenimden atmıştım ve kendimi inanılmaz dayanıklı ve güçlü hissediyordum. Atışlarda başarılı olmak, genelkurmayda koruma olarak görev almak anlamına geliyordu. Benim atışlarım zaten ortalamanın üzerindeydi, ancak bu söylemden sonra daha da iyi olmak için büyük çaba sarf ediyordum. 3 ayın sonunda görev yerlerimiz belli olma vakti gelmişti. İsimler sırasıyla okunmaya başladığında, ben genelkurmaydayım, hangi bölümde görev alabileceğimi tahmin etmekle meşguldüm. Tam o esnada ismim okundu: Abdullah Aydın, Siirt 3. Komando Tugayı. Ben dahil tüm iyi atıcılar Doğu ve Güneydoğu bölgelerindeki farklı terör noktalarına gönderildik. İçimizden hiç kimse genelkurmay veya Batı illerine düşmedi. Ne saf konuşuyorum, tabii ki böyle olmalıydı. Zaten genelkurmay başkanının bile koruması yok, bizi bekliyorlardı. "Yahu bu Abdullah Aydın da nerede kaldı acaba?" diye merak edip yolumu gözlüyordu. Ne salak ve ne kadar saftım..
Dağıtım izni öncesinde büyük bir veda töreni düzenlendi. Binlerce asker geniş bir alanda toplandı. Tören sırasında kamuflajımın sağ paçasındaki lastiğim kopmuştu. Komutanım bunu fark ederek yanıma gelip lastiği düzeltmek için yaklaştı ve kamuflacı bacağıma iple sıkı bir şekilde bağladı. İp o kadar sıkıydı ki canım fena yanıyordu. Ancak o an için bunu çözmek veya gevşetmek mümkün değildi.
Tören alanı büyük komutanların olduğu ve disiplin kurallarının aşırı titizlikle uygulandığı bir ortamdı. Her 10 askere bir rütbeli komutan eşlik ediyordu. Mikrofonu eline alan her komutan askeri cesaret ve disiplin üzerine tutkulu nutuklar veriyordu. Bir komutan konuşmasını bitirip mikrofonu bırakırken diğeri hemen onun yerine geçiyordu. Böylece rütbeler ve ses tonları sürekli yükseliyordu.
Ben saatlerce kıpırdamadan ayakta durmak zorunda kaldım ve bacağım dayanılmaz bir acıyla yanıyordu. Artık bacağımı hissedemez hale gelmiştim; sanki bana ait olmayan bir uzuvdu artık.
Sonunda bu eziyet sona erdi, ancak ben de tamamen tükenmiştim. Adım atamadan yere yığıldım ve bacağım ağırlığımı çekemez hale geldi. Bunun geçici bir aksama olduğunu düşünerek bir süre dinlendim. Biraz kendime gelip tekrar ayakta durmaya başladım, fakat yürürken hala aksıyordum.
Törenden sonra bizi büyük bir spor salonuna götürdüler. Orada veda eğlencesi düzenlenecekti ve her şey oldukça karmaşıktı. Biz acemi askerlerin bu eğlence hakkında pek bilgisi yoktu, ancak kadınlarla ilgili bir şey olduğunu anlamıştık. Her askerden farklı söylentiler duyuluyordu, ancak ana konunun kadınlar ve cinsellik olduğu açıktı.
Büyük bir gazinoda toplandık ve önce üç ayrı türkücü sahne aldı. Sonrasında ise yirmili yaşlarda oldukça güzel bir kadın sahneye çıktı ve müzik eşliğinde soyunmaya başladı. Sahne yüksek bir noktadaydı, bir süre sonra usta askerler ’aç aç’ diye bağırmaya başladılar. Buna sonra acemi askerler de katılarak o kocaman salonda binlerce askerin aç aç sesleri yankılanmaya başladı.
Ağır hareketler ve belli bir ritimle çıkardığı her kıyafeti aşağıdaki askerlere atan bu kadın, bir süre sonra tamamen çırılçıplak kalmıştı. Sahnenin en ön kısmına sıfır yaklaşarak aerobik hareketler yapıyor, bacağını öne doğru elastik bir şekilde yukarıya kaldırıp alttaki aç askerlere vajinasını tüm detaylarını cömertçe sergiliyordu.
Gözlerin olağan küçük kıpraşımlarının dahi büyük bir ziyan sayıldığı nadir anlardı. Askerler Yaralı Ceylan görmüş kurt sürüsü gibi ağzından salyalar akıtmaktaydı. Eğer kadın öne doğru bacak ayırmalarında küçük bir dikkatsizlik sonucu ayağa kayıp aşağı askerlerin içine düşerse, hiç kimsenin Emir-Komuta sistemiyle dizginlenebilmesine imkan yoktu. Kadın öne gelip bacağını her açtığında tam altında olup o şanslı yeri işgal edebilmek adına askerler birbirini ezercesine üst üste yığılıyorlardı. Benim bacağımdaki olağan dışı ağrı devam ettiği için yerimden kalkamıyordum, fakat kesinlikle ben de orada yerimi almak için istekliydim. Hatta sağlam olsam o noktada muhakkak ben olurdum.
Bu coşkulu ve ilginç eğlence türü bir süre sonra sona ermiş, boşanmaya başlamıştı. Salon az önce sahnenin önünde olan yığılma bu defa çıkış kapısında oluşmuştu. O sebeple kalkmak için acele etmiyordum. Yeteri kadar sakinleştiğini düşündüğümde, ortamın çıkış kapısına doğru yöneldim. Kapıya yaklaşmıştım ki tüm çıkışların ikinci bir emre kadar kapandığını, içeride kalanların salon temizliği yapıp öyle ayrılabileceklerine dair anons geldi. Kapıdaki subaylara üç beş kişi "Ben rahatsızım, hastayım, belim ağrıyor" söylemleri inandırıcı gelmediği için geri çevrildi. Ben gerçekten rahatsızdım, ama bu yaşananlardan sonra benim rahatsızlığıma kimsenin inanmayacağına emindim. O yüzden "Ben gerçekten hastayım" bile diyemedim."
Ne kadar şanssızdım! Hem kadını yakından görememiştim, hem de bacağımdaki rahatsızlık nedeniyle salonu temizleme işine katılmak zorunda kalmıştım. Burası, sanki dünyanın en büyük çöp yığınıydı. Kalabalık bitmek bilmiyordu, amele olmamıza rağmen askerin pisliğiyle gece yarısında koğuşa döndüğümüzde bitmişti. Bacaklarımda ince bir sızı vardı, bunu yorgunluğa verip bir an önce yattım. Ne kadar uyuduğumu bilmiyorum, ancak her iki bacağımda da dayanılmaz ağrılarla uyandım. Bacaklarımı yukarı kaldırdığımda ağrılar hafifliyordu, ancak aşağı sarkıttığımda beynimi zonklatan feci bir ağrı başlıyordu.
Askeri hastaneye götürüldüm ve yapılan ilk tekniklerde, bu ağrıların fazla ayakta durmaktan kaynaklanan sıradan ağrılar olduğu tespit edildi. Ağrı kesici iğne ve benzer ilaçlarla koğuşa gönderildim. Artık eğitim tamamlanmıştı ve herkes memleketlerine gitmeye hazırlanıyordu. 10 gün boyunca izin yapacak, ardından yeni görev yerlerimize gidecektik. Bu boş zamanları Tugay içinde farklı aktivitelerle değerlendiriyorlardı, ancak ben hala koğuştan çıkamıyor ve dayanılmaz ağrılarla yatıyordum.
Günler geçtikçe herkes memleketlerine tek tek gitmeye başladı. Benimle birlikte gelen kimse kalmamıştı. 400 kişilik koğuşta tek başıma yatıyordum. Birkaç gün içinde geçer denilen ağrılar bir türlü geçmiyordu. Kendimde herkes gibi memleketin dönecek sağlığı bulamıyordum. Sadece yemeğim getiriliyor, bunun dışında hiç kimse yanımda olmuyordu. Tuvalete bile gidemeyecek durumdaydım. Bacaklarımı aşağı indirdiğim anda acıyı yenmek için daha büyük bir acı gerektiğini o zaman anlamıştım. Her tuvalet dönüşünde rutin ağrımı bir süre hissetmez oluyordum.
15 gün boyunca böyle sahipsiz ve yalnız koğuşta geçti. Benimle gelen herkes gitmiş, ben tek başıma kalmıştım. Sonra bir usta asker koğuşa gelip "Baban gelmiş" dedi. "Ulan ne babası, bizde öyle bir şey bulunmaz" dedim. Lan vallahi baban gelmiş, oğlum bırak makarayı diye söyleniyordum ki o ana kadar hiç yanıma uğramayan bölük komutanı ile birlikte Baba koğuş kapısından içeri girdi. İnanmak güçtü, fakat Baba Erzincan’a gelip otobüsten yer ayırtmış, üstelik dinlenebilmem için bir otelden oda tutmuştu. İlk defa beni insan yerine koyduğunu hissettim. Bu iyi bir duyguydu.
Baba, tuttuğu oda ikinci kattaydı. Merdivenleri yürüyerek çıkabilmem için koluma girdi ve beni üst kata çıkardı. Terk ettiği yatağındaki Baba sıcaklığından sonra, ilk ve tek baba desteği buydu. Üzüm ve elma almıştı, sanırım peynir falan da vardı. Beni odaya bıraktı ve çıkarken kapının kapanmaya yakın arasından bakarak bir isteğim olup olmadığını sordu. 20 yıl sonra gelen en güzel baba cümlesiydi bu. Fakat içime bir bıçak gibi saplandı, ne diyeceğimi bilemedim. Bir an sonra "Evet, var sigara" dedim. Kendi paketinden 3-5 dal sigara bırakarak gitti.
Bacaklarımı aşağı bırakamadığım için otobüsün arka koltuğunu komple kiralamıştı. Duygulanmıştı, hele ki bana o yarım kapıdan çeyrek bir yüzle bir isteğim olup olmadığını sorması, kendi başına bir kitap olacak kadar derinlikteydi. Yıllar önce kör olmuş bir insanı eşsiz bir mehtaba çıkarmak gibi duygular yaşamıştım o anda, ama bu iyi gelmişti bana. Tamam, yine mehtabı görememiştim, fakat hissetmiştim. Belki gözlerimin açılmasına da yardım ederdi, kim bilir.
Sapasağlam ayrıldığım köyüme hasta ve omuzlar üzerinde geri dönmüştüm. Anam, araçtan öyle acınası bir halde indiğimi görünce anlamlandıramadı. Çok tuhaf bakışlarla beni uzaktan süzerek bir süre yanıma yaklaşmadı. Nasıl davranacağını ve ne söyleyeceğini bilemedi, garibim. Sonra yatağımın dibine gelip oturdu. "Ah benim analı babalı yetimlerim, nedir sizin bu çektikleriniz?" diye ağlamaya başladı. O ağlıyordu, ben ise boş bakışlarla tavanı seyrediyordum.
Geçmiş olsun" diyerek ziyaretime gelenlere aynı boş bakışları atıyordum. Hala yerimden kalkamıyordum. Köyden Rüstem adında bir arkadaşımın annesi, hıçkırarak ağlamaya başladı. O kadar çok ağlıyordu ki, oradaki kalabalık onu sakinleştirmekte zorlanıyordu. Bu kadar üzülmesinin sebebini anlam verememiştim. Tamam, beni severdi, fakat bu şiddetli hıçkırıklar aşırıydı. Acaba ciddi bir hastalığı mı vardı ve benden mi saklıyordu diye kuşkulanmıştım. Sonradan öğrenecektim ki ağlama sebebi benim durumumla ilgili değildi. Arkadaşım Rüstem’in yaklaşık bir ay önce traktörü tarlada devirip altında kalıp can verdiğini öğrenecektim. Kendime mi üzülseydim, yoksa arkadaşımın gencecik yaşta öldüğüne mi, annesinin haline mi bilemedim. Hayat ne acımasızdı. Üzüntüler gayet doğaldı. İyi olan şey ise köyümde olmamdı.
Birkaç gün sonra babam İstanbul’a döndü. Benim için Erzincan’a gelmiş, koluma girip ikinci kattaki otel odama çıkarmıştı. Her şeyden önemlisi, "Bana bir ihtiyacın var mı?" demişti. Gerçi bu ilk ve son olacaktı, ama duygusal yapım gereği ona olan hissizliğimin ölü dokularını canlandırıp tazelemişti. Tekrardan sevgi pıtırcıkları duyar olmuştum ona karşı. Sanıyorum 15 gün kadar köyde yatıp Samsun Askeri Hastanesi’ne kontrol için götürdüm. Bölümdeki doktorlar başıma toplanmıştı. Ciddi bir problemim olduğunu ilk defa orada sizinle görmüştüm. Yine yığınla iğne, ilaç ve bir ay yatak istirahatiyle taburcu edildim. Verilen ilaçlar beni ayağa kaldırmıştı. Tamam, rahatsızlığımı muhakkak hissediyordum, fakat kesinlikle daha iyiydim.
Bir ayın sonunda, yeni birliğim olan Siirt 3. Komando Tugayı’na teslim oldum. Bacağımda sorun kalmamıştı, sadece belli bir enerji kaybı vardı. Ama kendimi ardına geçilmez duvar gibi hissetmiyordum, eskisi gibi daha iyi olduğum kesindi. Kaydımı gezici bir dağ timine yaptılar. Komutanımız Erzurum İspir’liydi. Hiç de iyi enerji almadığı, ukala biriydi. Bir haftamız silahların tanınması ve arkadaşlarımızla tanışıp kaynaşma aktiviteleriyle geçti. Bana MG3 marka ağır makineli bir silah verildi. Aynı silahtan Düzceli bir asker olan Halil’e de verdiler. İkimizi birbirimize bağladılar. Amacımız, birlikte hareket ederek bir kişi gibi düşünmek ve korumak için yanımızdakini sürekli korumak ve kollamaktı. Hemen kaynaşmıştık. O da benim gibi duygusal, şiire meraklı biriydi. Benim gibi samimi, sıcak ve bir bakışla iki görünebilecek netlikteydi. Nişanlıydı. Sürekli nişanlısının fotoğrafına bakar, her fırsatta koynundan çıkarıp onunla konuşurduk.
Bir hafta sonra dağlara çıktık. Makineli tüfeğim ve erzak çantam dahil yaklaşık 25 kilo yük taşıyordum. Sürekli yüksek rakımlı dağlardaydık, ama artık güneş beyaza müsamaha göstermiyordu. Kış gücünü yitirip bir eşkıya gibi dağlara çekildiğinde, asıl eşkıyalar dağlardan ovalara iniyordu. Hemen her hafta bu tür gruplarla uzak taciz atışlarına giriyorduk, ama yakın bir temasımız olmuyordu. Dağlarda yatmak birçok asker için zulümdü, ama benim için aksine büyük bir heyecandı ve zevkliydi. Ne de olsa köydeki samanlıklar ve ağaç tepelerindeki deneyimlerim mevcuttu. Bu yüzden herkese zor gelen bu durum, bana eğlenceli geliyordu. Tek sorun, sırtımda onca yükle belirsiz istikametlere doğru bitmek tükenmek bilmeyen yürüyüşlerdi.
Hemen her gün tugay’dan gelen talimatlar doğrultusunda ayaklanıyor, dere tepe dağ taş yürüyor, yürüyorduk. İklimine alışkın değildim buraların, üstelik çoğu zaman dinlenebilecek tek ağaç gölgesi bile yoktu. Ah, Karadeniz gerçekten de ne güzelmişsin sen, diyordum bu uzun yürüyüşlerde. Bacaklarımda hafif şişlikler ve enerji kaybı hissettiğim oluyor. Bu durumda Halil, yüküme el atarak bana yardım ediyordu bu uzun ve zorlu yollarda. nişanlısının fotoğrafı her an elindeydi, öyle ki teneke kutuda konserve bezelye yerken dahi fotoğrafı kutunun kapağına yerleştiriyordu. Çok iyi anlaşıyorduk, sanki kardeş beyinlerimiz vardı. Yarım sözcük, kısa cümlelerle bazen hiç başka harekete ve eyleme lüzum kalmadan birbirimize çok şey anlatabiliyorduk. Bozuk psikolojimin bana sırtını döndüğü anlarda, o bana güven veren yüzünü dönerdi. Kardeş gibiydik, beni düğününe davet etmiş, hatta güzelliğinin reklamını yaptığı baldızını da bana istersen eğer ayarlayabilecek, bacanak yapacaktı kendine. Hatta "bacanak" diye hitap etmeye başlamıştı. Ruhsal her türlü problemimi, geçmişimi, hayata bakışımı, anlamlı veya anlamsız tüm düşüncelerimi onunla paylaşabiliyordum. Beni anladığını net şekilde hissettiriyor, çok yakınımda görüyordum onu, en az bacağım kadar zihnimde sakattı. Fakat Halil ile konuşmak beni rahatlatıyor, bir nevi tedavi ediyordu. Tim komutanımız, dikkatimizi dağıldığı gerekçesiyle kendisi haricinde kimsenin kimseyle konuşmasına pek izin vermezdi, agresif ve sert tavırlarla yaklaşıyor. Bir de ona karşı "soğuyuz" diye dert yanıyordu. Olumlu birçok şeyi kendi üstün başarısına, olumsuzlukların çoğunu ise askerin bilgisiz ve donanımsızlığına bağlıyordu. Sanki bir tek o kıymetli ve sadece o değerliymiş de, onun erleri olduğumuz için bu değerden bize de pay düşüyormuş hissine kapılırdık. Komuta edenler daha değerli olmasalar kimse bir başkasına buyruk veremezdi elbet, fakat talihin bazılarına tanıdığı bu sınıf etiketi ayrıcalığının, bu kadar ön plana çıkarılması da hiç de insanca gelmiyordu bana. Halil benim oradaki tek kazancım olmuştu, iyi ki de o vardı, yoksa kendimi birçok açıdan taşımam zor olacaktı. İkimiz de kuru fasulyeyi çok seviyorduk, dağdan inince ilk işimiz bezelye peksimetten bıkmış midemize güzel bir lokantada kuru fasulye bayramı yaptırmak, Askerlik bitince de ortak kuru fasulyeci açmak olacaktı. Ruh ikizi gibiydik, bana bir anlam kazandırmış, umut etmeyi öğretmiş, yaşama bağlılık duymamı gerektiren bir şeyler aşılamıştı. Boştum evet ama buna rağmen Derin bir adamdım ve derin dosta ihtiyacım olduğu dönemde karşıma çıkmıştı. Yaklaşık 3 aydır dağlarda oradan oraya yürüyüp duruyorduk. Güya Siirt 3. Komando tugayında görev yapıyorduk, ama orayı sadece bir hafta kadar görmüş, 3 gün içini gezememiştik bile. Bacaklarım günden güne olağanın çok dışında şişmeye ve beni taşımakta ciddi zorluk çekmeye başladı. Gece yatarken uyku tulumunun alt kısmına sırt çantamı koyup bacaklarımı yüksekte tutarak yatıyordum. Tabii o şekilde uyuyup da dinlenebilmek zordu, fakat bacağımın şişliği gece inse de ertesi gün tekrardan şişiyordu, çünkü sürekli yürüyorduk. O duyarsız gördüğüm komutanım bile sağlığım konusunda şaşılacak derecede hassastı. Bacaklarımı yüksekte tutmam için yardım ediyor, sırf benim çok zorlanmamam için timi de yormuyor. Erzak çantamı dahi bazen bizzat kendisi taşıyordu. Hastaneye göndermeyi teklif ettiğimde, bacağım bizim için önemli Abdullah, diyordu. "Bizim için" senin için değil de bizim için demesi ne kadar ayrımsız ve gönülden bir söylemdi. Böyle şeylere alışık değildim, Benim problemimin başkaları için böyle önemli olmasının candan ifadesi ile ilk defa karşılaşıyordum, bu çok hoşuma gitmişti. Anında duygularımın kapakları komutana karşıda sonuna kadar açılmıştı. Meğer benim komutanım ne özel, ne güzel bir komutandı. Yine bağırıp çağırırdı, yine aynı beylik nutukları attığı oluyordu, fakat ne yaparsa yapsın sert ya da ukala gözükmüyordu artık gözüme. Hastaneye götürülmem ırarını kesin bir dille reddettim, idare edebilirdim. Zaten Bir haftaya kadar da tugaya dönecektik. Halil başta olmak üzere, artık komutanım da dahil, timi yalnız bırakmam doğru olmaz diye düşünüyordum. Ben tabiki bir Rambo değildim, kuvvetli bir ihtiyaç da yoktu bana orada. Ben giderdim yerime hemen başkası gelirdi, fakat onları bırakıp gidersem, aylardır beraber olduğum insanlara karşı sanki bir yanlış yapmış olurum gibi hissediyordum. "Peki o zaman," diyordu komutanım. "Oğlum, zaten asker hastalanmaz, asker üşümez, asker acıkmaz." Yılmaz ile devam eden bir yılğın, bilindik nutuklara geçiyor, "aferin, aferin sana," diye bitiriyordu. Geceleri çok keskin ayazlar olurdu, bu duruma da köprü altlarında, parklarda, samanlıklarda yatmaktan alışkındım. Bir de uyku tulumu büyük lükstü, tam ortopedik bir yatak gibi gelirdi bana. Halil soğuktan üşürdü, soğuktan hiç hoşlanmamasına rağmen soğuğun ondan hoşlanmadığını söylerdi. Bazı geceler herkes uyurken, biz ikimiz ve nöbetçiler kalır bir kaya kovuğunda uzun uzun sohbetler ederdik. Ona Dilara’dan, Serkan’dan, orman santralinden, çapkın abilerimden bahseder eğlenirdik. Hemen her konuyu tartışırdık, söylem ve düşüncelerimi çok farklı bulur, yaşamış olduğum zorluklara rağmen deli fikirlerimi yüceltir, zekama tapardı. Fakat kısa düşünceli olduğum konusunda hemfikirdik. O uzun ileriyi gören planlar yapacak, ben bunun üzerine kısa ve yaratıcı zeka ile bu planlara kafa yoracaktım. Ortayı böyle bulacak, ikimiz dengeli tek bir kişi olacaktık.
Bir tepenin yamacında akşam yemeği molası vermiştik. Güneş, karşı dağlarda alçalırken verdiği sarımsı görüntü mükemmeldi. Halil nişanlısının fotoğrafını yine çıkarmış, batmaya başlayan güneşe tutuyor ve " her batan güneş senin şafağına beni daha da yaklaştırıyor, sevgilim," diyordu. Yine anlaşılmaz harici mırıldanmalarla uzun uzun o fotoğrafa baktı. Ağlamaklı olduğunu anlamıştım, birbirimizin yanında ağlamaktan çekinmezdik. Bizim her sırrımız ikimizin de bildiği gizli şeylerden ibaretti. Sonra bana dönüp, o duygusal havasını kırmak adına " o kuru fasulyeci yok mu, onu açacağız değil mi bacanak?" dedi. Gözleri hala doluydu. "Tabii ki açacağız," dedim. "Bizi birbirimize verdiğimiz sözden sadece ölüm ayırır, biliyorsun. O da en az benim kadar duygusal derinliği olan bir çocuktu . Zaten Bizi samimi dost yapan da aramızdaki bu en güçlü insan bağı değil miydi?"
"Abdullah, inan sana şu an sarılıp bir süre ağlamak için can atıyorum, ama insanlara rezil olmayalım şimdi. Fakat unutturma, o hakkın baki kalsın, olur mu?" dedi. O bilindik hak söylemenin kapısına dayanmıştık. Dokunsalar, ikimiz de ağlayacaktık. Ben de duygulanmıştım. komutanın "tim kalk!" emriyle bu duygusal hava bozuldu. Halil hemen sağımda yürüyordu. Sanırım 5 dakika falan ilerlettik. Tek el bir silah sesi duydum önce ve aynı anda yüzüme sıcak bir madde geldi. Öyle ki, bu sıcak ve sıvı madde gözlerimin içine kadar girmişti. Sonra "yat yat yat" seslerini duydum. Ciddi bulmadım çünkü ara sıra böyle gereksiz şakaları komutandan izin alarak yaptığımız olurdu. Halil mutlaka yüzüme az önce ısıtılan konserveden atmış ve şakaya inandırıcı etki katmak için de tek el ateş edilmiş.ti. Ve inanmadığım anlaşıldığı için hala ateş edilmeye devam ediliyordu. Etrafı görmemi engelleyen konserveyi bir elimle gözlerimden silerken, diğeriyle de sırt çantamın fermalarını bulmaya çalışıyordum. Sırt çantamdan en az 3-5 tane bezelye alıp Halil’i yere yatırarak yüzüne, gözüne, koynuna dolduracaktım. Gözlerimi zor bela temizleyip açabildiğimde, ilk olarak elime ve yüzüme bulaşanın bezelye değil karnıbahar olduğunu fark ettim. Sıvı ve yapışkan sanki Çiğ yumurta beyazı içinde karnabahar parçacıkları her yanıma doluşmuş gibiydi. Şaşkındım çünkü bizim böyle bir erzağımız yoktu. Kafamı Halil’e çevirdiğimde yerde yatıyordu ve herkeste şaka değil gerçek bir panik vardı, tim sahici bir yaylım ateşi ve mermi sağanağı altındaydı. Halil’in kafasının yarısı yoktu. Tekrar panikle hızlı bir şekilde yüzümü sildim, kapadığım gözlerimi tekrar açtım. Her şey aynıydı. Bu hareketi ne kadar tekrarladıysam da, gözlerimi her açışımda gördüğüm sahne değişmiyordu. Elimde yapışkan sıvı içerisinde karnabahar parçacıkları ve yerde yarım kafasıyla Halil, elime, yüzüme bulaşanın karnabahar değil, Halil’in beyninin yarısı olduğunu kavramamış, hala karnabaharı sorguluyordum. Ya da aklıma, duygularıma taşıyamayacağım yük bindirmemek için kendimi kahretmemek için bir şey için, her şey için, herkes için zihnimin tüm ilgisini karnıbaharda tutuyordum. Halil’in beyni tam yüzüme patlamış önümde yatıyordu, göğsünde ise patlamak üzere olan, yaşanmamış bir yaşam... Bir put gibi dikiliyordum ayakta, hiçbir şey düşünemiyordum. O anda bir şey düşünmeli miydim? Mesela karnabaharın nasıl yetiştiğini, nasıl piştiğini? Fakat zihnim bomboş kalmıştı. Sağımdan, solumdan, gelip geçen mermi sağnağı altında kaldığımı görsem de yere ve sağda solda kayalara isabet eden mermilere öylesine bakıyordum."
Üzerimize doğru yağan mermilerden dolayı, Halil’i gri bir toz bulutu altında, dumanlı bir şekilde görüyordum. Bu bana bir hayalmiş gibi geldi., belki de gerçek olmayabilirdi bu. O sağımdan solumdan geçen mermi rüzgarları hiç durmuyordu, kesik kesik. Fakat sürekli yüzümü, saçlarımı ve şakağımı ılıman ama sert ve keskin bir şekilde yalayarak geçiyordu.
Bir ismin ardına veya önüne "yat yat yat" eki konularak, farklı kişiler tarafından bağırılıp tekrarlandığını duyuyordum. Bu ismin bana ait olduğunu idrak etmemle birlikte, tekrar bu idraki kaybetmem bir oluyordu. Acabaya düşüyordum ve sanıyorum bu durumu tekrar tekrar 5-10 defa yaşadım. Toz bulutu biraz dağılır gibi olduğunda Halil’i tekrar gördüm. Hiçbir şeyden emin olamıyordum, hele ki Halil’in kafatasının yarısının yok olmuş şekilde önümde yatıyor olmasının imkanı var mıydı? Ya da tek gözünün bol kıvrımlı beyaz bir iple telefon avizesi gibi uzatılarak göğsünde duruyor olması mümkün müydü?
Kesinlikle kabus görüyordum. Akıllılık edip kendimi tokatlamalıydım. Bu fikir nereden aklıma geldi bilmiyorum. Kendime vuruyor, vuruyor, vuruyor fakat bir türlü uyanamıyordum. O anda bir patlama duyar gibi oldum. Girişi çok güçlü ve sesli, sonrası kulaklarında belli belirsiz bir çınlama ve sonra derin bir sessizlik. Sanki hiç kulaklarım yokmuş, hiç olmamış ve ben duymayı hiç bilmiyormuşum gibi bir sessizlik.
Yine her yanı toz bulutu sarmıştı ve elimin tam üzerinden kocaman bir yara almıştım. Acı yoktu ama kopmuş deri ve bileğimden aşağıya doğru akan bolca kandan yaranın varlığı gözle görülüyordu. O an aklıma gelen tek şey, yine bir halk söylemi olan "kan görüldüğünde o rüyanın bozulduğuydu". Rüya görüyordum ve uyandığında bu da bozulacaktı. Bu iyiydi, o halde bana düşen bir an önce uyanmaktı.
Patlamanın sarsıntısını atlatınca tekrar kendimi tokatlamaya başladım. Gözlerimden yaşlar geliyor ama canımın yandığını hiç hissetmiyor, bir türlü kendimi uyandıramıyordum. Daha güçlü bir şeye ihtiyacım vardı. Halen mermi rüzgarlarını hissediyor, karşı kayanın ucunda bize doğru ateş eden namluların ucundan çıkan kıvılcımları görebiliyordum. Kendime ateş ettirmeye karar verdim. Eğer o anda Onları görmesem, aslında yapmam gereken en pratik şeyin kafama sıkmak olduğu açıktı, belki bunu yapacaktım da fakat bana doğru ateş eden namlılar görünce bunu düşünmeye fırsatım olmamıştı.
Hava artık yeni batan güneşin ardında kalan loş bir aydınlıktaydı. Açıktan kıvılcım saçan namlılara doğru yürümeye başladım. Hiç hedef gözetmeden ateş ediyordum. Tekrar yat sesleri ve tekrar o isim. Artık idrak edebiliyor ve o idrakta sağlıklı bir kavramda kalabiliyordum. Bu isim bendim, fakat bu defa da benim yatmaya niyetim yoktu.
Yine o rüzgar, bir kadın gibi belki bir baba şefkati gibi saçımı ve yanağımı okşayıp geçen Rüzgar altında yürümeye devam ediyordum. Bu esnada üzerime doğru Ateş edilen mermilerden ben değil Silahımın şeridi isabet aldı ve silahım tıkandı. Tetiğe ısrarla basmaya devam etsem de, silah komutlarıma cevap vermiyordu. Tüfeği elimden atıp yürümeye devam ettim. Bana bir şey olmazdı. Rüyadaki kurşunla ölecek değildim ya...
Üzerime doğru Ateş edilen namlılarla mesafemi oldukça kısaltmıştım ki, ansızın üzerime atlayan asker arkadaşlarım tarafından yere yıkıldım. Bu defa komutan beni tokatlamaya başladı. "Kendine gel, kendine gel lan!" diyor, iki eliyle sağlı sollu tokatlıyordu beni. Ne kadar uğraşsa da, beni uyandırmayı o da başaramadı. Göğsümdeki belki yıllardır unuttuğum o kabartı tekrar başladı. Boğazımda aynı yengeç saldırmış gibi, güçlü bir kıskaç hissi oluştu. Ne öksürebiliyor ne de nefes alabiliyordum.
Kalkmaya zorluyor fakat üzerimdeki askerlerle baş edemeyip tekrar geri düşüyordum. Sıhhiye çavuşunun elindeki şırıngayı fark ettim. İlaç şişesine iğneyi sokmaya çabalıyor, fakat ağlamaktan titreyen ellerine hakim olamıyor, Bir türlü bunu başaramıyordu. Sakin olmam için o da çırpınıyor olsa da, kendisinin de sakin olamayıp ne yapacağını bilmez halde titrediği açıkça görülebiliyordu.
Üstelik, benim sakin olmam neden bu kadar önemliydi? Uykuda olduğuma emindim. Tek yapmaları gereken, başıma birinin gelip "Hey, haydi kalk bakalım artık!" demesiydi. Üzerimde olan 3 -5 asker kalkmama müsaade etmiyor Büyük bir kaya dibinde yerde tutulmaya çalışıyordum. Elimin üzerindeki kanı tekrar fark ettim. Bu yarayı Daha fazla kanatmalı, canımı daha da yakmalıydım. Belki o zaman uyanabilirdim. Elimin üzerini tüm gücümle kayaya vurmaya başladım ve böylelikle yara daha da büyüyüp parçalanmıştı, kaya üzerinde derimin dokularının kaldığını görebiliyordum. Fakat hala acı yoktu, bu da rüya gördüğümün en büyük kanıtıydı. Daha sert vurmam gerektiğini biliyordum, ama gittikçe enerjimin düştüğünü hissettim. Müthiş bir ağırlık çöktü üzerime, değil kayaya vurmaya devam etmek, elimi kaldırmakta, göz kapaklarımı dahi açık tutmakta zorlanmaya başladım. Uykum gelmişti, çok uykum. Uykudayken uykumun geldiğini ve uyuduğumu mu görüyordum yani? Sonra helikopter pervane sesleri duydum ve sonra yine o rüzgar, ama bu rüzgar sağımdan, solumdan anlık geçen kısa esintiler gibi değildi. Bu, tüm bedenimi güçlü bir esinti altında tutan çok daha güçlü bir rüzgardı.
Sonra, olmaz olan oldu ve birdenbire uyandım. Bir hastane odasında tek başıma yatıyordum. Hemen yanımdaki karanlık pencereye doğru başımı uzattığımda, uzakta bir tepede sarı ışıklar içinde parlayan Anıtkabir’i gördüm. Tıpkı ilkokul kitaplarımızdaki gibi görünüyordu. İsa amcamın siyah beyaz televizyonunda izlediğimiz TRT’nin, kapanma saatinde önünden askerlerin uygun adımlarla geçtikleri gibiydi tıpkı. Ve ben Ankara’daydım. Ne zaman ve nasıl buraya geldiğim hakkında bir fikrim yoktu.
"Halil! Hemşire! Doktor!" diye bağırmaya başladım. Uyanır uyanmaz ağlamaya ve acı çekmeye başladım. Bilincim yerine gelmişti ve ben aynı anda acı çekmeye başladım, acıdan kurtulmak için bilincimin yerinde olmaması mı gerekiyordu, Şimdi bu nasıl bir durumdu? İçeri koşarak gelen kişiler, panikle bana bağlı aletlerini kontrol etmeye başladılar. Serum hortumuna iğne yaparlarken sahte tebessümlerle de benimle ilgileniyormuş gibi yapıyorlardı. Oysaki artık bana fayda sağlamak denizdeyken gemi yapmaya benziyordu. Sorduğum tüm sorulara kaçamak ve alakasız yanıtlar veriyorlardı. Bu soruların cevaplarını bir başkasının vereceğini ve onun da az sonra yanımda olacağını söylüyorlardı. Halil hakkında hiç kimse bir şey bilmiyordu. Gülhane Askeri Tıp Akademisi’ne o sabah getirilmiştim, ancak bu kadarını biliyorlardı. Üst üste sorularımda bir süre sonra ağlamam gibi ağırlaştı. Sonra yine baskın bir yorgunluk ve uyku moduna girdim. Derin, ama çok derin bir uyku...
Ne kadar sonra bilmiyorum ama sert bir şekilde tekme yemiş gibi yerimden zıpladım. Timle beraber dağın başındaydık ve Halil hemen yanımda oturuyordu, dağın karşı yamacında batan güneşe bakarken nişanlısının fotoğrafını güneşe doğru tutuyordu. Hemen yerimden kalkıp çevreyi kontrol ettiğimde her şey normal gözüküyordu. Elimin üzerine baktım, ne kan vardı ne de sargılar. Algılarım sağlıklı ve tüm hücrelerimde tazelik vardı, bütün kavramlarımla Olabildiğince yaşam doluydum. Kendime tokat attım, canım yandı. "Tanrım!" diye bağırarak Halil’e koştum ve sarıldım. Gerçekti, hiçbir şeyi yoktu. "Ne oluyor, oğlum sana?" dedi tuhaf tuhaf bana bakan Halil. Tekrar sarıldım, güçlü bir şekilde sarıldım ve kollarım arasında onun dost varlığını tüm gücümle hissettim. Sarılmayı ertelediğimiz için hem ona hem de kendime kızdım. Sevdiğin birine sarılmak ertelenecek bir şey miydi? Varsın herkesin içinde ağlasaydın, özgürce, arkadaşça, en içten duygularla birine sarılabilmek için tüm dünyaya rezil olmaya değerdi. Kaldı ki, rezilliğimizin sebebi duygularımızın, insana karşı en insanca açığa vurumu olsundu. Daha da sıkı sarılıp ağlamaya başladım. O da bir şey anlamamıştı, şaşkın şaşkın yüzüme bakıyor ve hala "Ne oldu? Neyin var, oğlum senin?" diyordu.
Gerçi, şaşırmak da son derece haklıydı. Nereden bilecekti ki gördüğüm kabusun bu kadar gerçek olabileceğini? Onu yaşamayan, korkumun derecesini nasıl anlayacaktı? O an Halil bile beni çözemezdi, O sebep, ilk defa beni anlamamış olmamasını yadırgamıyordum. Gördüğüm kabusu ona anlatmalıydım, fakat hala etkisinde olduğum için bunu yapmadan önce kendimi ve Halil’i korumak için, güvenli bir yerde olduğumuzdan emin olmak gibi karşı konulmaz bir istek duyuyordum.
Koluna girdim ve 50 metre ileride gözüken bir kayanın dibine götürmeye karar verdim. BEn kolundan çektikçe o bana "Lütfen saçmalama, ne yapıyorsun?" diyerek gülmeye başladı. İlk defa birbirimizi anlamıyorduk. İlk defa ben ona,Leb demeden o bana çorum’un bütün ilçeleri ve köylerini saymaya başlamıyordu. Fakat bana da direnmiyor, itiraz etmiyordu. Psikolojik dengesizliğimi zaten yeterince biliyor, beni iyi tanıyordu.
İstediğim güvenliği kayanın dibine ulaştığımızda, birçok yanımız kapalı olmasına rağmen hala kendimizi güvende hissetmiyordum, İçimde önlenemez bir tedirginlik hissi, rahat vermeyen bir sıkıntı vardı. Gözlerime hala yarı tebessüm ve tam bir tuhaflıkla bakan Halil’de "Bacanak, anladım, sen burada da rahat edemedin. Hadi çıkalım, başka bir yere geçelim madem," demiyordu. Bu kopukluk hiç hoşuma gitmemeye başlamıştı. Normale döndüğümde, bunun sitemini ondan muhakkak çıkaracaktım.
O esnada yere çöküp koynundan nişanlısının daha büyük ve etrafı lale desenli bir fotoğrafını çıkardı. Bu fotoğrafı ilk defa görüyordum, açıkçası alınmadım da değil. Neden bunu benden gizleme gereği duymuştu? Aynı düşüncelerde aynı ruhta, sırt sırta verip işeyecek kadar yakınken, herhangi bir şeyi benden gizlemesine üzülmüştüm. Ayrıca nişanlısının fotoğrafını benden saklamazdı, sürekli bana gösterdiği bir şeydi, bunu neden göstermemişti anlamamıştım. Aklımı okumuş olmalı ki, "Bak, bu yeni geldi. Dün bizimkiler geldiler. Onu daha büyük görmemi sağlamayı düşünmüş olmalı ki bunu göndermiş. Neyse, onun büyüklüğü ölçüsünde benim var neyim var dünyada," dedi. Yüzü kötü bir hal almıştı, hiç görmediğim sinsi bir ifadesi vardı. Yalan söylüyordu, bu bariz belliydi. Üstelik dün nasıl gelmişlerdi? Biz aylardır dağlarda değil miydik? Konunun üzerine gitmeme fırsat kalmadan, bir silah sesi duydum. Sonra bir daha ve hemen ardından üzerimize doğru seri bir şekilde kurşun yağmaya başladı.
İşte bu defa her şey gerçekti. İyi ki kendimizi o pusuya atmıştık. Gördüğüm rüya, ne kadar kabus olursa olsun, demek ki bir işaretti. İçime doğmuştu. Ne kabusumdaki gibi toz bulutu vardı, ne de nereden geldiği belli olmayan mermiler. Hemen tüm teröristleri görebiliyordum, o kadar kalabalıklardı ki, sıralı karınca sürüsü gibi karşı yamaçtan dereye doğru ateş ederek iniyor, bize yaklaşıyorlardı. Bu görüntü, bana ormana kurduğum telefon santralinden ayarladığım karşı mahallemizdeki yamaçtan dereye doğru inen Nilhan ismindeki o kızı hatırlatmıştı. Tek bir farkı vardı; orada o kızı becerecek olan bendim, burada ise eğer kendimizi korumazsak, becerilecek olan bizlerdik.
Çok mermimiz vardı, ama o sonu gelmeyen kalabalık için asla yeterli değildi. Halil hala fotoğraftan başını kaldırmıyor, bağırışlarım ve çırpınışlarım beyhude kalıyordu.
Halil’in bana ihanet etmiş olması gerçekten mümkün müydü? O benim tek dostumdu ve beni en zor anımda satmış mıydı? Teröristler tam dibimize kadar sokulup bulunduğumuz çukura doğru yürümeye başladılar. Ne kadar ateş edersem edeyim, faydası olmuyordu. Sonra üç beş kişi üzerime atladı. Tüfeğime iki kişi tutunmuştu, ama ben vermiyordum. Onlar çekiyor, ben çekiyordum. Abdullah bey, "Sakin olun" diyordu. Birisi söylüyordu, ama kim olduğunu görmüyordum. Hem nasıl sakin olabilirdim? Sakin olunacak zaman mıydı hiç? Beni yere yıkmışlardı, hala tüfeğimi almaya çalışıyorlardı. Tam bu esnada kalçamda bir acı hissettim, biri beni bıçaklamış olmalıydı. Yine Abdullah bey, "Sakin olun, lütfen" söylemlerine devam ediliyordu. Bir de kadın sesi eklenmişti bunlara, fakat hiçbir kadın görmüyordum. Üstelik, bu dağ başında benim adımı kim biliyordu? Halil’i de göremiyordum artık ve kalçamda tekrar bir acı daha hissettim. İkinci kez bıçaklanmış olmalıydım. Tüfeğimi hala bırakmıyordum ve bu esnada gri gölgeler görmeye başladım. Sonra bu gölgeler beyazlaştı, bilincimin bağı kopmuş zihnimdeki bulanıklık doruğa ulaşmış olmalıydı. Gri gölgeler farklı şekiller halini almaya başladı. Bazılarını meleklere, bazılarını ise ancak rüyalarda görülen6 ak sakallı dedelere benzetmeye başladım. Ölüyor olmalıydım ve bu gördüklerim, sanırım meleklerdi. Şükürler olsun, sonunda her şey artık bitecekti ve melekleri gördüğüme göre cennet ve cehennem gerçekten var olmalıydı. Sanırım cennete gidiyordum, bunlar da beni karşılamaya gelmişlerdi. Gölgeler artık daha da belirginleşmeye başladı, zihnim ve tüm kavramların bir burgu gibi dönerek ilerledi ilerledi ve bir koridorun içinden geçerek son noktaya vardığı anda netleşti. Üzerimde bir doktor, iki hasta bakıcı ve iki hemşire duruyordu. Elimden koltuk değneğimi almaya çalışıyorlardı. Beton bir zeminde yerde yatıyorduk, hastanedeydim. Hemşire, "Sakin olun, Abdullah bey, lütfen sakin olun" söylemlerini tekrarlıyorken doktor ise, "Tamam, tamam, kendine geldi galiba. Evet, kendine geldi" diyordu. Kendime mi gelmiştim? Hangi kendime? Hayır, kendim Halil’i bıraktım yerde, az önceki siperdeydim, nişanlısının fotoğrafına bakarken bırakmıştım onu. Yoksa beyni parçalanmış, gözü yerinden fırlamış, yerde yatarken mi Bırakmıştım ben onu? Gerçeği algılayamıyordum fakat oralarda bir yerdeydim. Bu kesindi. Öyleyse, ben kime, nereye, kim için, nasıl gelmiştim?
"Sakin mi olmalıydım? Halil’in nişanlısının fotoğrafını batan o güneşle eşleştirdiği zamanki kadar sakin olabilir miydim mesela? Yoksa o kuru fasulyeci dükkânının açılışını iki kadeh rakıyla kutlayacağımızın hayali kadarmı sakin? ’Ne sakine lan’ dedim, kime ne olduğunu bilmeden bir yığın küfürler ederek yerimden kalkıp pencereden kendimi atmaya koştum. Ancak iki adım atamadan bedenimde büyük bir ağırlık ve beni tutanların da çekiştirmesi ile tekrar yere düştüm. Kalçamdan bıçaklanmadığıma göre hissettiğim o acı hissi en az iki kez iğne etkisi olmalıydı. Beni yatağa taşıdıkları anda göz kapaklarım düşü düşü vermeye başladı ve ben tekrar Derin bir uykuya daldım. Uyandığımda kendimi başka bir odada buldum. Bu odanın pencereleri dışarıdan demir parmaklıklarla korunuyordu. Tekrar uyudum. Hatırlayamadığım bir sürü rüya ve gerçeklerin, kabuslarım arasında kaybolduğu bir durumdaydım. Rüyalar içinde rüyalar görüyor, dünyalar içinde dünyalarda yaşıyordum. Ancak neyin gerçek, neyin rüya, neyin hayal olduğunu anlamakta güçlük çekiyordum. Her uyanışımda ilk işim nerede bulunduğumu ve gerçek olanın ne olduğunu anlamaya çalışımak oluyordu. Gerçeklik kavramını Hastanenin beyaz duvarlarının renginden anlamaya çalıştım başlangıçta. Sonra zihnim buna alışarak, gördüğüm rüyaların kabusların bir çoğu hastanelerde veya beyazla kaplı odalarda gerçekleştiği bir duruma dönüştü. Gözlerimi herhangi bir noktaya odakllayıp sabit kalarak tamamen orada tutunmaya çalıştığım da oldu. Başarılı olduğumu söyleyemem çünkü zihnimin bir kısmı o anki zamanda yaşarken, diğer kısmı sürekli başka boyutlara kayarak bu defa Rüya görmesem de geçmişe dalıyor kendime acı çektirecek bir yol buluyordum. Öyle ki, bir yıl veya daha önce yaşanmış olaylar aklıma geliyor ve bunlara anlık tepkiler veriyordum. Durduk yerde sinirleniyor, bağırıyor, ağlıyor, gülüyordum.
Bir yığın harika fikir zihnime hücum ediyor, bu halim birkaç dakika sürüyor ve sonra bu fikirler bilincimde dönmeye başlayarak bir girdap oluşturuyor. Ardından, doğru yanlış, ne kadar düşüncem varsa hepsini bir anda yok edip karanlığına gömüyordu. Uyuyamıyordum, gerçi uyumak da istemiyordum. Rüyalarımın gerçek etkisinden yorulmuştum artık. Bir nevi ruhsal ve bilinçsel mengene kıskacından kurtulamıyordum. Gece süresinin ne olduğunu, onu üçe dörde bölen gözlerim bile bilemezdi. Zamanları 3-4 farklı yaşamdaymış gibi algılıyor, hangisinin gerçek yaşam olduğunu ayırt edemiyordum. Köyümde görüyordum kendimi, sonra yine dağ başında asker arkadaşlarımla birlikteydim, sonra Halil’i başka mekan ve bambaşka şekillerde görüyordum. En çok da onun ruhsal ve psikolojik ağırlığı yoruyordu beni; onunla ikinin biri olmaya o kadar alışmıştım ki kendimi yarımdan daha fazla hissetmiyordum artık. Zihnimin sürekli alan değiştirerek bölümden bölüme geçtiği bu durumlarda bilincim, onun bu kavramsal hızının takip etmekte zorlanıyor, aslında hiçbir şey olmamasına rağmen çok fazla şey oluyor yoruluyordum. Sürekli yatıyordum ve daima yorgundum. Bu durum, çekmem gereken acının ağırlığından kurtarıyordu belki de beni, Tanrım sana şükürler olsun diyordum. İyi ki de psikolojim bu kadar sakatlandı, yoksa tüm bunlara nasıl dayanırdım? Acı ve boşuna direnişin verdiği yorgunluk, sonra ona boyun eğişin sağladığı huzur ile dertlerimi anlık olarak unutabiliyordum. Olağan insanlar tarafından bilinen hiçbir acı türü ile karşılaştırılamaz bir şeydi bu. Bunları değil, yazmak içimden tekrarlayabilmek bile zorluyor beni. Dilin ve yazının duygusal kullanılışı, bilgiyi iletmekte başarısızdı sanırım, ya da buna Benim gücüm yetmiyor. Yaşadıklarımın yıpratıcı etkisinin tam ortasında, anılarımın ve zihinsel dehlizlerimin çukurundaydım. Fakat hiçbir şeyin gerçek olmadığını varsayan, kendime özgü bir oylum içinde olan yanımda vardı. Her iki bacağımda da ağrılar hissediyordum. Psikolojik acının elbette ki güç, büyüme, yaratıcılık gibi ödülleri de vardır. Belki de tüm cehaletime rağmen, edebiyatın yüksek alanına burnumu sokma cesareti gösterip kendi hayatımı yazma çabam, bu etkilerin itici gücüyle oluyordur. Şimdi..."
Halil şehit olmuştu, yaşantıladığım kabuslar içinde en korkunç olanı, en gerçek olanı çıkmıştı.. komutanımız ismail bir mayına basmış, sol bacağı kopmuştu. Ölüme son derece hazırdım ve onu kucaklamak için üzerine bir hedef olarak yürümeme rağmen ben ölememiştim. Fakat yaşama sımsıkı sarılmasını gerektiren ve hayata karşı bir yığın sorumluluğu olanlar sevenlerini ardında bırakarak hiç istemeden ölmüşlerdi. Yüzüme bir fahişe gibi ve daha önce bahsettiğim üzere belki bir despot baba şefkati gibi okşayıp sağından solundan geçen mermiler bana değmeyip ardımda siperde yatanları bulmuştu. Bu nasıl işti çok sorgulayacaktın bunu, aradan yıllar geçmesine rağmen halen sorgulamaktayım ve cevabını bulamadım. Yine de hala asıl gerçeğe dönemiyor duygularımı içinde bulunduğum durumdan uzağa taşıyamıyordum. Zaten dengesiz olan psikolojimin zinciri tamamen kırılmıştı. Zihnimin hala bana oyunlar oynadığını düşünüyordum, uyuyup uyandığımda ya da ani bir dürtülme ile kendimi köyde cömerti otlatırken ya da tütün tarlasında tütün dikerken bulabilirdim. Ya da kahvenin arka bahçesinde televizyon izlerken, veyahut ağaç tepesindeki telefon santralinde bulabilirdim. Bunların kuvvetli ihtimali öyle olağan geliyordu ki bana, ister istemez kendimi sürekli bir acaba kavramından kurtaramıyordum ve sonra tüm gücümle yüklendiğim bu düşünce tarafından geriye aynı güçle itiliyordum.
Bir şaka mıydı bu? Öyle ise, bu şakayı kim yapıyordu? Komik miydi bu? Evet, aslında bal gibi de komikti. Bu düşüncelerin kurgusundayken bal ile komikliğin alakasızlığını birleştirmek garipti sanki, sonra o da komik geldi. Her şey olabildiğince komikti, ince bir tebessümle gülmeye başladım. Sonra bu gülümseme kahkahaya döndü, o kadar çok kahkaha atıyordum ki gözlerimden yaşlar fışkırıyordu. Kahkahaya harcadığım Efor yüzünden elimin üzerinin sızladığını hissettim ve baktığında oradaki yaramı hatırladım acıyor ve kanıyordu, Sanki kahkaha atmak için bile canımın yanması, kanımın akması gerekiyordu; ancak bunlar karşılığında gülebilmem mümkün oluyordu. Bunun fark etmem de komik gelmişti bana. Hemşirelerin ansızın içeriye girmesiyle kahkahayı bir bıçak gibi kestim, sonra içimde benden daha büyük bir güç kahkahayı ağzıma doğru ittirdi ve kendimi tutamayıp tekrar patladım. Sanki kahkahayı yokuş aşağı kovalıyor gibiydim. Bir nevi kriz geçiriyor olmalıydım, gülmekten yorulmuştum artık durmak istiyordum, fakat mümkün değil, kahkahamı yakalayamıyordum.
Tanırım, ne çok güldürüyordun beni, sana ne kadar şükretsem azdı. Neye gülüyordum? Hiçbir fikrim yoktu ve bunun bilincinde olmak beni daha da güldürüyor, tüm o boş neşeyi en baştan alarak tekrar tekrar kahkaha atmama sebep oluyordu. Serumuma yapılan iğne de komik gelmişti bana, hemşirelerin neşeme ortak olmak için hafif bir tebessüm etmek yerine ciddi ciddi bakıyor olmaları da komik gelmişti. O hallerine de gülüyordum. Kendilerini benim gözümde göremediklerine hayıflandım, oysa ki ne komikler. Sonra bir tanesinin bakışında acımaklı bir his yakaladım ve bu his bulaşıcı bir hastalıkmış gibi orada bulunan diğerlerine de geçiverdi, hepsi aynı acımayla bakıyorlardı o anda bana. Tamam, psikolojik yapım örselenmiş ruh halim parçalanmıştı, fakat zaten doğuştan kırılgan olan duygusal yönüm bunlardan daha fazla hasar almış, daha da hassaslaşmıştı. Ve o bakışlardaki durum ne acınasıydı, o kadar güldüğüm için utandım ve tüm neşem bir anda kaçtı. Sonra, onların bu acı dolu bakışlarının benim berbat halimin gözlere yansıması olduğunu kavradım.
Ansızın yoğun bir hüzün kapladı içimi, eminim bu defa çok ağlayacaktım, fakat o isteği kendimde bulamadım. Gözlerimde kahkahadan kaynaklanan gözyaşlarına, içimde yeni oluşan sızının ürettiği ve aynı kanaldan gelen gözyaşları karıştı. Bu ilk oluyordu, son da olmayacaktı. Yine yorgun hissettim kendimi, yorgundum, çok yorgun. Sonra yine uyumuşum, uyandığımda hastanenin temizlik personelinin içeriyi itina ile temizlediklerini gördüm ve masa üzerinde rengarenk çiçekler vardı. Hemşireler ve doktorlarda ayrı bir disiplin gözlemleniyordu, bunun sebebinin büyük rütbeli komutanlar veya siyasi birilerinin geleceğinin öğrenilmesinden kaynaklandığını daha sonraki günlerde de anlayacaktım."
Uyandığımda, başımda oldukça şık ve zarif bir kadın duruyordu. Elinde kalem ve defterle bir şeyler yazıyorken Benim uyandığımı fark edince sevimli bir gülümsemeyle dönerek "Günaydın" dedi. Bu kadının oldukça önemli biri olduğu belliydi, çünkü servisin profesör hocası bile onun karşısında saygıyla duruyordu.
"Halil’i, komutanımı ve diğer asker arkadaşlarımı sordum. Biraz sonra konuyla ilgili yetkili birinin gelip beni bilgilendireceğini söyledi. Allah seni korumuş, büyük bir tehlike atlatmana rağmen şükür ki yaşıyorsun. Seni fazla yormayacağım, sadece birkaç soruma cevap verebilirsen çok sevinirim." dedi ve yüzündeki gülümsemeyi korudu.
Üzgünüm hiçbir sorunuza cevap verecek durumda değilim dedim ve sonra o peki deyip ondan bir isteyip olup olmadığını sordu?, "Önce el pençe divan duran, doktorlara, sonra hemşirelere göz gezdirdim ve tekrar kadına döndüm. Herkes sanki ağzımdan çıkacak kelimeye odaklanmış bekliyormuş gibi hissediyordum. Rüya mıydı, gerçek miydi, yine ayırt edemiyordum. Birisi hatırımı soruyor ve dikkatle ondan ne isteyeceğimi bekliyordu. Kendimi ve oradakileri şaşırtarak, ’Evet, bir isteğim var: Hiçbir şey istememek’ dedim. Herkes birbirine baktı ve ardından sessizlik oldu. Kadın, aynı gülümsemeyle, ’Peki evladım, lütfen sen dinlen.’ dedi."
Benle ilgisini kesip odada bulunan doktorlara sorular sormaya başladı. "Çatışma anında hiç yara almış mıydım?" Doktor, "Hayır." dedi. Kadın tekrar sordu, "Peki, eli nasıl böyle olmuş?" Doktor, "Çatışma sonrası geçirdiği cinnet esnasında elini sert bir yere vurarak yapmış bunu." cevabını verdi. Ardından bacaklarımdaki morarmalar ve şişlik için "Venöz yetmezlik" olduğunu söyledi. Zaten öncesinde olan bir hastalıkmış.
Sonra doktor, benim psikolojik durumumla ilgili bir şeyler anlattı, ancak ben hiç anlamadım. Duygusal hallerimin böyle soğuk ve klinik tarzda anlatılmasından da hiç hoşlanmadım, çünkü bu duygularım oldukça hassas ve incinebilir şeylerdi.
"Bu kadın, ne sorduysa doktorlar cevapladı. Kadın, tekrardan bana dönerek, "Allah seni korumuş, geçmiş olsun evladım" deyip çıktı. Sonra bölüm şefi doktorumuz yanıma geldi, ona da hemen Halil’i sordum. Komutanımızı ve diğer asker arkadaşlarımı sorduğumda şunları dedi: "Abdullah, senin için zor olacak ama gerçeği açıkça söylemek zorundayım. Komutanın sağ çok şükür, fakat bacağından ağır bir hasar aldı. Halil ve diğer 6 arkadaşımız ise şehit oldular. Üzülme, onlar cennetteler. Hem sen bilmez misin ki Allah sevdiği kulunu bir an önce yanına alırmış?" Biraz önceki kadının "Allah sizi korumuş, ölmemişsin" söylemi aklıma geldi. Öleni Allah çok sevdiği için yanına alıyor, ölmeyeni de korumuş mu oluyordu yani? Yine o çok bilindik hap söylemenin ne kadar da iki yüzlü olduğunu fark ettim.
Dünya bir tımarhaneydi, gülmek istedim, olmadı ağlamak istedim, yine onu da beceremedim. Hocam, bana o uyutan iğneden yapar mısınız dedim ve doktorlara sırtımı dönerek gözlerimi kapadım. Sanırım serumuma aynı iğneden yaptılar. Bir süre sonra ağırlığı hissettim, uyumak ve bir daha hiç uyanmamak için Allah’a yalvararak daldım ve maalesef yine uyandım. O günlerde böyle çok uyuyup, çok uyandıklarım, uyuyamadıklarım, gerçekle hayali rüya ile kabusu ayırt edemediğim zamanlar oldu. Hayatımın bu yönünü kısa tutmam gerekirse, hatırlamadığım pek çok şey olmuştu o süreçte. Aylarca hastanede yattım, gün geçtikçe gerçek olanı idrak yeteneğim gelişti. Artık her şey yolunda diyorlardı, ama benim için kendi yolunda değildi zaten. Başkaydım, çok daha başkalaşmıştım."
"Oldum olası dengeli düşünemiyordum, bu doğru. Fakat yaşadıklarımdan sonra zihnimde bir kapak açılmış gibiydi. Farklı hesaplar yapabilen ve olağanın dışını görebilen üçüncü bir göz edinmiştim. Bu göz zihnimde de açılmıştı gerçekte olmayan şeyleri düşünmeye ve karşımda olmayan kişileri görmeye başlamıştım. Tüy dökme ve değiştirme vakti kuşlar için neyse, biz insanlar için de düşkünlük, mutsuzluk ve her şeyin dibinde olma hissi de odur.
Bu dönemlerden ya yenilenmiş olarak çıkar insan, ya da dramatik bir melankoli içinde özgürmüş gibi tutsak kalarak hayatından dışına itilir. Ben zaten asosyal bir insandım ve böylece tamamen toplumun dışına çıktım. Kafamda barındırdığım dehşet dolu sahnelerin sayısı da giderek arttı. Hem o kadar derinde de değillerdi, onlar yüzeyden birkaç saniye aşağıda çağrılmaya hazır bekliyorlardı.
Duygu durumlarım da parçalanmıştı, ruhsal gelgitlerim gibi, onlar da ya en tepede ya da en dipteydi. Tutkulu bir insan olarak, iyiye ve kötüye daha coşku ile kapılıyordum. Fakat artık ufak tefek değil, daha büyük delilikler ve saçmalıklar yapabilecek bir tabiat edinmiştim. Kendimdeki tüm yeni ruh hallerini çözümleme ve anlama peşine düşecektim ve ne kadar uğraşırsam, o kadar yüzeyde kalacaktım.
Onca travmaya rağmen hayatımda hiçbir şeyin değişmediği hissi taşıyordum. Ancak iç dünyamda her şey başka bir biçime dönüşmüştü. Belki tamamen delirmemiştim, ancak delilerin ruh yapısının temelini oluşturan varlık ile düşüncenin özdeşleşemediği o ara bağlantıda ve sağlıklı bir yaşam için hiç de güvenli olmayan bir zemindeydim artık."
Sanıyorum 4-5 tane psikiyatri ilacı kullanmaya başlamıştım. Bir süre sonra biraz daha iyileştiğime karar verilmiş olmalı ki, üç kişinin bulunduğu bir odaya alındım, o odaya götürülürken bacaklarımı üzerine basamıyordu ve sağ bacağımın hemen diz altındaki küçük morluğu en gerçek haliyle ilk o zaman fark ettim. Bu morluğun, geçirdiğim cinnet nöbetlerinden birinde, bilmediğim bir darbe sonucu oluştuğunu düşündüm. Odada yanımda yatan bir askerin bacağında ise damarlar gözle görülür şekilde dışarı çıkmış, istikametsiz çizgiler halinde tüm bacağına sarmaşık gibi yayılmıştı. Tıbbi koşullardan tuhaf bir şekilde çıkar sağlamaya çalışıyor, kendine daha da acındırıyor ve o asker hastanenin en alt katındaki kantin ve hastane bahçesi dahil her yere çıkabiliyordu. Bana ise izin verilmiyordu, fakat kıskandığımda söylenemezdi çünkü onun bacağının durumu gerçekten kötüydü. Haline üzülmüştüm. Nereden bilebilirdim ki kısa zaman sonra benim bacaklarımın, onunkinden çok daha beter hale geleceğini..
Hastaneye yatışımın kaçıncı günü olduğunu bilmiyorum ve bir öğle vakti, Baba ansızın kapıdan giriverdi. Çok şaşırmıştım. Beni merak ederek hastaneye mi gelmişti? Erzincan’a gelip beni aldığından beri ona karşı önyargım kırılmıştı. Bu yüzden ona uzak durmamış, tüm samimiyetimle evladı olarak yaklaşmış ve geçmişte hiçbir hesabımız yokmuş gibi karşılamıştım. Belki artık sorunlu, kötü ve hayırsız bir evlat değildim belki onun için hastaydım, bedenen ve ruhsal olarak sakatlanmıştım. İnsan, hayvanına bile bu haldeyken sahip çıkma isteği duyar, konuşmalarımız yine bir baba oğul gibi değildi. Kullandığım ilaçlardan mı yoksa yeni ruhsal sakatlığımdan mı bilmiyorum, ama bir konu üzerinde konuşurken ifade etmekte zorlanıyor ve bunu başarabilmek için konuya örnek vermeye çalışırken, bu örneklerin içinde kaybolup gidiyor, Asıl konunun ne olduğunu unutuyordum. Kafamda sabit kalan en net düşünce ise, iyi ki hastanedeyim ve baba olması gerektiği gibi zor durumda olan evladının yanındaydı..
Tanrım, sana tekrar şükürler olsundu, Hem zaten atalarımız dememiş miydi, ’Her musibette bir hayır vardır’ diye? Varsın hasta olayım, bunun sayesinde baba sanki bana nerdeyse sevgiyle bakıyor, ilgileniyor ve beni ilk defa insan yerine koyuyordu.
Bir gece yarısı tuvalete kalktığımda koridorun sonundaki lavaboya doğru yürürken sağ bacağımda bir sıcaklık hissettim. Hastaların giydiği mavi pijamam kıpkırmızı olmuştu. Ardıma baktığımda yürüdüğüm koridorun kanla kaplı olduğunu gördüm. Kalçama yakın bir yerden şişen damarlardan biri patlamış ve hortumla su fışkırtıyormuşçasına kan akmaya başlamıştı. Hemen yardım çağırdım ve doktorla hemşireler geldiler. Nöbetçi doktor gece nöbeti uykusundan yeni kalkmıştı, bu her halinden belliydi. Hemen yanıma çökerek gözlüğünü yerine tekrar oturtturup, "Oğlum, al eline bakayım" dedi. Ben ise, "Hocam, tazyik var, bence hiç almayayım" dedim. Ancak dinlemedi ve elimi çekmem için diretti. Durumu daha iyi görebilmek için yüzünü elimi koyduğum yere yaklaştırmıştı. Elimi çekmemle birlikte kan, doktorun yüzüne ve ağzına kadar fışkırdı. Aniden geriye sıçrayarak sırt üstü düştü. Bu durum karşısında kendimi tutamayarak gülmeye başladım. Bu durumu fark eden doktor, büyük bir ciddiyetle gözlüğünün kanını temizledi. Beni operasyon odasına götürerek uyuşturucu vermeden patlayan damarı dikti. Hemşire de duruma gülmüştü.
Doktor bacağımı dikerken canım yansa da, sanki bir kıyafetimi dikiliyormuş gibi duyarsızca izliyordum. Acı eşiğimin ne kadar yükselmiş olduğunu fark ettim ve bunu gözlerimle görüp izlemekten sanki sadistçe bir tat alıyormuşum gibi hissettim.
Bazen gece nöbetlerine kalan çok tatlı bir kadın doktorumuz vardı. Bu kadın doktor Diğer doktorlardan çok daha fazla ilgiliydi ve hastalara karşı özel bir alakası vardı. Bir gece onun yanında orta boylu, esmer bir kadın odama girdi. O da benimle yakından ilgilenip ilaçlarımı verdi. Sürahideki suyumun tazeledi eğer istersen banyomu yaptırabileceğini söyledi, reddettim ama onun benimle alakalı olması ruhuma da duygularıma da iyi gelmişti zira sürekli ama sürekli gülümsüyordu ve bu gülümseme çok samimi çok içtendi kullandığım bütün ilaçlardan çok daha iyi gelmişti bu gülümseme bana.
Adının Ayşe olduğunu öğrendiğim bu kadın o günden sonra daha sık hastaneye gelmeye başladı ve her geldiğinde bana aşırı ilgi gösteriyor, halimi hatırımı içtenlikle soruyordu. Bu ilgiyle birlikte yine samimi olarak sürekli gülümsüyordu. Bu insani ilgi beni çok etkilemişti ve ben de onun samimi yakınlığına içtenlikle karşılık vermeye başlamıştım. Onunla geçirdiğim vakitler benim için keyifli oluyor, sürekli nazik davrandığını ve benimle gerçek bir insan gibi ilgilendiğini hissediyordum. Onun yanında olmak, bana insana dair tüm iyi duyguları hissettiriyordu.
Veterinerdi sağlık konusunda yapmam gerekenleri, o da kendince biliyor ve bana tavsiyelerde bulunuyordu. Benden 3 yaş büyüktü, ince ve az uzun gibi ama yüzüne tam oturan şirin bir burnu, çok düzgün dişleri, kıvırcık, sık saçları ve yumuk yumuk bakan sıcacık gözleri vardı. Görsel olarak ilgimi çekebilecek biri değildi, etkili bir güzelliği yoktu, lakin iVeterinerde sağlık konusunda yapmam gerekenleri, o da kendince biliyor ve bana tavsiyelerde bulunuyordu. Benden 3 yaş büyüktü, önce az uzun gibi ama yüzüne tam oturan şirin bir burnu, çok düzgün dişleri, kıvırcıksız, sık saçları ve yumuk yumuk bakan sıcacık gözleri vardı. Görsel olarak ilgimi çekebilecek biri değildi, etkili bir güzelliği yoktu, lakin içsel durumda insana dair dünyanın tüm güzelliklerini yüreğine barındırdığına düşündüyordu.
Benim de işte tam buna ihtiyacım vardı. İlk defa bir kadın benimle Abdullah olarak bu kadar ilgileniyordu. Bu ilginin enerjisine veya Ayşe’nin insani cazibesine kapılmamak benim gibi böylesine duygulara aç biri için olanaksızdı. Üzerimde çok etki bırakmıştı. Erkektim hazlarımı çok düşkündüm ve üstelik de uzun süredir abazaydım, bu doğru, fakat onunla cinsel bir hayal ya da dürtüyü aynı kareye zihnimde koymuş değildim ve şunu anladım o zaman ; ne kadar abaza olursam olayım ve seksi ne kadar seversem seveyim, duygularım her zaman penisimden daha büyüktü.
Bana numarasını bırakıp, ihtiyacım olursa 24 saat hiç çekinmeden arayabileceğini söyledi. İsviçre’de yaşıyordu, onun da anne babası ayrılmış, annesi geriye dönmüş, Bursa’ya yerleşmiş. Ayşe ise İsviçre’de babasıyla yaşıyordu, annesine ve çok sevdiği Türkiye’ye biraz daha zaman ayırabilmek adına Master yapmak için Türkiye’yi tercih etmiş. Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi’nde Master yapıyor ve orada yalnız yaşıyordu.
Bir sabah odaya rütbeli subaylar ordusu doğuştu. Kısa bir hal hatır faslından sonra olayın nasıl olduğunu, komutanın olağanının dışında bir Emir verilip verilmediğini, emre itaatsizlik ya da tam güvenlik tedbirlerinin uygulanıp uygulanmadığını ve bunlara uyulup uyulmadığını sordular. Sonra Halil’in neden ilk ateşe maruz kaldığını, neden tedbirler alınmadığını sanki tüm suç komutanımda ve Halildeymiş gibi bir şeyler gevelediler ve aramızda gittikçe harareti yükselen bir tartışma başladı. Yitirilmiş bir dostumu savunmak için tüm gücümü kullanıyordum, çünkü onun yüzünü ona hiç benzemeyen kırk parçaya bölüyorlardı. Tamam, madden bölünmüştü, parçalanmıştı Halil, ama manen buna izin veremezdim.
Bu can sıkıcı konu uzayınca, kulaklarımda güçlü bir çınlama hissettim önce, sonra konuşulanların anlaşılmaz, mide bulandırıcı gürültüleri baskı yapmaya başladı zihnime. Kendimi bir noktada kaybettim ve sonra odada bulunan herkese küfür etmeye başladım ve yine panik ve o panikle yapılan iğneler sonra yine uyku, hep uyku. Beni bu olay üzerine kalp damar bölümünden çıkarıp tekrar psikiyatri servisine yatırdılar. Her gün farklı zamanlarda verilen psikiyatri ilaçlarının bana iyi geldiğini sanmıyordum, iyi geliyorduysa da bunu ben anlayamıyordum. Bu ilaçları kullanmaktan kaynaklı hissettiğim iki etki vardı. Bunlardan biri sürekli uyumak, diğeri ise aşırı yemek yemek.
Ayşe’nin yanıma geldiğini bazen hayal meyal gibi hatırlar olmuştum, uyandığımda hemen yatağımın yanındaki küçükçekmece’nin üzerine bırakılmış olan meyve, iç çamaşırı gibi şeylerden gelip gittiğini anlıyordum. Hastaneye yatışımın sanırım 3 ayında bir akşam vizitesi sonrası ansızın taburcu edilmeme kararı verildi. Bir ay kadar hava değişimi istirahati verilerek çıkışımın yapılacağı söylendi. Hiç param yoktu, ne yapacağımı düşünüp aynı zamanda eşyalarımı toplarken babamın o bayan arkadaşı geldi odama. Taburcu edildiğimi duyduğunu, biletimi aldığını, otobüsün saati konusunda bilgilendirip beni otogara bırakacağını söyledi. Biletimi ise firmanın gişesinden alabileceğimi söyledi. Babanın bunu düşünerek kadına önceden böyle bir talimat vermiş olması beni duygulandırdığı kadar sevindirmişti de. Ne kadar düşünceliydi o Benim babam. Kadın beni iş çıkışında otogara bıraktı ve ben köyüme döndüm. Ne şartlarda, ne şekilde geldiğimi dedeme detaylı ve gururla anlattım, çünkü Baba her şeyimi düşünmüştü."
Regenerate response
Continue generating
Send a message
Free Research Preview. ChatGPT may produce inaccurate informationnsana dair dünyanın tüm güzelliklerini yüreğine barındırdığına düşünüyordu.
Benim de işte tam buna ihtiyacım vardı. İlk defa bir kadın benimle Abdullah olarak bu kadar ilgileniyordu. Bu ilginin enerjisine veya Ayşe’nin insani cazibesine kapılmamak benim gibi böylesine duygulara aç biri için olanaksızdı. Üzerimde çok etki bırakmıştı. Erkektir üstelik de uzun süredir abazaydım, bu doğru, fakat onunla cinsel bir hayal ya da dürtüyü aynı kareye zihnimde koymuş değildi ve şunu anladım: O zaman ne kadar abaza olursam olayım ve seksi ne kadar seversem seveyim, duygularım her zaman penisimden daha büyüktü.
Bana numarasını bırakıp, ihtiyacım olursa 24 saat hiç çekinmeden arayabileceğini söyledi. İsviçre’de yaşıyordu, onun da anne babası ayrılmış, annesi geriye dönmüş, Bursa’ya yerleşmiş. Ayşe ise İsviçre’de babasıyla yaşıyordu, annesine biraz daha zaman ayırabilmek adına Master yapmak için Türkiye’yi tercih etmiş. Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi’nde Master yapıyor ve orada yalnız yaşıyordu.
Bir sabah odaya rütbeli subaylar ordusu doğuştu. Kısa bir hal hatır faslından sonra olayın nasıl olduğunu, komutanın olağanının dışında bir eve verip vermediğini, emre itaatsizlik ya da tam güvenlik tedbirlerinin uygulanmadığını ve bunlara uyulup uyulmadığını sordular. Sonra Halil’in neden ilk ateşe maruz kaldığını, neden tedbirler alınmadığını sanki tüm suç komutanımda ve Halildeymiş gibi bir şeyler gevelediler ve aramızda gittikçe harareti yükselen bir tartışma başladı. Yitirilmiş bir dostumu savunmak için tüm gücümü kullanıyordum, çünkü onun yüzünü ona hiç benzemeyen kırk parçaya bölüyorlardı. Tamam, madden bölünmüştü, parçalanmıştı Halil, ama manen buna izin veremezdim.
Bu can sıkıcı konu uzayınca, kulaklarımda güçlü bir çınlama hissettim. Önce sonra konuşulanların anlaşılmaz, mide bulandırıcı gürültüleri baskı yapmaya başladı zihnime. Kendimi bir noktada kaybettim ve sonra odada bulunan herkese küfür etmeye başladım ve yine panik ve o panikle yapılan iğneler sonra yine uyku, hep uyku. Beni bu olay üzerine kalp damar bölümünden çıkarıp tekrar psikiyatri servisine yatırdılar. İçtiğim ilaçların bana iyi geldiğini sanmıyordum, iyi geliyorduysa da bunu ben anlayamıyordum. Bu ilaçları kullanmaktan kaynaklı hissettiğim iki etki vardı. Bunlardan biri sürekli uyumak, diğeri ise aşırı yemek yemek.
Ayşe’nin yanıma geldiğini bazen hayal meyal gibi hatırladım. Bu dönem masanın üzerine bıraktığı meyve, iç çamaşırı gibi şeylerden gelip gittiğini anlıyordum. Hastaneye yatışımın sanırım 3 ayında bir akşam vesilesi sonrası ansızın taburcu edilmeme kararı verildi. Bir hava değişimi istirahati verilerek çıkışımın yapılacağı söylendi. Hiç param yoktu, ne yapacağımı düşünüp aynı zamanda eşyalarımı toplarken babamın o bayan arkadaşı geldi odama. Taburcu edildiğimi duyduğunu, biletimi aldığını, otobüsün saatini ve beni otogara bırakacağını söyledi. Biletimi ise firmanın gişesinden alabileceğimi söyledi. Babanın bunu düşünerek kadına önceden böyle bir talimat vermiş olması beni duygulandırdığı kadar sevindirmişti. Yine planlandığı gibi, kadın beni iş çıkışında otogara bıraktı ve ben köyüme döndüm. Ne şartlarda, ne şekilde geldiğimi dedeme bütün detayları ile anlattım.
"Meğer kadına babamın böyle bir talimatı yokmuş. Kadın, taburcu olduğumu öğrenince insanca hislerle hareket ederek bana yardımcı olmak istemişti. Durumumu tahmin ettiğinden olacak, kendince bir iyilikte bulunmuştu. Baba, köyü arayıp beni telefona istedi. Yine her zamanki tavrıyla, neden o kadından yardım aldığımı, neden onu aramadığımı -artık nereden arayacaksam- neden kendimi ona otogara bıraktırdığımı, biletimi neden ondan aldığım gibi birçok konuda veriştirdi. Benim konuşmama asla müsaade etmedi, sanki ben kadını sokak ortasında gasp etmişim, parasını alarak Ankara pavyonlarında alemler yapıp son kalan parayla da köye gelmişim gibi tepki veriyordu.
Ankara’ya yanıma gelmiş olmasına rağmen bana bir harçlık bırakmamış olmasının böyle bir duruma sebebiyet vermiş olma ihtimalini konusunu dahi açma şansı tanımıyordu. Böyle bir şey düşünmeyim istiyordu, zaten insanın yapısı böyleydi, sadece karşılık verebileceği şeyleri işitir, sadece onlara hak verirdi. Beni duymak istemiyordu, kimin neyi bilip bilmek istemeyeceğine o karar verebilirdi, o her şeyi yönetebilirdi.
Bana bağırıp çağırıyor, ana avrat küfürleri hiç takılmadan sıralıyordu, fakat ben artık eski ben değildim ve susmak zorunda olduğumu bilmek, susmaktan daha zor geliyordu. Dinledim bütün küfürlerini dinledim fakat bir noktada kendimi kaybettim ’Yeter lan’ dedim, bir sus ulan, artık sus ki 20 yıllık sessizlikten sonra iki kelime de biz edelim. ’Şan babası’ dedim, sustu. Eminim şok geçirmişti, zira benden böyle bir tepki beklemiyordu. Ben de sustum, sonra yaptığıma da pişman oldum. Ne olursa olsun o, tercihini benim yapmadığım babamdı, utandım. Fakat o an, baba duygusuyla yeniden birleşmeye çalışan bağım artık ebediyen kopmuştu bunu hissediyordum. Bu duygusal kopuşlar fiziki olanı kadar acı vermez insana, zira o ölüm gibi kesindir. Duygusal kopuşlarda duygular, hisler değişir. Fiziki ayrılıktaysa şartlar, ikili ilişkilerde özlemi oluşturan şey, tüm duygusuyla varlığı içinde olanın fiziken uzağında olmasıdır. Duygusundan uzak olduğumuzun fiziki mesafesinden etkilenmeyiz."
Keşke hastanede ölseydim," diye düşündüm. Tam da baba varlığımı görebiliyorken ya da ilk defa bir isteğim var mı diye sorduğunda, "Erzincan’da ölseydim," dedim. Ardında mutlu bir dünya hayali bırakarak mutlu ölüm olurdu bu o zaman. Oysa şimdi tekrar bana düşmanca tavır almış ve yine kulaklarını bana kapamıştı, ortada bir hata, bir yanlış yoktu, hadi olsa bile biz baba oğuldk, affetmek anlamak demekti. O ne beni affetmeye ne de anlamaya yanaşıyordu. Zamanla daha iyi anlayacaktım ki asıl mesele herhangi bir olay ya da konu değildi. Sevgisi başta olmak üzere bana verecek hiçbir şeyinin olmamasıydı. Sudan bahanelerle benim uzağımda durmayı alışkanlık haline getirerek hayatında yerim olmadığını gözümün gönlümün ta içine sokarak anlamamı sağlayacaktı. Kız kardeşime de aynı böyle değil miydi? Erzincan ve Ankara’ya gelme sebebi de ben değil, çevreden ve arkadaşlarından utanması, dedemin de ısrarlarıydı. Bunları da sonradan öğrenecektim. Köyde geçirdiğim bu bir aylık zaman zarfında kullanmış olduğum ilaçların henüz alışkanlık haline gelmeyen güçlü etkisi ve kronik hastalığımın yeni oluşum evresinin kolaylığından olacak, kendimi normalmişim gibi hissedip öyle davranmaya zorluyordum. Gençtim, 20 yaşındaydım daha, psikolojim ve bedenim hastalıklarıyla henüz çok taze ve beklenmedik savaşını verirken, ben bu küçük ve son sağlıklı kazanımlarımı yine tütün tarlalarında, ineklerin peşinde harcıyordum.
Ağrılarım çok yoktu, lakin sağ bacağımın diz altındaki doku günden güne bozuluyor, morarma büyüyordu. Doktorumun bacaklarımı sürekli yukarıda tutup dinlendireceksin tavsiyelerine rağmen, ben gençliğin bana sağladığı enerji ile illa ayakta durmaya direttikçe, evdekiler de benim normal olduğumu sanıyor, dinlenmem gibi tavsiyelerde bulunmuyorlardı. Ki tabii çalışabiliyor olmam da hoşa giden bir durumdu, bir ay doğmamıştı ki bacağımın diz altındaki mor bölgede bir yara oluştu, morluğa gözlerim artık alışmıştı. Gün be gün bu morluğu kabullenip normalmiş gibi algılamaya başlamıştım, fakat bu küçük yarayı sevmemiştim çünkü sürekli kanıyor, ne giysem lekeliyordu. Köyde de haliyle her gün pansuman yaptırmak gibi bir şansım da yoktu. Artık her güne acıyla başlıyordum; yataktan kalkıp bacağımı yere koyduğum an acı başlıyordu. Kontrolüm için Ankara’ya gitme tarihinden 3 gün önce jandarma karakolundan tarafıma bir evrak getirildi; yol masraflarımın devlet tarafından karşılanacağını askerlik şubesine gidip bu parayı alabileceğim bildiriliyordu. Şaşırdığım kadar sevinmiştim, demek ki devletin bana değer veriyordu, bu hoşuma gitmiş, kendimi bir şeymişim gibi hissetmiştim. Ertesi gün vaat edilen parayı almak için askerlik şubesine gittim. Acaba bana kaç para verecekler, ne ile göndereceklerdi? Helikoptere binmiştim, Ankara’ya acele götürüldüğüme göre bir askeri uçakla yolculuk etmiş olmalıydım. Ben hatırlamıyor olsam da uçağa da binmiştim sanırım. Şimdi de beni belki yine uçakla gönderirlerdi, zaten bacaklarımı uzun süre aşağıda tutmam yasak değil miydi? Sağlık raporumda da bu böyle yazmıyor muydu? Kesin uçakla gidecektim.
Askerlik şubesine gittiğimde o zaman rutin hizmetlerin en başında gelen "bugün git yarın gel" uygulaması yoktu, lakin uygulamanın farklı bir türüne maruz bırakıldım. Masadan masaya evrak imzalatma sistemine tabi tutulmuştum; her uğradığım masada elime bir evrak daha tutuşturuluyordu, dosya kabardıkça ister istemez uçağımın cam kenarı koltuğuna nasıl yerleşeceğimin hesabını yapmaya başlamıştım. Bu evrak işi bitince komutanın odasına girdim. Yüzüme hiç bakmayan ve masasında somurtan bir suratla oturan komutan dosyamı yeterince inceledikten sonra elime bir kağıt tutuşturup o kağıtla gidip Ziraat bankası’ndan 8 lira alabileceğimi söyledi. Bu paranın 4 lirası Ankara’ya gidiş, 4 lira da dönüş olmak üzere tren bileti ücreti olduğunu ifade etti. Bunun öyle havalı tavırlarla yapılması beni şaşırttı. Otobüs bilet parası kadar bile değildi, otobüs bileti 20 liraydı, neden tren diye sorduğumda bu uygulamanın Birinci Dünya Savaşı’nda başladığını ve o tarihten beri aynen devam ettiğini açıkladı. En az 100 yıldır değişmeyen ve değiştirilmesine de lüzum görülmediğine göre çok faydalı bir uygulama olduğu düşünülüyor olmalıydı. Lakin küçük eksikleri de yok değildi. Mesela tren biletini alıp trene binmen için önce bir tren olması gerekirdi. Bafra’da ne tren vardı, ne de ona ait bir istasyon. Bunun için Samsun’a gitmek lazımdı. Bacaktaki yara sebebiyle artık güçlükle yürüyordum, oraya nasıl gidecektim? Hadi gittim, Ankara Garından hastaneye nasıl ulaşacaktım? Yolda ne yiyip, ne içecektim? Bu 100 yıldır değişmeyen sistemin bunun gibi küçük sorunları da vardı elbet. Bu ufak tefek ayrıntılarla uğraşmaktan vazgeçip, ben yine dedemin cebinin kapısını çalarak otobüs biletini ondan almış, Ankara’ya otobüsle gitmeyi tercih etmiştim.
Hastaneye güç bela ulaştım, kontrollerim yapılırken beni köye gönderen kadın geldi, halimi hatırımı sordu ve yatışımın yapılacağını, bacağımın durumunun kötü olduğunu, bir süre kontrol altında tutulmam gerektiğini söyledi. Tekrar yatırıldım hastaneye. Bir yığın gencecik stajyer hemşireler gelmişti, hepsi de beyazlar içinde narin kuğular gibi oradan oraya dolaşıyorlardı. Hepsi birbirinden güzeldi. İçlerinden bazıları gece nöbetlerinde odamıza gelir, bizimle beraber o zamanların meşhur kırmızı noktalı filmlerini izlerlerdi. Hepimiz köylü çocuklarıydık; askerler olarak biz utançtan televizyona bakamayıp oraya buraya başımızı çevirirken, onlar yanımızda sanki çok olağan bir şey yapıyormuş gibi pür dikkat erotik filmleri izlerlerdi.
Bacağımdaki yaraya her gün pansuman yapılmasına rağmen, kapanmanın aksine daha da büyüyordu, genişliyordu. Sürekli bacaklarım yukarıda yatıyor, geceleri servis koridorunda kısa kısa yürüyüşler yapıp dönüyordum. Bu koridorda kartla çalışan telefon kulübeleri vardı, köyü arkadaşlarımı bu kulübelerden arardım. Telefon kartı alacak param dahi olmazdı, fakat diğer askerlerden bu kartı bulmakta zorlanmazdım, çünkü oradaki herkesin her şeyi hemen hemen ortaktı. Mapushanede ve hastanede bir arada olanların, birbirlerini hiç tanımasalar da garip bir şekilde dayanışma içine girdikleri gerçekti. Şimdi hastane kısmını yaşıyordum, fakat ileride nezarethane ve mapushanelerde de bunun böyle olduğunu görecektim.
Bu telefon kulübelerinin hemen yanındaki duvara bir sürü kız isimleri ve telefon numaraları yazılmıştı. Buraları arayıp ilgili kızlarla konuşmaya çalışan çok oluyordu. Bazı numaralarda duvarda yazan kadın olmuyordu; uydurma numarayı vermişler ama bazılarında gerçekten duvarda ismi yazan kız çıkıyordu karşına.
Bu duvarda Ankara kodlu bir numarayı uzun süredir görmeme rağmen aramamıştım, fakat sıkıldığım bir gün aradım ve tıpkı duvarda yazdığı gibi gerçekten de Serpil adında biri çıktı karşıma. Hitabetim ve telefona dayalı ağaç tepesi deneyimlerim, telefonla olan iletişimimi kolaylaştırıyordu. Samsun’dan aradığımı söyledim çünkü Ankara GATA’dan arıyorum desem kesinlikle yüzüme kapatacağından emindim. Aylardır orada yazılı duran numarayı, benim gibi kim bilir kaç abaza asker arayıp "hastanedeyim, Ankara’dayım, görüşebilir miyiz?" demişti. Tabii ki yine Abdullah değil, zengin galerici ve aynı zamanda çiftlik sahibi bir ailenin oğlu, araba galerisi olmasına rağmen kullanmayı sevmeyen hani o ferrarisini satan bilge çocuk Serkan’dım yine. Ayşe o dönemde İsviçre’de olduğu için yanıma gelmiyordu. Doktor arkadaşının odasından birkaç defa telefonla görüşmüştük, o kadar. Her gece bu ankesörlü telefonlara sarmıştım, kadınları artık biraz olsun tanıyor onlarla ne şekilde iletişim kurabileceğimi hangi yalanları söylersem şansım olduğunu öngörebiliyordum. Sözlerimi karşıdan aldığım tepkilere göre ayarlıyor, abartıya kaçmadan cümlelerimi nakış gibi işlemeye özen gösteriyordum. Bir şekilde bilgi uyandırmayı başarıyordum, ancak bu konuşabilirliğim sadece telefonda böyleydi. Karşı karşıya geldiğimizde, rahat olmak biraz zaman alıyordu, çünkü maddi ve manevi olarak çeşitli eksikliklerim vardı, yüz yüze iletişimde başarısızdım ve kendimi güçsüz hissediyordum. Bu da özgüvenimde ciddi zafiyete yol açıyordu ve hal ve hareketlerimi kısıtlıyordu.
Ağaç santralinde bu özgüven çizgisini aşmıştım, çünkü orada istediğim ve hayal ettiğim kişi olabiliyordum. Ancak yüz yüze gelince her yandan eksiktim. Bu durum, zaten olmayan özgüvenimde ciddi zayıflığa yol açıyordu. Kabuslarım tekrar başlamıştı gece Halil’i arkadaşlarımı rüyada görüyor ve tam çatışmaya girdiğim anda bağırarak uykudan uyanıyordum tekrardan nükseden ruhsal hastalıklarımın beni etkisi altına aldığı ve Psikolojimin anormalliği zorladığı dönemdi. Kendimi Serpil’e odaklamak, bir çeşit tedavi yöntemim olmuştu? Her gün onunla konuşmak, zihnimi oyalayabilmem için bulunmaz bir fırsat sunuyordu bu oyalanma türü bana. Aksi halde boş kalan zihnim; Halil’den başlayarak İsa amcamın mezarı başına kadar olan geniş bir alanı kapsayan karanlık bir çukur’a düşmek için hazırda bekliyordu. Serpil ile gece gündüz konuşarak kendimi oyalıyor, Kendimi kendimden korumaya çalışıyor ve bunu bir şekilde başarıyordum.
Bu yüzden Serpil beni kendisinin hayal bile edemeyeceği ölçüde tedavi ediyordu. Tabii ki, ben zengin bir galericiydim ve aynı zamanda bir toprak ağasının oğluydum. Bunu neden uydurdum bilmiyorum, fakat pek yalan da sayılmazdı. Serpil’e anlattığım kadar zengin olmasa da yine bir toprak ağasının" Salim ağanın "oğlu değil miydim ben? Maalesef bu zenginliğin bana hiçbir faydası olmamıştı. O eski traktörü ben askere gideceğim hafta yenilemiş 0 ve pahalı bir traktör almıştık, bunun yanında Renault marka eski modelde olsa da onlarca aracımız vardı. Bizi kendi çapımızda zengin yapan her şeyimiz vardı, fakat bu imkanların konforundan yararlanabilmem hep ama hep yasaktı.
Yaklaşık bir ay kadar hastanede yattım. Baldırındaki morluklar dizime kadar çıkmış ve yara da eskisinden daha çok büyüyüp derinleşmişti. Hastaneye gelişimden daha kötü bir durumda taburcu edildim. Yine hiç param yoktu. O kadın ansızın tekrar kapıda belirdi ve otobüsten yer ayırtacağını, ben hazırlanana kadar onun da işinin bitmiş olacağını söyledi. Çaresizliğim yüzümden akıyor olmalıydı. Teşekkür ettim, ve çok başarılı olduğu oscarlık oyunuma başlayıp yalanları sıraladım, ben zaten biletimi almıştım, hiçbir eksiğim de yoktu. Otogara taksiyle gidecektim, param vardı hatta hızlı davranmasam otobüsü kaçırabilirdim. Öyle ikna edici ve kendimden emin konuşmuştum ki, bu kadar role girebiliyor olmama ben dahi şaşırmıştım. Kadının aksini düşünmesine imkan yoktu. Bu kadın ile Baba arasında bir ilişki yok ise eğer platonik olarak sanırım babadan hoşlanıyordu. Onun adını telaffuz ederken ses tonu ve tavırları farklılaşıyor gibiydi. Baba ile sevgililer miydi bilmiyorum ve bunu hiçbir zaman bilemeyecektim.
Son derece hızlı hareket ederek hastaneden ayrıldım. Günlerden cumaydı ve dışarı çıktığımda ne yapacağım hakkında hiçbir fikrim yoktu. Gördüğüm her telefon kulübesine girip köyümü arıyordum, fakat insanlar tarlada oldukları için evde telefona cevap verecek kimse yoktu. Akşam olduğunda ulaşabilirdim fakat o zaman da, bana bilet parası yollamaları imkansızdı, çünkü hafta sonu giriyordu. Bacağımda bir yara ve yine sağ bacağım dizden altı mor şekilde, elimde bir koltuk değneği ile hiçbir yerini bilmediğim şehrin içinde parasız ve topal kalmıştım.
Yürümeye başladım, yine nereye gittiğimi bilmeden yürüdüm. Bu bu belirsiz yürüyüşlere zaten alışkındım, yeni olan şeyler daha sakat ruh halim ve yarı topal bacağımdı. Kocatepe Camii’ne kadar yürüdüm ve arkasındaki küçük bir bahçeye oturdum. O kadar çok yürümüştüm ki bacağım şişmiş, pansumanın dışına taşan kan pantolona yapışmıştı.
Birden babamın ezan bana ezan okuttuğu zamanlar geldi aklıma. O her ezan okuduğunda aldığım sigara ödüllerini hatırladım. Acaba burada da ezanı okusam, ödül olarak beni köyüme gönderecek kadar bilet parası verirler miydi? Halil gel de aklıma ölen asker arkadaşlarım ve bacağı kopan komutanım, girdiğimiz çatışmayı tekrardan yaşamaya başladı zihnim önce acı duydum sonra ise hüzün, ama ağlamadım. İçimde önce bir bilye gibi hissedip sonra yavaş yavaş büyüyerek göğsümde genişleyerek nefesimi kesen o kıskacı hissettim. Yine boğazıma sarılan yengecin acısını duydum ve aynı krizin tüm hareketlerini duyumsadım. Fakat bu defa onu, ondan daha baskın yeni bir duyguyla yenebildiğimi fark ettim. Bu durum, yeni ruh halimin duygularıma kattığı yeni bir kuvvet olmalıydı. Hoşuma gitti, her zaman zayıf olduğum bu garip saldırıya karşı kendimi daha özgüvenli hissettim. İyi ki biraz daha kafayı yemiştim. Tanrım, şu ezan saatinde sana tekrar şükürler olsundu. İkindi namazında cami imamı ile konuşmaya karar verdim. İsterse ezanı okuyabilirim, Yasin’i de okuyabilirim, hatta Kur’an’ı ve 41 yasini -hiç atlamadan- okuyabilirim. Yeter ki beni bir şekilde köyüme göndersinlerdi.
Namaz vaktini beklerken oturduğum parkın tam karşısındaki bir binada kocaman bir TGRT TV tabelası gördüm. Bu kanal o dönemde "Mehmetçik" isimli bir program yapıyordu. Programda kahraman Türk askerinin vatanı korumak için ne zorluklara katlandığını ülke insanına gururlandırıcı bir şekilde anlatıyorlardı. Ben de askerdim ve o sırada zor bir durumdaydım. Hastaneden verilen koltuk değneğimi kaptığım gibi TGRT TV’nin kapısına dayandım. Asker olduğumu, çatışmalara girdiğimi hastalığım sebebiyle Gülhane askeri tıp akademisi hastanesine tedaviye geldiğimi anlattım.
Beklediğimden çok daha yoğun bir ilgiyle karşılaştım. Etrafımı saran insanlar benim için kısa bir çekim programı organize etmeyi teklif ettiler. Ayrıca, benimle röportaj yapmak istediklerini ve bu konuda onlara yardımcı olup olamayacağımı sordular, tekliflerini memnuniyetle kabul ettim böylelikle halimi anlatma fırsatım olacaktı.
Ancak sohbetimiz ilerledikçe, hastaneden beş parasız taburcu edildiğimi ve köyüme gidebilecek durumda olmadığımı anlattım. Üstelik, bu durumun ilk defa başıma gelmediğini de söyledim. Bu açıklamalarımın ardından çevremdeki insanlar önce sessizleşti ve daha sonra ilgilerini benden bir noktaya kadar geri çektiler. Yapacakları röportaj ve program iptal edildi ve daha yetkili birisinin geleceğini durumumu ona anlatmamı kendisinin bana yardımcı olabileceğini söylediler.
Bir iki dakika içinde çevremi saran insanların hepsi kalkıp benden uzaklaştı hiç kimsede kapıdan girdiğimdeki ilgiyi görmüyordum artık. Bu durumda da "beni Köyüme gönderir misiniz?" demeye de yüzüm tutmadı. Yarım çayımı bırakarak kalktım. Eğer her şey yolunda olsa, devlet Türk askerine böyle bakılıyor işte böyle ilgileniyor denilerek, devletin tüm gücünün arkamızda olduğu ve ne büyük bir devlet bizim devlet, ne büyük bir millet bizim millet, en büyük askerin bizim asker olduğu şeklinde süslü malzemelerle haber yapılırdı. Ancak bende bu yönde işe yarar bir şey bulamamışlardı. Oysa ki asıl haber değerini taşıyan benim durumumdu.
Tekrar camiye döndüm ve hocaya durumumu anlatıp hastane belgelerimi, bacağımın durumunu göstererek memleketime gönderilmemi rica ettim. Hoca, müftülüğün izni olmadan cemaatten yardım toplanmasının yasak olduğunu belirtti, ancak tanıdığı birkaç cemaatten rica ederek bu sorunu kendi aralarında çözebileceğini söyledi. Ezanın bana okutulmasını rica ettim ve hocamız kabul etti.
O gün çok fazla hüzünlüydüm ve bu hüzün okuduğum ezana da geçerek bütün duygularımı ezan içine koymuştum, bütün Ankara’nın elinde sigara paketi ile bana koşmasını gerektirecek kadar etkili okumuş olmalıydım. Zira ezanı okuyup cami bahçesine döndüğümde, abdest alan cemaatin birbirine "Ezanı kimin okuduğu sorarak, çok güzel sesi vardı" dediklerini duydum. Bacağımdaki yaradan sürekli kan aktığı için namaz kılmak zorunda da kalmamıştım üstelik, hoca, "İstersen kılabilirsin, Allah elbette ki bunun sevabını verir namazını kabul eder ama ağrıların olur, bence gerek yok" demişti. İşime gelen bu teklifi hemen kabul ettim. Zira kesinlikle namaz falan kılmak istemiyordum. Ben sadece köyüme gitmek istiyordum.
Namazın bitmesini beklerken hastaneden telefondan konuştuğum Serpil geldi aklıma. O zengin Toprak ağasının ve ünlü araç galerisinin sahibinin oğlu olan ben, bacağı sakat ve koltuk değneği elinde köyüne gidebilmek için cami kapısında dileniyordum. Bu gerçek önce komik geldi bana, sonra yine hüzünlendim ve hemen ardından bu hüzünden zerre parça kalmamacasına tekrardan neşelendim. Yine gülüyordum, fakat ağlanacak Halime...
O mübarek hoca, benim bilet paramı birkaç kişiden toparlayıp sağ salim köyüme gönderdi. İki gündür hiç açılmayan pansuman ve yine iki gündür sürekli ayakta olmamdan dolayı bacağım şişmiş pansumanın ise yaraya yapışmıştı. Yaranın yanında küçük yeni bir yara daha oluşmuştu.
psikolojik hastalığım "post travmatik stres bozukluğu, psikozdu." Fakat Ruh hastalığımın teşhisi henüz konulamamıştı o dönem, ancak bedensel hastalığım tam olarak teşhis edilmişti. Bu hastalık venöz yetmezlikti. Kanın Kalpten dokulara doğru ilerlemesini sağlayan damar sistemindeki sorundan kaynaklanıyordu. Bu hastalık, bacaklarda yaygın olarak görülen ve damarların düzgün bir şekilde kanı kalbe taşıyamaması ve kanın ters yöne akması durumunda ortaya çıkan bir durumdu. Toplardamarlardaki kapakçıkların düzgün çalışmaması kanın kalbe doğru geri kaçmasına ve damarlarda birikmesine neden oluyordu. Bu sebeple, çok ayakta kaldığımda bacaklarım şişiyor ve yeni yaralar açılmasına sebep oluyordu. Maalesef, tedavisi yoktu ve bunu ömür boyu çekecektim."
Fiziksel olarak yarattığı sorunlar, bacaklarda ağırlık hissi veya şişlik ayak bileklerinde şişlik bacak krampları kaşıntı ve ciltte renk değişiklikleri varis ve genişlemiş damarlar, ayak bileği ve çevresinde cilt ülserleri ve yaraların açılıp kapanmaması. Bu hastalığa ilk yakalanıldığında hafif görülen bu etkiler, zamanla daha da büyüyerek ilerleyecek ve her geçen gün daha da şiddetlenecekti. aynen dedikleri gibi de oldu, aradan 26 yıl geçmesine rağmen her geçen gün hastalığım ağırlaştı ve şu anda her iki bacağım da tamamen mor ve kapanmayan yaralarla dolu... Tabii bu bedensel hastalığımın da ruhsal sakatlığıma çok daha ağır yükleri olacaktı bu konulara kronolojik sıralama ile değineceğim için şimdilik bir ön bilgi olarak vermiş olayım..
Köydeyken pansuman yapabilmek için her gün kasabaya inme şansım yoktu. Aslında her gün yenilenmesi gereken pansuman en az 2-3 gün bacağımda kalıyordu ve dolaşım bozukluğunum sebebiyle dokuya kan gitmediği için, eğer bu pansuman gün aşırı değişmezse, yara çürümeye başlıyor iğrenç kokuyordu. Bu kokuya dayanabilmek mümkün değildi. En yakın dostumun beyninin yüzüne patlaması başta olmak üzere birçok defa kan görmüş, hatta ceset taşımış biri olarak, ben bile o kokuyu alınca gözlerimin kararmasına engel olamıyordum. Gerçekten çok feci bir kokuydu; bu kokuyu koklamamış birine anlatmak mümkün değil. Çürümüş insan cesedi de aynı kokuyu veriyor olmalıydı, zira bacağım da çürüyordu. O da insana ait bir parça değil miydi? Eğer o kokuyu aldığımda burnum benden bağımsız bir parça olsaydı, eminim hemen ayrılır, gidip kendini uçurumdan atardı.
Küçükken sürekli kendi oyuncağımı yapmış biri olarak, köyde pansuman şansı olmadığı için, kendi pansuman malzemelerimi de ben yapıp eski kıyafetlerden oluşturduğum saçma sapan şeylerle sarıyordum. Bunlar tabii ki hijyenik değildi fakat ancak bu sayede yaradan akan kanın en azından pantolonuma bulaşmasını engelleyebiliyordum. Babam isteksiz de olsa artık telefonun zincirini sökmüştü. Tabii bunda hastalığımın etkisi de vardı, ama arabayı kullanmam kesinlikle yasaktı. Dilara geldi aklıma çok uzun zamandır onu aramamıştım, yaşadığımız son skandal durumdan dolayı. İlk başlarda yüzüm tutmamış, sonrasında zaten benden şüphelenmiş, daha sonra yaşadığım psikolojik depremlerden onu hatırlayacak fırsatım olmamıştı. Fakat sırf son tepkisini öğrenme merakı için bile aramaya değerdi.
Aradım ve telefonu kız kardeşi Dilek kaçtı; Dilara’nın üniversite için İzmir’e gittiğini, artık orada yaşadığını söyledi. Selamımı iletmesi için kendimi tanıtıp telefonu kapatmaya niyetlendiğimde, Dilara’nın ona benden çok bahsettiğini, tanıdığı en ilginç ve mükemmel bir insan olduğumu söylediğini, benimle konuşmanın onun için büyük bir keyif olduğu, gibi övgü dolu cümlelerle benimle konuşmasını uzattı. Bana karşı fazladan bir ilgisi olduğunu hemen anladım; zaten bu konularda artık uzman sayılırdım. Artık bitmesi lazım geldiği halde sohbeti uzatarak Telefonu kapatmama fırsat vermiyordu, ben dilara’yı aramıştım dilek’le ilgili hiçbir programım yoktu fakat onun da çok güzel bir kadın olduğunu biliyordum. Bu yakın ilgisine karşı duyarsız kalarak ilgide cimrilik yapacak değildim ona karşı. Böylelikle konuşmalarımız bir süre devam etti; her aramanda biraz daha yakınlaşır olmuştuk.
İlişkimiz ve iletişimimiz onu her aramanda bir hayli ilerlemişti, tabii artık daha da üstün olan hitabet yeteneğim de kazanımlarını göstermiş olmalı ki daha onu görmeden bana aşkını ilan edip telefonda seks yapmaya kadar götürmüştük bu samimiyeti. Kız kardeşinin eski aşkı olmam umurunda bile değildi, o kadar karaktersiz ancak o kadar da güzeldi. Tabii bu durumda görüşmemiz imkansızdı babama yalvararak bana o hurda arabayı en azından bir günlüğüne vermesini istedim. Bu arabayla 2 ortak yönümüz vardı o da 20 yaşındaydı ben de, o da bir çok yerinden arıza veren buradaydı ben de.. fakat dilek’le buluştuğum zamanları şu yeni durumla kıyaslayınca ayağımı yerden kesen bir şeye sahip olmak büyük bir konfordu. Şehrin en lüks oto galerisinin sahibiydim, lakin kızla buluşmaya yalvararak aldığım hurda bir araçla gidebiliyordum. Bu durumu Dilek’e nasıl açıklamıştım tam olarak hatırlamıyorum, ama sanırım klasik araç merakımla ilgili bir şeyler uydurmuştum."
Bafra’da buluştuk onu sadece uzaktan bir defa görmüştüm hatırladığımdan çok daha güzeldi ve hurda aracın içine bindiği zaman kirli koltukta çamurun içinde bir inci tanesi gibi parlıyordu. Bir süre avare dolaştık sonrasında telefonda hazırlığını yaptığımız cinsel tacizlerimize karşılıklı olarak başlamıştık, tabii ki istikametim yine köy ormanları köy yollarıydı. Onunla buluştuğumuz gün yattım, daha sonra sık sık görüşür olduk. Ben yine o çok sevdiğim kır gezilerini bu defa da Dilara yerine dilek’le yapıyor olmuştum, fakat bacağımın sakatlığı yoruyordu artık beni yürümekte zorlanıyordum, bir kaza geçirdiğimi söyledim ve tüm ısrarına rağmen bacağımdaki yarayı açıp göstermedim. Sevişirken pantolonumun sadece bir başarısını çıkarıyor ve yara olan bacağımdaki pantolon paçası öylece bacağımda duruyordu. Bu yöntemi o zaman bulmuştum ve her yattığım kadında Bu yöntem devamlı uygulanacak, sistemdi halini alacaktın ve bu hal halen devam etmektedir... Tabii ki bu durum hazlarına düşkün biri için fazla zordu, en az hayat konforum kadar seks konforum da bozulmuştu, ve ben belki bin kadınla yatmış olmama rağmen bana çok çok yakın bir iki kadın dışında hiç kimsenin yatağında çırılçıplak soyunamayacaktım. Bu sorun sadece beden ile alakalı bir eksiklik olarak kalmayıp, zaten sakat olan ruh sağlığımı da etkileyecek ve yeni yeni psikozlar oluşturacaktı...
Babamın ev telefonuna olan eski duyarlılığı artık yoktu, fakat aynı cimriliği araçta gösteriyordu. Ne zaman istesem, hayır diyordu. Bazen aracı düz kontakla çalıştırarak kaçırıyordum, bu taktiğini İstanbul’daki araba hırsızı arkadaşlarımdan öğrenmiştim. Tamam, hırsızlık benim işim değildi, fakat kendi aracımızı çalmak hırsızlıktan sayılmazdı elbet. Dönüşte, babamın gözüne görünmeden, İsa amcamın on yaşında olan oğlu İlkay’a aracı teslim edip bir süre evden uzak dururdum. Aşkın amcamın yıllar önce uyguladığı taktiği, ben ondan 10 yıl sonra yeni uygulayabilir olmuştum. Neyse ki, babamın tepkileri eskisi kadar ağır ve şiddete dayalı değildi. Tabii beni dövecek de değildi, belki isterdi ama artık çocuk değildim ve hastaydım. Ne tepkilerle karşılaşacağını da öngöremiyordu; zira psikolojimin sakatlığı dışarıdan bakıldığı zaman, benden çok onlar tarafından biliniyor olmalıydı. Eğer ki aracı hasarsız ve deposu yakıt dolu geri getirmişsem, bazen hiç kızmadığı da olurdu, ama tüm benzini bitirip hele aracı bir yere vurmuşsam, eyvah eyvah, hiç susmadan saatlerce sitem edebilme yeteneğine sahipti.
Eski karakterinden zerre değişim olmamıştı. Dünya değişiyor, çevre, köy ve insanlar değişiyor, o asla değişmiyordu. Yine her şeyimiz vardı, fakat kullanmak yasaktı. Köyümüzde bizim yarı imkanlarımıza sahip olanlar, bizden daha konforlu yaşıyorlardı. Komşunun traktörü vardı, onunla düğünlere, şehre veya her türlü eğlenceye gidiyorlardı. Bizim hem çok pahalı lüks sayılabilecek traktörümüz, hem de aracımız vardı, ama bunları kullanmak yasaktı, garajda öylece duruyorlardı. Her şeyi vardı, ama yine de malı çok değerliydi. Mükemmel bir insandı benim babam aslında, ama kabuğunun içinde kapalıydı. Kapalı şekilde kutusunda duran misk ne kadar kokabilirse, biz aile bireyleri de onun kokusundan, şişenin içinde duran bu misk kadar yararlanabiliyorduk. Fakat yine de o, bizim ailemizin reisi, bizi büyüten, babalık yapan gerçek bir ataydı.
Köyün insanları da değişmişti; küçükken en çok kızdığım, şimdi çoktan ölmüş olan amca ve dedelerin, meğer ne değerli insanlar olduklarını yeni anlamıştım. Şimdiki amcalar köyün güzelliği içinde yaşamaya layık bile değillerdi, hatta pis varlıklarıyla benim güzel köyümü kirletiyorlardı. Köye ilk renkli televizyonu getiren kahveci Hüseyin amcam muhtarlığı bırakmış, şimdiki Yeni muhtarımız ise salağın tekiydi ve köy kendini büyük sanan birkaç kişinin hazırlayıp kabullendiği yöntemlerle yönetiliyordu.
Çocukluğumda köyde iki kişi de araç vardı, tüm köyün işini bu araçlar görürdü. Şimdi ise belki bir iki kişinin arabası yoktu, o kişiler de işlerini gördürmekte zorlanıyorlardı. Köyüm, olimpiyat oyunları için bir araya getirilmiş, sığ bir kalabalığı barındırıyormuş gibi hissettiriyordu. İçinde sanki birileri oyunlarda ün kazanmak için gösteriş yapıyor, kimileri daha çok para kazanmak için direniyor, diğerleri ise seyirci olmayı tercih ediyordu. Galiba ben bu en son gruptaydım ve gözümün önündeki kötüye doğru dönüşümleri gördükçe, çok param olsa da herkesi köyden kovsam, etrafını çevirip seçtiğim 5-10 kişi ve siyah ineğim cömert dışında kimseyi köye sokmasam diye düşünüyordum.
O çocukluğumun insanları, buralara duygularını adlarını vermişlerdi. Ne acıdır ki, ne onların adları ne de duyguları gibi duygular kalmıştı. Yüzlerce yıldır kutsal gelenekleri dokuyarak gelen insanların 15- 20 yıllık torunları, bütün eski kültür dokuma tezgahlarını kırıp atmışlardı. Yerlerine ise her yıl bir öncekini bozan, suni yenilikler icat etmişlerdi. Herkes duygusal derinliğe değil, menfaate yönelmişti.
Neyseki Köyümün güzellikleri hâlâ aynıydı; dereler, ormanlar, çaylar, tarlalar ve pınarlar aynıydı. Ben köyümü görmek istiyordum, insanlarına değil. Kır gezilerim sadece cinsel amaçlı değildi, küçüklüğümden beri tarlalarda ineklerin peşinde geçen hayatım zaten kır gezilerindeydi. Fakat bunu bir çeşit işkence olarak görüyordum ve tadını alamıyordum. Şimdi ise yeni bir bilinç ve farkındalıkla köyüme bambaşka duygularla bakıyordum. Tarlalara, ormanlara çalışmak için değil, oraların doğasını ve ruhunu hissetmek için gitmek çok başka bir duyguydu. Yıllardır çalışmaktan başımızı kaldırmamış, etrafımıza böyle dingin bir ruh ile bakamamıştık bile.
Dilek ile olan orman gezilerimizden de herkesin haberi olmuştu. Eski çapkın ve kandırdığım abilerim, önce bir şok geçirmiş, sonra da bana alınmışlardı. Zira kendilerini "Dileği size ayarlayacağım" diye kaç defa Bafra’ya götürüp kandırmıştım. Açıklama olarak da "kusura bakmayın" dedim, meğer kızın gönlü bendeymiş. Yapacak bir şey yok,!..
Gittiğim yerlerde herkes bana hayran hayran bakıyordu. Adımı dahi bilmeyen insanlar beni uzaktan göstererek "İşte şu çocuk, Dilek ve Dilara’yı beceriyor" diyorlardı. Böylesi bir lakapla anılmak gururumu okşuyordu hoşuma gitmişti..
Evim yoktu, yine düzenli binebildiğim bir aracım da yoktu, para desen zaten yoktu. Bunları nasıl başardığım herkes için bir merak konusuydu. Düşünecek başka işi olmayan insanlar, kafalarını yordukları bu boş uğraştan bir türlü netice çıkaramıyor, bakımsız yakışıklılığım ve onların göremediği bir cazibem olduğunda birleşiyorlardı. Doğrusu, o eskiden hayran olduğum Dilek ve Dilara, benim için sıradanlaşmıştı artık. Sevgi ve duygu olmayınca gözlerin alışkanlığı, ruhlarımızı olgularla Aşina kılıyor, gördüklerimiz ya da elde ettiklerimiz hayret verici gelmiyordu insana artık.
Bu tavır ve düşünce bende sabit kalacaktı, her yattığım kadın, değerini daha o gecenin sabahında yitirmiş olacaktı. Doğrusu insan doğasının çetrefilli yapısı gereği, bunun nedenlerini zaten araştırmıyorduk. Benim gelişmiş bir prensip yapım, hatta karakterim bile yoktu. Kişiliğim ve saygınlığım çocukluktan beri örselenmişti ben de herkes gibi doğal eğilimlerle hareket ediyordum. Ancak bendeki bu doğal eğilimler kesinlikle sağlıklı değildi.
İlk görüşte pek büyük ve hayranlık verici olup da yavaş yavaş daha az hayretle bakılmayan hiçbir şey yoktur. Nerede kusursuz bir güzel görsek, eminim ki onu her gün becermekten sıkılmış bir erkek vardır.
Fakat ben de kadınlar söz konusu olduğunda bu değer kaybetme aşaması çok daha hızlıydı.
Tabii bunun da ruhsal sebepleri vardı fakat yeni psikolojik rahatsızlığım olan travmatik stres bozukluğu ya da psikozla ilgisi yoktu bunun. Onun sebebi erken yaşta annesinden ayrılan erkek çocuklarda görülen ruhsal ve duygusal hastalık türüydü, her kadında yaşadığım hayal kırıklığının sebebini aslında o kadınlarda annemi aradığım söylendiğinde doktoruma yaralayacak karakolluk olacaktım ama sonrasında doktorumun haklı olduğunu görecektim. Bunu da ileride daha iyi anlayacak ve tanımlayacaktım daha vardı..
Telefonun artık bana yasak olmaması sebebiyle bir sürü kız tavlamıştım ve bu benim için çok zor olmuyordu. Yeter ki konuşmaya müsait olan bir kız telefonu açsın, bu yeterliydi. Hitabet ustalığımla ve zengin soyadımla ayartamayacağım kız çok azdı. Tabi kendi özümde var olan cehalete, şehirli Dil bilgisiyle karşı durmak aptallık olurdu; neticede ben saf bir köylüydüm. Bu yüzden acemice pot kırışlarım çok olurdu, fakat karşı tarafın da çok zeki olmaması sebebiyle, benim imkansızlıklar içinden imkan yaratma becerim işe yarıyordu. Hemen her hafta farklı bir kızla ormanlarda gezi yapıyordum. O kadar çok sevgilim olmuştu ki, eğer o dönem evim, aracım ve param olsaydı, 5 tane penise sahip olsam bile bunlarla bile yetiştiremezdim. Bu kadın düşkünlüğüm, geç sahip olduğum imkanların, geç psikolojileri ve ezikliği ya da kendimi bu konuda kanıtlama eğilimi değildi. Yukarıda bahsettiğim gibi, bunun psikolojik ayrı nedenleri olacaktı.
Birkaç ay içinde onlarca kadınla yattım. Tek sorunum vardı, o da tamamen çırılçıplak soyunma lüksüne sahip olmamamdı. Pantolonumun sağ parçası sürekli bacağımdaydı. Eğer taşıdığım yaranın korkunç görüntüsünü görmüş olsalar, bu yara rüyalarına girerdi. Hele ki o koku, onu bir kez almış olsalar, eminim onlar da benim gibi bir güzel çiçeği koklarken bile o çiçekten aynı ceset kokusunu alırlardı. Koltuk değneğini atmıştım, fakat aksamadan yürümeye çalışırsam canım yanmadan bunu beceremiyordum. Yalnızsam ya da köyde samimi tanıdıklarımın yanındaysam, kendimi topallmaya bırakıyordum. Fakat herhangi bir kadının yanındaysam ya da yabancı bir ortamdaysam, toparlamamak için canımın acısına katlanıyor ve sağlıklı bir insanmışım gibi yürümeye çalışıyordum.
Bir gün Dilek’le buluşma planları yapmıştık. Arabanın anahtarını babamdan alabilmek için onun camiden dönmesini bekliyordum. Eve girip üzerimi değiştirmeye başladığımda, masanın üzerinde arabanın anahtarını gördüm. Bu beni oldukça şaşırttı, çünkü anahtar genellikle böyle açık bir şekilde bırakılmazdı; şeytanın bile aklına gelmeyecek kuytu köşelerde saklanırdı. Bu olağan dışı bir durumdu, ancak bunun üzerine düşünmek yerine aceleyle babam gelmeden önce arabayı kaçırmaya karar verdim. Hızla anahtarı kapıp garaja koştum, aracı çalıştırıp gaza bastım.
Ancak sadece birkaç metre ilerleyebildim ki araba durdu. Tekrar tekrar denedim, yine durdu. Tepiniyor badanaj sesleri geliyordu, ancak bir türlü ileri gitmiyordu. Arabadan inip tekerleklerin önünde bir engel olup olmadığını kontrol ettim, ancak hiçbir şey yoktu. Tekrar denedim ama nafile, arabanın tekerlekleri dönse de olduğu yerde duruyor, hareket etmiyordu. Tanrım, acaba aracı mı bozmuştum? Bu hem babam için hem de benim için tam bir facia olurdu. Arabadan tekrar indim ve etrafını kontrol etmek için dolandım, ta ki arabanın arka şase demirinden garajın beton direğine kalın bir zincirle bağlı olduğunu fark edene kadar. Üzerindeki üç ya da dört kilitle sarılmış olan bu zincir, gerçekten de muazzam bir düşüncenin ürünüydü. Bizans’ın Haliç’e gerdiği zincirler bile bunun yanında sıradan kalırdı. Bizans imparatorlarını bile kıskandıracak mühendislik saplıydı bu çalışmada. Bu zinciri çözmek ya da arabayı karadan yürüterek şehre indirmek mümkün değildi. Böylece o günkü randevumuz, bu garip sorun yüzünden iptal olmuştu. Dilek, büyük Ağa’nın oğlu bu zengin bir çocuğun ne tür zorluklarla uğraştığını hayal bile edemezdi elbet. Ama ben, imkanları zorlayarak yine de çapkınlıklarıma devam etmeye karar verdim.
Kadınları seviyordum, onlarla sadece cinsel yönden değil, ruhsal olarak da bağ kuruyordum. Psikolojik hastalıklarının taze dönemlerinde, belki de travmalarımın yayılmasını bir süreliğine durduruyorlardı. Küçük yaşta annesiz kalmamın bunun üzerinde etkisi olup olmadığını o zamanlar bilmiyordum. Ama kadınlarla her zaman içten bir bağ kuruyordum, dokunduğum her farklı ten bana bir tür başarı hissi veriyordu. Ve bu haz, seksten çok daha derin bir duygusallıktı.
Onlara sahte bir isim ve sosyal konum sunuyor olabilirdim, ama duygularım ve davranışlarım tamamen gerçekti. Dışarıya sahte bir maske takıyor olsam da, içimdeki hislerin samimiyeti hiç değişmezdi. Düşüncelerimde ve övgülerimde davranışlarımda orijinal bendim. Onlara sunduğum kariyer ve sosyolojik konumum, evet sahteydi ama bunlar onların istediği şeylerdi. Böylece bana yaklaşıyor içimdeki kapıları zorluyorlardı, yoksa kim niye Abdullah’ın kapısını çalsındı?
Evet insan ilişkilerinde dürüst olmamak hiçbir mazeretle açıklanamaz fakat ben o dönem bunların hepsini doğru ve yerinde buluyordum ne kadar kişiyi kandırırsam o kadar gurur duyuyordum kendimle. Tüm hayatım doğuştan hasarlı idi ruhumda çok daha önceden tıpkı bacağım gibi yara almıştı, ama insana dair duyarlılık ve duygusallık konusunda hiçbir şey kaybetmemişim sanıyordum. Oysa çok şey kaybetmiş kaybetmeye de devam edecektim fakat bunu zamanla öğrenecektim..
Doğa yürüyüşlerimi artık yalnızken de yapıyordum, bana iyi geliyordu, rahatlatıyordu. Onunla olan tedavi edici ruhsal bağlantımı eskisinden daha iyi kurabilmiş, ve ona bir sevgilinin göğsüne bakar gibi bakabilme hissini keşfetmiştim. Bu dua yürüyüşlerine götürdüğüm kadınların sayısını unuttum, isimlerini unuttum, yüzlerini hatta bir kısmını tamamen şu an görsem hiç tanımayacak kadar ounuttum, tek unutmadığım şey; bütün sevişmelerimde pantolonumun sağ paçasının hep bacağımda olmasıydı..
Bacağımdaki yara her geçen gün daha da büyüyordu. Yanında yeni yaralar da açılıyordu. Sonra o büyük yara küçülüp, diğerleri büyümeye başlıyordu. Kokladığım çiçekten yediğim yemeğe kadar, alt bir zeminde hep o ceset kokusunu alıyormuşum gibi geliyordu. Bu durum belki psikolojik olabilirdi, bilmiyordum; fakat bacağımda gerçekten böyle kötü kokan bir yara taşımak, bunu sadece psikolojik olarak algılamayı zorlaştırıyordu. Yine uyduruk ve sağlıksız bezlerle yarayı sararken, onun büyüklüğüne bakmamaya çalışıyor, kokuyu almamak için de sadece ağzımdan nefes alıyordum. Maalesef ki bedenimiz, giysi veya takı gibi değiştirebileceğimiz bir şey değildi; biz bedeniz, beden de biziz, ve onunla bağlantılı her şey de ortağız. Belki de bu yüzden ruhumun sakatlığına katkı sağlayan yanlarından kaçabilmek mümkün olmuyordu.. Yaklaşık üç ay boyunca hava değişikliği istirahati sebebiyle köyde kaldım. Tüm sakatlığıma rağmen, kadınlar bakımından çok dolu dolu bir dönem geçirdiğimi söyleyebilirim. Sonra yine 4 lira tren bileti davetini almam için karakoldan haber geldi, ama ben bu sefer hiç onunla uğraşmayıp otogara gidip dedemden aldığım bilet parasını otobüse verdim.
Hastaneye yatırıldığımın 2. haftasında bir sürü teste tabi tutulup heyet karşısına çıkarıldım. Bu süreçte Ayşe yine yanıma geldi, ki ben onu köydeyken de aramayı ihmal etmemiştim. İletişimimiz biraz daha ilerlemişti.
Yapılan testlerden ve heyetten birkaç gün sonra tekrar bir kurula çıkarıldım ve orada bana "askerliğe elverişli değildir "aporu verilerek çürüğe ayrılmış olduğumu, askeriye ve askeri hastanelerle tüm ilişkinin kesildiğini söyledi. Gerisinden pek bir şey anlamamıştım, ama o "çürük" kelimesi beni çok üzmüştü. O ne çirkin bir tabirdi. Sonra bacağımdaki yaranın çürümenin ta kendisi olduğunu düşündüm, raporla ikisini harmanlayınca kabul edilebilir gelmişti bu tabir bana. evet doğru ya, bende bacağım da çürüktü. Aynı gün yaramın pansumanı itinalı bir şekilde yaparak taburcu ettiler beni ve bir daha gelmemek üzere kıçıma tekmeyi vurdular. Neyse ki bu defa bilet param vardı, köyü arayıp durumu anlattım ve akşama döneceğimi söyledim. Fakat babam Bacağımdaki o yarayla kesinlikle köye dönmemem gerektiğini, İstanbul’u arayacağını ve babanın yanına gitmemi önerdi. O bana İstanbul’da daha iyi doktorlar bulup daha iyi hastanelerde tedavi için imkan sağlayabilirdi. Reddettim, asla onun yanına dönmeyecektim. Bacağımı kesseler dahi umurumda değildi. Babam diretti, ben direttim. O halde köye de gelme lan, dedi. Peki, dedim ve telefonu kapattım.
Telefon kulübesini yumruklamaya başladım, artık hiçbir şeye tahammülüm kalmamıştı. Psikolojim tükenmiş, sinirlerimdeki karıncalanmalar artmış, tırmalama halini almıştı. Zihnimin bana soylu fikirler için açtığı herhangi bir kulvar yoktu belki, fakat hastalıklı düşüncelerimin ürettiği çöplükler ve bu aşamada da yine bir yol göstericimin olmayışı beni daha da çıkmazlara sürüklüyordu. Sağlıklı bir psikolojim, sağlıklı bir bedenim ve sağlıklı bir hayatım kalmamıştı, yaşam beni istediği yanlışa sürükleyebilirdi bunua artık eskisinden daha çok müsaittim.
Kulübeyi yumruklamakltan ellerim kanamıştı. Psikoloğum bazı ilaçlar vermişti, bunların üç beş tanesini aynı anda attım ağzıma. Antidepresan tedavileri, depresyon için hızlı bir çözüm sunuyordu belki, ama rahatsız edici yan etkilerin riskinide taşıyordu. Aylardır her gün kullanıyor olmama rağmen problemlerime doğrudan bir etkisini görememiştim. Gizlemeyi artık beceremediğim yığınla tasanın altında iki büklüm kalmıştım ve yine bilmediğim bir şehirde yalnız, koltuk değnekleriyle ortadaydım. Yine nereye gittiğimi ne yapacağımı bilmeden yürüdüm, yürüdüm, çok yürüdüm. Bu belirsiz duygunun olağandışılığına alışmıştım artık. Bana karanlık gibi de gelmiyordu, mutlaka bir yerlere çıkıyordu bu yol, hem zaten beterin beterinin tam içinde değil miydim, daha ne olabilirdi ki?
Ayşe’yi aramayı düşündüm, fakat o kadar zavallı bir durumdaydım ki halimden utandım. Bu durumda onunla görüşüp ne yapacaktım? Ayşe’yi sevmiştim ve içinde bulunduğum acziyeti onun karşısına taşımak istemedim. Seven insan tanrı gibi görünmek ister, oysa ben böcek gibiydim. kulübeden çıkarken Serpil geldi aklıma, Ankara’ya gelmiştim ama hastanede bulunduğum o 2 haftalık süreçte onu hiç aramamıştım. Serpil’i aradım.
O kadar mutlu olmuştu ki, aradığımda telefonda kuş gibi şakıyordu; adeta negatif tüm enerjimi almıştı. Bilişsel olarak ne yaptığımı bilemez haldeydim ve ruhsal olarak da çökmüştüm. Bu durumda, Serpil’in pozitif enerjisi beni onunla buluşmaya itti. Oysaki hiç kimseyle buluşacak halde bile değildim, duygusal yönden ise gariptir ama onunla buluşma düşüncesi, içimde bilmediğim bir umut ışığı yaratmıştı."
Batıkent denen semtte oturuyordu ve aynı semtte" Vedat Dalokay " simli bir parkta buluşma kararı aldık. O cıvıltılı sesin önünde direnmem mümkün değildi kulübeden çıkarak Batıkent otobüslerini bulup akşamdan o parka gittim. Cebimde sadece 20 lira vardı ve bir kalacak yerim yoktu, fakat bu durumu pek önemsemedim. Hava açıktı ve parktaki bankların geceyi geçirmek için uygun olduğunu gördüm. Zaten sokaklarda da kalmaya alışkındım, İstanbul sokaklarında daha önce fazla zaman geçirmiştim. Cebimdeki 20 lirayı kesinlikle harcamamalı, yarın kız için kola alabilecek param olmalıydı.
Gecenin bir vaktine kadar parkta dolaştım ve günün yorgunluğu ile tenha bir bankta uyuyakaldım. Geçmişte yaşadığım sokakta kalma deneyimlerim ve kendime olan güvenimle Ankara’nın soğuğunu hesaba katmamışım. Gecenin bir yarısı Aniden uyandım, dişlerimin birbirine çarpma sesi miydi beni uyandıran yoksa banktan alınıp buraya getirilmişim hissi miydi bilmiyorum. Hava o kadar soğuktu ki çenemi sabit tutamıyordum, dişlerim her vuruşta kırılacak gibi geliyordu. Bu olasılığı işaret parmağımı ısırarak aklımdan da ihtimalden de çıkardım. Ancak ne kadar bedenimi küçültüp içime kapsam da ısınamıyordum.
Bana Bali ya da tiner lazımdı, ama maalesef yoktu. Dünkü yürüyüşün etkisiyle ağrıyan bacağım halen şiş ve yaralıydı yürümemem gerekiyordu, ama bankta sabit kalmam mümkün değildi. Isınabilmek için sabaha kadar parkta dolaşıp durdum, hatta sabah sporu yapanlara katılarak spor yaptım. Onlar koşuyor, ben de koşuyordum. Onlar tüfeksiz hareketlere devam ederken, ben ısınabilmek için aynını yapıyordum. Aramızdaki tek fark, onların spor için yaparken ben ısınabilmek için uğraşıyordum..
Bir süre sonra güreş tamamen doğduğunda ancak ısınabildim, ama üzerime geceden yağan sabahın çiği her yanımı yapış yapış etmişti. Yaptığım spor etkisi hemen göstererek bacağım bir kat daha şişmişti, her yanım pislik içindeydi. Ceketim de saçlarım gibi yağlanmıştı. Bu perişan halimi buluşacağımız kafenin aynasında toparlayabildiğim kadar toparlayarak masadaki yerimi aldım. Serpil’in kırmızı tişörtü, benim ise yeşil ceketim birbirimizi tanıma işaretlerimizdi. Kapıdan girdiği anda onu tanıdım, tanımaz olaydım. Maalesef o da beni gördü ve tanıtı, gerçekten çok güzeldi. Benim için güzellik, tabiatın içinden çekip ayırdığı tehlikeli yüksekliklere çıkardığı müstesna kişilerdi ve Serpil gerçekten bu işin zirvesini temsil ediyordu. O ne kadar şık ve zarif ise, ben o kadar sefil ve pasaklıydım. O ne kadar bakımlı ise, ben o kadar bakımsız; o ne kadar zengin ise, ben o kadar fakir görünüyordum. Randevuya geldiğime pişman oldum. Nasıl bir şey bekliyordum bilmiyorum ama böylesini beklemiyordum. Kaçmak istedim, fakat kaçamadım, çünkü üzerimdeki yeşil ceket beni damgalı bir eşek gibi tanımlıyordu ve kız beni daha görmeden yeşil ceketimi görmüştü. Kaçıp gitmek düşüncesinde muhakkak ki o da benimle aynı fikirdeydi anda ama maalesef ki göz göze gelmiştik bir kere. El sıkıştık, onun bakımlı elleri benim tırnakları[ simsiyah kirli ellerimle buluştu. Olduğundan daha fazla berbat hissettim kendimi, Serpilde bunu görmeyecek kadar kör olamazdı ve gözünün yükseklerde olduğu her halinden belli bir kadın için, onun bekleyip istediği adam olmadığımı anlamayacak kadar aptal da değildir. Serpilin arzulamaktan çok arzulanmayı hak eden ve bunu belli de eder bir görüntüsü vardır, ama tabii ki bu arzu benim arzum olamazdı."
Dünden beri aç durup ona, bu sayede ısmarlama lüksünü edindiğim kolayı dahi bitirmeden, acil bir işi olduğunu ve bu programı annesinin yapmış olduğunu, onun da sabah öğrendiğini yalanını neredeyse benim kadar başarıyla anlattı. Bir de üzerine daha sonra bunu telafi edeceğim sahte vaadini de ekleyip özür dileyerek hızla kalkıp gitti.
Ona hak vermiştim, biz çok bakımdan farklı dünyaların insanıydık. Bunun dışarıdan kılık kıyafetimize bakan her kişi rahatlıkla görebilirdi. Serpil gitti, fakat dünden beri aç kalıp ona son paramla ısmarladığım kolayı ziyan edemezdin. Onun bardağından arta kalan kolayı ben içtim. Gidecek yerim yoktu, fakat Ayşe’yi yine aramadım. İnadına o parkta yaşama kararı aldım, bu düşünceye beni hangi psikolojimi itmişti bilmiyorum, şu anda çok saçma geliyor ama o zaman doğru olduğuna inanıyordum. Ankara’nın o bıçak gibi keskin ayazı insanın iliklerine işliyordu. Geceyi tıpkı hastanedeki ilk travmalarım gibi üçe beşe hatta 10 parçaya bölüyordum, dünyamı küçültmüş her şeyden geçmiştim. Açlık ve soğuktan o parkta ölmeye hazırdım. Zaten bir kısım amacımı da bu olmalıydı; ölümü hiç de ürkütücü bulmuyordum. Zira kirden yağlanmış kıyafetlerim ve bedenimden siyaha dönmeye başlayan yeşil ceketimle bilmediğim bir şehirde, sokakta kalmaktan, açlıktan ve soğuktan, kimsesizlikten hasta bir beden ve sakat bir ruhtan daha mı ürkütücüydü ölüm? Hem bütün sorunlarımı bu tarafta bırakacağım için öteki tarafa sapasağlam gidecektim, bu iyiydi. 2-3 gün o parkta yattım, çöplerden ekmek topladım. Sabaha ulaşmak, her geçen gece daha da zorlaşıyordu. Mevsim sonbahardı, fakat ona rağmen gecenin ayazı buz gibiydi. Sokaklarda aylarca yatmış olmama rağmen İstanbul’da bile bu kadar üşüdüğümü hatırlamıyorum. Açlığımı tamamen unutturan bir soğuktu bu. Uykuya her dalışımda, ’Tanrım, ne olur bir daha uyandırma’ diye dua ediyordum. Soğuktan işkence çekmek ve soğuktan ölmek çizgisine varıyor tam orada bir adım ötedeki ölüm gibi görünen noktaya vardım derken uyanıyordum. Yanarak ölenlerin ne şanslı olduğunu düşündüren bir soğuktu bu, ya dasoğuktan ölenlerin, fakat o çizgiyi bugün değilse yarın muhakkak aşacağıma inanıyordum. Buna hiç şüphem yoktu, yaramın acısına bir süre daha dayanacak, soğuğa ve güneş yüzünü göstermeye başladığında yüzümü ona dönerek o ilk ışıklarından çenemin soğuk kilidinin açılması için yardım beklemekten kurtulacaktım. Kısa zamanda gelecekte ölüm, umutluydum."
Sanıyorum, bu parkta 5 gecemdi, pansumanı bacağımdan bir dikiş gibi sökerek çıkarıp attım. Yaraya hiç bakmıyordum, ancak o çürük ceset kokusunu net olarak alıyordum. Zaten o yara benimle yatıyor benimle kalkıyor daima beni takip ediyordu. Parkın kenarındaki kulübeden her fırsatta Serpil’i arıyordum. Öleceğim kesindi, bari ölmeden önce o kızı becerebilme fikrine takmıştım. Kısacık şeyler düşünüyordum, sıfır mantıklıydım. Serpil ile yatmak, o soğukta üretebildiğim tek sıcak düşünce de bu olmalıydı.
Onu her gün arıyordum ama türlü bahanelerle benimle görüşmeye gelmiyordu, en son arayışımda beni, parkın kenarındaki kulübeye girerken gördüğünü ki kesinlikle onu aramak içindir; çünkü başka birisini aramadım hiç. Üzerimde aynı yeşil ceket olduğunu ve beni o ceketten tanıdığını söylediklerime kesinlikle inanmadığını ve bir daha onu rahatsız edersem polise şikayet edeceğini söyleyerek telefonu yüzüme kapattı. Aynı uğursuz günün umutsuz gecesi, aynı bankta uykunun gelmeyen yolunu beklerken, yanımda kırklı yaşlarda bir adam belirdi aniden. Sıçradım, irkilmiştim. Günlerdir kimseyle konuşmamış yapayalnız biri olarak, kimseyi bu kadar yakınımda görmemiş olmamın da, parkın gece ıssızlığı kadar bu aşırı hassasiyetlerimde etkisi vardı.
Selam verip halimi, hatırımı ve neden sokakta kaldığımı sordu. Her halimden sokak çocuğu olduğum zaten anlaşılıyordu. Güven veren bir yüzü vardı; benimde yalnızlıktan ve konuşmaya aç halimden ötürü bankta yan yana oturarak bir süre sohbet ettik."
Yaklaşık 2 saat boyunca aynı bankta oturup sohbet ettik. Çoğunlukla ben konuştum, o dinledi. Daha sonra müsaade isteyerek kalktı ve tek elimi avucunun içinde tutarak gözlerime bakıp, bana kesinlikle inanmadığımı söylediklerimin gerçek olmayacak kadar absürt olduğunu, bu sebeple bana güvenip evine götüremeyeceğini söyledi. Bunun için özür dileyecek kadar da nazikti ve haklıydı. Benim anlattığım gerçekleri birisi kendi yaşamış gibi anlatsa, ben de ona inanmazdım, güvenmezdim. Benim ondan böyle bir şey beklemediğimi, sadece onun sorduğu soruları cevapladığımı ve evine gitmek gibi bir düşüncem olmadığını belirttim. Vedalaşarak ayrıldık.
Banka tekrar uzandım, uzun boylu olduğum için sığamıyordum. Başımı koyarsam bacaklarım dışarıda kalıyor, bacaklarımı yerleştirsem başım dışa sarkıyordu. Bir türlü bankın içine yerleşemiyordum. İleride sokulduğum nezarethanelerde de aynı problemle çok karşılaşacaktım. Bu adamla konuşmalarımızı düşündüm, bir şeyleri paylaşabilmek beni rahatlatmıştı. Bana inanmaması da normaldi, fakat dinleyene bile inanılması güç olan şeyler yaşayan için nasıldı? Kendi kendime konuşmaya başladım, ama ne konuştuğumu şu an hatırlamıyorum. Sanki başka biri benim dudaklarımla bir şeyler geveliyordu, bunlar neydi hiç hatırlamıyorum. Bir süre sonra düşüncelerim artık her neyse beni fazlaca yormuş olmalı ki ilginçtir, uykuya daldım.
Ne kadar uyuduğumu bilmiyorum, ama baş ucuma yakın bir yerde bir ayağım gezdiğini duyduğum anda uykudan sıçrayıp yanımdaki kişiye yumruğu indirmem bir oldu. Yere düştü, üzerine çıktım ve sanıyorum birkaç yumruk daha atıncaya kadar, "Atilla, ben Atilla! Lütfen yapma, Abdullah lütfen, Abdullah!" dedi. "Atilla, ben dedi, Atilla kimdi?" Ayrıca beni tanıyan kim olabilirdi burada? Ve tüm bunlar yanında gece konuştuğum kişiyi hatırlayarak toparlamam biraz zaman aldı. Adamı tanıdım, o konuştuğum adamdı. Özür dileyip, "Kusuruma bakma" dememe rağmen, "Siirt’in o dağındaki Abdullah, yat yat!" Seslerini duyduğum andaki aynı durumldaydım. Bunu altındaki kişiyi tanımış olmama rağmen hala adamın üzerinde sessizce oturduğumu fark ettiğimde anladım. Sonra kalkıp banka oturdum tekrar, özür diledim "Sorun yok" dedi, fakat suratının haline baktığımda sorun olduğu belliydi, burnu kanıyordu. İçim acımıştı çünkü o evine gitmiş, vicdanı rahatsız olduğu için uyuyamayacağını düşünmüş, beni almaya parka geri gelmişti. Evet, Atilla’ydı. O da bir askerdi, subaydı. Kimliğini, silahını hatta silahının ruhsatını gösterdi. Beni evine alacaktı, fakat hala güvenmiyordu. Bir isteği vardı, yalnız yaşıyordu, tek başına bir evde kaldığını ve hala ona zarar verip vermeyeceğimden emin olamadığı için beni kendi yatağında kelepçeleyecekti. Ona hak verdim nedense çok doğru ve gayet olağan gelmişti bu teklif bana, çünkü adam korkuyordu. Tehlikeliydi yatağa kelepçelenecektim ama orada öldürülme riskim sokaktan, o ıssız parktan daha fazla değildi. Hem ölürsem de sıcacık yerde ölecektim, ne iyi!
Bir apartmanın giriş katındaki daire, tek odalı ve küçüktü; ayrıca küçük bir balkona sahipti. Burnum artık kendi kokumu almıyordu, ancak leş gibi koktuğuma emindim ve bunun için bacağımdaki yaranın gerçek bir leş kokusuna ihtiyacım yoktu. Bana giyinmem için kıyafetler getirdi ve banyoyu gösterdi. Kıyafetlerim, asıl renklerinden oldukça farklıydı; özellikle o yeşil ceketim etkilenmiş, neredeyse siyaha dönmüştü. Pantolonumun paçası şişmişti, sağ bacağımdan çıkarmak oldukça güç oldu. Hala yaraya bakacak cesareti toplayamıyordum, ancak artık bakmam gerekiyordu. Korka korka gözlerimi yaraya çevirdiğimde yarayı görmedim, yaram iyileşmişti. Yeniden bu ilginç duruma baktığımda, yaranın olduğu noktada dalgalanmalar görüyormuşum gibi oldum. Yorgunluktan ya da ruhsal hastalığımdan dolayı bir tür halüsinasyon yaşadığımı düşündüm, ancak bu dalgalanmaların sadece o bölgede meydana geldiğini fark ettim ve daha aşağılara doğru akan kanı görünce içimde büyük bir korku oluştu. Gözlerimi kapatarak, Tanrı’ya korktuğum şeyin gerçek olmaması için dua ettim ve bilip hatırladığım şekilde en içten duygularla ayağımı suya sokarak Kur’an kursundan hatırladığım bütün duaları okudum okudum..
Gözlerimi açtığımda küvetin içi beyaz köpüklere benzeyen küçük kurtçuklarla kaplıydı. Tıpkı Güllü nenemin icat ettiği lanet karışımın ardından bacağımda gördüğüm kurtlar gibi, her şey aynıydı yine; sağ bacağımdı. Ormanda salıncak gibi ağaçla oynarken kalçadan çıkan, yine sağ bacağımdı. Köpeğin ısırdığı bacak, yine sağ bacağımdı. Şimdi ise yine sağ bacağımı. Büyük yaranın yanında 4 tane daha küçük yara açılmıştı ve ikisi kaval kemiğimi gösteren yaranın en son bıraktığım büyüklüğündeydi. Canım yanıyordu, evet, ama gördüğüm yarayı çektiğim acıyla kıyasladığımda daha fazla canımın yanması gerekirdi. Sanırım, fiziksel acının yoğunluğu artık dayanma gücümü etkilemiyordu; acı eşeğimin ve fiziksel acıya dayanma gücümün yükseldiğini gözlerimle görüyordum.
Çok çirkin bir görüntü görmüştüm hayatımda; ancak o kuvvetin içinde yüzmeye çalışan binlerce kurtçuğun üzerine sudan çıkardığım bacağımdaki yaralardan damlayan kanların görüntüsü dehşet verici bir manzaraydı. Tanrım, sana daha az evvel ne kadar dua etmiştim! Hem de her kula nasip olmayacak şekilde ve çoğu inananın o bütünleşmeyi sağlayamayacağı bir inançla. Sen neden benim duamı zerre kabul etmemiş, üzerine de inadına yapar gibi şu hali sunmuştun? Şimdi, bu nasıl işti?
Tanrı’nın şefkatini ve merhametini sorgulamaya, belki de ilk o gece başlamıştım banyo küvetinde kurtçuklarla geçirdiğim uzun zaman birimi ve halen suyu açmamış olmamın merakı ile. Atilla kapıya vurup, "İyi misin?" diye seslendiğinde, Tanrıya kafayı takmışlığımın derinliği sona erdi. Önce kurtçukları temizleyip sonra kendimi temizlemeye çalıştım, hepsi de dar gelen emanet kıyafetlerimi giyerek banyodan çıktığımda dünyanın belki de en lezzetli menemenini yedim.
Atilla yatağını bana verip kendi için yer yatağı hazırladı ve aynen anlaştığımız gibi beni yatağının başucundaki demire sağ elimden kelepçeledi. Ankara’da kalmam ve sokaklarda yatmam, Atilla’nın evine gidip kendimi kelepçeletmeye razı olmam... Şimdi düşündüğümde, ne kadar şuursuz davranışlarda bulunmuşum! Sanırım, kendimde olmadığım, ne yaptığımı bilmediğim bir dönemdi. Tanımadığım birinin evinde yatağa kelepçeli yatıyor, buna bilmediğim bir şehir de eklenebilir. Ancak yatağa bir yabancı tarafından kelepçelendikten sonra, şehri ve sokaklarını bilmemenin bir anlamı kalmıyordu. Başıma her şey gelebilirdi, adam sadist olabilirdi, belki katildi, üstelik silahı da vardı. Ben ise tamamen kendimi savunamayacak halde yatağa kelepçeliydim. Tabii, şu anda düşünebildiğim ihtimaller zincirinin bir halkasını dahi o zaman hiç düşünmemiştim.
Günler sonra gelen sıcak bir yemek ve sıcacık yatağın tarifsiz konforunu tadını çıkarmakla meşguldüm. Çok yorgun ve uykuya son derece müsaittim, ancak o yatakta tatlı uykudan feragat ederek düşündüğüm tek şey vardı: Yalan söyleyerek tüm kapıları ardına kadar açan Serkan, doğru söylediği için yatağa kelepçelenen Abdullah...
Tamam, yalanı kullandığım çok olmuştu, ancak bunlar kendimce zararsız küçük yalanlardı. Gerçek benim işime hemen hiçbir zaman yaramamış olsa da ona saygım vardı, ta ki o geceye kadar. Üstelik deneyimlerimden de görmüştüm ki yalan, gerçeğe oranla daha fazla yer tutuyordu hayatta. Kafa ve yaşam konforumuz açısından doğru olmak en güzel tercih olsa da, benim durumumdaki insanlar genellikle her şeyi göze alarak doğruyu değil, her şeyi göze alarak yalan söylemeyi tercih ederler.
Bu bana özgü bir durumda değil; doğru ya da yalanın bir de netice kısımları var. Doğrunun neticelerinin birçok noktada yarar sağladığını hayatın kendisi bizzat sabitlemiştir. Fakat öyle dalgalanmalar olur, öyle anlar gelir ki doğru; ya seni ya da çevrenden birilerini alabora edip boğulma tehlikesine sokabilir. İşte tam da bu noktada küçük bir yalan hayat kurtarır ki biz onu pembeye boyamışız. Yalan, tüm saklı yanlarımızı başkasına kapatır. Yalanı üreten zihniyet, asıl tehdidini korkudan alır. O sebep doğruyu savunmak, her şeyin ötesinde güçlü bir özgüven gerektirir. Doğru denince zihnimde artık mutlak yanlışın tersi değil, sadece en esaslı hallerde çeşitli yanlışların birbirine oranla durumlarını görür olmuştum
Günahı sevabı ben icat etmediğim gibi yalanı ve doğruyu da ben bulmamıştım. İnsanlar bunları işine geldiği ölçülerde hali hazırda kullanıyordu. Hem görmüştüm ki doğrunun seni zora soktuğu hallerde, yalan hayatı kolaylaştırıyordu. Ben ne için kullanmamalıydım?
Doğrunun bize zarar vereceği yerde yalan söylemek işte asıl doğru olan buydu. Ertesi sabah Atilla ile beraber evden çıktık. Malum, bana güvenip evinde yalnız başıma bırakmamıştı. Akşam iş dönüşünde beni parktan alacak, yine misafir edecekti, ama tabii yine yatağa kelepçeli olarak. ayrılırken parkta elime bir miktar para verip bacağımı pansuman yaptırmamı söyledi. Yaraya çorap sarmıştım, yine aynı pis kıyafetlerim üzerindeydi ancak bedenen temizdim. Gülhane Askeri Tıp Akademisine gittim, elimdeki raporu gösterip pansumana geldiğini söyledim. Nizamiye’deki asker beni kapıdan içeri dahi almadı, askerlikle ilişkimin kesilmiş olduğunu, artık askeri hastanede muayene şansımın olmadığını, sivil hastaneye gitmem gerektiği söylendi. Bu durum çok ağrıma gitmişti, ardına geçilmez bir duvar gibi sapasağlam bir bedenle asker ocağına teslim oluşum geldi aklıma; taş gibi sert ve dayanıklı halimi hatırladım. O kalabalık koğuştaki kimsesizliğini, sakat, yarım olarak dönüşümü, Halil’i hatırladım, nişanlısını, o vatan millet Sakarya ruhunu. Ruhumun hemen altında bir şeylerin boşaldığını hissettim, milli duygularımın küçüldüğünü, ve devletimin de ailem gibi umursamazlığını, zalimliğini gördüm. Devletim de beni kullanıp en az ailem kadar akıl sağlığımı bozup üzerine bir de beden sağlığımı da elimden alarak, elverişsiz hale getirip artık işine yarayamayacağımı haklı kanaatine vardığında tekmeleyip atmıştı beni. Milli heyecanlarımın çoğunu, o kapıdan geri gönderildiğimde yitirdim. Acımadım bile halime, bu duyguya bile değmezdim ben. Teröriste hak verdim, anarşisti kutsadım, yaratılışımın toprağa en yakın yanını hissettim. Kovulduğum kapıdan yine yürümeye başladım. Bu defa nereye gittiğimi biliyordum, kelepçeleneceğim bir yatak bekliyordu beni ve tanımadığım bir tanıdığım..
Ansızın ağlamaya başladım. Bunun sadece gözlerinden akan yaştan anlayabiliyordum. Kirli çoraba sarılmış yaralarımdan değil, vatan sevgimin aldığı yaradan, içimde öldürülen adını tam koyamadığım yeni kayıplarıma ağladım. Halil’e, orada ölen asker arkadaşlarıma ağladım. Yine çok yürüdüm, ağlaya ağlaya bilmediğim bir devlet hastanesine gittim. Devletimin açtığı yaraya devletim bari pansuman yapsın diye para vermeye hazırdım. Hastalar bir kargaşa halinde, koridordaki sınırlı yerleri kapabilmek adına birbirlerinin omuz ve dirseklerine karşı kıyasıya bir savaş içindeydiler. O kadar kalabalıktı ki burada hava alabilmek bile bizzat başhekim tarafından muayene olup şifa bulmuş kadar önem arz ediyordu. Kendimi dışarıya zor attım, eczaneden malzemeleri alıp parkta kendi pansumanımı kendim yaptım. İyi ki bu yarayı uzun süredir taşıyordum, geçmiş deneyimlerim olmasa nasıl böyle bir ustalıkla bu büyük de yarayı saracaktım. Geceki oisyanım için tanrıdan özür dileyip şükretmem belki de ona bunun için gerekirdi...
Akşam Atilla yine aynı yerden beni aldı, yatağa kelepçeli halde bir gece daha geçirdim. Aramızda haliyle biraz daha yakınlaşma olmuştu. Söylediklerimin doğruluğuna ikna olması adına onun ev telefonundan köyümü arayıp babamlarla konuştum, hala İstanbul’a babanın yanına gitmem için ısrarcıydı yine kabul etmedim o halde köye gelmemi söyledi tamam bunu düşüneceğim dedim telefonu kapadım. Bu konuşma sayesinde atilla’nın hakkımdaki merak ve düşüncelerini biraz daha aydınlatmış, hatta Serpil’i dahi aramış numaraları hepsini ona çevirmiştim. Onu tekrar rahatsız ettiğim için bir sürü azar, hakaret ile telefonu suratıma kapattı. Tabii artık karşısında Zengin Serkan yoktu, o sebep insani bir konuşmaya hatta nezakete ne lüzum vardı, ezikliğimi, sefaletimi görmüştü; yağdan ve kirden yapış yapış olmuş, yeşil bir ceket giyen evsiz, kimsesiz Abdullah’ı görmüştü.
Tekrar aradım yine aynı küfürlerle karşılaşınca Bu defa ben de küfür etmeye başladım. Atilla elimden telefonu alarak kapalı ve onun evinden başka kişiyi rahatsız edip bu şekilde küfürler edemeyeceğimi söyleyerek benimle tartışmaya başladı. Anlayamadığım bir şekilde konuyu olduğundan daha büyük hale getirdi, ben de hakaret görmüş olmanın sinirinden olacak atilla’ya aynı sertlikte karşılık verdim ve o sinirle evinden çıktım gittim. Fakat gidecek bir yerim olmadığı için ardımdan geliyor mu diye sık sık kontrol edip çok yavaş ilerledim, maalesef gelmedi. Geceyi aynı parkta aynı bankta geçirdim, yine gözüm etrafta o gelecek diye bekliyordum ama gelmedi.
Ankara’da ve parklarda olmanın ne kadar saçma sapan bir şey olduğunu belki de ilk o zaman fark ettim ve köye gitmeye karar verdim. Bilet param yoktu, fakat Ayşem benim biletimi alabilirdi hiç istemeyerek de olsa onu aradım. Beni belki dünyanın en tatlı ses tonuyla karşıladı beni, o zaman anladım ki tat almak sadece dile mahsus bir şey değildi. Zaten o anımda bana "nasılsın" diyen herkes dünyanın en tatlı sesiyle konuşuyor, en güzel kelimesini söylüyor olurdu. Beni çok merak ettiğini, onu aradığım ve sesimi duyduğu için ne kadar sevindiğini berrak bir ışıkla sunuyor, karanlık ruhuma aydınlık ilgisi ile tıpkı köyde salyangoz toplanılan o lüksler gibi ışık tutuyordu. Evde olduğunu söyleyip yolu tekrar tekrar tarif etti, fakat mümkünü yok, bulamayacağımı şehri bilmediğimi bulunduğum yerden beni alıp alamayacağını sordu. Oysa ki evini bulabilirdim, ama hiç param yoktu. Ayşe gelip beni Vedat Dalokay Parkı’ndan aldı. Üzerimdeki kıyafetten sefilliğimden utanmıştım. Aracın köşesine sinmiş duruyordum, mahcubiyetin en dibinde kıvranarak beni köyüme gönderip gönderemeyeceğini sordum. Tabii ki gönderecekti, ama çok acil bir durum yoksa birkaç gün onda kalmamı, dinlenmemi söyledi. Evine bu halde gitmek istemedim, fakat bu kokuyla, bu kirden kayış gibi olmuş bu kıyafetlerle hiçbir firma da otobüsüne almazdı beni. Acil olan hiçbir şey yoktu zaten hayatımda ya da her şeye acil miydi bilmiyorum. Ankara’nın tüm manzarasına sahip müthiş bir evi vardı. İnanılmaz şık döşenmişti. O ana kadar gördüğüm en güzel evdi. Ben ne kadar kirli ve siyah isem evdeki eşyalar o kadar temiz ve beyaz ağırlıklıydı. Yerdeki halıya oturmakla bile kirletirdim. Sokağın pisliğinde kendimi normal hissediyordum, fakat bu eve girdiğimde ne kadar pislik içinde olduğumun kesin bir ayrım ile farkına vardım. O eve geldiğime çok pişman olmuştum, akat artık çok geçti. Çok acil banyo yapmam gerektiğini söyledim. Koku içimdeki pis ayaklarımdan başlayarak tüm vücudumu o kocaman banyoda birçok renkte şampuan ve vücut jelleri ile yıkadım. Yıkadım… İsa amcam geldi O anda aklıma, ve o siyah beyaz televizyon, hayatım nerelerden nerelere gelmişti? elinde bilyeleri ile uyuyan, salyangoz, kurbağa peşinde koşan, en iyi arkadaşı siyah iğneyi cömert olan o saf köylü çocuğumu yaşıyordu bütün bunları? Gölerim doldu, ama ağlamanın hiç sırası değildi. Zamansız duygusallıkları kendime yasaklamıştım. Oysa ki çok acı çekiyordum, fakat sıktım kendimi. Banyo kesesini ısırdım, ısırdım, ağlamadım. Yıkandım, sanki İsa amcam siyah beyaz televizyon başında beni denetlemeyi bekliyormuş gibi, o küçücük çocuğun duyguları, aynı arzu ve isteğiyle yıkandım. Banyodan çıkmadan yeşil ceketimi en azından görünen kirlerinden arındırmayı istedim. Fakat neresine su değdirsem, sanki zeytinyağı değmiş gibi kayganlaşıyor ve ceketin kiri daha da genele yayılıyordu. Bu neticeye şahit olunca pantolon ve gömleğe hiç ilişmemeye karar verdim.
Yaradan söktüğüm çorapları yıkayıp tekrar aynı çoraplarla yaraya pansuman yaparak banyodan çıkmaya hazırlandım. Gömleğimin ön kısmında yırtık vardı, onun utanç verici halini elimle nasıl saklarım diye düşünüyordum. Her hâlim utanç verici iken, bunu sadece gömlekteki yırtığa indirgemem garip bir ruh haliydi, fakat belki de bu sayede diğer hallerimdeki utanç yamalarını gizleyebilme gücüm olduğunu zannediyordum.
Banyodan çıktığımda Ayşe elinde poşetlerle dışarıya çıkmaya hazırlanır halde, ayakkabıları ile uğraşıyordu. "Hayırdır, çıkıyor muyuz?" dedim. "Hayır, nereye çıkaracağız Evde diyebilmen için rahat bir şeyler almaya çıktım," hemen yanımızda dükkan var deyip elindeki poşeti bana uzattı. "Eğer beğenmezsen değiştiririz, çok fazla şansım yoktu," demeyi de ihmal etmedi. Çıkıp bana yeni kıyafetler almış, üstelik "Evde rahat edemezsin üzerindekilerle," gibi söylemle insana ezikliğini hissettirmeyen bir duyarlılık da göstermişti. Bu çözüm dili için bir hayli düşünmüş olmalıydı, nasıl tepki verilmesi gerektiğini bilinemediği o hassas donuk şaşkınlıkta bir süre kalmış olmalıyım. Hala elinde duran poşeti yüzüme doğru kaldırarak "Hey, iyimisin," diye seslendiğinde, kendimi soktuğum o garip moddan çıktım. "İyiyim," diyemedim, sadece "sağ ol," dedim.
Kıyafetleri giyip aldığı jiletle kirlerinden ve bitlerinden belki daha yeni ayıkladığım sakallarımı da kestim. Aynaya baktığımda bambaşka biri gibi görünüyordum. Kesinlikle eve girenle aynı kişi değildim. Görsel olarak yenilenmiştim ve bu halim ruhsal bakımdan da bana iyi gelmişti. Banyodan tekrar çıktığımda Ayşe dahi şaşkın şaşkın bakıyordu yüzüme. Bana da bir özgüven gelmişti ve artık yerdeki halıya çok daha cesur basıyordum.
Ayşe, telefonda konuştuğumuzda ve beni eve davet ettiği anda yemeği ateşe koymuştu. Uzun süredir ilk defa sulu yemek başındaydım. Tıpkı Atilla’nın yaptığı menemen gibi bu sıcak yemek de sanki ilk defa sıcak bir yemek yiyormuşum gibi bir lezzet vermişti bana.
O gece pek konuşmadım. Ayşe de beni buna zorlamadı, ifade etmesi zor duygular içerisindeydim. Farklı bir odada, konforlu bir yatakta yattım, üstelik kelepçesizdim. Ne lüks içindeydim, ah Tanrım! Erken yatmama rağmen ertesi gün öğleye kadar kesintisiz uyumuşum.
Ayşe çıkarken beni kaldırmak yerine, kapının hemen altından "şu saatte dönerim, kahvaltın masada hazır. Film izlemek istersen, masanın üzerine birkaç VCD bıraktım" notu koymuştu. Evi Gülhane tıp akademisinin o yüksek katından bile daha geniş bir Ankara manzarası sunuyordu, evin Bu kadar lüks olması bir öğrenci için hiç normal değildi. Ayşe tam da dediği saatte yine elinde poşetlerle kapıdan girdi. Benim için kıyafetler aldığını, kendi giyim zevkinin bende nasıl duracağını merak ettiğini ve bunları küçük bir hediye olarak kabul etmemi söyledi. "Asla kabul edemem," dedim. Benim hasta ruh halimi böyle bir durumun daha da hasta edeceğini, beni evine kabul edip ilgilenmenin ne kadar bana iyi geldiyse, ekstradan ona yük olmanın da bana o kadar kötü geleceğini belirttim. Bunları ifade ederken de istemeyerek de olsa ses tonum sertleşmiş ve beden dilim farklılaşmıştı, çünkü kendimi hiç iyi hissetmemiştim. Şunu da fark etmiştim ki iç tepkilerimi dışa yansıtmakta abartıya kaçıyor kontrolümü çok kolay yitiriyordum.
Ayşe benim bu paldır küldür gürültülü konuşmalarıma karşı daha da sessizleşen, sakin cevaplar ve özlü kelimeler yoluyla sorunumu asıl ağırlık noktasına hassas bir dokunuşla açıklamalar yaparak beni rahatlatmayı başarmıştı. Öyle olumlu ve sanki tedavi edici yaklaşım şekilleri ve kendini ifade biçimleri vardı ki, onu dinlerken sıradan duygularımın çoğunu tanıyamaz oluyordum.
Ayşe, bunları bana hediye olarak almıştı. Gün gelir, benden de hediye alırdı. Bunlar insanlar arasında olağan şeylerdi ve asla beni rencide edecek bir davranış içerisinde olmazdı. Evet, benim böyle bir kültürüm ve anlayışım yoktu, bu doğru. Belki buna alışabilirdim de fakat o durumda psikolojime batmıştı, çünkü kendimi ezik ve Ayşe’ye mahçup hissediyordum. Fakat Ayşe’nin uzun uzun, hiç sıkılmadan, kendi yumuşak tarzıyla ve ikna edici anlatımlarıyla zihnimdeki bu kıymığı çıkarmıştı. Yine de, bana bir daha hediye maksatlı da olsa bir şey almasını istemedim, ben zaten kendimi özel hissetmemi sağlayacak duygulara yabancıydım. Bunları tatmadığım için bilmiyor ve en çaresiz halinde bunların yapılması hoşuma gitmesinin aksine birçok noktada bana batıyordu. Aldığı kıyafetler spor kıyafetlerdi ve daha önce hiç giymediğim tarzdaydı. Kendimi içinde daha başka hissetmiştim. Görünüşüme ilk defa bu kadar beğeniyle bakıyordum. Babanın aldığı takım elbisenin içinde bile bu kadar yakışıklı görünmemiştim. Ayşe her gün pansumanımı kendisi yapıyor, hastalığım hakkında kitaplar okuyor ve beni bilgilendiriyordu. Bacaklarımı yukarıda tutmam için koltuğa yatağa yastıklar koyuyordu. Soğuk havalarda sokakta hasta olmamıştım, ama enteresan bir şekilde sıcak yemek ve bu kadar ilgiyle bakım konforlu yatak, ağır hasta etmişti beni. Fena bir gribe yakalanmıştım ve belki de parklardan topladığım mikropların pisliklerini atabilmek için bedenim aradığı fırsatı yeni bulmuştu. Köye gitmek için bile evden çıkacak enerjim kalmamıştı. Ayşe bana inanılmaz bir itina ve hiç alışık olmadığım özenle bakıyordu. Burnumun akmasından tiksinmenin aksine, akan damlaları paha biçilmez inci taneleriymiş gibi mendiliyle almaya çalışıyordu. Daha önce hiçbir insan bu kadar yakın olmamıştı bana ve ancak Ayşe sayesinde görebilmiştim sevilmenin nasıl bir duygu olduğunu. Psikolojim daha da kötüye gidiyordu sık sık dalıp gittiğimi Ayşe’nin yanımda hiç ses çıkarmamasından anlıyordum. Çok uzun zamandır sessizce oturduğumuzu fark ettiğimde ona dönerek sanki bu talan oymuş gibi şaşkın şaşkın bakıyordum, zira o da benimle sanki aynı anda derinlere dalıyor ve durumumu anlamak için güçlü olduğu kadar ince bir sezgiye sahip olduğunu hissettiriyordu.
Ailesizlik birçok hususta yoksunluk, gördüğüm şiddet ve yaşadığım travmalardan ötürü sinirlerim hassaslaşmıştı, ve bu benim tahammül seviyemi daha da düşürmüştü. Fakat aynı örselenmeyi duygularım da yaşamış olmasına rağmen, onlar her darbede güçlenmek yerine daha da hassaslaşıyorlardı. Bu sebeple, Ayşe’nin bana ilgisinden dolayı ilk defa tattığım bu özge duygular ister istemez tüm ruhuma, tüm duygularıma derinlemesine işliyordu. Ayşe, bana Abdullah olarak ilk değer veren ve benim acılarımı, yalnızlığımı, hasta ruh halimi delip geçmeyi başaran, bana en fazla yaklaşabilen tek insandı. Gündüzleri veterinerlik fakültesine gidiyor, ben evde yaralarım sarılı, bacaklarım yukarıda sürekli yatıyordum. Evde çok kitap vardı, fakat benim için hiçbir şey ifade etmiyordu. Bunları okumamıştım zaten okumak, ezberlemek, akılda tutmak denilince sadece Kur’an ve sureler geliyordu aklıma, ha bir de mahkemeye giderken Nuri amcamın ezberlettiği ifade tutanağım geliyordu. Evdeki tek uğraşım bilgisayar oyunu oynamaktı. 2 jeton fazla alabilmek için babamın arkadaşlarını kandıran ve atari salonlarında geceleyen ben, şimdi evde üstelik hiç jeton harcamadan oyunlar oynuyordum. Ne lüks içerisindeydim! Ayşe her gün aynı heyecanla kapıdan giriyor, halimi, hatırımı sözde değil özde soruyor, bacağımdaki pansumanı tazeliyor. Yaramdan tiksinmiyor, aksine onu sevgiyle sarıyordu. Ayşe’yi güzel bulmamıştım, bu doğru. Fakat onun içindeki güzellik, Dilek ve Dilara başta olmak üzere, o ana kadar tanıyıp yattığım veya yatmadığım, sadece gördüğüm bütün kadınların toplamından 10 katı belki 100 katı güzeldi. Şunu anlamıştım ki güzellik sırf görsellikle alakalı bir durum değildi. Her hazine altın olmadığı gibi, her güzel de fiziki güzellik değil, görsellik değil de daha çok iki insanın ortak zevklerinin çokluğu, gönüllerinin temizliği, saflığı ilişkiyi ve insanı güzel kılıyordu."
Aylardır abaza, üstelik tensel hazlara belki her erkekten fazla düşkün olmama rağmen Ayşe’ye kesinlikle cinsel bir dürtü duymamıştım. Fakat ben mi hislerimi büyütmüştüm, hislerim mi onu bilmiyorum, ama duygusal şeyler hissettim. Fakat bir had bilme sınırında kaldı bunlar; Zira davul bile dengi dengineydi. Benim durumumda biriyle onu aynı çerçevede görebilmek çok güçtü, ama ben de insandım, hem de böylesi duygulara aç bir insan. Bacağımdaki yaralarla beni köye gönderemeyeceğini, kesinlikle iyileşme göstereceğimi ona güvenip biraz zaman tanımamı söylüyordu. Haliyle köye gidişim ertelendi. İlgisini, yakınlığını sanki dünyanın en özel varlığıymışım gibi davranmasını sevmiştim. Eksik anneden bir şeyler bulmuştum Ayşe de, olmayan babadan bir şeyler bulmuştum, çok parçalı ruhumu bütünleştirici etki ve her noksanımda tamamlayıcı yanlar bulmuştum. Onunla yaklaşık 2 ay beraber yaşadık. Her halime aşırı düşkündü ve bu zaman zarfında hep şefkatliydi. Çoraplarımı dahi yaradan rahatsız olmamam için kendi giydirir. Bunları yaparken de gözümün içine sevgiyle bakardı, öyle derin bakardı ki utanır, gözlerimi ben kaçırmak zorunda kalırdım. Yaralar günden güne iyileşmeye başladı; tabii ki bunda gerekli hijyenik bakımın da etkisi vardı, fakat sarılan pansumandan çok, sararken içine kattığı sevgiydi şifayı veren. Yüklediği moral, eski enerjimi de geri getirmişti. Nasıl ki 19 yaşıma kadar topladığım beden gücünü 20 yaşım alıp götürmüşse, Ayşe de birkaç ayda bir kısmını geri getirmeyi başarmıştı sanki. Üstelik ruh sağlığım da normale döner gibi olmuştu. Ne o eski kabuslar vardı, ne ağlama nöbetlerim, ne de eskisi kadar dalıyordum. Güzel bir akşam geçirmeme yardım etmek, karşısındakine bir gülümsemeye mal olurdu ve Ayşe hep, ama hep gülümsüyordu."
Bir akşam Ayşe yine elinde poşetlerle geldi. Yaralarımın derinliğinin kalmadığını, bu yüzden artık kısa yürüyüşlerin bana iyi geleceğini, onun için bana kıyafetler alması gerektiğini, bu konuda uzman bir doktor da bulduğunu ve ona kontrole gitmemiz gerekeceğini söyledi. Her ne kadar Ayşe sayesinde kültür seviyem bir nebze artmış olsa da bu kadar yüklemeyi kaldırmasına imkan yoktu. Benim için en iyi doktor Ayşe’ydi, en doğru muayene yaralarımı aşkla sarması, güler yüzle bakmasıydı, ötesi maddesel her şey benim için utanç vericiydi, her şeyi onun karşılıyor olması o evin tek huzursuz yanıydı benim için ve son yaptığıyla huzursuzluğuma zirve yaptırmıştı. Başka bir açıdan bakıldığında, benim durumumda insan için bu bulunmaz bir konfordu. Ancak, ben o kadar geniş adam değildim henüz o zaman!...
Aksine öyle bir zihniyet kıskacında kalmak, toparlandı sandığım psikolojimi anında darmadağın edivermişti. Haddimi, maksadımı aşarak Ayşe’ye hiç hak etmediği halde kudurgan bir öfkeyle cevaplar verip, onun tüm açıklamalarına kulaklarına tıkadım. Oysa dünyanın en derin ve değersiz batığı bendim, o beni keşfetmiş, çürük kalaslarımı bir hazine yerine koymuştu. Elbette ki hiçtim, hiçtim de bunu en çok da kendimi Ayşe ile kıyasladığımda anlıyordum. Dairesinden çok asıl ev sahibim olduğu sevgi ve minnettarlığı olmasa kendimi zaten bir şey sanacak da değildim. O gün karşılıksız tartışmamızı yapmıştık, sinirimin saman alevi gibi parlayıp sönen bir yanı vardı. Asla ikinci olmadım. Sonra çok pişman olsam da yanına gidip özür dilemeyi, küçücük varlığıma kocaman bir gurur yükleyerek düşkünlük saymıştım. Nankör değildim elbet, fakat ezik ve küçük halimi ima edecek hiçbir şeyi kaldıramıyor ve buna dair her şeyi kendime büyük hakaret sayıyordum. Oysa benim kadar küçük bir yaratığı gösterecek mikroskop bile icat edilmiş değildi.
Geceyi odamdan çıkmadan geçirdim. Ayşe de yanıma gelmedi. Ertesi gün uyandığımda işe gitmişti. Köyü arayıp bir arkadaşıma bilet paramı havale yaptırarak o gece köye dönmeye karar verdim. Evden çıkmayıp Ayşe’yi bekledim, içeri girdiğinde sanki gece hiçbir şey olmamış gibi aynı güler yüzle "Kendine geldin mi agresif general?" diyerek boynuma sarıldı. "Geldim," dedim ve dün gece maksadımı aştığım ve sesimi yükselttiğim için af diledim. Bunun asla hak etmediğini, her şeyin benim hayvanlığımdan ileri geldiğini, bunu bildiğimi söyledim. O ana kadar hiç yapmadığım şekilde içimi açarak kendimi huzurunda öz eleştiri sağnağına tuttum. Sonra bana gözü gibi baktığı, hiç görmediğim sevgiyi gösterdiği, insanmışım gibi hissettirdiği için hiçbir şekilde ödenmesi mümkün olmayan hakları için helallik istemeye başladım.
Yine o yengeç gırtlağıma saldırdı. Ben "gidiyorum" diye güçlükle söyleyebildim. Elini tuttum, avucunu öptüm. Kapıya yöneldiğimde içimdeki kabarma tekrar çıka geldi. kendimi dışarıya atıp bağıra bağıra ağlamalıydım ki ancak öyle rahatlayabilirdim. Arkamı döndüğümde belki daha iki adım atabilmiştim ki Ayşe sırtımdan sarıldı, ve sonra yere dizüstü kapandı. Öyle ki dizlerini yere güçlü ya da güçsüz şekilde bırakışının zeminde oluşturduğu tok ses gözümden akacak yaşın startını vermişti sanki. O benden önce ağlama patlaması yaşamıştı. "Ne olursun gitme Abdullah. Ne yaptıysam özür dilerim. Ben sana çok aşık oldum, benimle evlenmeni istesem ne dersin inan ben seni çok seviyorum," dedi.
Bu teklif benim için tam bir şoktu. Ne evlilik gibi bir kavramla bağımı düşünmüştüm, ne de Ayşe ile böyle bir düşünce aklıma gelmişti. Evlilik bana belki de en uzak şeydi. Bu teklifin şokunun yanında ayrı bir duygu daha yaşıyordum; o da birinin bana, yani Abdullah’a sesleniyor, onu çok sevdiğini söylüyor olmasaydı. Bir şeylerin mutluluğuyla birlikte başka bir hallerin de ağırlığı çöktü üzerime. Gözyaşlarım boğazıma aşağı akmaya başladı. Dönüp onu kaldırmak için eğildiğimde, bacaklarıma yüzünü öyle sıkı bastırmış ağlıyordu ki bacaklarından başını ayıramadım. Kollarını bacaklarıma farkında olmadan sıkı sıkıya sarmış, eziyor yarama basıyor, canımı acıtıyordu, fakat bu acı başka acı, bu acı sanki çok tatlıydı. Benim gözyaşlarım da eğilmemle birlikte boşluğa doğru dökülerek onun kıvırcık saçlarına akmaya başladı. O kadar saçı vardı ki, eminim bunu fark etmiyordu bile. Evlilik? neden olmasın dı, seviyor muydum Ayşe’yi? Evet, o da beni seviyor muydu? Seviyordu. Onun bana iyi geldiği kadar, kim iyi gelmişti ki şu ana kadar? Öte yandan, ona aşırı minnet ve vefa borçluydum. Hem "davul bile dengi dengine" de ne demekti? Tabii ki dengi dengine çalacak, sanki normalde çok ritimsiz de, o bile dengi dengine çalıyor demek saçmalık değil miydi? Bu örneği vererek sevgiye dair bir şey anlatmak isteyenlerde duygu eksikliği olmalıydı. Hemen bu klişe söze de rest çektim. Atalarımız bunda da yanılmışlardı. Evet dedim, seninle evlenirim. Ben de yere çöktüm, ona sarıldım. O ağladı, ben ağladım. O ağladı, ben ağladım. Tam olarak niçin, neden ağladığımı bilmiyordum, ancak ağlamamı gerektiren iyi veya kötü birçok şeyin içimde sıra beklediğini hissediyordum. Ağzına kadar sebep dolu o kapak açılmıştı. Dakikalarca öyle kaldık.
Hemen o hafta nikah işlemlerimizi başlattık. Her yere o bizi götürüyordu, benim zaten askeri hastane ve Batıkent Vedat Dalokay parkı dışında bir yer bildiğim yoktu. Yaklaşık bir ay içerisinde nikah tarihi aldık. Ayşe’nin ilgisi ve yaralarımı olması gerektiği gibi pansuman yapması tedavim konusunda ilerleme sağladı. Bacağımdaki bütün yaralar kapanmıştı, bu inanılmaz bir duyguydu. Müthiş bir hayat konforu kazanmış, yeniden doğmuşum gibi hissettmiştim. Artık sokakta yürürken sık sık pantolonumu kontrol ederek pansumanımdan kan bulaşmış mı diye bakma derdi yoktu. Kirli çoraplar, kanlı ayakkabılar ve yarıda buluşma ihtimali olan kurtçuklar tehlikesi yoktu. Yaranın acısını dağıtmak için ya da acıyı başka alana çekmek için arada bir baldırıma vurma tiklerim yoktu. Yarayı uzun süre taşımaktan olacak, halen toparlıyordum ve arada bir de pantolonumda kan var mı diye kontrol ettiğim oluyordu. Fakat gerçekten bunlara lüzum yoktu. Ve halen aksıyordum bunun sebebi de yaranın acısı falan değil psikolojikti.
Ayşe’nin bana almış olduğu kıyafetler artık o kadar batmıyor, hatta verdiği harçlıkları bile biraz sıkılarak da olsa alıyordum. Nasıl olsa bunları öderdim, o benim yabancım değildi, karım olacaktı. O işe gidiyor, ben de fiziksel olarak iyileşmemin tadını çıkararak her gün dışarı çıkıyor, Ankara’yı geziyordum.
Bu gezilerimin birinde Kızılay’da melbo denen bir kafede otururken, hemen karşı masada çok güzel bir kızla karşılaştım. Bana dikkatli dikkatli bakıyordu, ne de olsa artık üzerimdeki kıyafetler çok daha güzel ve yeni, ben daha bakımlıydım, ilgi çekilebilecek tipteydim. Yakışıklığım ortaya çıkmıştı, tabii ki kızın ilgisini duyarsız kalamadım. Bir şekilde masasına giderek tanıştım, sohbet ettik. Ankara’daydı, öğrenciydi ve telefonunu aldım. Arada bir evden de onu aramaya başladım ve bir gün Ayşe beni arayarak nikahımızın çıktığını, onun direkt belediyeye geçeceğini söyledi. Benim de hemen taksiye atlayıp belediyeye gelmemi söyledi. Taksiye bindim, belediyeye gittik, orada nikahımızı kıydık. Ne Ayşe’de gelinlik ne de ben de damatlık vardı. Ayşe oradan işe, ben tekrar eve dönecektim. Ayrıldık ve ilk gördüğüm telefon kulübesinde Ankara’da tanıştığım o kız geldi aklıma. Aradım, görüşmek istiyordu, benimle. Peki dedim, görüştük ve o kadar yakınlaştık ki bu görüşmede kızı fena arzuladım, onun da beni arzuladığı her halinden belliydi. Ve hiç düşünmeden Ayşe’nin çıkacağı saati hesap edip 4 saat vaktim olduğunu düşündüm. Hemen onu eve götürdüm ve evde seviştik. Ben akşam gerdeğe girecektim, ama daha gerdeğe girmeden nikahla gerdek arasında karımı aldatmış oldum. Aynı akşam o yatakta Ayşe ile gerdeğe girdik.
Ayşe ile de ilk o gece yattım ve karımı böyle aldatmıştım. İleride bütün kız arkadaşlarımı aldatacaktım...
Ben köyü arayıp evlendiğimi söylemedim. Ayşe de ailesine bir süre haber vermedi 2-3 ay daha baş başa birbirimize ait olarak böyle yaşadık. Sonra Ayşe babasını aradı ve evliliğimizden haberdar etti. Babası ilk uçakla İsviçre’den Ankara’ya geldi. İkimizi de sorumsuzluğumuz için azarladı. Çok sert bir adamdı, konuşmaları emir verir gibi söylemleri kabaydı. Ama yine de bu tavırlara karşı sessiz kaldım. Zira haklıydı; bizim kafamıza göre evlenmiş olmamız, hayatın normal akışına uygun değildi. Ayrıca, Ayşe’ye olan saygım, sevgim ve minnettarlığım, bu adama karşı haklı veya haksız tepki göstermemi engelliyordu.
Ankara Cinnah Caddesi denen bir yerde, sadece büyükelçilik ve bakanlıklara şoförlü araçlar kiralayan bir rent a car’ı vardı. Yaklaşık 40 araçlık bu rent a car, adeta lüks araba galerisini andırıyordu. Benim bundan haberim yoktu, babası geldiğinde öğrendim. Ayşe bana bir konudan hiç bahsetmemişti. Babası beni alıp oraya götürdü, çalışanlara damadı olarak tanıttı. Araçların teknik servisleri ile alakalı sorumlu yetkili olarak beni atadı ve haftaya işe başlayacağımı bana oradaki herkesin yardımcı olmasını söyledi. Ben de işimi oradakilerle beraber öğrendim. Önce benimle konuşmaya gerek bile duymayacak kadar ukala ve kendinden emindi, ancak buna alınmadım. Bir işimin olacağının psikolojik rahatlığı, alınganlığımın önüne geçmişti. Artık kendimi ezik hissetmeyecektim, çalışıp ben de bir işe yarayacaktım, mutluydum.
Görevim, kiradan gelen araçları şoförü ile birlikte servise yollayıp, kiraya tekrar hazır hale geldiğine dair belgesini dosya ile şirkete teslim edip aracı garaja çektirmekti. Bunun kadar basit bir iş türü olamazdı. Ben ki, çimento torbaları ve sırtında briketlerle inşaatta katlar çıkmaya alışkınken, tütün tarlalarında boyun kadar ibriklerle su taşırken, çocukluğundan beri kendi bedenimden büyük bir yük altlarından gelmiş geçmiş adamdım. Onların yanında bu bir iş bile sayılmazdı, bir ara böyle basit bir iş alanının olamayacağını, sırf benim bir işe yaramam için uydurulmuş gereksiz ve olmasa da olur uğraşı zannettim. Daha sonra gerçekten de servis raporlarını denetleyip tıpkı benim işimi yapan birinin varlığını görünce çok şaşırmıştım. Oysa ki servise giden her şoför kendi temiz raporunu getirebilirdi, fazladan gereksiz bir iş alanı türetilmişti."
Maaşımın yatması için bir hesap açtırıldı bana. Asgari ücret o zaman çok iyi hatırlıyorum, 360 liraydı. Benim ise haftalığım 500 liraydı, çok uçuk bir paraydı bu, fakat en azından ortaya emeğimi koyarak bir şeyler yapabilmek, faydalı olabilmek için çabalıyordum. Henüz daha ilk haftalığım yatmadan, Ayşe’nin babası hesabıma düğün hediyesi adı altında eksiklerimizi gidermek için yüz bin lira yatırdı. Bu paradan o İsviçre’ye dönünce haberdar olmuştum. 100.000 lira bu miktarı belki daha önce duymuştum o yüzden kafamda tasavvur edebiliyordum, fakat rakamını bilmiyordum, kaç sıfır ettiğini bile hesaplayacak matematiğim yoktu ve o para benim hesabımda bulunuyordu. İnanabilmek için banka kartını birkaç kez çıkarıp tekrar tekrar hesabıma girerek rakamın büyüklüğüne bakmıştım. Ben de her sabah Ayşe ile birlikte çıkıyor işe gidiyordum. Boşta olan her aracı kullanmam serbestti, hemen hepsi bakanlıklara, büyükelçilere tahsis edilen ultra lüks araçlardı. Birçok kişi ile tanıştırıldım, bağlantılı olduğumuz şirketlerin sahipleri ile oturup kalkar oldum. Çok değil, daha birkaç ay önce, aç, üstü başı kir ve yağ içinde parklarda aç susuz yatarak soğukta uyumaya çalışan o sefil insan gitmiş, yerine Ankara’nın en lüks evlerinden birinde yaşayan, ultra lüks araçlara binen, kendi çapında iş adamı sayılan kişilerle iş yemeklerine katılan çok başka birine dönüşüvermiştim. Bu yeni katıldığım yemeklerde herkes çok ağır hareket edip, yemeği bol sohbetler eşliğinde üçe dörde bölerek, aralarda da sigara çay molaları vererek doyma noktasını en sona saklarken, ben fazladan bir gayretle hareket ederek 5 dakika bile sürmeden karnımı doyurmuş oluyordum. Direkt doyum sınırına koşarak yemek yemenin insanoğlunun eylemler hiyerarşisinin en üst basamağını oluşturduğunu, hayvani bir şekilde masadaki herkese hissettiriyordum. Ne kadar yavaş yemeye uğraşsam da yavaş yiyebilmeyi başaramıyordum. Bunun nedenini çok sonralarda bulmuştum, fakat şimdiden okuyucuya söyleyeyim, köydeki dönemimde yemeği süratle yiyerek acele ile tarlaya yetişme sistemi ile yaşamıştım. Tarlada çift sürme ormandan odun getirme, ya da saman balyası getirme ya da tırmık yapma ya da kazayağı yapma,ya da tarlaya hortumları yetiştirme ya da tarlaya su yetiştirme gibi, Hep bir yerlere geç kalma endişesiyle herkesten önce ben kalkıp bir yere yetişme psikolojisi ile yerdim yemeğimi. karakterimde, ruhumun derinliklerinde psikolojik kalıtım yapmıştı bu hal. Bir de genellikle tek tabakta yemek yerdi herkes, yetmesi için katık yapılır, yemek az ekmek çok kullanılırdı. İşte tüm bunlardan sebep en lüks restoranlarda da yemek yesem, içimde peydahlanan bir tarlaya yetişme dürtüsünün önüne geçemiyordum. Bunun yanında, daima katık yapma düşüncemi de engelleyemiyor, sürekli ekmeği fazla tüketerek, yemek ne kadar bol olursa olsun ekmeği bitiriyordum ve yemekler kalıyordu.
Artık bambaşka giyiniyor. Ayşe’nin zevki ve önerileriyle farklı tarzlara bürünüyordum. Harcayamayacağım kadar çok param vardı. Limon kolonyasından başka koku bilmeyen bir erkek olarak, sayısız parfümüm ve onlarca farklı model ayakkabılarımın olmuştu. Her şeyi maaşımla alıyordum; kayınpederimin hesabıma yatırdığı 100.000 liraya hiç dokunmamıştım, ancak hala orada duruyor mu diye arada bir kartı takıyor ve gerçekmiydi diye kontrol ettiğim oluyordu. Sanırım ilk Güneş gözlüğünü de o zaman kullandım. Ve o yeşil ceketimi yıkatıp salonun köşesine astım. Ayşe "atalım ya da kaldıralım" dese de müsaade etmedim. O bana çok şey anlatıyordu, her baktığımda orada olup anlatmaya da devam edecekti. Belki dışarıdan eski kendim gibi değildim, ama içimde yine aynıydım, aynı hastalıkları barındırıyordum, fakat bir nevi baskılamıştım onları, hala mevcut vardı fakat görünmez olmuşlardı.
Ayşe bir ay sonra kısa bir süreliğine işleri için İsviçre’ye döndü. Ben de Ankara’da yalnız yaşamaya başladım. Geceleri tüm Ankara manzarasına sahip balkonda oturuyor, yaşadıklarımı düşünüyordum. Tabii ki çok derine kaymamak kaydıyla. Üç-beş ay evvel o eve ilk geldiğimde kendime sorduğum soruyu tekrar soruyordu. Şu an lüks evde oturup hesabında 100.000 lirası olan ve Ankara’nın bu eşsiz manzarasına bakan kişiyle o saf köylü çocuğu aynı mıydı? Bir süredir aklımda olan bir ziyareti uygun bir anımda uygulamaya koydum. Atilla’yı ziyaret edecek onu evinden alarak beni kelepçelemiş olsa da, evinde ağırladığı için o melemen için her şey için teşekkür edecek ve ona karşı minnet borcumu bir şekilde ödemeye çalışacaktım. Ankaranın ünlü bir restoranda iki kişilik yer ayırttım. Değişimimin ihtişamıyla onu da kendim gibi şaşırtmak için en şık kıyafetlerimi giyip, en lüks araçlardan birine binerek kapısına dayandım ve zile bastım. Çıkmasını beklerken balkon camından başını uzatarak, "Buyurun," dedi. Aracımda hemen arkamda, henüz park lambaları sönmemiş, ama bana ait olduğunu bağırıyordu sanki. "İyi akşamlar beyefendi, rahatsız etmiyorum umarım," dedim konuşurken muzip bir tebessümle takınmıştım, bakışlarını yukarı aşağı üzerimde gezdirerek yüzümü, kıyafetlerimi kendi yüz ifadesini şekilden şekile sokarak sessizce inceledi. Finalde tekrar gözlerime odaklanarak "Uyurum kime bakmışsınız?" sözünü tekrarlayıverdi.
Evet, değişmiştim. Aynaya baktığımda baştan başa yenilenmiş bir başka ben gibi görünüyordum, fakat neticede yine ben’dim. Demek ki para insanı gerçekten bu kadar değiştiriyordu. Kendimi tanıtarak, "Kardeşim ben Abdullah, tanıdın mı? Gel, sarıl, daha iyi tanırsın. Hani şu yeşil ceketli çocuk" demeye hazırlanırken arkasından bir kadın başı belirdi. Gözlerim mi beni yanıltıyordu, yoksa bu gerçek miydi, algılamam güç oldu. Bu, o kızdı! Yarım kola kadar arkadaşım olan Serpil, Atilla’nın beline sarılıp, "Kim o, hayatım?" diyerek, o da camdan sarkmış bana bakıyordu. Bu şok’un etkisinde bir süre kalmış olmalıyım ki Atilla tekrar, "Buyurun beyefendi, kimi aradınız?" demesiyle kendime geldim.
Bu benim travma durumlarında iken gördüğüm hayal ve rüyalardan biri değildi. Tamamen gerçekti ve o aç kalıp da ısmarladığım yarım bıraktığı kola bardağnıı tuttuğu eliyle atilla’nın belini sarıyordu. "Dursun Bey’e bakmıştım," dedim. Kendisi yok mu acaba? Sesime artık benim bile tanımadığım farklı bir ton ve farklı bir ciddiyete kazandırmıştım. "Hayır, sanırım yanlış gelmişsiniz. Burada öyle birisi oturmuyor," dedi. "Pardon kardeşim," dedim. "Sanıyorum adresi yanlış almışım, özür dilerim." Araca yöneldim.
Evet, o kızdı. Serkan’ın yalakası, Abdullah’ın düşmanı olan Serpil. İyi ama orada ne işi vardı? Akrabası mıydı? Öyle olsa Atilla’ya neden "hayatım" desindi? Başka bir tanıdıdığı mıydı? O da mümkün değil. Öyle olsa numarasını tanırdı. O gece evinden Serpil’i aradığımda numarayı bizzat Atilla çevirmemiş miydi? Şaşkınlıklarımın hangisinden başlamam gerektiğini bilememiştim. Pesti pes! Atilla’yı bu başarısı için içimden tebrik edip, o kadar basit bir adam olduğu için de lanetledim. Serpil’e acıdım. Bana yaptığı aşağılamayı unutmuştum. Asla kin güden biri değildim, kötülükleri çabuk unutan ki, bu yazdıklarımda da yapılan birçok kötülüğü anlatmayı unutulduğum unutacağım muhakkaktır. İyilikleri ise asla unutmayan, vefa duygusu son derece gelişmiş bir yapım vardı o zamanlar benim. Beni o kapıya getiren de zaten bu özelliğim değil miydi?
Araca bindim. Bir yığın duygunun karışımı içinde geri dönerken kafama koydum: O Serpil fahişesini becerecektim. Ne olursa olsun, bunu yapacaktım. Yüreğime, ruhuma, duygularıma bu kadar işlemiş kırgınlığı bağışlamakla söküp atabilmem zordu. Kaldı ki ortada bağışlanacak bir şey de yoktu. Ardımdan oynanan bir oyun vardı ve buda tam benim işimdi, onların değil. Üstelik bu oyunda şimdi olanaklarım ve imkanlarım da çoktu. Hitabet yeteneğim vardı, üst sınıf gözükme becerim vardı, lüks aracım, çok para, her şeyim vardı ve bu defa hepsi gerçekti. Hani istesem tüm Ankara’nın beşte birini tövbe. Neyse...
Arkamdan çevrilen bu dümen bana çok koymuştu. İkisi artık sevgili olmuşlar, Abdullah ise çoktan unutulmuştu. Sırf "Abdullah’ım" diye topukları götüne vurarak benden kaçan Serpil, aradığım numaradan arayan herhangi birine konumu benden çok daha üst sınıfta diye yine aynı topuklarla, aynı göte vurarak koşmuştu. O şerefsiz Atilla da o fahişeyi güvenmediği için yatağa kelepçelemiyordu herhalde. Ulan, ne işte bu be. Evet, her imkanım vardı ama gel gör ki ehliyetim yoktu. En lüks araçlara biniyor olsam da hep tedirgindim polise rüşvet vermek, bir de üzerine abiciğim "idare et memur bey, bunun bir başka yolu yok mu?" demekten hem yalvarı p hem de üzerine para ödemekten ve hangi yollarda, hangi saatlerde uygulama olacağını denetlemekten yorulmuştum. Her konfora sahiptim fakat kaygıyla direksiyondaydım sürekli.
Ehliyet almaya karar verdim. Sağlık raporu için hastaneye gittiğimde yapılan kontrollerim de sakat olduğumu, sağlıklı vatandaşların alabileceği ehliyetten alamayacağımı o sebep normal ehliyet almam mümkün olmadığını, ancak sakatlara özgü ehliyeti alabileceğim söylendi. Devletimin bir kurumu beni kendi eliyle sakat, elverişsiz hale getirerek çürüye ayırıyor ve yeterli sakat olmadığım düşüncesinden yola çıkarak maaşa dahil hüzün görmüyor. Diğer kolu ise sakat olduğumu tescilleyip, sağlıklı insanların haklarından yararlanamayacağını söylüyordu. Bizim devletimiz üst katları geniş pencereli, İpek perdeli, yüksek tavanlı, yüksek sütunlu, temiz havalı ve aydınlık alt katları Bodrum havasız, rutubetli daha basit bir şatoya benziyordu. Üst kattakiler yaşıyor alt katta benim gibi olanlar gebersindi kimse duymuyordu bile onları. Hastane çıkışı yine bir kahkahaya tutulmuştum, yine boş boş yürüyordum ama bu defa ağlayarak değil, gülerek. Gözlerimden yaş geliyordu gülmekten, Tanrım iyi ki kısacık düşünebiliyordum. Aksi halde ileriyi düşünsen, böyle durumlara maruz kalmak insanı tamamen çıldırtabilirdi. Ne saçma ne acımasızdı benim iki yüzlü devletim. Ben devletimi yeni yeni sevmemeye başlamıştım, o bana ezelden beri düşmanmış meğer.
Ankara Emniyet Müdürlüğü’ne de kiralık araç veriyorduk. Emniyet müdürlüğünde Samimiyet oluşturduğum bir polise bu durumdan bahsettiğimde "sahte ehliyet" diye bir şey olduğunu ilk ondan duydum. O ana kadar bir şeyin sahtesini olabileceği düşüncesine dahi sahip değildim. Tamam birçok illegal iş görmüş, içinde aktif olarak yer almıştım, fakat bu sahtecilik konusunda hiçbir bilgim yoktu. Polise bir miktar rüşvet ve fotoğrafımı vererek hiç kaç gün sonra da kapalı zarf içinde sahte ehliyetimi aldım. Aslında sakat ehliyeti alıp, kendi aracımı temin etme imkanlarım da vardı, hesabımda araç alacak para mevcuttu. Ancak bu parayı harcamak doğru gelmiyor bana, ayrıca hesabımda olmasından da ayrı bir mutluluk duyuyordum. Sahte ehliyet edinmek doğru, hesabımdaki parayla araç almak yanlış geliyordu. Halen hasta, halen kontrolsüz, hala mantıksızdım. Zarfı açtığımda ehliyet şaşırttı beni. Çünkü bu isim, hiç sevmediğim, Aşkın Amcama adına tesadüf etmişti. Tuhaflıklar da yeterince şaşırtmıyordu beni artık hayatımda. Olağan dışı şeylerdi sıradan olanlar, yeni ismimi yadırgasam da artık aşkım Atmaca idim. Çok tatlı bir Alman kurdu almıştık eve. Artık Rex’ti, süper akıllı bir köpekti. İleri derecede iletişim sağlamıştım onunla. Ne de olsa kurbağalardan, salyangozlardan cömert ile yakın dostum, hayvanlarla diyaloğum o gömdüğüm kurbağayı saymazsak, hep iyi olmuştur. Kesinlikle becereceğime kendime söz verdiğim onur meselesi yaparak kafayı taktığım Serpil’i aradım. Ankara’lı iş adamı Atmaca idim artık. Gerçekten zenginlik içindeydim. Lüks araç galerim olmasa da o gücü elimde tutuyordum. Serkan’dan yukarıydım, Köyümdeki tarlaları saymazsak bir çiftliğim eksikti. Birkaç aramam mesafeli geçip geri tepse de randevuyu koparmak çok da zor olmadı. Yine orman telefonumun deneyimlerini görmüştüm. Girdiğim zengin ortam sayesinde de üstün iletişim hali, tavrı edilmiş ifadelerde de başkalaşmıştım. Buluşmaya en lüks aracım, en güzel kıyafetler ve daha piyasaya yeni yeni çıkmış olan, Türkiye’ye yeni giren en fiyakalı cep telefonu ile gitmiştim. Harika görünüyordu ve her ihtimali hesap ederek, hayatımda ilk defa top sakal bıraktım. Onu Kızılay’da YKM denen bir mağazanın önünden aldım. Çok seksi görünüyordu, en az benim kadar harikaydı.
Ankara’nın en lüks restoranlarından birine gittik. Şaşalı görünüşüm aklını başından almıştı. Gözümün içine bakıyor, tanımıyordu beni, hatta numarasını nasıl edindiğimi dahi sormuyordu. Aklınca tesadüfleri kaçırmıyor, başka birinin üzerine basarak hep daha yükseğe tırmanma arzusu ayrıntılara karşı duyarsızlaştırıyordu. Kırmızı et türü bir şey ve yanında kola söyledi. Kolaya bakınca Vedat Dalokay parkı aklıma geldi. O yarım kolayı bırakışını hatırladım, o çeyrek halimi ve onun hızlı adımlarla kaçarken beni ardında ağırlıkla’ bırakışını. Açlığımı, yeşil yağlı ceketimi, yağlı saçlarımı, sakalımı düşündüm ve hüzünlendim. Gözlerim doldu, elimi yüzümü yıkayıp kendime gelmek için lavaboya koştum. Modumu tazelediğime emin olup masaya dönmek için çıktığımda onu restoranın telefonundan konuşurken gördüm. Benim masaya döndüğümü fark etmemişti, sesi masaya kadar gelebiliyordu. "Ati, mutlaka bu akşam annemle olmam gerekiyor. Teyzemlere gideceğiz. Erken dönersek geç de olsa gelirim, ama geç dönebiliriz belki onlarla da kalabiliriz. Sen beni bekleme hayatım," diyordu. Sonra beni masada fark edip ses tonunun ayarını kıstı, konuştuğu ati dediği kişinin Atilla olduğunu anlamıştım. Geceyi benimle geçirme ihtimaline karşı ona bir teyze bahanesi uydurmuştu. Kızgınlığım bir kat daha arttı. Tamam, ben de bir oyun içindeydim, fakat buna çok geniş ve derin bir mazeretim vardı. İçimde ukte, psikolojik bir yaram vardı. Peki ya onun nesi vardı? Hiç. Hiç sebepsiz sevgilisini aldatmaya hazırdı, sırf daha fazla konfor ve güç kazanmak için. Hayat kazanmaya endeksli bir düzen, mutluluk, sevgi, para ve dahası, her şey hep kazanılması gereken şeylerdi. Kazanmadan daimi sahip olunabilecek iki şey vardı hayatta: hayal kurmak ve umut etmek. Ancak bunlar bile kendi içlerinde kazandığının veya kazanacağının düşüncesi değil miydi? Sevgiyi kazanmak gerekir, parayı da öyle. Mutluluğu. Bu ikisi sensiz de kazanıyor zaten. Eğer kazanmayı başarmışsan güçlüsün demektir ve herkes gücü, güçlüyü sever. İnsan doğası gereği gücüne güç katmaya eğilimlidir, toplum, insanına da kızmamak lazım. Zayıf, çürük ya da sakat malın alıcısının akılsızlığını toplumun kendisi kabullenmiştir. İnsan aşk ile gözü kör olduğunda bile, aşık olduğu kişi ne kadar güçsüz olursa olsun, yine de ondan beklenti içindedir. Kendini mutlu eden aşkın, onun aşktan kaynaklandığı için değil, aşkım ondan kaynaklandığı için hiç bitmesin ister. Eğer gönlünün layıkıyla sevilmesini istiyorsan, görünüm olarak da gönlün kadar zengin olmak durumundadır insan. güçsüze sert olan her şeyde güçlüye yumuşar. Sert direnç gösterenlerin dahi yumuşaması sadece zaman alır. En kötü olan da şu ki hemen her kadın kazanmış ve güçlü erkeği sever. Zayıf ve güçsüze kaybetmişse yapılan en büyük kötülük de belki bu olmalı. Benim bu düşüncemin elbette muhalifi çok olacaktır. İşte bu muhalefetler için değil midir en çilekeş şiirler ve arabesk şarkılar? O sebep hep kazanmalıydın, mağara dönemimizde de öyle değil miydi? Eti mağaraya kim getirirse, mağaradaki tüm kadınları o becerirdi ve işte tam bu noktada kazanmış, güçlü olan eti mağaraya götüren erkek bendim. Beni beğendiğini söylüyordu, etini yerken. Bu da demek oluyordu ki beni değil lüks aracımı, zengin duruşumu beğenmişti. Sürekli beni övüyor, açamadığı su şişesinin kapağını açabildim diye ne kadar da güçlü olduğunu söylüyordu. Oysa asıl, güçlü olan o soğuk parklarda ölmemek için mücadele eden çocuktu. Bir şahin’i kanatları için övüyoruz, yoksa ayak kayışlarının güzelliği için değil. Benzer şekilde, neden biz insanları da sahip oldukları gerçek niteliklere göre değerlendirilmiyordu? Bu insanın özge duygularına yapılan en büyük katliamdır. Fakat yaşanan dünyada bu katliamı önlemek mümkün olmayacaktır. Serpil gibi yaratıklara onun işine yarar sahtekarlıklarla yaklaşman gerekiyordu Ben bu konuda uzmandım, öyle yapmıştım ve bu iki insan için de çok acınasıydı. Fakat maalesef kendimi bir insan gibi değil de şirket gibi yönetmem gerekiyordu. Tıpkı Dilara gibi Dilek gibi Serpil de öyle istiyordu..
Yemek boyunca etkili kurlarım ve onun her şeye hazır hali birleşince, geceyi birlikte geçirmek için planımızı yaptık. Onu Hilton oteline götürdüm, odamızı ayırtırken onun lobide beklemesi teklifimi nazikçe reddederek benim yanımda geldi. Bu durumda kendi kimliğimi verme şansım yoktu, sahte ehliyetimi verdim. Serpil, ehliyetteki bilgileri okumak için oldukça çaba sarf etti ve ona söylediğim isimle, ehliyette yazan isim aynı olduğunu görünce, ne kadar güvenilir olduğumu düşünmüş olmalı ki bana daha da yakınlaştı. Guya, kendini zeki zannediyordu, ancak ben ondan daha zeki olmanın mutluluğunu yaşayamıyordum. Zira İlk defa sahte bir şey kullanıyordum ve bunun yüksek kaygısı beni diken üstünde tutuyordu. Resepsiyonist ehliyetim elinde kaydımı yaparken gözlerim üzerine kilitlenmişti. O an, kalbimin atışını veya kan basıncımın yükseldiğini hissettim. Sanki birden kafasını kaldırıp, "Bu ehliyet sahte. Poliiis, poliiis!" diye bağıracaktı. Hilton’un konforu bana diken gibi batıyordu. Bir an durdu, sonra bir insanın karşısındaki kişiye takılabileceği en sevimli, en saygılı ifadeyi takınarak ehliyetimi uzattı ve o sihirli cümleyi kurdu, "odanız hazır iyi istirahatler beyefendi." Bizi odamıza kat görevlisiyle uğurlarken, arkamızdan hala porselen ve kusursuz dişlerini göstermeye çalışırcasına tebessüm etmeye devam ediyordu. Ayşe’yi ikinci kez aldatıyordum. Ama bunu bir aldatma olarak da görmüyordum çünkü Serpil beni, gizlemeyi beceremediğim bir sürü tasanın altında ezik, iki büklüm halimle bırakarak daha da ezerek kaçmıştı. Ben de ondan bunun intikamını alıyordum. İçinde bulunduğu mutluluğun tadını çıkaran oydu, ben görünürdekini çünkü bu amaç benim için bir dert halini almıştı. O an aklımda, güçlü bir intikam gücüyle Serpil’e karşı bir zafer kazanmak vardı. Serpil de bende ahlak kurallarnının çok dışındaydık ve çirkinliklerimizi, kirli amaçlarımızı saklayan birer iki yüzlüydük. Karımı aldatmış olmanın vicdan yapacak bir yanı yoktu, neticede erkektim ve erkek aldatırdı. Penisini yıkar, geçerdi. Fakat kadın atlatamazdı, kültür yapılarımız ve dinimiz bu anlayış üzerinde yükseliyordu. Kendi vicdanıma bu şekilde tanıklıklar yapıyor, kendimi rahatlatıyordum. Değil mi ki cennet anaların ayakları altındaydı. Ona aldatmak yakışır mıydı? Oysa erkeği her zaman aldatma özgürlüğü vardı. Böyle düşünüyordum..
İlk denediğim sert seks buydu; ben, onun canını yakmaya özel çaba sarf ettikçe, o sanki zevk alıyormuş gibi yapıyordu. Oysa ki, bu durumun hoşuna gitmediğini, sahte yüz hatları altındaki gerçek ifadesiyle yansıtıyordu ve ben bunu görebiliyor, hissedebiliyordum. O geceden sonra sahte ehliyet kullanmanın ne güzel bir şey olduğunu kavradım. Yaşantıma inanılmaz şekilde kolaylık sağlamıştı. İstediğim saatte, istediğim sokaklar benimdi. Çevirmelerden, polis rüşvetlerinden bir de üzerine onca dil dökmekten kurtulmuştum.
Abdullah’tan Serkan’a, orada Aşk’ın Atmaca’ya dönüşüvermiştim. Abdullah özünde zaten çobandı, işe yaramazdı. Serkan’ın da son kullanım tarihi geçmişti ve ben kullanım süresi içinde hakkını fazlasıyla vermiş, her imkanını kullanmıştım. Çok para kazanıyordum şimdi, gereğinden çok fazla olduğu doğruydu, ama en azından çalışıyor, bir küçük işe yarıyor, paramı da har vurup harman savuruyordum.
Bacaklarımın tedavisi için en iyi doktorlara başvurdum ama maalesef ki bunun tedavisi yoktu. Bu alanda uzman, Türkiye’nin en iyi doktorlarına ulaştım. "Daha kötü duruma gelmek istemiyorsan, amuda kalkar gibi yaşayacaksın. Sürekli bacakların yukarıda olacak ve kilo almayacaksın. Toplar damarlarının işlemini yapma potansiyeli çökmüş, ömür boyu bundan kurtuluşun yok" diye uzun uzun anlatıp üzgünüm bile dememişti. Sanki şifa bulmuşum da bana müjdeler veriyormuşçasına bir anlatım şekli vardı. Onca parayı bunun için vermiş olmanın aptallığıyla yanından ayrıldım.
Sahte ehliyetimi ayarlayan polis, gerçek pasaport içinde başvuruda bulunduğumda gereken alakayı göstermişti. 10 gün sonra pasaportumu da elime almıştım. Rent-A-Car’da çalıştığıma dair bazı evraklar ve Ayşe’nin gönderdiği diğer belgelerle İsviçre elçiliğine başvuruyu yaptım. 15 gün sonra kapıcıya reksi bırakmış İsviçre uçağındaydım. İndiğimde Ayşe beni yine aynı samimiyet, aynı güler yüz ve aynı özlemle karşılamıştı. Ben de onu çok özlemiştim. Bu ülkede her şey bana yabancıydı. Türkiye’nin o insanın üzerine üzerine gelen kalabalık caddelerinin aksine, burada caddelerde 3-5 kişi verdı, parklar ise eğer içinde oturan birkaç yaşlıyı saymazsak, ıssızdı. Parktaki banklar Türkiye’dekinden daha uzun ve geniş oval bir dizayna sahipti. Onları gördüğümde, ilk aklıma gelen şey, eğer orada da sokakta kalmak durumunda olursam, nasıl yatacağımın sorun olmayacağıydı. Çünkü bu bantlara rahatlıkla sığabilir bacaklarımı uzatabilirdim.
Evet, hiç olmadığı kadar konforlu bir yaşama sahiptim o anda. Ama ruh sağlığım ve düşünce biçimim normal değildi, bu halim zaman ilerledikçe daha da bozulacaktı. Ayşe, 3 katlı şirin bir evde oturuyordu. En alt kat babasının iş yeri, bir ilaç firmasıydı. Orta katta babası oturuyor, en üst katta da Ayşe oturuyordu. Ayşe bir ay kadar izne ayrılıp beni sürekli gezdirdi. Dilini, kültürünü, insanlarını ilk gördüğüm bambaşka yerlerdeydim. Belçika, Fransa, Almanya, Norveç, İsveç başta olmak üzere tüm Avrupa’yı baştan başa gezdik. Köyde, ineklerin peşinde koşan o sabahçı kahvesinde, sokağa atılmamak için cebindeki 4 çay parasını gözeten ya da daha bir kaç ay önce parklarda ölmeye çalışıp ölemeyen kişiyle, yine bu kişi aynı kişi miydi, sık sık bunu düşünüyordum.
Ayşe aracı kullanırken, ben dışarıyı seyrediyordum. Yine yağmur yağıyordu. Daldım, duygulandım, yine gözlerim doldu. Sessizce yağmuru izledim. Ayşe, benim bu hallerime alışkındı. İyi veya kötü şartlar fark etmiyor, ben de bu huylarımdan ödün vermiyordum. Berlin’de bacağım ve psikolojik durumla ilgili iki ünlü doktora gittik. Bacaklarımın kontrollerini yapan doktor, Türkiye’dekilerle aynı teşhisi koymuştu. Psikiyatrist ise sürekli rüyalarıma giren Halil’i ve çatışmaları anlattığımda, bana "post travmatik stres bozukluğu" ilk doğru teşhisi koymuştu. Berlin’e gitmişken, Mevlüt amcayı da görmeye karar verdim. Onu severdim, evet onu da kandırmıştım, ama olsun. Aradığımda çok şaşırdı, bir market tarif edip bizi oraya yönlendirdi. Kendisini 20 dakika bekledik ve geldi. Önce kısa bir süre iş yerine uğrayıp bir şey bırakması gerektiğini, sonra eve yemeğe gideceğimizi, yengemin beni görmek isteyip gelini de merak ettiğini, bizi beklediğini söyledi. Fakat hala bağırıyordu. Araçla peşine takıldık. Ayşe, mevlüt amca sağır mı, neden bu kadar bağırıyor, dedi. Hayır, duyuyor, ama ben kendimi bildim bileli böyle bu adam, lakin bugün bunu bir şekilde sorup öğreneceğim dedim.
İş yerine kapısında bizi, yine bir Türk karşıladı. Araçtan indiğimizde şoktaydık. Mevlüt amcamla bu türk ikisi de kulaklarının dibinde birbirlerine bağırıyorlardı. Çok enteresan bir görüntüydü. Beraber iş yerine girerken kesin kararımı vermiştim. Amcamla ilk başa kaldığım anda, "Amca, sen neden bu kadar bağırıyorsun? Hadi, sen bağırıyorsun. Bu arkadaşın neden bağırıyor?" diyecektim. İş yeri büyük bir binanın iki kat altındaydı. Döner merdivenlerden aşağıya inip geniş bir demir kapıyı açtığımızda, içeriden gelen gürültü her yanı titretiyordu. Koca koca makineler, devasa boyutlarından daha büyük sesler çıkarıyordu. Ve bu makinelerin arasında çalışan tüm işçiler, birbirlerinin sesini duyabilmek için içeride avazı çıktığı kadar bağırıyorlardı. Artık mevlüt amcaya bir şey sormamaya lüzum kalmamıştı. 24 yıldır aynı yerde çalışan insanların, o çok sesli makinelerin etkisinden olacak, duyulmaları için her yerde bağırmamız gerekir, bilinci beyinlerine yerleşip oturmuş olmalıydı. Tüm iş yeri çalışanları bağırdığına göre, bu ruh hali hepsinde mevcuttu. Tıpkı benim 20 yıla aşkın yaşadıklarımın zehirli etkisinden kurtulamayışım gibi. Tek farkımız vardı ki, onlar bu psikolojik rahatsızlıklarını kulakları tırmalayan ses tonlarıyla dışarıya atarken, ben sessizce içimde biriktiriyordum.
Yaklaşık 6 ay kadar Zürih’te yaşadım, alt kattaki ilaç firmasında kimsenin dilinden anlamadan boş boş gezinip, dilini bilmediğim dergileri karıştırmakla ve dilini bilmediğim çalışanlara sadece tebessüm etmekle geçti bu zaman ve tabii ki dilini bilmediğim televizyonu da izlediğimi söylemeliyim. Ayşe’nin babasının halen devam eden emrivaki konuşmaları ve bakışlarındaki beni küçültüyormuş gibi halleri, boş durup bir işe yaramaz ormamında etkisinden olacak gün geçtikçe psikolojimizi bozuyordu. Bu adama karşı tahammül seviyem azalıyordu; sanki bana" sayemde buraya geldin lan, her şeyin benim, ben olmasam hiçsin" gibi bir davranış içerisindeymiş gibi hissediyordum sürekli onu. Ayşe böyle düşünmemin yersiz olduğunu, babasının öyle biri olmadığını, yapısı gereği herkese aynı tavırlarda bulunduğunu söylemesi de rahatlatmıyordu beni. Bir meşguliyetimin, işimin olmaması; her şeyin onlar, özellikle de o adam tarafından karşılanıyor düşüncesi, zaten var olan hassasiyetlerimi daha da arttırmıştı. Evet, bu ülke güzeldi ama benim değildi. Bana hiçbir şey söylemiyordu, boğulmaya başlamıştım. Ayşe birkaç ay içinde kendi veteriner kliniği açacağını, o zaman bana çok iş düşeceğini, birazcık daha sabretmemi söylüyordu; ama mümkün yoktu. O ara psikolojide kalmak gün geçtikçe beni daha da dengesizleştirdi. En azından bir süre Türkiye’ye dönmek istedim, orada basit de olsa bir işim vardı. Zürih’teki bomboş halim ve kayınpederin gereksiz tavırları artık bana batar olmuştu. Her şey, herkes bana batmaya başladı, ruh halimdeki kopukluklar günden güne aralanıyordu. Uykularımda mutasyona uğradığımı, gözümün sökülüp takılabildiğini, Halil’in nişanlısı ile benim evlendiğimi uyurken uyuyamadığımın rüyasını görüyor, uyandığımda ise "Uyudum ve Rüya mı gördüm, ya da gördüğüm rüya değil gerçekti de ben mi uyuyamamıştım?" bunu kavrayamıyordum. Kendi kendime konuşuyor yine daha fazla dalıyor olmaya başlamıştım, hasta psikolojimin nüks ettiğini hissediyordum. Ayşe’nin tüm ısrarları, bu halimdeki değişimi görmesi ve bir süre Türkiye’ye dönüşümü iyi geleceği düşüncesiyle kırılmış ve benim Türkiye’ye dönmeme rıza göstermişti. Bir hafta içinde Ankara’ya döndüm, ah güzel ülkem, sen nasıl da güzeldin! Orada da bir hafta kaldım, sonra Ayşe’nin yerinde tavsiyesiyle köyüme gittim. En lüks aracımı tercih etmiştim giderken. Bu açıdan maksadım, o dönemin ünlü bir şarkısında da söylendiği gibi "gidişim suskun olmuştu ama dönüşüm muhteşem olacak" mantığıydı. Bunun yanında, gelişmemiş kıskanılmak duygumun üzerine biraz su serpmek değil, bir bakraç su dökmekti. Tüm bunların üzerine de gösterişi de seviyordum. Bu durum, köyün orak ayına denk gelen temmuz-ağustos arasındaki Aslan burcu olma olasılığımı da güçlendiriyordu. Bir yığın oyuncakla bagajı doldurdum, mahallenin çocuklarını toplayıp hepsine bunları dağıttım. İsa amcamın mezarına attığım oyuncağımdan başka, benim başka oyuncağım olmamıştı. Bu benim çocukluk yoksunluğumu onların gözlerindeki mutlulukla bastırmaya çalışıyordum. Kendimce planladığım gösteriş etkin karşılığını bulmuş, herkes yine benden çok zengin bir kadınla evlendiğimden, lüks aracımdan, zengin oluşumdan, kıyafetlerimden, cep telefonumdan ve dağıttığım oyuncak ve harçlıklardan bahseder olmuştu. O zamanlar Köyde değil bir cep telefonu olması, onun varlığından haberi olan dahi yoktu. Zaten köyde şebeke de yoktu, sadece Bafra şehir merkezinde çekiyordu. Evet, gidişim, koltuk değneği ile suskun ve garip, ama dönüşüm dimdik hayatta ve muhteşem olmuştu. Köy yollarına dahi kıyılıp da sokulmayacak lüks aracımla tarlalarda dolaşıyordum. İneklerimizi otlattığımız o en sevdiğim tarlaya park ettim. Hani şu beni dedemin en çok dövdüğü tarlalardan birine... Yağmur başlamıştı geçmişi düşündüm yine, bir hüzün çöktü içime. Tam karşımdaki ağaca çok renkli bir kuş konmuştu, kaçmasın diye araçtan çıkmadım, daldım yine. Çocukken kuş gördüğümde sapanla vurabilmek için ürkütmemeye dikkat ederdim, şimdi ise güzelliğini seyretmek için aynı özeni gösteriyordum. Yine küçükken babamı gördüğümde korkudan toparlanırdım, şimdi ise saygıdan ayaklanıyordum. Bazı düşünceler kıyafetler gibi esiyor, kirleniyor; ne kadar yıkasan yine kirli kalıyordu onlar. Oysa ki duygular hiç eskimiyor, yaşam en çok onları yıpratsa da, her zaman yeni ve taze kalıyorlardı. Eski günlerim geldi aklıma, tarlalarda boyum kadar ibriklerle su taşıma uğraşlarıma, gece yarılarına kadar yarı aç, yarı tok sürünüşlerime, babamın köpeğimiz Babi ile beni denetlemeye gelişlerini yediğim dayakları, molotof kokteyliyle salyangoz toplamalarımızı, kurbağaları, bisiklet hayallerimi hatırladım. Her şey bir film şeridinden daha belirgin geçti gözümün önünden. O ikinci çay param olmadığı için köy kahvesinde yanıma biri oturacak diye korkularımı düşündüm. Oysa şimdi maddi değeri düşünüldüğünde belki tüm köyü satın alacak aracımın içinde, tarlanın ortasında duruyordum..
Gözlerim yaş ile dolmadan gırtlağımda sert bir bilye hissettim, nefes alamamaya başladım. Daha ağlayamadan tıkandım, yine o gırtlaklanma hissi ve bu defa onlarca yengecin saldırısına uğramıştı boğazım, sanki bir balon gibi şişmeye başladı, hiç olmadığı kadar büyük bir basınç duyuyordum göğsümün içinde. Kendimi araçtan dışarıya zorlukla atabildim, yine yaşamla ölümün sınırına gelmiştim, nefesim tıkandı, enerjim düştü, diz üstü yere çöküp çamur olmuş toprağa alnımı koydum. Kesik kesik nefes alma imkanımı doğduğunu gırtlağımdaki çok ara boşluk veren sıkılma hissinden algılamıştım, ancak o nefesi de ben almadım. Ölüme hiç olmadığım kadar yakın ve hazırdım, bu tarlada öylece ölebilirdim, yaşamdan karnını doyurulmamış bir misafir gibi çıkmaya hazır ve uygun olduğum bu noktada önce küçük küçük, sonra gittikçe yükselen hıçkırıklar ve ardından ağlama ile ölümle önüm kesildi. Yine bu ağlamam, nefesimi de beraberinde getirmişti ortada görünen hiçbir şey yokken, çok fazla şey varmış gibi ağlamaya başlamıştım. Ruh sağlığım tümüyle sakatlanmıştı, ağladım, çok ağladım, içimde boşalmaya muhtaç psikolojik gazların basıncının bir nebze olsun almış, fakat tümüyle kusamamıştım. Belki 2-3 saat orada toprakta diz üstü kaldım, belki bayılmıştım da orada, bilmiyorum, tam hatırlayamıyorum, bir travma, bir çeşit kriz nöbetiydi, normalde döndüğümde üstüm başım çamur içindeydi. Kendimi araca yaslanmış yerde otururken hatırlıyorum en son. Sonrasında kalkıp köye döndüm, ahırdan inekleri alıp otlatmaya çıkardım. Ben görünürde ne kadar gençleşip güzelleşmişsem, cömert de o kadar yaşlanmış, o kadar çökmüştü, beyaz beyaz sakalları çıkmıştı onun. Sabahtan akşama kadar yeşil çimenlerde beslenip gençliğinin baharını yaşarken Benim üç beş saatlik uykuyla yarı aç yarı tok tarlalarda koşturduğum günler geldi yine aklıma, yine daldım. Börtü böcekten insanoğluna bu devran, nereye, hangi yana dönüyordu Dünya, ne garip bir yerdi ve yaşam ne tuhaf. Tekrardan gözlerim doldu, sanki birkaç saat önce hiç ağlamamışım gibi, tekrar tekrar gözlerimden yaşlar aktı. O kadar gözyaşını biriktirmek de bir başarıydı. Cömert’in mısıra kaçmasına izin verdim o gün, maddi zenginliğimin etkisiyle şakşakçı ve yalaka insanların gözünde büyüdükçe büyürken, ben kendi içimde kendimi daha da çökmüş, küçülmüş görüyordum. ancak hayatta böyle değil miydi zaten, hep küçük kişiler değil miydi efendiler. Neyse ki benim küçük tarafım egodan değil, kim olduğumu bilmemden ileri geliyordu." Maddi zenginlik insanın içindeki bastırılmış manevi kötülüğün dışavurumunu sağlar " demiş bir filozof, oysa ki maddi zenginlik eski kızgınlıklarımı bile unutturmuştu bana. Paylaştıkça mutlu olan, paylaşılan yarımın bütünden büyük olduğu bilincinde, eşsiz bir anlam biçimi doğurmuştum içinde. Hep var olan bu duygum, maddi imkanlarım arttıkça daha da zenginleşmiş ve kendine uygulanabilir bir alan bulmuştu. Köyün en sevilen insanı oluvermiştim, benimle konuşup elimi sıkabilmek için bir riyakarlık yarışı başlamıştı, sahte yüzlerin zoraki tebessümlerin etrafımda döndüğü riyakarlıktan örülü çirkin bir çembere alınmıştım, benim ise gönülden ve içten elini öpüp hatırını sorduğum, bize oralet ısmarlayıp renkli televizyon izleten Hüseyin amcam başta olmak üzere üç beş kişi dışında kimse yoktu. Kendimi sık sık yalnızlığa, ormanlara, derelere, dağlara, çocukluğumun hatıralarına attım ve çocukluğumun adımlarını aradım oralarda, mezarlıklarda o güzel eski insanlar, uzun Selvi ve asırlaşmış palamut ağaçları arasında ebedi mekanlarındaydılar. Sırf o özel insanlar yatıyor diye ne huzur dolu gözüküyordu gözüme mezarlıklar, yaşamak için yeterince toprağı olmayanların ölmek için ne çok toprağı vardı, yine hüzünlendim yine gözlerim doldu. Nereden, nasıl peydahlanıyordu bu kadar gözyaşı? Sonra yüzümüzdeki o iki tarafa da, yani ağlamaya da, gülmeye de eşit hizmet eden orospu kıvrımlar, ne adi oluşumlardı. Çobanlık dönemindeki arkadaşlarıma alıp onları hamamlara, lokantalara, mangallara, kafamız nereye eserse, onlar nereye isterlerse oraya götürüyordum. Hatta daha önce pek samimiyetim olmayan, alakasız kişiler bile hiç teklif etmeden aracıma biniyor, onları indirmenin aksine, beni daha değerli hissettirdikleri için bu halleri hoşuma bile gidiyordu. Paraya zerre önem vermeyen bir adamdım. Cömert, başta olmak üzere tüm dostlarıma vefalı, bütün tanıdıklarıma cömert kadar cömerttim. Şimdi bol sütüm vardı, varsın herkes içsin diyordum, zaten tutumlu biri değildim, geçmişte param hiç olmadığı için, kişisel olarak maddi bir program fikrine sahip de değildim. Tutumlu olmak için geçmişte bir para tutmuşluğun olması lazım, geleceğim için böyle bir bilincin oluşsun, oysa ki benim o İstanbul varoşundaki sabahçı kahvesinde 4 çay parasını sıkaca tutmam dışında, parayı idareli kullanmak gibi bir deneyimim olmamıştı. Para varsa harcanmak içindi, cebimdeki paranın varlığı sürekli beni taciz edip, "harca, harca" diye zorluyordu hep de böyle olacaktı. Bu huyumu bilenler de bilmeyenlere haber veriyor, etrafımda sahte riyakarlık ve çıkar çemberi gittikçe büyüyordu. Karanlıkta ışık tutmayanlar, aydınlıkta gölge yapmasın Beyler, hadi bakalım uzayın diyemiyordum. Bu zayıflık gibi görünen yanlarıma karşı savaş açmak belki mümkündü ama bunu yapmıyordum, çünkü onlar beni ben yapan insanca değerlerdi, başkalarının bunu aptallık olarak gördüklerini eminim, ancak ben böyle davrandığım için aptal değil, daha insan görüyordum kendimi. 15 gün kadar köyde kaldım, bu sürenin çoğu kısmını derelerde, ormanlarda, tarlalarda dolaşıp o saf köylü çocuğu Abdullah’ın ayak izlerini arayarak geçirdim. O her yerde olmasına karşın, hiçbir yerde yoktu sanki. O Ne kadar önündeydi her şeyin, belki de ne kadar altında. Köyde bıraktığım her şey ondan yapılmışken, ne kadar çok şey vardı onun hiç olmadığı..
Köy, benim psikolojimi düzeltmiş miydi, yoksa daha mı bozmuştu, bilmiyorum; fakat düzeldiğim inancıyla Ankara’ya dönüp uyduruk ve bol kazançlı işimin başına geçtim. Bir hafta sonra Ayşe de Ankara’ya geldi ve sanıyorum 10 gün kadar sonra onunla beraber köye gittik. Malum, Ayşe’yi hiç görmemişlerdi, merak içindeydiler ve bu ziyaret, bir nevi el öptürme merasimiydi. Dönüşte anamı da yanıma alarak Ankara’ya beraber döndük. Ağrı sızılarından ve artık yaşlılıktan ileri gelen romatizmalarından yakınıyordu. Onu daha iyi şartlarda tedavi ettirecek ve daha donanımlı hastanelerde bakımını sağlayacaktım. Anam artık daha yaşlıydı, ancak inadına hala çalışkan, hala pratikti. Babama göre ise hep tembeldi ve şimdi daha da tembelleşmiş bir koca karıya dönüşmüştü. 10 gün kadar benimle kaldı, yapılması gereken kontrollerini yarı yaptırdık, yarı yaptırmamıştık ki Ayşe’nin babasının Ankara’ya geleceğini öğrendim. Onları karşılaştırmamak için anamı aldım tekrar köye götürdüm. Kayınpederin suratsız halini, hele ki onun yanında bana emir verir gibi konuşmasını kaldıramazdım. Anama Ayşe’nin bana açıkladığı gibi açıklama yapıp bu adamım huyu böyle diyemezdim, anamın yanında beni aşağılar gibi bir tavır veya despot bir surat şekli hiç tereddüt etmeden bana cinayet işlettirebilir, bir caniye dönüştürebilirdi. Bunun için anamı götürme sebebim, kendime bu noktada duyduğum güvensizlik ve hasta ruh halimden korkmamdı. Ancak yine de anamı apar topar köye geri götürdüğüm için onu yeterince ağırlamayıp, ilgilenmediğim için, sebep ne olursa olsun bunu yaptığım için çok canım acımıştı. Çok acil yurt dışına gitmemiz gerektiği gibi çirkin bir bahane uydurdum, Ayşe’nin işiyle ilgiliydi bu. Ne yalancıydım, fakat başka çarem yoktu ve görünen luzüm üzerine bu gerekli bir yalandı, çünkü doğru zarar veriyordu. Bu durum Bana göstermişti ki ben her türlü imkana sahiptim, ancak anamın tedavisini bile yaptırmaktan acizdim, ne zayıftım ve gerçekten ne fakir. Belki böyle davranarak doğabilecek daha da büyük sorun ve sıkıntının önüne geçmiştim, lakin hatırladıkça şimdi "keşke bunu yapmasaydım" dediğim oluyor ve içimin cız ettiği nadir şeylerin başında da bu geliyor. Cömerti dahi hiç gereği yokken hem de o çok zengin halimle otlatmaya götürecek kadar vefalı yanım göz önüne alındığında, beni büyüten anama sevgim ve vefa duygumun derecesi ortaya çıkacaktır. O yüzden o gün anama bu acziyetimi her hatırladığımda canım yanar, içimde hala uktedir bu durum. Anamı bırakıp Ankara’ya döndüm, Ayşe de işi gereği birkaç gün sonra isviçre’ye gitmiş, kayınpeder ise Ankara’da benimle kalmıştı. İsviçre’deki davranışlarının aksine, bana ondan beklenmeyecek derecede güler yüzlü ve sevecen davranıyordu. Çok şaşırmıştım, hatta anamı boşa mı götürdüm acaba düşüncesine kapılmıştım. Bu yeni halinde Ayşe’nin etkisi olmalıydı; hassasiyetlerim ve ruhsal sıkıntılarımın durumundan bahsetmiş olmalıydı. Sanıyorum Ayşe’nin gidişinden 15 gün kadar sonra, akşam üzeri iş çıkışı eve geldiğimde köpeğimiz Rex’i oturma odasında kapatılmış buldum. Bu tuhaftı, çünkü onun yeri normalde yatak odasıydı; hep orada yatar, orada oynardı, tüm oyuncaklarını da oraya taşırdı, nesi varsa oradaydı. Salon kapısını açtığımda, her zamanki gibi yatak odasına koşmuş, kapı kapalı olduğu için mızmızlanma sesleri çıkararak yatak odasının kapısını açmam için kendince talepte bulunuyordu. Kapıyı açmaya hamle yaptığımda kapı kilitliydi, ben kilitli bırakmamıştım. Buna bir anlam veremedim. Tekrar zorladığımda içeriden kayınpederin sesi geldi, "Bir saniye çıkıyorum" dedi. Çok kızmıştım, evde rahatlıkla uyuyabileceği odalar varken neden bizim yatak odamızda uyuyordu ki? Orası benim özelim, Ayşe ile şahsi, manevi mülkiyet alanımızdır. Neticesinde kızıyla yatıp seviştiğim yerdi ulan, bu nasıl zihniyet? Bu nasıl bir anlayış? Bu düşüncelerle boğuşurken, bir yandan da köpeğe mama çuvalından tabakla bir şeyler çıkarmak için cebelleşiyor ve kayınpederin odadan çıkmasını bekliyordum. Ayşe’nin hatırı için bu durumu içimde yarattığı gerginliği yumuşatmaya, en azından bir nebze olsun kendimi sakinleştirmeye çalışıyordum. Buna rağmen elimdeki tabağın titremesini bir türlü engelleyemiyordum. Sinirlenmiştim, kendi kontrolümde emin olamadığımı hissettiğim "lanet olsun, kendi yaptığı terbiyesizliğiyle kalsın" düşüncesiyle evden çıkıp sakinleşince eve dönmeye karar verdiğim anda, bu fikri uygulamaya fırsat kalmadan yatak odamın kapısı açıldı. İçeriden sokak fahişesi kılığında bir kadın ağzında sakızı yayvan yayvan çiğneyerek, kıyafetinin son kontrollerini yapıp çıktı. Beni gördü, fakat bu, hala düzeltmekte olduğu dağınık kıyafetlerini toparlamasına engel teşkil etmemiş, aksine memnun bir ifadeyle sırıtıyordu. Ardından kayınpeder de kemerini bağlamaya çalışıp kıyafetlerinin son kontrollerini yaparak çıktı. Diz üstü çökmüş köpeğe mama vermeye çalışıyordu.m Sanıyorum o şok’un etkisiyle aynı pozisyonda bir süre kalmış olmalıyım ki, Rex’in patileriyle elimdeki tabağa sıralı darbeler indirmesiyle kendime geldim, ya da kendimi kaybettim, diyebilirim. O ana kadar tüm gücümle kontrolüne çalışıp zor dizginleyebildiğim öfkemi bir anda bıraktım. Bununla da kalmayıp bu öfkeyi yokuş aşağı sürerek peşinden kovalamaya başladım. Yerimden hışımla kalkarak ikisini de yatak odama geri ittirdim. "Dur, ne yapıyorsun? Ne oldu? Konuşalım, söylemlerine ve ikisinin de ayak direncine, tüm heybetimle karşılık vererek kapıyı üçümüzün üzerine kilitledim. Evlendiğimizde tamamen Ayşe’nin zevkine göre bıraktığım yatak odasının yatak başlıkları sırık şeklinde çıkarılabilir metal borulardan oluşuyordu. Dağınık ve hala sıcak yatağımın üzerine çıkarak o borulardan birini çıkardığımı hatırlıyorum. Sonra birçok erkek tarafından ellenmekten kirlenmiş o kadına birkaç tokat atıp metal boru ile de kayınpedere saldırdığımı, düşüncemin bağı ara ara kopup çok kısa bilinç kayıplarım oluyor. Bu evrede vurup vurmadığımı hatırlayamayıp, kendimi elimde metal boru ile buluyor, tekrar vurmaya başlıyordum. Sonra burası benim yatak odam, benim özelliğim ulan orospu çocuğu, bu yatakta ben senin kızını sikiyorum, senin hastalıklı cinsel fantezilerinin alanımı ulan burası, kahpe evladı diye küfür ediyordum. Sonra zihnimden dudaklarıma aynı anda yüklenen binlerce küfür adedi aşırı yüklenmeden olacak çenemi kilitliyor, konuşamıyordum. tekrar vurmaya başlıyor. Sonra yine aynı bilinç kaybını yaşayıp kendime gelir gibi olduğumda, kayınpederin saçlarından yakalayıp gözlerine gözümü dikerek, "seni de bu faişeyi de, kızını da siktiğim gibi, aynı pozisyonda, aynı şekillerde sikeyim mi lan şimdi bu yatakla?" dedim. Bu sözlerime karşılık, sanki bir adamışlıkla ya da aciz, veyahut kabule hazır gibi bakışı beni daha da delirtmişti. İkisini de kafa kafaya vurmaya başladım, tam bir cinnet hali yaşamış olmalıydım. Köpeğim, ki sanıyorum kafalarını birbirine çarpmamı ilginç görünümünden olacak, havlayarak kadının üzerine atlamasıyla tekrar kendime geldim. Rex’in o ana kadar içerideki varlığını farkında bile değildim. Onları içeri sokarken kapının arasından bir şekilde Rex de içeriye girmiş olmalıydı. Daha önce havlamışsa da ben hiç farkında değildim. Hala elim ayağım titriyordu, fakat kendimi bir dereceye kadar kontrol edebilecek iradeye erişmiştim. Rex’in havlamasıyla kendime geldim. Bir süre sonra bu sinir krizim ağlamaya dönüştü. Hıçkırarak ağlamaya başladım. Ama olarak neden ağladığımı yine bilmiyordum, sadece ağlıyordum. Sanıyorum sinir sistemi harap olmuştu. Hala küfür ediyordum. "Ulan orospu çocuğu, paran vardı, başka evin var, oteller vardı, hadi tut ki illa bu eve gelmen gerekti, evde başka odalar da vardı, imkansızlıklar içinden imkan yaratarak, ararladığı kızları beceremebilmek için evi olmadığından kadınları köy ormanlarına götürmek zorunda kalan, parasızlıktan dere kenarlarında yer arayan Abdullah mısın lan sen? Bu düşüncelerle tekrar sinirlerim kabarıyor, kendimi daha da kuruyor ve onları biraz daha dövmeden bıraktığım için kendime kızıp küfür ediyordum. Dakikalarca öyle kaldım, sonra Oturduğum pozisyonda duvara yaslanarak uyumuşum, yine hiç susmadan çalan telefonun sesine uyandım. Saat gece 12.00 olmuştu, arayan Ayşe’ydi, eminim olayı duymuş. O da çok üzülmüştü babasının bu ahlaksız ve sapıkça şerefsizliği için. Onun adına özür dileyecek, babasının yanlışından dolayı o bile bana karşı kendini mahcup hissedecekti. İkimizide üzen bu duruma karşısında ben yine de babasına vurduğum için özür dileyecek, böylelikle de mahcubiyetini bu karşı atakla kırmış olacaktım."
Yanılmıştım, telefonu açar açmaz ilk cümlesi, babama durup dururken saldırıp evden kovmuşsun, onu hiç sevmediğini biliyorum. Bari benim hatırım için bunu yapmasaydın, beni de mi sevmedin Abdullah oldu. Sakın bana cevap verip bunun için mazeretler üretmeye çalışma, dedi. Sesi öyle soğuk, öyle uzattı ki Ayşe’nin ilk defa böyle bir ses tonuna sahip olduğuna şahit oluyordum. O güler yüzlü, hep sevecen Ayşe ile bu konuştuğum kişinin aynı kadın olabilmesi mümkün değilmiş gibiydi. Bir an başka biriyle konuşuyormuş hissine kapıldım. Açıklanabilmesi zor bir duyguydu bu, öyle ki o an, ne söylemek gerektiği hakkında bir fikrim varsa da sessiz kalmayı tercih ettim. Kendimi savunmak bile istemedim, ancak telafisi imkansız bir söylemin önüne geçmek için "Sen benim koynumda yatan karım, hayat arkadaşımsın. Biliyorum ki ben evliliği çok kaldıramıyorum, fakat seni ne kadar sevdiğimi biliyorsun. Sana ben üzerimdeki hakların adına yemin ederim ki babanı hiç sebepsiz diyerek yalan söylüyor, çünkü onu fahişe kılıklı bir kadınla bizim yatak odamızda sevişirken yakaladım bunun üzerine benim de hiç istemediğim durumlar oldu," dedim. Babasının asla böyle bir şey yapmayacağını, onu sevmediğimi bildiğini, böyle ucuz iftiralar atarak onu değil aslında kendimi küçültüp kirlettiğimi neredeyse kudurgan bir öfkeyle söyleniyordu, fakat ben gerisini dinlemedim. "Peki," deyip telefonu yüzümüze kapattım.
Benim iç dünyama en yakın mesafeye ulaşmış bir insan ve bir kadın olarak ona anlatılanın, durup dururken mümkün olmayacağını bilmesi gerekir diye düşünüyordum. Zira ev benim miydi ki evden atayım hiç sebepsiz? Babasınada el kaldırmamın olamazsızlığını biliyor olması gerekirdi, fakat o da bunu bilmeyecek kadar bana uzakmış. Ve ben bunu acı şekilde öğrenmiştim, yaşadığım tüm bu stresin üzerine, kendimi bir suçluymuş gibi olmayan suça karşı savunmak zorunluluğuna en yakınım tarafından sert bir yaklaşımla itilmiş, iftiraya karşı yalnızlaştırılmıştım. hangi üzüntümden başlayacağımı bilemedim, psikolojim de bu durumdan etkilenmişti duygularımın ne halde olduğunu zihnimde girdapların oluşmaya başlamasından az biraz anlayabiliyordum.
Ancak bunlara karşı daha fazla güçlü olduğumu hissettim o anda Nietzsche"bin de dediği gibi, "Öldürmeyen her şey bizi daha güçlü kılıyor,"du. Bazı yanlarım yine ceylan derisi ile kaplıydı, fakat bazı yanlarımın da deve hörgücü ile kaplandığını ve hayatın her acı sopasıyla dürtüldüğünde kolay etkilenmeyecek yanlarımın da ortaya çıktığını kavradım. Rex başını yere eğmiş, tıpkı beni ısıran köpeğin şaşkınlığını andıran bakışlarla halimi süzüyordu. Kalbimin az önce cam gibi kırılıp dağıldığını hissetmişti sanki. Ayşe yüreğime, kalbime ve o ana kadar kendime en yakın hissettiğim insan, bana hiç savunma hakkı bırakmadan, kanaate dayalı, acımasız ve sert sözlerle bana saldırarak en acımasız, en ruh hastası yargıcın eline vermişti beni. Kendimle baş başa koymuştu. kafam yine düşünceleri içinde tutamayacak kadar yorgun durumdaydı.
Bir türlü ölemediğime göre haliyle ölmeyecek ölçüde dayanıklılık gücümde artıyor olmalıydı. Benim de hatalarım vardı elbette, en büyüğü ise biriyle ilişki kurup dayanaklı bir zemin elde etmek için önce kendimle ilişkim sağlam olmalıydı. Ben bunda dahi başarılı değildim. İnsan ilişkisini kaldıracak durumda da değildim, bu başarısızlığım karımı daha gerdeğe girmeden aldatmamdan da belli değil miydi? Kaldı ki bir başkasına nasıl ifade edebilirdim kendimi? Ayşe’ye de bunun için kızmadım, istesem de ona sevgiden daha az bir şey veremezdim.
Yeşil ceketle girdiğim evden yine yeşil ceketimi giyerek sabah çıktım. Bozkır Ankara bile yeşil göründü o sabah gözüme, herkes yeşil kıyafetlerini giymişti sanki. Karadeniz denilince bile akla siyah bir deniz yerine, yeşil bir tabiat gelmiyor muydu? Halil öldüğünde üzerinde Yeşil kamuflaj yok muydu? Ben bedenen, ruhen sakatlandığımda aynı askeri yeşiller içinde değil miydim ? hastanedeki ruhsal gelgitlerimin başlangıcında yeşile yakın pijamalar içinde değil miydim? Köyün bile o kadar çok yeşili bünyesinde barındırdığı için hiç de güzel değildi artık gözüme, o yeşil ceketi taşımaya gücüm kalmamıştı. Çıkarıp yol kenarında park etmiş yeşil bir aracın üzerine attım ceketi. İlk olarak banka ATM’sine giderek hesabımdaki evlilik hediyesi olan parayı Ayşe’nin hesabına havale ettim. Bana ait olmayan maddiyatla birlikte benim olan maneviyatımı da Ayşe’yi de kaybetmiştim. Zaten bu iki şeyden başka kazanıp kaybedeceği bir şeyi yoktu insanın yaşamda; maddi kayıplar başka yerde, başka işte tekrar kazanılabilir, hatta eskisinden daha zenginleşebilir insan, fakat maneviyatını ve ona dair kazanımlarını kaybedenler, onunla birlikte çok şey kaybederler ve aynı zenginliği tekrar kazanması çok güç olur.
Yine yürüdüm, yürüdüm uzun süredir duyumsamadığım bu hissi sadistçe bir ruh algısıyla özlemiş olduğumu fark ettim yine. Nereye gittiğimi bilmeden, önümü görmeden caddelerde, gece yaralarına kadar dolandım, durdum. Otelde kalacak param vardı, ancak bu defa sokakta kalmayı ben kendim tercih ettim. Gençlik parkı denen bir parka gidip, bank üzerine uzandım. Fakat onca psikolojik ve beden yorgunluğuma rağmen uyuyamadım. Oysa mevsim yaz ortası, hava çok güzeldi. Hemen yakınımdaki bir büfeye giderek 4 şişe şarap alıp sabaha kadar içerek geçirdim geceyi.
Sabah bacaklarım daha iyiydi, fakat sağ bacağı şişmiş durumdaydı. Bir çorbacıya doğru inerken, akşamdan beridir kapalı tuttuğum telefonu açmaya karar verdim. Ayşe’den, yığınla mesaj gelmişti. İlk mesajı şöyleydi: "Güçlü hayal kurma olayı üretir, sağlıklı düşündüğünde babamın canını boşuna yaptığını göreceksin. Hasta olduğunu kabul et, kimse kendi hataları dışında uzun süre zor durumda kalmaz. Kendin için artık kendini denetle, sanırım artık ben yokum bu işte. Mutlu Yaşam olanaklarımızı bir lokmada yutuverdin neden babama bunu yaptın" gibi mesajlar yazmıştı. Ayşe ne zaman bırakmıştı beni sevmeyi bilmiyorum ama yalnızlığımı unutturmayı neredeyse başardığı anda, beni yapayalnız bırakıp, aslında var olan en yalnız insan olduğumu kesin bir şekilde anlamamı sağlamıştı. Bu sayede hakikatın ne kadarına dayanabileceğini de görmüş oldum. Birçok şeyin kopup bağlandığını hissettim içimde.
Babasının o an uçakta Zürih’e döndüğünü, eve gitmemi, köpeğin iki gündür aç susuz olduğunu yazdı son mesajında. Türkiye’ye geleceğini ve bu durumu karşılıklı konuşarak daha sağlıklı yolla halledebileceğimizi söyledi. Vefa borcum ve sevgim vardı ona karşı ve sevgiler önüne engeller konularak sınanabilirdi, bunlar azımsanacak değerler değildir, o yüzden peki dedim. Evet, rex’i unutmuştum. Ayrıca Ayşe ile ilişkimizin neticesi ne olursa olsun, karşılıklı konuşmayı hak edecek öneme sahipti, bitecekse de öyle bitsindi. Siniri çabuk geçen biri olarak, yumuşayacaktım hatta ilk etki bana saldırmadan yazdığı son mesajlarla başlamıştı bile, fakat içimden koptuğunu hissettiğim önemli bir parça yerine gelecek miydi, bunu zaman gösterecekti, ancak mevcut durumda bu parça yoktu ve bu hal beni Ayşe’den uzağa atmıştı. Ruh halimde duygularım kadar yara almış, daha yalnız, daha zayıf şekilde tekrar hasta psikolojimin eline düşmüştüm.
Eve döndüm, Rex kapıyı açar açmaz, sevinç çığlıkları atmaya başlamıştı. Beni gördüğünde takındığı mutlu tavırlar, bir insanda zor karşılaşılan en net ve samimi sevgiyle doluydu. Etrafımda sevinçle zıplamaktan önüne koyduğum mamayla suyu bile bir süre unutmuştu. İnsanları hayvanlardan ayıran en büyük özellik akıl olduğu söylenir. Ama insanlar bu üstün akıl farkını, hayvandan daha hayvanca yaşamak için kullanıyorlardı. Bazen fili dişi için timsahı çanta, gergedanı boynuz, kaplanı kürk, yılanı kemer yapıyorlar. Geyiği spor için, foku yağı için balta ile öldürüren insan; sadece açlıktan ölmemek için, öldüren hayvanlar alemine, Bir de vahşi doğa diye isim takmıyorlar mı? Şaşılacak şey! Aleviyi, Alevi; Ezidi’yi, Ezidi; Hristiyanı, Hristiyan; Müslümanı, Müslüman diye öldüren insan, bir de Adem ile Havva’dan gelip hep kardeş olduğumuza inanmıyormu. Hadi çık işin içinden yahu! Sen değil misin her türlü farklılığı yaratıp, bu farkı da karşı tarafı öldürme sebebine dönüştüren? Köpek bile köpeği öldürmüyor; sarı farklısın diye kedi bir diğer kediyi boğazlamıyor, fare fareyi öldürmüyor. Renk, ırk, din, fikir, inanışı için. Her farklıyı farklı bir düşman gibi görüp öldürmeye hazır değil miyiz biz? insan ol derler ya, azıcık insan. Keşke Hayvan olabilsek, birazcık hayvan, o zaman ne güzel olurdu dünya! Timsah olsaydık mesela, avımızı ısırırken sahte de olsa yaş dökebilseydik gözümüzden; yılan olsaydık çöreklendiğimiz yuvamıza basmıyorsa kimse, biz de uymasaydık hiç kimseye. İnek olsaydık mesela, gün gelip boğazımızdan kesileceğimizi bilmeden, vermeye devam etseydik yavrumuza kestiğimiz sütümüzü. Sığır olsaydık evet, bildiğin sığır, yeseydik önümüzde konulan samanı çekseydik sapanımızı. Balık olsaydık, kendimizi bir gün tavada bulacağımızı bilmeden tek derdimiz enginlere daha enginlere üzmek olsaydı. Köpek olsaydık Evet, köpek olsaydık, bir lokma ekmeğini yediğimizi gün gelip de ısırmasaydık, başımızı sevgiyle okşayana hep sadık kalabilseydik. Kumru olsaydık, aşk ile sevişip, meşk ile sevseydik; öte bir şey düşünmeseydik. Bunların toplamında hayvan gibi yaşayabiliyorsan, keşke insan olsaydık! Azıcık insan, birazcık insan olsaydık da alem insan görseydi..
Ayşe babasının çok ağır bir depresyon geçirdiğini, üstelik 20 gün rapor aldırdığını söyledi. Onun ısrarları sayesinde benden şikayetçi olmadığını, fakat onu o halde bırakıp Türkiye’ye dönemeyeceğini, ancak illa gelmesini istiyorsam hiç tereddüt etmeden gelebileceğini ifade etti. Sanırım o da babasını bırakıp gelmek istemiyordu aksi halde bana sormaz çoktan biletini alıp geliyorum derdi. Tamam ne zaman isterse o zaman gelebileceğini fakat o gelinceye kadar ilişkimizi dondurduğumuzu söyledim. O da bunun daha doğru olacağını zaten telefonda bir neticeye varamayacağımızı, fakat geldiğimizde bir çözüm yolu bulacağımızı söyledi aramıza mesafe girmişti duygusal mesafe ve onu ilk gördüğüm andaki sevgiye tekrar dönmeye çalışsam da bu zor olur mümkün değil beceremiyordum. Köyde kafamı dinlemeye karar vermiştim. O esnada beni Ayşe’nin annesi aradı evlendiğimizi duymuştum fakat Ayşe’ye hala bilmediğim bir sebepten küs olduğu için biz onun yanına hiç gitmedik, halimi hatırımı sorduktan sonra beni Bursa’ya davet etti gelemeyeceğimi söyledim hatta eski kocasıyla yaşadığımız olaydan haberi olmadığını düşündüm. Ve konuyu biraz ucundan anlatmaya başlayınca hepsinden haberdar olduğunu hatta ellerime sağlık olduğunu o adamın ne şerefsiz olduğunu benim bilmediğimi fakat kendisinin çok çektiğini falan söyledi. O gün yola çıkamayacağım fakat bir iki gün içinde bu konuyu düşünüp yola çıkacağım zaman hangi otobüsle gelebileceğimi haber vereceğimi söyledim. Otobüste gelmemi istemiyordum puan kullandığım lüks aracın kendisine ait olduğunu Ayşe’ye onun aldığını hatta ruhsatını kontrol ederse Ayşe’nin üzerine olduğunu kesinlikle babasına ait olmadığını Gönül rahatlığıyla o aracı kullanabileceğimi söyledi çıkçası işime de gelmişti bu ve ben aynı akşam Bursa’ya yola çıktım.
Dünyanın en iyi annelerinden biriydi bu kadın. 55 yaşında olmasına rağmen sanki daha 30 yaşındaymış gibi gösteriyordu. Kocasından ayrılmasının benim için gereksiz bilgilerini, oğlunu nasıl zorla ondan aldığını ama Ayşe’yi onun elinden kurtaramadığını neyse ki devlet oğlu anneye verdiği için oğlunu alabildiğini anlatmıştı. Her nedense beni ne anneye ne babaya vermişti ne de kendi almıştı devlet. Konuşmayı O kadar seviyordu ki belki saatlerce hiç susmadı, Bir de o ansızın dizime vurarak, "Başını ağrıtmıyorum değil mi evladım?" demesi yok mu, beni bitiriyordu. Ancak şirinliği karşısında, insan dinleme rekorlarını kırarak sabretmiştim. Orada bir hafta kaldım ve benimle gerçekten öz evladı gibi ilgilendi. Ayşe ile oradayken görüştük ve annesinin de sayesinde biraz barışır gibi olduk. Ayşe hesabına gönderdiğim 100.000 lirayı bana geri gönderip, bu para babamın parası değil, benim param. Ödersin bana şimdilik sende dursun, dedi. İtiraz etmedim ve bu parayla Ankara’ya döndüm. Artık işe gitmiyordum, Ayşe’yi bekliyordum. Aslında Ne yaptığımı da bilmiyordum, bomboş zamanlar geçiriyordum. Pek evden çıkmıyor, televizyon ve internetle zaman geçiriyordum İlk zamanlar sonra Tesadüfen bir çöp çatan sitesi keşfetmiştim. Hepsi birbirinden güzel yığınla kadın vardı bu sitede ve ben de bir boşluktaydım ruhsal ve duygusal uçurumdaydım. İki gün önce yarım bıraktığım rüyanın devamını iki gün sonra görüyordum. Bir akşam önce yarım bıraktığım rüyadaki sigarayı bir akşam sonraki rüyada kül tablasından alarak içiyordum. Çatışmalar görüyordum, Halil’i tekrar tekrar öldürüyorlardı, kabuslardan zıplıyordum yatağımdan. Ne yapıp nasıl davranacağımı bilemeyecek kadar depresyondaydım. Bu siteye önce kafamı dağıtmak için girdim, sonra konuştuklarım arttıkça en karizmatik bulduğum fotoğraflarımı bu siteye yükledim. Ankaralı galerici aşkım Atmaca idim artık, böylelikle sanal aleme ilk adımımı atmış oldum. Ayşe ile artık her gün olmasa da birkaç günde bir konuşuyorduk, beni bekle diyordu. Ben de bıraktığı dengesiz modda bekliyordum. Bu arkadaşlık sitesinin müdavimi olmuştum konuştuklarımı bir şekilde bağlıyor ve onlarla buluşup sevişiyordum. Bu daha umursuz ve daha düşüncesiz halimi yadırgamıyordum. Zaten sorumsuz yetişmiş bir insandım ben. Ayşe’ye tutunup bu sorumsuzluklar içinden çıkabilir miyim diye çabalarken tekrardan aynı sorumsuzluğun içine düşmüştüm, sorumlu olmayı becerememiş evliliği kaldıramamıştım. Kaldı ki ilişkilerde birbirimize vereceğimiz tek şey, bulunduğumuz o andır. İşin aslı kimse kimseye bundan ötesini veremez, fakat insan doğası gereği bununla yetinmez ve o anı daha mutlu kılacak ve ayrıca psikolojimize ve duygularımıza iyi gelecek ileriye dair planlar, vaatler duymak isteriz. Oysa ki bunların hepsi yalandır. Her gün bir kadınla yatıyordum, hatta hangi şehirlerde yaşıyorlarsa o şehirden bir iki güzel seçenek daha biriktirip köpeğim Rex’i de yanıma alarak çıkıp o şehire gidiyordum. Ankara içinde dahi gereksiz fazlalıkla kız arkadaş edinmiştim, onu bırakıp ötekini alıyor, ötekini bırakıp bir başkasına geçiyordum. Aynı zamanda 3-5 sahada gol atmak için uğraşıyordum sanki ve bu çok yorucuydu. Sarf ettiğim fiziksel ve psikolojik efor çok fazlaydı, fakat bunu zorluyor, üzerine üzerine gidiyordum. Birini koynunda ki yorgunluğumu, diğerinin koynunda soluklanarak giderebiliyordum. Her birinin tadı, dokunuşu, karakteri, kokusu farklıydı. Kendimi hazlarıma bırakmıştım ve bu kadın süsü döşeli yolların hiçbir yere ulaşmadığını biliyordum, ama yaşadığım hazlar beni bir şekilde oyalıyor, mutlu kılıyordu. Viagra denen bir ilacın varlığını bugünlerde keşfettim. Kadınları sevmiştim, onların tenleri arasında ve sıcak yataklarında her şeyi unutuyor, kendimi ruhsal olarak o an için bile olsa rahat hissediyordum. İçimdeki tüm boşlukları doldurduklarını düşünüyor, ne kadar çok tene temas eder, ne kadar çok kadınla yatarsam o kadar "ayağa kalkacağıma" inanıyordum. Beni sarıp sarmalamaları hoşuma gidiyordu. Okşamalara alıştırılmış insan değildim, şefkatli duygulara olan doğal eğilimi mi çok geç olarak onlar karşılıyordu. Bu da bir hastalıktı, fakat henüz bunun teşhisi bana konulmamıştı, ben de bilmiyordum. Yaklaşık beş ay Ayşe İsviçre’den gelmedi. Bunun sebebinin babasının ona yaptığı baskı olduğunu biliyordum, fakat ısrar da etmiyordum. Halimden memnundum. Benim için sorun yoktu. Bu 5 ay boyunca hiç ara vermeden değişik kadınlarla iç içe geçirdim zamanı. Ayşe’nin bana tanıdığı özgürlüğü tadını çıkarıyordum. Sakat bilgi ve hastalıklı düşünce birikimimi akıllı ve sağlam gerçeklerle örülmüş bir zemine oturtamıyordum. Mantığın en güçlü yanı, tüm bilgilerini sosyal yaşamın sağlıklı alanında toplayıp hayatına uzun vadede uygulayabilme yeteneğiydi. Mantıklı olmak kısa vadede benim için her zaman kolaydı, zor olan bunların sürdürülebilirliği idi. O halde neydi benim uzmanlık alanım? O süreçte belki yüzlerce kadınla yatağa girmem mi? Hayır, onda da uzmanlık sayılmazdım çünkü bu kadınların hiçbirinin koynuna çıplak girememiştim. Her zaman pantolonun sağ paçamda duruyordu. Evet, yara yoktu ama o morluk kesinlikle kapanmıyordu. İzmir, İstanbul, Eskişehir, kafam nereye eserse, nerede seksi bir kişinin çekim gücüne kapılıyorsam o yöne gidiyordum. Telefonumda onlarca kadın numarası vardı. Bir yattığım kadınla ikinci defa yatmam için ya o kadın yatakta çok iyi, ya çok fazla güzel ya da ilk beraberliğinin benimle yaşamış bir bakire olması gerekiyordu. Ayşe’nin hesabıma geri gönderdiği 100.000 lira bu kadınlara harcanıyordu. Param vardı, lüks aracım, sahte ehliyetim vardı, karizmam vardı, çapkınlık için gerekli olan her şeyim vardı. Köyde hiç imkanım yokken şehrin en güzel 2 kız kardeşini köy ormanına getirip becerebilme yeteneğim göz önüne alındığında, maddi her imkana sahip olup bir de üzerine kadınlar konusunda eskiye göre çok daha uzmanlaştığım düşünülünce, Türkiye’nin en hızlı playboylarından birine dönüştüğümü iddia edebilirim. Artık sırf kadınlar beni değil, ben de kadınları karşı konunması güç bir ışıltıyla çekiyordum. Kamerada görüp beğendiğim bir kadınla yatmak için hiç bilmediğim şehirlere, hiç olmadık saatlerde yola çıkıyordum. Ayşe’ye köyde olduğumu söylerken, Çeşme, Kuşadası veya Bodrum’da otel odalarında oluyordum. Aldatmanın da dibini bulmuştum, fakat Ayşe’yi hala seviyordum. Tensel beraberlik başka duygusal aidiyet başka şeylerdi böyle düşünüyordum.
Sırf kadınlar oralarda olduğu için değil, kendimi araçla şehirler arası uzun yolları atmak beni özgür kılıyor, içimi rahatlatıyor, psikolojik olarak iyi geliyordu. Aksi halde uzun bir süre kaldığım yerlerde boğuluyordum. Yine bir gün Ankara’dan yola çıkmış, İzmir’e Sunay isimli bir kadına gidiyordum. Bu kadın çok güzel sayılmazdı, fakat bekaretini bana sunduğu için yanında olma ve bir nevi onu sahiplenme hissi uyandırıyordu bende. Gerçi onun buna aldırdığı yoktu, benimle olmazsa başkasıyla olmaya hali hazırdı, fakat ben denk gelmiştim. Yine de ilk defa bekaretini ben aldım Bu yüzden onunla ilgilenmemeyi ayıp sayıyor, kendime yakıştıramıyordum. Zira halen köylü bir zihniyetin vardı. Ankara’dan yola çıktım, Afyon İscehisar’dan geçerken yolun kenarında kız ve erkek iki öğrencinin otostopuyla durdum ve onları aldım. Onların arka koltuktan yönettiği sorulara yüzlerine dönmeden umursuz tavırlar, özensiz cevaplar veriyordum. Zira aklım İzmir’de geçireceğim gecedeydi, mesleğimi soruyorlardı, yine aynı yalan uyduruyordum. Ankaralı iş adamıydım, fakat Karadenizliydim, adım Aşktan Atmaca idi, zaten sahte ehliyetimde de bu isim yazıyordu, kendi asıl kimliğimi kesinlikle yanımda taşımıyordum artık, çünkü herhangi bir durumda benim fotoğrafımla iki ayrı kimlik bulundurmak riskliydi, sahte ehliyet kullanmanın da kendince kuralları vardı. Bu hayati önem taşıyan ayrıntıları zamanla öğrenmiştim. Benim o günlerde yeni patlamış olan şarkıcı Davut Güloğlu’na ne kadar benzediğimi -ki gerçekten de yüz hatlarım biraz andırıyordu, yoksa o muydun da saklıyordum eğer o isem çok hayranım olduklarını söylüyorlardı. Ben hayır dedikçe diretiyorlardı, bu konunun uzaması ve hala ısrarları üzerine yüzlerine bakma gereği duydum ve döner dönmez dünyanın en güzel kızlarından birinin son 20 dakikadır aracımın arka koltuğunda oturduğunun farkına vardım. Gerçekten de çok güzeldi, O ana kadar gördüğüm en güzel kızdı bu, tabii bu baş döndüren kusursuzluğu benim gibi bir avcının dikkatini çekmemesi mümkün değildi. Karakterim gereği ne kadar beğenirsen beğeneyim, ona yılışmamın imkanı yoktu. İlk hareketi ve adımı muhakkak karşıdan almalıydım, başı önde yürüyen kızlara laf atan erkekleri anlamış değilim, halen de anlamam. Afyon’a ulaşıncaya kadar sadece görsel güzelliğinin ruhuma verdiği gıdadan beslenmekle yetindim. Onları Afyon merkezde bırakırken, bana teşekkür edip belki Ankara’ya geldiklerinde beni aramak ya da benim yolum tekrar Afyon’a düştüğünde onlarla bir kahve içmem için numaramı istediler, düşünmeden verdim. Ardından onların numarasını talep etmeden görüşmek üzere dedim. Güzelliğinin farkında olan bir kızdı bu, elbet numarasını almaya tenezzül etmemem belki bir şok etkisi yaratmıştı. Bunu şaşkın gözlerinden, aracın kapısını bir süre kapatmayın gözlerime tuhaf tuhaf bakmasından anlamak mümkündü. Umursuz erkeklere karşı daha ilgili duyarlılıkta olduklarını bilecek kadar kadınları tanıyordum. Genel kural böyleydi, çünkü bizim türk erkekleri amsalak zihniyette ve istediğini elde etmek adına her şeyinden ödün vererek aynı koşuşturmayı yapan bir sığır sürüsüydü. Bu sürüden ayrılan sığırın diğer sığırlardan farklı hiçbir özelliği olmasa da, sırf diğerlerinden farklı yöne hareket ettiği için farkındalık yaratmış oluyordu. Dikkat çeken de bu oluyordu. Ben bu durumu çöp Çapan sitesinde yazıştığım hatta konuştuğum görüştüğüm kadınların hemen hepsinde görmüştüm koşarsan kaçıyorlardı beklersen onlar geliyordu. Varsın hadi, bu kız böyle düşünmüyor olsun, istisna çıkıp aramasındı beni, çok da önemli değildi. Zira o ne kadar güzel olursa olsun, onun güzelliğine yaklaşan onlarca kadın vardı telefonumda. Saran çoktu, fakat sarılan yoktu. Onları bırakıp izmir’e doğru Bir saat kadar ilerlemiştim ki telefonum çaldı, rehberimde olmayan bir numaraydı. Ben Sunay, nerelerdesin? dedi telefondaki ses. Yoldayım, sana geliyorum hayatım, az kaldı. Aç kollarını, dedim. Neden kendi numarasından aramadığını, bu numaranı da kimin olduğunu soracağım anda, sesin İzmir’deki Sunay’a benzemediğini kavradım. Pardon, Aşkın Atmaca ile görüşecektim, dedi. Benim, sen kimsin, dedim. Ben Sunay, Afyon’dan. Hani numaranızı vermiştiniz daha bir saat önce, diye kinayeli bir söz eder etmez, kadının kim olduğunu kavradım. Ya o, tabii ki tanıdım. Şaka yapıyorum, şaka, ya diye güldüm. Çok enteresan bir tesadüfle, onun adı da Sunay’dı. Bu adı ne Ben sormuştum, ne o söylemişti diye hatırlıyorum. İzmir’e Sunay"a giderken, Afyon’da başka bir Sunay"a çarpmıştım. Tanrım, verdikçe veriyordu, sen bana hiç böyle güzellikler yapmazdın hayırdır diye düşündüm. İzmir’deki sunayı iptal edip hızla geri dönerek tarif ettiği yerde beklemeye başladım, gerçekten de o ne başka bir güzellikti. 1.85 boyunda, sülün gibi süzülerek, bir kağıt gibi dümdüz olan göbeğini açıkta bırakan pembe bir tişört, düşük belli kar beyaz bir pantolon, neredeyse kalçasına kadar inen düz kahve saçlar altında yürüyen dünyanın en seksi iki bacağı, bana yürüyerek aracıma doğru geliyordu. Kant; "insanların güzellik karşısında hiçbir çıkar gözetmeyen estetik bir zevk aldığını" söylemiş. Bu Almanlar için halen geçerli olabilir, ancak biz Türk erkekleri bir güzel gördüğümüz anda, zihnimizde hemen onu soyarak hayalimizde ondan faydalanmaya başlarız."
Ona rastladığım ve ilgisini çektiğim için ayrıca dönüp onu aldığım için dikiz aynasındaki kendi yansımama muzipçe göz kırparak kendimi tebrik ettim ve onu yanıma alıp baberce İzmir yoluna koyulduk. 18 yaşındaydı, ben ise 21. Kuş cıvıltılarını andıran bir şakımayla sürekli konuşuyordu, ilgimi çekebilmek, belki bilgisinede hayran olmam için elinden geleni yapıyordu. Fakat zerre zekası olmadığı halde zeka isteyen konuşmalara bu aşırı yoğunlaşmasına hiç gerek yoktu. Zira onun zekasıyla hiç ilgilenmiyordum; dikkatimi çekmesi gereken yanları sadece fiziğiydi ve bu alanda da fazlasıyla donanımlıydı Zira Kusursuz bir fiziğe sahipti. Biz ilerledikçe yollar ıssızlaşıp hava kararmaya başladı. Yerleşim merkezlerinden çıktığımızda sessizleşti, durgunlaştı ve bir ara tamamen sustu. Bariz bir şekilde korkmuştu, tedirginliğini ürkek bakışlarından başlayarak her haline yansıtıyordu; bunu hissediyordum. Sigara külünü dökmek için vitesin hemen yanındaki kül tablasına sigaramı her uzatışımda gözleri net bir korkuyla elime odaklanıyor, bulunduğu tarafın kapısına daha da yaslanıp benden mümkün olduğu kadar uzaklaşmaya çalışıyordu. Korkmuştu, o an bir çığlık atabilecek cesarette olmak için eminim varını yoğunu verirdi, ama bunu da yapamıyordu. Haksız da sayılmazdı. Bir sapık ya da bir katil olabilirdim. Sırf beni biraz beğendiği için ve aracımdan kılık kıyafetimden de anlaşıldığı üzere zengin olduğumu zannettiği için hiç tanımadığı bir erkekle, bilmediği ıssız dağlarda karanlıkta yol alıyordu. Ne zırh cahil cesaretiydi bu, üstelik ne Ankara’da galericiydim ben, ne de söylediğim gibi bekardım, ismim bile doğru değildi. Beden dili: Çok pişmanım seninle aynı araçta olduğu için diye bağırıyordu ve bunu Bu dilden anlamayan birinin bile işitmesi mümkündür fakat artık çok geçti. İzmir’e varıncaya kadar neredeyse hiç konuşmadan müzik dinleyerek yol aldık. Kullandığım araç jeep’ti ve Rex de arkadaydı. Bir ara Sunayı rahatlatabilmek için köpeğin varlığından bahsetmek istedim, ancak belki bu onun daha da korkmasına neden olur düşüncesiyle vazgeçtim. Sonunda İzmir’e varıp şehre girdiğimizde, o pustuğu kapının köşesinden ayrılarak eski çıvıltılı haline dönüverdi, öyle ki bu defa bana hiç olmadığı kadar sokulup elini vitesin üzerindeki elimin üzerine güvenle koydu. Bu bir işaret fişeğiydi benim için, geceyi benimle geçirme olasılığının güçlü ihtimaliydi ve bu ihtimali ıskalamadım. Ve bu teklifi yapmaya karar verdim, Redderse de çok umrumda olmazdı, o zaman beni diğer Sunay zaten beklemiyor muydu? Sessiz ve titreşimde olan telefonumu ısrarla ve merakla aradığını yol boyunca hissetmemiş miydim? Teklifimi büyük bir memnuniyetle kabul ettim ve biz izmir manzarasına sahip 5 yıldızlı bir otelden birine yerleştik. Otele köpek kabul edilmiyordu, fakat otelin arka bahçesinde Rex’e de 5 yıldızlı bir konfor sağladık. Sunay O ana kadar köpeği fark etmediği için şaşırmıştı ve artık güvenli ortamda olduğumuzdan, yoldaki korkusunu görünce ondan hiç bahsetmemenin yerinde olacağını düşündüğümü söyledim. "Bak, bu sevimli şeyi görsem, korkum azalabilirdi," dedi ve evet, korkmuştum diye de itiraf etti. Sırasıyla duş alarak odaya yemeğimizi söyleyip bir şeyler yiyip içtikten sonra benden çok hoşlandığını ve fena halde arzuladığını, ancak bakire olduğunu ve bekaretini bana sunabileceğini çünkü sanırsa bana aşık olduğunu fakat ciddi bir problem olarak buna engel bir hastalığı olduğunu bu hastalığının isminin de vajinismus olduğunu söyledi. Kadınlar ve seks konusunda daha o yaşta bile bir ömüre yetecek kadar fazla deneyimimle, adını ilk duyup ne anlama geldiğini bile bilmediğim bu hastalığın Sunayın kusursuz fiziği ile benim arama girmesi imkansız diye düşünüyordum. Fakat yanılmıştım. Çırılçıplak soyunup ateşli ve uzun ön sevişmelerimiz mükemmel bir bütünlük sağlasa da, ne zaman ki içine girmeye yeltenip penisim vajinasına değdiği anda kasılmaya başlıyor daha canı yanmadan nasıl olsa yanacak psikolojisinden kurtaramıyordu kendini. İkimiz de çılgınca sevişebilmek için yanıp tutuşuyor tüm şartların uygun olmasına rağmen başarısız kalıyorduk. Cinsel dürtülerimizi cinsel organlarımızın çok ötesinde soyut bir istek ve güç arenasında duyuyorduk ama olmuyor olmuyordu. İnsanın sinir sistemini alt üst edebilen çok şey yaşamıştım hayatımda ancak böylesine bir işkence ile ilk defa karşılaşıyordum, vajinismus denen bu sorun kadın için belki bir hastalık fakat erkek için tam bir düşmandı. Sunay’ın sadece vajinası cıyor benim ise İçim dışım Can çekişiyordu ve bu acıyı bütün testosteron hormonlarımın derinliklerinde bir sızı olarak duyuyordum. Sabaha kadar elimizden gelen her şeyi ikimiz de yaptık ve her ikimiz de aynı şeyi arızalanmış olmamıza rağmen maalesef başaramadık e ben sunay’ın içine giremedim.
Ama bir şekilde alternatif seçenekleri devreye sokarak birbirimizi yorganın altında olduğu kadar olmasa da yorganın üstünde de mutlu edebilme mucizesinin tadını çıkarmıştık. Fakat gece tamamen hayal kırıklığıydı benim için. Fildişi görünümlü kadife teninin yüzeysel varlığının tüm detaylarına vakıf olsam da içine girememiş olmanın libidosal yasındaydım. Ertesi sabah, yolda tesadüf ettiğim Suna’yı İzmir’de oturduğunu söylediği teyzesine bırakarak diğer Suna’ya gittim ve ona bir yığın yalan açıklamayla dün neden aramadığımı mazeretlendirip tüm birikimimi o Suna’ya patlatmıştım. Ancak aklım hep diğer Suna’daydı. Yanımdaki Suna ile beraber olurken bile aslında yanımda olana yönelmesi gereken arzularım diğer Suna’ya yöneliyordu. Aklım fikrim ondaydı, anlamıştım ki onu becermeden bana rahat yoktu. 3-4 gün sonra Suna’yı teyzesinden alarak beraber Kuşadası’na gittik. Burada birkaç gün tatil yapacak, sonra onu Afyon’a okuluna bırakarak Ankara’ya dönecektim.
Kuşadası’nda otel bakarken Sunay; akşam benim olmak istediğini ısrarla vurgulayarak, gerekirse onu uyutacak eczaneden bir şeyler almamızı, illa beni bir şekilde becer diyecek kadar da aşık olmuştu. Bu sözlerini samimi bulmuyordum. Büyük ihtimalle yalan söylüyordu. Daha dün tanışmıştık, bu kadar kısa sürede bu boyutta bir aşk olabilir miydi ya da ilk görüşte aşk denilen şey gerçekten var mıydı? Evet, çok narin, çok güzel bir kızdı, ama bunun bilincinde olarak da küçük oyunlar oynamıyor da değildi. Güçsüzdü, zayıftı. Bir süs biblosu gibiydi. Fakat bu zayıflığını aşırı göstermekte de ustaydı, sanki çok kırılgan bir süs eşyasıymış da küçük bir toz tanesi ona değerse büyük zararlar verecekmiş gibi becerikli beceriksiz güçlükler icat ediyordu. Erkeğinse buna karşı kendi kabalığını iyice duyması, hatta bunu vicdan meselesi yapması adına sürekli bir beklenti içerisindeydi sanki. Bu haline gülüp geçiyordum.zira Ona her şey yakışıyordu.
İlk gördüğümüz eczaneye beraber daldık. Arabada köpek olduğunu, onu İstanbul’a götürmem gerektiğini, çok aşırı saldırgan olup uyutmak için bana güçlü bir ilaç vermesini talep ettim. Eczacı ilaç olarak uyuşturucu iğneyi önerdi, ama iğne olmazdı, çünkü hayvan yanına yaklaştırmıyordu. O sebep iğne yapmak olanaksızdı. Lakin hap olursa onu mamasına atabilirdim. Eczacı ise hala iğnede diretiyor, üstelik bunun için yanına yaklaşmaya gerek olmadan iğne tabancası ile uzaktan vurularak uyutulmasının daha uygun olacağında ısrar ediyordu. Sunay iğne tabancasıyla uzaktan vurulmanın saçma sapan hayalini kafasında canlandırmış olacak ki eczaneden çıkmamız için arkamdan çekiştirip duruyordu.
Neyse ki eczacıyla müşteri memnuniyetinin önemi ve parayı ödeyecek olanın ben olduğum dikkate alındığında, benim seçeneğimde güç bela olsa da anlaşmayı başarmıştık. Bana bir hap önerdi, bunun kırmızı reçeteye tabi olduğunu ve onun için de doktora ilaç yazdırma rüşvetini talep etti. Tamam dedim, ilacın parasını ödedim, doktor için rüşvet parasını da verdim. Daha istese daha da verecektim, cebimdeki bütün paramı istesin vermeye hazırdım. Yeter ki Sunay’ın içinde olayım.
Alışverişimizi yapıp eczanenin tam karşısına park ettiğim araca binerken eczacı halen bize bakıyordu. Araca biner binmez arka koltukta oturan Rex’in öne uzanarak bize uysal uysal başını uzatıp sevgi gösterileri yaptığını görünce ne düşünmüştü acaba? Şık ve lüks bir otele yerleştik. Hapı Sunay’a içirdim ve beklemeye başladım. Sanıyorum bir saat geçti fakat ne uyku vardı, ne de uykuya dair bir belirti. Bir tane daha verdim, bekledim, yine tık yoktu. Ardından bir tane daha, bir tane daha, derken dozajı yükselttikçe Sunay canlanıyor, sürekli sorular soruyor, bana cevap fırsatı dahi vermeden başka soruya geçiyordu. Sonra sorduğu soruyu unutup bambaşka konularda konuşmaya başlıyordu.
Uyumanın aksine gereğinden fazla bir enerji ile odanın içinde oradan oraya sürekli dolanıp duruyor, konuşuyor, gerekli gereksiz bir sürü şey anlatıyordu. Fakat hiç susmuyordu. ’Sen biliyor musun?’ diyordu. Hani sen beni eve bıraktın ya, orası benim teyzemin evi değil, arkadaşımındı o gece orada parti yapıyorduk diyordu. ’Sen biliyor musun?’ diyordu. Hani sen ertesi gün beni aradın ya, ’Teyzemlerle evdeyim’ dedin, oysa ki liseden erkek arkadaşımla sinemadaydım. Ayrıca ’sen biliyor musun’ diyordu. Hani sana en son aradın ve ben sana ’Ders çalışıyorum’ dedim ya, aradığında arkadaşlarla dondurmacıdaydık, çilek meyveli dondurma yiyordum, hatta mekanda çalan müziği ve sesleri duymayasın diye tuvalete koşarken dondurmayı üzerime döktüm, diyordu.
Tekrar yine ’sen biliyor musun’ ile başlayan cümlelerle yalanlarını sıralı şekilde dedektöre takılmış gibi ötüyor ötüyordu. Üstelik bunları anlatırken gülerek ve son derece de eğlenerek sanki duyduğumda bunlar beni de eğlendirmesi gereken Temel Dursun fıkralarıymış gibi anlatıyordu. Bütün bunlar üzerine bir de tuz biber eksikliği hissetmiş olacak ki ’Bak sana ne göstereceğim’ diye hevesle çantasını açıp içinden çıkardığı eski sevgilisiyle yanak yanağa bir fotoğrafı göstererek yine gayet neşeli bir merakla; yakışıp yakışmadıkları hakkında fikrimi sorup. ’Bu benim eski sevgilim, sence yakışıyor muyuz? Ne diyorsun?’ dedi.
Gerçekten ’oha lan’ dedikleri bu olmalıydı. Kafasını bir yumrukta patlatma arzum, yediği darbe ile elimde geberip kalacağı ihtimali üzerine sadece Tokat fikrine dönüşüyor. Sonra bu tokatı hangi yanağına vurma isteğiyle ilgili kafamda karar halini almak üzere olan fikir, onun o kendinde olmayan sevimli hali, tatlı gülüşleriyle dağılıyor. Yanaklarına olan tüm ilgim azalıveriyordu. Sinir ve şefkat, bu iki zıt duygu arasında kalıp herhangi bir eylem kararı alamadığım için sadece aptalca tebessüm ediyordum. O da bu salak halimi, kendi anlattıklarının eğlencesine bağlıyor olmalıydı ki, yüzünden hiç eksilmeyen bir neşeyle anlatıyor anlatıyordu.
Onu becerme isteğim on kat daha artmıştı. Çok kızmıştım. Eczacı da sağ olsun, ’Ben Sunay’ı becereyim’ hesabıyla ona sarıldığımda o beni daha eczaneden çıkmadan ayak üstü becermiş, uyku hapı yerine uykusuz insanın dahi uyumasını engelleyen uyarıcı bir ilaç vermişti. Ne zaman bu sinirle eyleme geçip sarılıp öpmeye kalksam, ki ani bir hareketle o vajinismusu delip geçmeyi planlamıştım, ’dur’ diyordu Sunay, hayatım biraz konuşalım. Gece daha uzun, diyordu. Her hareketimi kıvrak hareketlerle boşa çıkarıyordu. İlacın iyi, hiçbir etkisini görmemiştim. Bari kötü etkisi geçinceye kadar oyalanmak için alkol almaya başladım. Ben içtikçe o konuşuyor, konuşuyor, konuşuyordu. Artık göz kapaklarım yorgunluktan düşüyor, onun uyuması beklenirken ben uyuklamaya başlamıştım.
Benim uyumama da müsaade etmiyordu, belli aralıklarla beni dürtüyor, ya ’Hayatım, uyuma, bir şey anlatıyorum’, ya da ’Hayatım, uyuyorsun, lütfen uyuma, ama beni dinle’, diyordu. Günün yorgunluğu, gecenin hayal kırıklığı, eczacının beni manen becermesi, ben Sunay’ı becereceğim hesabı yaparken onu saatlerce kafamı sikmesi üst üste binince uyumamanın imkanı yoktu. Üstelik tam dalıyorken, beni sertçe dürterek, ’Hayatım, ya uyuma, bir şey anlatıyorum’ sık sık tekrarlayıp beni taciz etmesi, sinir sistemimi altüst ediyor. Saatlerce önce atmadığım tokatın dürtüsü yeniden nüks ediyor. Bir saat dinlenmem için müsaade etmesini ve bu arada onun da televizyonla oyalanarak zaman geçirmesini söyledim. Gözlerim tekrar kapanırken Sunay, bu defa televizyondakilerle bir şeyler konuşuyor, ekrana bir şeyler anlatıyordu ve ben uykuya dalmışım."
Sabah uyandığımda yanımda uyuyordu, tekrar sevişmeye yeltensem de vajinismusun aynı sert direnci ile karşılaştım. Biraz konuştuk ve fark ettim ki gece konuştuklarının hiçbirini hatırlamıyordu. Davranışlarında hiçbir enteresanlık olmayışının olağan hali, bunu açıkça belli ediyor. Bu durumu lehime çevirmeye karar verdim. Onu karşıma oturtarak, artık konuşma vaktimizin geldiğini söyledim. Yüzümdeki ciddi ve sert ifade, onu da meraklandırıp ciddileştirmişti. ’Sunay, hani seni teyzenin evine bırakmıştım ya?’ dedim. ’Aslında o ev teyzenin evi değil, arkadaşının eviydi ve siz o gece parti yaptınız o evde, öyle değil mi?’ dedim. ’Hani seni aramıştım ya?’ dedim, ’Evde teyzenlerle olduğunu söylemiştim, ama aslında sen liseden erkek arkadaşınla sinemadaydın, öyle değil mi?’ dedim. ’Hani en son aradığımda?’ dedim, ’Evde ders çalıştığım söylemiştin, oysa ki sen dondurmacıda arkadaşlarınlaydın, hatta benim sesleri duymamam için tuvalete giderken dondurmayı üzerine döktün, yediğin doldurma da çilekliydi, değil mi?’ diyerek akşam bana anlattıklarının hepsini ona anlatmaya başladım. konuşmama gayet normal başlamıştım. Fakat bunları anlatırken kendi kendime gaz verip bir anda sinirlendim ve o kusur yüklemeye kıyamadığım kızdan bana karşı bunca film ve dümene maruz tutulmam, hem de bunları kendi ağzımla ona tekrar etmem sinir sistemmimi bozmuş olmalı ki akşamki sevimliliği de Sunay’ın yüzünde görmemem sebebiyle o şaşkın olduğu kadar korkulu yüzüne okkalı bir tokat yapıştırdım. Şunu da eklemeden geçemeyeceğim ki, dedim, çantandaki o fotoğraf var ya erkek arkadaşınla olan, bence çok yakışıyorsunuz, ikinize de mutluluklar diliyorum dedim. Kendini savunmaktan en aciz durumun ve zafiyetini daha da ezik hale getirerek, çantasını karıştırmaya hakkım olmadığı gibi aşağılık bir cümle ile kendisini savunmaya çalışması üzerine kendimi kaybedip bir tokat daha ve ardından bir tokat daha vurdum. Hemen hazırlanmasını, yola çıkacağımızı ve onu da söz verdiğim gibi Afyon’a bırakacağımı söyledim. Araca inerek köpeği yerleştirdim, onun da gelmesiyle Kuşadası’ndan çıktık. Bin özür ve ağlamalarına, affetmem için yalvarmalarla hiç aldırmadım. İlgilenmiyordum yanımda O yokmuş yalnız başıma yolculuk ediyormuşum gibi sadece önüme yola bakıyordum. Selçuk’tan çıkarken aklıma şarap diyarı şirince’ye gidip birkaç şişe şarap almak geldi ve Şirince yoluna girdim. Yine sunaya hiç bakmıyor sadece yolu takip ediyordum, bir süre sonra yanımda çantasını karıştırdığını hissetsem de hiç dönüp bakmadım bile. Bu hareketliliği durup tamamen sessizleşmesine rağmen yine de ona dönmedim, sanırım 5-10 dakika sonra müziğin sesini yükseltmek için araç teybine baktığımda teybin üzerinde kan damlaları olduğunu gördüm. Suna’ya döndüğümde bileğinden elini kesmiş ve sanırım gördüğü bu kan üzerine de bayılmış perişan bir şekilde yatıyordu koltukta. O kadar derin kesmişti ki bileğinden hala kesik kesik kan fışkırıyordu, Ankara’da benim bacağımdaki damarın patlaması geldi aklıma Bu kanı görünce ve hemen bileğine yapışıp selçuk’taki Kuşadası yolu ayrımında bulunan sağlık ocağına hızla giriş yaptım. Yaranın dikilmesi için acil müdahale odasına aldılar ve içeriden de birileri emniyeti aramış olmalıydı ki birkaç dakika sonra polis geldi. İçerideki kişinin neyim olduğunu sordu, bir arkadaşım olduğunu söyledim. Durumun adli bir vaka olduğunu o sebeple geldiklerini söylediler. Kendisini öğrenci olup sınavda başarısız bir netice aldığını, bu sebeple de cahil ve aptalca bir girişimle intihara kalkıştığını söyledim. Sunay bir süre sonra ayılıp kendine geldiğinde polis memuruları ve ben başında duruyordum. Polisin Suna’ya "değer mi hiç yaptığın cahilliğe ve güzel kızım " derken Sunay’ın gözlerime bakarak, ’Değer memur bey, değer. O benim için çok önemliydi. Polis amca bir Hulusi kentmen edasıyla değmez güzel kızım değmez diye ısrar ediyordu. Sunay’ın ve benim talebim üzerine polisler bu vakayı adli tutanak altına almayı geçmiş olsun diyerek gittiler. Baş başa kaldığımızda düşündüm, Sunay’ın hali hazırda bir erkek arkadaşı vardı. Düz mantıkla bakarsan, beni onunla değil de onu benimle aldatıyordu, sanki aldatılan benmişim gibi tepki vermem çok mantıksızdı, ama sanki asıl duyguları incinen ve aldatılan bendim nedense böyle hissediyordum."
Bu hadise üzerine Sunay ile barışmıştık ve birkaç gün daha tatil yapmaya karar verdik. Varsın erkek arkadaşı olsun, benim de onunla bir gelecek planın mı vardı sanki? Ben anı yaşamayı seven bir adamdım. Zaten hali hazırda evli biri değil miydim? Tekrar Kuşadası’na döndük. Ne kadar canım yanarsa yansın, illa bu gece senin olacağım, diye tutturdu. Kendini bnunla daha affedilebilir hale getireceğini düşünecek kadar beyinsiz ve çaresizdi, ayrıca beyinsiz güzel kadın gibi tek sermayesini bacaklarını aralayıp bana sunmak istiyordu. Kimi kadınlar kafaları işleyip beyin olarak bir şey veremediklerini bildiklerinden bu açıklarını kendilerini tam anlamıyla verdiklerini anlatmak için donanımlı fizikleriyle kapatmaya çalışırlar. Fakat bundan yararlanan erkeklerin kadının sandığı kadar duyarlı davranmadıkları sıkça görülür. Çünkü cinsellikte tüm erkeklerin ortak özellikleri "doyduktan sonra açlıklarını inkar etmeleridir. Hal böyleyken, ben de onun ısrarla "beni becer, illa beni becer" diye yalvarmalarına hayır demeyecek kadar sağlıklı cinsel tercihlere sahip bir erkektim. Bunu yaptıktan sonra benim için vajinası kadar önemi olmadığını zaten anlayacaktı. Eterin insanı bayılttığını duymuştum ki bazı Türk filmlerinde de bunu görmüşlüğüm vardı. Evet Sunay beni her zamankinden fazla istiyordu ama ben yine de Her ihtimale karşı bir akaryakıt istasyonundan eter edindim, sonra birkaç eczane daha dolaştık, hepsi bahsettiğim ilaçların yeşil kırmızı reçeteye tabi olduğunu ve veremeyeceklerini söylediler. Asıl eczaneye gidemiyorduk, zira korkup yanına yaklaşamadığımızı söylediğimiz köpeğin adamın gözü önünde bizi sevgiyle yalamışlığı vardı. O görüntüden sonra o eczaneye gitmek istemedim, yoksa bana büyük bir kazık atmıştı ve bu yanlışlık telafi etmesi gerekirdi ama gidemedim. Ve aynı otele yerleştik. Tıpkı filmlerde gördüğüm gibi eteri pamuğa sıkarak Sunayın burnuna tutuyordum, lakin bayılmıyordu. Tazeliyor, tekrar koklatıyor, ama olmuyordu yine bayılmıyordu. Bu nasıl işti anlamıyordum. Benzincide bana eter yerine gaz yağı satmış olabilir miydi? Kutuyu incelediğimde üzerinde "eter" yazıyordu, ancak sıktıkça sıkıyor olsan da hiçbir işe yaramıyor, bayılmıyordu. Odanın içinde bir nevi sis perdesi oluşmuştu, Ben de halsizleşmeye başlamıştım fakat Sunay kesinlikle bayılmıyordu. Gecenin ilerleyen saatlerinde, içerisi göz gözü görmeyecek kadar dumanla kaplanmıştı. Biraz eterin, biraz da hırsımızın etkisiyle, bin zorluk ve binbir gayretle sonunda o gece hedefimize ulaştık. Uyandığımızda ise neredeyse öğlen oluyordu. İkimiz de derin bir halsizlik ve içeride halen eter kokusu vardı. Aşağıya inecek halde olmadığımız için kahvaltıyı odaya söyledim. Çarşafları kapının altından alarak Sunayı banyoya sokup gelen kahvaltı için kapıyı açtım. Genç bir çocuk kahvaltı arabasını ittirerek üç beş adım odanın içerisine girdi. Ben bir yandan adisyonu imzalarken bir yandan da bu çocuğun içerideki eter kokusunu fark edip fark etmediğini anlamaya çalışıyordum. Bu gözlerde ansızın bir kayma başladı, sonra beyazlaştı. O anda koluma tutunacak gibi ve sanki bir şey söyleyecekmiş gibi olsa da buna güç bulamayıp yere devrildi. Elimde adisyon ve kalemle kalakalmıştım. Biz eteri sunay ile sabaha kadar azdan başlayıp çoğaltarak sindire sindire çekmiştik. Oysa ki bu madde, yoğun bir şekilde ani bir nefesle çekildiğinde bayıltabiliyordu. O sebep biz, gerektiği ölçü ve nizami şartlara uymadığımızdan halsiz düşmüş, fakat bayılmamıştır. Ancak odaya kahvaltımızı getiren çocuk, sabaha kadar gaz sıkmış odaya ansızın dalınca, bütün o yoğunluğu aniden içine çekerek tüm nizami standartlara olduğu gibi uymuştu. Bizim için beklenip gelmeyen şey, onun için hiç beklenmeyen bir durum olmuştu.
Sunayı acele banyodan çıkardım, eşyalarımızı toparlayarak, yerde yatan çocuğu öylece bırakıp kaçtık otelden. Başka seçeneğim de yoktu zaten. Sahte kimlikteydim karakol ve polisle uğraşamazdım. Çocuk ölmemişse ki büyük ihtimalle ölmemişti, ama odaya ne için o kadar eter sıkmıştık. Ne diyecektim? Ya memur bey ben bu kızı becereyim dedim, eczaneden uyku hapı alıp öyle becereyim bunu dedim. Ki bu kız arkadaşımın fikriydi, benim gazozuna uyku hapı atmak ve öyle becermek gibi bir niyetim yoktu. Sunay şahit Kendisi burada sorabilirsiniz, gel gelelim eczacı bizi kandırıp uyku hapı yerine kafa hapı sattı ve bu ilaç yeşil reçeteye tabi olduğu için de doktora rüşvet parası verdik. Bu arada hem doktor hem eczaneciden şikayetçiyim, tutanaklara geçsin lütfen. Sonra memur bey, bu kız da tuttu kendini kesip intihar etti. Zaten bir başka sevgilisi de varmış bunun, fakat kızdan davacı değilim. Daha sonra baktık ki hapla olmuyor, o zaman ben bunu eterle bayıltıp becereyim dedim. Ne yalan söyleyeyim, bu benim fikrimdi. Bunu bir filmde görmüştüm İsa amcamın siyah beyaz televizyonda mı, yoksa kahvenin arkasında izlediğim filmlerden mi hatırlıyorum bilmiyorum, ama benim fikrimdi. Neticede konuya gelirsek, ben zaten aşkın Atmaca falan da değilim, o elinizde tuttuğunuz ehliyet sahte. Ben sarmaşık köyünden Abdullah Aydın’ım mıı deseydim ? Bu her kelimesi doğru, fakat inanılması güç açıklamalarla uğraşmak yerine, yerde yatan çocuğu öylece bırakıp kaçmayı daha mantıklı buldum."
Kuşadası’nı terk edip Marmaris’e gittik. Bir hafta boyunca orada tatil yaptık. Sunay’ın bekareti artık aldığım halde o vajinismus denen illeti bir türlü aşamıyorduk. Bu psikolojik trip sürekli devam ediyordu. Evet, zorluyordu ama iş gördüremez etkide de değildi. Artık bir şekilde aşıyordum. Sunay ile de birbirimizi daha tanımış ve biraz daha kaynaşmıştık. Ne bana ne de bir başkasına özel bağlılığı bulunmayan bir kızdı o. Birbirinin yankısı olarak tekrarladığı kelimelerde fikir diye bir şey yoktu, bu yüzden tam da bu sebeple sürdürülebilir ilişkide idaresi kolay bir kızdı. Yeter ki güçlü ve zengin bir duruşun olsun. Ben de ona bu görünümü eksiksiz sunuyor, becerdiğim bütün kadınlar için kullandığım hiç değişmeyen aynı sözcükleri ilk defa ona söylüyormuş gibi kullanıyordum. Ben gerçek bir yalancıydım ama o bir başkasını kandırmayı deniyordu. ikimiz de olayların doğruluk sorununa girmekle pek bir şey kazanamayacağımız için günümüzü ne diyor karşılıklı yalan söylüyorduk. Tek gerçek buydu.
Marmaris’te otel odasında iken, Ayşe aradı beni. Birkaç güne kadar babasıyla Türkiye’ye geleceğini, onunla Bursa’da annesinde buluşmamı söyledi. "Peki," dedim, ertesi gün yola çıkıp Suna’yı Afyon’a bırakarak Bursa’ya geçtim. Ayşe’nin annesi yine aynı samimiyetle karşıladı beni. Ayşe’nin erkek kardeşi de öyle. Bu kadın beni sevmişti sanırım. Bu sevgisindeki en büyük etken nefret ettiği eski kocasına saldırmış olmamdı. Ben de onu benimsedim. Çünkü kendi annemden kat kat daha ileri dereceydi ona duyduğum yakınlık. Yine birçok şey anlatmaya koyuldu, fakat bu defa onu ben susturdum. "Dedim ki Ayşe’nin annesisiniz ve gerçekten bana çok sıcak davrandınız. Size sevgim var, fakat ben de bir şeyler söylemek istiyorum, "Anacığım, ben senin kızını gerçekten çok seviyorum. Sevinçlerin, mutlu günlerin değil, acıların, sıkıntıların, zor günlerin paylaşılmasında gerçek ilişki ortaya çıkıyor. Benim senin kızına çok vefa borcum var. Yaptıklarının bir karşılığı yok bende, fakat şu anda onu bir başka kadınla aldatmaktan geliyorum. Benim psikolojim çok bozuk, deliyim ben." Dedim, "Dengesizim biriyim, tüm çekilmezliğime karşı beni çektiği için gerekirse kızının önünde ölünceye kadar diz çökmeye razıyım. Yeter ki, bir daha sırtımdan vurulmuş gibi hissettirmesin beni." Dedim, "Kendim de evlenip boşanan bir ailenin çocuğu olduğumu, onun için boşanmayı istemeyeceğimi, yeter ki içimdekilerden başka hayatım olduğunu anlamamı sağlamama yardımcı olmasını, Ayşe ile ortak çıkarlarımıza tek düşebilecek bireysel bir çıkarım olmayacağını, onu sevip ona değer verdiğimi ve sevginin kollarının dünyanın bir ucundan diğer ucuna uzanmak için yeterince uzun olduğunu bilen bir duyguya sahip olduğumu ancak en son vuku bulan olayda bana ondan beklemediğim bir dille bana saldırmasının beni çok yıprattığını söyledim. bunları söylerken coşkulu bir duygulanıştan daha durağan bir ifadeye, ağlamaklı bir halden neşeli tavırlara kontrolsüz geçişler yapıyor. Bir nevi serbest düşüşler yaşıyordum. İç ve dış yaşamımı kapsayan bunalımın gelişme aşamalarını Ayrıca, o an içinde bulunduğum psikolojik hali biraz olsun anlamıştı sanırım. O da hüzünlendi üstelik ağladı. Ayşe’yi aldatmış olmamı doğru bulmadı, ama erkeksiniz, ilişkilerde evlilikte böyle dalgalanmalar olur, sen de iyi bir yürek, güzel bir gönül olduğuna inanıyorum, üstelik bak ne kadar samimisin, seni de öz oğlum gibi benimsedim. Ayşe de senin kadar duyarlı bir kızdır. Ben sizin ortak noktalarınızda buluşup toparlanacağınıza inanıyorum." Dedi. "Bir hafta kadar müthiş bir uyumla dertleştik, eğlendik. İçimi açtığım için artık kafamı fazlaca sikmesini de önemsemiyordum. Kendimi gerçekten o aileden biri gibi hissettim. Ayşe babasıyla Ankara’da bir hafta geçirdikten sonra yanımıza geldi. Özlemin tutkulu hasretin o kadar canlı ifadesini hiç görmemişimdir, sürekli sarılıyor, annesinin yanında oramı buramı öpüyor. Ben utanıp kızardıkça o hiç sıkılmıyordu. Kin tutan bir insan değildim ve karşımdaki insan da üzerimde ödenemez emekleri olan bir kadındı. O benim karımdı."ve Ayşe bu sıcacık samimi davranışlarıyla her şeyi bağışlattıran bir dehaya dönüşmüştü.. birleşim ayrılığı unutturuyordu, ayrılığın birleşimi unutturduğu gibi..
Ayşe’den hiç ummadığım davranışlarına maruz kaldım için araya giren soğukluk kaybolup gitmiş, onu böyle yeniden sımsıcak gördüğümde her şeyi unutup en başa dönmüştüm. Evlilik bir hapishane değildi elbet, evlilik içinde daha yüce şeylerin yetiştiği huzurlu bir bahçe olmalıydı. Ben bunu başaracak kabiliyette biri değildim, bu açıktı, ama aklımın ve ondan daha fazla işleyen duygu gücümün desteği ile evlilikte mücadele kararı aldım. Birkaç ay daha Ankara’da yalnız kalacaktım. Ayşe beni kesinlikle kabul etmeyen ve boşanmasında direnen babasını ikna etmek için bu zaman dilimi içerisinde gayret gösterecekti. Babasının da gönlü olsun istiyordu. Zira Ayşe’yi babası okutup yetiştirmişti, onun üzerinde çok büyük emeği vardı; nankörlük etmek istemiyordu, haklıydı da. Kendi babamla onun babasını değerlendirdiğimde, bu haklılık daha da kuvvetleniyordu; üstelik babası hastaydı. Bir kalp rahatsızlığı olduğunu, Ayşe’ye ise "Sen benim en kıymetli evladımsın, senin beni üzmen öldürür" diyerek hastalığını kullanmaya çalıştığı açıktı. Ancak benim bu konuda söyleyebileceğim bir şey yoktu. Birkaç ay sonunda problemimiz eğer güzellikle çözülemiyor ve babası hala boşanma diye diretiyorsa, o zaman kendi bileceği işti, biz her türlü başımızın çaresine bakabilirdik. Ayşe’nin söylediği buydu. Nasıl olsa Ayşe’nin bir mesleği vardı; annesi bize destek olacak ve Ayşe’ye bir tane veteriner kliniği açacak, ben de istersem onun yanında çalışabilecektim. Ayrıca Ayşe’nin annesi de çok zengin bir kadındı; oturduğu 9 katlı apartman onundu, hemen yanında bulunan Bursa çekirgenin merkezinde, büyük bir alışveriş merkezi ve lüks apartmanlar arasında bomboş durarak ilginç bir görüntü oluşturan tarla onundu; onlarca müteahhit burası için kapısını aşındırıyor, o satmıyordu; oğlu ise Uludağ’da bir otelin ortaklarındandı. Annenin babadan daha çok beni bağrına bastığı düşünülürse, onun bize olacağı destek bana pek bakmazdı, zaten benim hiçbir şeyim yoktu beni böyle kabul etmemişler miydi? 15 gün kadar beraber Bursa’da kaldık, her şey çok güzeldi; en az Ayşe’nin annesi kadar, abisi de beni sevmişti. Dünya yansa bir hasırı yanmaz denilen kişilerin birebir örneğiydi bu çocuk, şakalaşmayı o kadar seviyordu ki. Bir önceki şakaya gülerken, bir sonrakine hazırlanır durumdaydı ki fıkralarda bu kadar zengin bir insan hayatında görmemiştim. Onlarla kurduğum bu sıcak bağ ve kaynaşma çok hoşuma gitmişti; ailenin nasıl bir şey olduğunu İlk o zaman hissetmiştim diyebilirim; ev, aile, eş, evlilik; bunlar gibi hayatta sabit noktalarımız olmalıydı, yoksa balonlardan meydana gelmiş bir insan olurdu ki o zaman da nereye konduğumuz, ne zaman havalanacağımız belli olmazdı; bunu ben kendimden de çok iyi biliyordum. Ayşe’nin tüm olumsuz yanlarına rağmen hala benimle evliliği sürdürme gayreti de beni motive ediyordu. Ayşe’ye aşıktım diyemem, hatta ben hiç aşık olmadım sanırım, ama kesinlikle Ayşe’yi çok seviyor, çok büyük vefa ve minnet duyuyordum. Akıl ve mantığın keskin çizgilerine inat, aşkta tüm sınırlar silikleşir. Sevgi çekingen, aşktır korkusuz olan, aşık değildi ama seviyordum bu sebeple hala tereddütlerim ve tamire muhtaç ince yaralarım vardı. Sonra Ayşe Zürih’e döndü, fakat artık her gün konuşuyorduk; umutlarım tekrar tomurcuk açmıştı artık. Anı yaşamaktan vazgeçmiş iki seven insanım birbirlerine verebileceği tek şeyin bulundukları an olduğu felsefesinden uzaklaşmıştım. Hatta öyle düşündüğüm zamanlar için kendimi yadırgamış, bir gelecek programı yapmanın insana huzur veren duygusunu tatmıştım. Bütün kadınlarla cinsel bağımı kestim, sunaylar dahil olmak üzere, ilk beraberliğini benimle o dönemde yaşayan 5-10 kadınla da sistematik olarak ağır ağır uzaklaşmaya karar verdim. Evet, artık onlarla yatmayacaktım, fakat ne kadar sorumsuz insan olduğumu bilmeme rağmen, bu kadınlara karşı kendimi bir nebze sorumlu hissediyordum. Hem onların bekaretini al, hem de ortadan kaybol; bunu çok ayıp görüyordum. Malum, çok Türk filmi izlemiştim ve hep o Türk filmleri modundaydım."
Serpil ile de o ana kadar Ankara’da bulunduğum zamanlarda arada bir buluşup sevişiyorduk ve ben aynı oyunumu devam ettiriyordum. Ama Artık ona da gerçeği söyleme vaktim gelmişti. Karımdan başkasıyla aynı yatağa girmeme kararı almıştım. Yüzünü bile görmek istemeyip Serpil’i telefonla aradım: "Nerelerdesin hayatım? Özledim seni. Neden hiç aramıyorsun?" ile başlayan söylemlerini, "beni dinle" diyerek kestim. "Seni gördüm," dedim. Vedat Dalokay parkında buluşup kaçtığın, kirli yeşil ceketli, fakir ama gururlu, duygulu bir çocuk vardı. Hatırladın mı?
İşte ben o kişiyim, inanabiliyor musun? dedim. Sustu. İşte tam o anda yüzünü görebilmeyi çok isterdim. Buluşup yüzüne bunları söylemediğime çok pişman oldum. Ha, sevgilin Atilla’ya da benden selam söyle. Gerçi kapınıza kadar geldim, tanımadınız ama sen benden bahset yine de belki hatırlar dedim. Size tıpkı zihniyetinize göre yaşam diliyorum deyip, onun konuşmasına imkan tanımadan telefonu yüzüne kapattım.
İçim garip bir huzurla dolmuştu. Bu, bir intikamın saadeti değil, o kirli yeşil ceketli çocuğun alacak olduğu hakkımın verilmesinin mutluluğuydu. Her şey çok yolunda gidiyordu. Kadından kadına koşmakla hazlarımı tatmin edebilsem de, fiziksel ve ruhsal olarak beni yoran koşuşturmadan da kurtulmuştum. O yaşıma kadar en huzurlu olduğum dönem bu dönemdi sanırım.
Bir gün evden çıkıp Kocatepe Camisi’ne gidip cemaatten para toplayıp beni köye gönderen hocayı alıp yemeğe götürdüm. Başımdan geçenleri tüm açıklığıyla bir bir anlattım. "Sabretmek," dedi. "Öyle durup beklemek değildir. Abdullah, sabretmek ileriyi görmek demektir. Dikene bakıp gülü, geceye bakıp gündüzü görebilmektir. Sen de öyle bir sabır olmadığını görüyorum. Fakat Allah sana neticede bir yol gösterip imkan açarak her şeyi gönlüne göre düzene sokmuş. Ağaç nasıl ki döktüğü yaprakları geri alıyorsa, sen de kaybettiğin her şeyi geri alabilirsin. Yeter ki bu irade sen de olsun. Mazini de çok düşünme. Çünkü mazi bir girdaptır ve hiç fark ettirmeden içine çeker insanı," dedi.
Başımıza ne gelirse gelsin, asla karamsarlığa kapılmamız gerektiğini. Bütün kapılar kapansa bile Allah’ın bize kimsenin bilmediği bir patika yolu mutlaka açacağını, o anda görmesek bile dar geçitler ardında nice Cennet ve bahçelerinin olacağını söyleyerek. O da kendince nasihatlarda bulundu. Tanrının varlığına karşı şüphelerim bir an kırılır gibi oldu. Evet, ben onca zorlu süreçlerden geçmiş, bu güne gelmiştim. Serpil’in karşısına önce yeşil kirli ceketle çıkarak riyakarlığını görmüştüm. Atillanın beni sokakta koymayacak kadar duyarlılığının yanında, karaktersizliğini tanımıştım.
ailenin değerini bilmem için parçalanmış bir ailede doğmuştum. Şehirlerin Ön sokaklarından ibaret olmadığını anlamak için, bu şehirlerin arka karanlık sokaklarını görmüştüm. Uyuşturucuyu görmüştüm uyuşmadan yaşamanın ne kadar güzel olduğunu anlamak için belki. Hastalığı görmüştüm sağlığın değerini bile bilmem için. Halil, Onun cennete yollamıştım. Komutanımın bacağı kopmuş, asker arkadaşlarım ölmüştü, evet ama bunda muhakkak bizim bilmediğimiz bir hayır vardı. Belki de ben, kaderimin bir parçası olduğu için Gülhane Askeri Tıp Akademisi’ne yatırılmıştım ki Ayşe ile tanışayım. Belki de her şey planlıydı. Tamam da sadece öleni yanına alıp ölmeyeni Allah’ın koruması durumunu hala anlamamıştım. Fakat elbette bunda da benim bilmediğim bir hikmet vardı!...
Yine bu dönemde Bolu’ya Halil’in mezarını ziyarete gittim, oradan Erzurum’a geçerek İspir ilçesinin bir Dağ köyü olan Devedağı Köyüne İsmail komutanımı ziyarete gittim. Kendisine de haber vermemiştim, fakat adresini biliyordum. Beni böyle ansızın karşısında gördüğü için şaşırmış olduğu kadar sevinmişti de. Bizim köyde bir Dağ köyüydü, fakat bu köy çok daha yüksek zirvelerin üzerine kuruluydu. Fakir bir köydü. Komutanımın sağ bacağı eksikti, annesi ile yaşıyordu. Annesinin ise sol bacağı yoktu. Bunun sebebini soramadım. Bir süre sonra komutanım anlattı: "Evin önündeki çatal şeklindeki armut ağacını görüyor musun?" dedi. İşte annem armut yemek için onun sağ çatalına çıkmış. Ayı da gelerek sol çatalına çıkmış, Ayı, kopardığı armutların olgunluğunu görmek için ay ışığına doğru, yani annem tarafa tutuyor, beğendiğini yiyor, beğenmediğini aşağı atıyormuş. Annem ayıyı ben zannetmiş ve sürekli ona armut uzatıyorum düşüncesindeymiş. Tabii, bir iki, üç derken annem sonunda dayanamayıp "Ben yemeyeceğim İsmail" demiş. Bunun ardından ayı annemden korkarak kendini aşağı atmış ve aşağı atlarken de anneme vurdu pençe ile sağ ayağını yaralamış. Hastaneye yetiştirdik fakat sağ bacağını kurtaramadık dedi. Annenin en yemiyorum İsmail söylemi karşısında ayının geçirdiği şok geliyordu gözümün önüne, gülmemek için kendimi zor tuttum fakat baktım onlar gülerek eğlenerek anlatıyor Ben de bıraktım kendimi ve çok güldüm. Yaklaşık 20 gün kadar kaldım o köyde, sonra Erzurum’dan Ankara’ya dönüşümden birkaç gün sonrası köy muhtarlığından arandım. Mahkemeden bana bir evrak gerdiğini söylediler. Aklıma bir yoğun şey geldi, kullandığım sahte ehliyetin mi anlaşılmıştır bir yerde, yoksa eterden bayılmış olan o Belboy mu ölmüştü, ya da İstanbul’daki irili ufaklı suçlarımdan biri mi patlamıştı? O muydu, bu muydu, ya da şu muydu, ötekisi miydi diye düşünürken, mahkemeye çağrılmam için ne kadar da çok sebebim olduğuna şaşırmıştım. Zarfı hiç açmadan Ankara’ya postaladım. Merakla açarken hala hatırlayıp hatırlamadığım suçlarımı düşünüyordum. Maalesef suçlarımdan hiçbiri değil, aile mahkemesinden gelen bir boşanma davasıydı bu. Ayşe yani daha bir gün önce beni aradığında "Ben gönlümde senin sevginle yaşıyorum. Ben nefesi senden alıp veririm, varlığın hemen altında gönlümün, ruhumun ise hemen üzerinde" diyerek beni ne kadar sevdiğini söylerek, kendini bensiz eksik hissettiğini telefonda anlatan karım, bana boşanma davası açmıştı. Hemen onu aradım, telefonumu açar açmaz sesimi duymasının onun için ne kadar tarifsiz bir şey olduğunu belirtmeyi de ihmal etmedi. "Öyle mi?" dedim. "O zaman sana bu duygularını incitecek bir haber vereyim: Bana mahkemeden bir evrak geldi. Duydum ki boşanıyormuşuz. Sana böyle bir haber verdiğim için çok üzgünüm" dedim. Panik olmuştu bu paniği sesinden ve açıklamalarının hangisinden başlayacağını bilemeyen aceleciliğinden anlayabiliyordum. Babasından çok yoğun baskıya maruz kaldığını, eğer benden boşanmak için dava açmazsa asla hakkını helal etmeyeceğini, ona saldırdığım ve ettiğim küfürden sonra nasıl bana hala "kocam" diyebileceğini üstelik sağlığının çok kötü olduğunu, bu böyle devam ederse ileride telafisi imkansız sağlık problemlerine maruz kalacağını ölürken gözüm arkada mı kalsın istiyorsun dediğini kendini vicdanen buna mecbur bıraktığını ve davayı da kendi açmadığını bir avukata vekalet verdiğini, halbuki avukata "bekle" diye söylediğini ama avukatın bunu kendi kafasına göre yaptığını, Türkiye’ye gelir gelmez davayı geri çekeceğini söyledi. sanırım o an babası bulunduğu odaya girmiş olmalı ki "kapatmalıyım" dedi, telefonu kapattı. Birkaç dakika sonra bu defa babası aradı, artık ona da kızına da huzur vermemi, eğer Ayşe’nin o davayı geri çektiği takdirde kesinlikle bir daha onun kızı saymayacağını, evlatlıktan reddedeceğini söyleyerek herkesin iyiliği için bu işi bitirmemizi istedi ve kapattı. Birkaç saat sonra Ayşe tekrar tekrar aradı, fakat telefonu açmadım. Her şeyin düzeleceği mesajları da artık bana gülünç geliyordu. Nefesim kesikleştiğini hisseder gibi oldum. Sonra o yüreğimdeki kabarmayı hissederek yere çöktüm. Ama bu yengeç artık eskisi kadar güçlü değildi. Ayşe, bana inanmadı anda sevimliliğini ve tüm sevdirici niteliklerini yitirerek karşı cepheye geçen, ancak vefa borcum ve sevgim hatırına, üzerimdeki emeğin ödenmez Hakkı hatırına, yarama yaptığı pansuman hatırına ve daha bir yığın anlamlı şeylerin hatırına, tekrardan tutunduğum karım. Hem babasına hem bana idare oyunu oynamış, fakat arada kalarak sıkışmıştı. Benim iyiliğim, Ayşe’nin hayatımda kalmasından geçiyordu, fakat onun iyiliği için artık hayatında olmamalıydım. Çok şey koptu içimden, sırf Ayşe ile alakalı değil, kendimden de çok şey dağılmış, yerle bir olmuştu. Zaten bir sürü zayıf noktadan oluşan bir varlıktım, duygularımdan bıçaklanarak, ruhumun daha da sakatlandığını hissettim. Ancak Ayşe’ye hak da verdim. O tabiki Babasını düşünecek, gerekirse onu seçecekti. Ben kimdim ki, o baba Ayşe’yi bırakmamış, oğlunu anasına verse de kızının yanına almış. Kanunun kızı babaya, erkeği anneye taksimini kabullenmiş, onu okutup yetiştirmiş en güzel şekilde hayata hazırlamıştı. Tüm bunları düşündüğümden babasına olan kızgınlığım uçup gitmişti. Aksine ona da saygı duydum. O ne güzel bir babaydı. Benim babam onun tırnağı olabilir miydi? Kesinlikle hayır."
Abdullah olarak, o ana kadar beni seven tek kadın olan Ayşe’yi, bütün duygularımla birlikte bir anda kaybetmiştim. Artık bir dereceye kadar yabancı gelmeye başlamıştı bana. Beni akıllı ve sağlıklı yapabilecek yanlarımı güçlendirebilmek için, o güne kadar verdiğim sağlıklı çabalarım o gün tamamen çökmüştü. Sadece birkaç saat öncesine kadar manen ne kadar zengin ve kalabalık olduğumu düşünürken, bir anda ne kadar da yapayalnız olduğum gerçeği yüzüme tokat gibi inmişti. Yine tüm sakat yanlarımla tek başıma kalmıştım hayatta. Evet, asıl gerçek buydu belki de; insan yalnız bir varlıktı. Sosyal olarak tüm çevre ve dış etkenler, seni bu yalnızlıktan kurtardığını zannettiklrin bir tür hayal simülasyondu. Kendimizi kandırmaktan başka bir işe yaramıyordu bunlar. Oysa ki ne kadar tek başınaydık. Etrafımızda ne varsa yalnızlığımızı unutturmayı başaran süslerden ibareti, doğamız ve iç güdülerimiz gereği, işte tam da buna müsaittik. Böyle donatılmıştk. Arkadaşlarımız, ailemiz, çocuklarımız, eşimiz, sevgilimiz içinde kaybolup gidiyorduk. Tüm dünya, biz olduğumuz için var zannediyorduk. Oysa ki, ne saftık. Bizi çoklu kılan güzel bir ailemiz varsa unutuyorduk bireyliğimizi. Çok paramız varsa zaten kimse yalnız olmamıza izin vermiyordu; herkesin yaşam merkezi olup çıkıyorduk. Gerçek olan şu ki, doğarken de, yaşarken de, ölürken de yalnızdık, üstelik yalnızlık Tanrı’ya ait falan da değildi. Tanrı değil mi ki sonu olmayan sonsuzluklar onun elinde, istese kendinden bir daha bir daha olmadı bir daha yaratır dı. Kendi zaten ölümsüzdü yarattığını da öldürmez, cinlerden dünyalar meleklerden Cihan, hurilerden saray nuri’lerden ırgat, ol dedi mi olacak hayaller yaratır hayalimize bile gelmeyecek fikirlerden. Rüyalar yaratır gerçeğin ta kendisi, Bu yüzden yalnızlık tanrıya değil bizzat insana mahsustu.
Biz mahşerde de yalnızlık, cennette de, cehennemde de yalnızdık. O an neler düşündüğümü ve neler hissettiğimi şimdi çok hatırlayamıyorum, fakat bütünüyle çökmüştüm, belki daha da delirmiştim. Eğer salt düşünce düzeyinde sürdürülebilir bir yaşam şekli varsa, bunu başarabilen sadece deliler olmalıydı. İlk aklıma gelen şey, uyuşturucu oldu; uyuşturucu bulmalı, bol bol uyuşturucu almalıydım, ya da ben sadece uyuşturucu almalıydım. Zaten deliriyordum, ruhumun bedenimle iletişimi kestiği bir çeşit hipnoz yaşamış olmalıyım.
Artık kesinlikle ayrılmıştık. O küçücük minyon tipli kadının, hayatımdan çıkmasıyla nasıl dev bir boşluk oluşturduğunu o anda hissetmiştim. Yaşadıkça bunu daha da iyi görecektim, kendi başıma yetim bir varlıktım ben, tıpkı babaannemin dediği gibi "analı babalı yetimdik biz." Ve bana umudu getiren kadın giderken, ben de olan her iyi şeyi de alıp götürmüştü. Evet, kesinlikle ayrılmıştık bu acıydı, evet, fakat ayrılığı düşünmek ayrılığın kendisinden daha fazla acı veriyordu insana. Ben bunu annemden, babamdan yani çocukluğumdan bilirim. Bunu düşünce olarak kabul etmek zordu ancak düşünmemek için ise bizatihi düşünen yanının yani aklının duygularından güçlü olup, duygularının yıkıcı etkisine direnmesi gerekiyordu. Zira güçlü akıl, iyi şeyler olduğu gibi kötü şeylere de sınır koyar, duygularını ayrılık öncesinde sonlandırabilen taraf, genetiğine ve ruh kodlarına ayrılık için işlenmiş acılara tabi olmaz.
Ayşe bunu hazır mıydı bilmiyorum, fakat belki annem kadar hazırdı ve sırf bu yüzden benim kadar acı çekmemiştir. Umarım..."
Bu yalnızlık içinde uyuyup kalmışım. Sabah çalan telefonuma uyandım. Aşı arıyor zannettim ya, açmayacaktım fakat ekranı baktığımda internet arkadaşlarımdan uzun süredir ara sıra telefonlaştığım İstanbul’da yaşayan Neşe isimli bir kadın olduğunu gördüm. Neşe sürekli beni İstanbul’a davet ediyor, misafir etmekten mutluluk duyacağını söylüyor. Karizma fotoğraflarından etkilenip benden çok hoşlandığını söylüyor.du Pek dikkate aldığım biri olmsa da arada bir telefonlaştığımız için rahatsız da değildim varlığından. Sırf kafam dağılsın diye telefonu açtım. Bir iş toplantısı için Ankara’ya gelmiş olduğunu, beni görmeyi çok istediğini ve müsaitsem kaldığı otele gelip gelemeyeceğimi sordu. Otelin adını ve oda numarasını vererek beni davet etti.
Artık tamamen özgürdüm ve Ayşe’yi aldatmamak için yaptığım cinsel diyetinde bir anlamı yoktu artık. Kendimi toparlamamı sağlayacak bütün sağlıklı etkenler ortadan kalkmıştı. Her karanlık, kendini sonlandıracak sabahın tohumlarını içinde taşır. Ben ise her kısa mutluluğum ise kendini sonlandıracak olan uzun ve derin hüzünlerin tohumlarını yetiştiren verimli bahçe görevi görüyordu. Her şey bitmişti ve artık benim bu teklifi reddetmemi gerektirecek bir sebep yoktu. Kendimi hayatım olağan dışı akışına tekrardan bırakmaya hazır hissediyorum. Zira anlamıştım ki nefes aldıkça bana huzur yoktu. Araç ve evin anahtarları ile birlikte Rex’i de kapıcıya bırakarak, bir daha o eve dönmemek üzere çıktım. Planım, bir süre kafamı dinlemek için köye gitmek, sonra da İstanbul’a o eski sokaklara şehirde başladığım yerlere yeniden dönmekti.
Bu sokaklara dönmeden önce neşeyi becermekte hiç fena olmazdı. Neşe hafif balık etli, dolgun göğüslü, beyaz tenli ve bedenine göre oldukça ince bir bele sahipti. Hatta onu ilk gördüğümde bu kadar ince bir belin nasıl olup da o kadar büyük göğüsleri taşıyabildiğine şaşırmıştım. İstanbulluydu, İngiltere’de okumuş, orada halkla ilişkiler üzerine yüksek lisans yapmış ancak her şeyi bırakarak İstanbul’a dönmüş, hediyelik eşya üzerine üretim yapan ve 40 kişilik çalışanı olan bir iş kadını olmayı tercih etmişti. Çok orijinal zihin yapısına sahip olduğunu, daha ilk dakikalarda anladım. Her konunun ana fikir hesaplarını yapıyor, hiç sebepsiz derinleştiriyordu. Hemen her şeyi "neden ve nasılını’. Anlamsız şekilde sorgulayıp duruyordu. Gömlekte mavi renk tercih etmemin özel bir nedeni olup olmadığından başlayıp, mavi rengin hangi renklerin karışımından meydana geldiğine, hatta modaya ve modanın Nazi işgali sonrası Fransa’da tek tip kıyafet zorunluluğu getirilmesi üzerine Parisli kadınların buna başkaldırı olarak çok çeşitli giyinmeleri ile başladığını dakikalarca anlatıyor, anlatıyor, insanı boğuyordu. Ayşe’nin annesinden daha fazla konuşuyor gibi geldi bana. Tabii ben yine galerici Aşkın atmacaydım, fakat bunca soru ve merak karşısında ona cevaplarını veremeyeceğim yalanlardan korktuğum için söylediğim sözleri çok dikkatlice ölçüp biçtikten sonra ona sunulmaya hazır hale getirip öyle arz edebiliyordum. Ağzımdan çıkacak her cümleden korkuyordum. Tamam ben de bilmeye öğrenmeye açtım fakat böylesi alakasız konularda ve bu kadar detaylı gereksiz bilgilere değil. Zira ben onun memelerinin çıplak halinden başka bir şey düşünmüyordum. o an illa bir konu konuşacaksınız en son ne konuşmak istediğinizi konu nedir diye sorulsaydı bana, bu hiç istemediğim konu kesinlikle mavi rengin nasıl oluştuğu ya da moda tarihi olurdu. Yüzü dilinden daha konuşkandı. Anlık mimikleri ile birlikte şekilden şekile giren o kıvrımlarında, hiçbir duygu geçişinin takibine olanak yoktu. Bir ara yine kıyafetime kattı ve pantolonunun ömür boyu giyilse bile yepyeni kalacakmış gibi göründüğünü söyledi. Artık kendimi tutamadım. "Yahu neden kıyafetlerimle bu kadar ilgilisin sen, onlardan konuştuğumuzun yarısı kadar seksten konuşsak, şimdi şu yanımızdaki yatakta yatıyorduk," dedim. Vereceği sert bir tepkiye hazırlık duydum odadan ayrılmayı dahi göze almıştım. Anlık bir şaşkınlıktan sonra "galiba senden çok etkilendim ve düşüncelerimi seksten uzaklaştırmak adına saçmalamayı tercih ediyorum galiba, dedi. Sonrası birkaç dakika içinde yataktaydık. Bu kadar büyük olmasına rağmen yer çekimine bu kuvvetle direnip ve karşıya böylesine dimdik bakan bu göğüsler, araştırma tezlerine konu olacak istisnalıktaydı. Ertesi sabah onunla İstanbul’a gidip gidemeyeceğini sordu. Beni misafir edebilir İstanbul’u gezdirebilirdi. Yalnız yaşıyordu, ailesi İzmir’deydi. Köye gitme planı ve fikrinden vazgeçip Neşe’yle İstanbul’a gitmeye karar verdim. Belki Neşe bana köyden daha iyi gelebilirdi. Onun uçağına bir bilet de bana ayırttık. Beraber İstanbul’a döndük ve ilk defa yine sahte ehliyetle uçağa binmiştim. Bir anda sevgili oluvermiştik fakat kolay kolay kimseye bütünüyle bağlanma niyetim yoktu artık. Zira bir insanın tümüyle kendi çizdiğim planlara göre yaratabilmek gücüm olsaydı, o ana kadar Ayşe gibi, ona uygun, Ayşe kadar benimseyebileceğim birini yaratmayı beceremezdim herhalde. Onu bile kaybetmişken, o bile beni sokakta bulduğundan daha kötü halde bırakmışken, artık kime bağlanabilirdim ki? İç dünyama insanlar ne kadar karışırlarsa, o kadar iyi geçinebilirdim onlarla artık. Kendimi tanımaya çalışmaktan, kendi hayatımı izlemekten başka bir şey yapamayan ben, iyi veya kötü şeylerin akabinde sınırını bilemediğim, derinlikler çeşitlemeler duyuyordum ve bunların hepsi de sakattı, hastaydı. Tüm gördüklerim yalnızca daha geride ne kadar şey görmem, ne kadar daha acı duymam gerektiğini hissettiriyordu. Belki beni boğazlayıp yıkacak kadar çok ağır şiddette olmadığından farkında değildim fakat, halen travmanın içindeyim.
Neşe Cihangir denen bir semtte oturuyordu. Beni sürekli gezdiriyor, çok iyi bildiğim yerleri bilmiyormuşum gibi davranıyordum. Fakat tüm bunlar dışında bilmediğim ayrıntı yerlerde görmüyor değildim. Çok sosyetik bir çevresi vardı, bu çevre üzerinden tüm ürünlerini pazarlıyordu. Ayrıca birçok ülkeye gidip fuarlara katılarak ürünlerini tanıtıp oralarda da ihraç ediyordu. Kafasını çok yönlü işletebiliyordu, kelimeleri öyle ustalıkla kullanıyordu ki aralarında asla boşluk oluşmuyordu. İfadeleri çok güçlüydü ve davranışları, fikirleri ise son derece zekiydi. Yanlış fikirlere bile..
Ayşe’nin hesabıma geri gönderdiği 100.000 liradan sunaylar fatmalar, elif’ler, emineler, bodrumlar, marmarisler, kuşadaları derken 12 bin lira bir para kalmıştı. O kadar kadın peşinde koşmaya yattığım onca kadına ve onlara harcadığım paraya rağmen idareli bile kullandığm söylenebilir. Ayşe’ye olan borcumu ödemek için askeriyeye tazminat davası açmayı planlamıştım, nereye gitsek hesabı ben ödüyordum neticede galerici bir iş adamı değil miydim? Ve bu mekanlar acayip kazık yerlerde. Daha önce bir evlilik yapmış, ayrılmıştı benden en az 6-7 yaş büyüktü, fakat 17 yaşındaki kız kadar uçarı ve yerinde durmayan biriydi. İstanbul’un en seçkin restoranlarından en şaşalı kafelerini daimi müdavimiydi. Tabii bu mekanlar karşısında benim 12 bin lira çok cüzi bir miktardı. İlk birkaç cinsel beraberliğimizde yine ben, tek paçamı çıkarmamış olsam da sonra açılmış olan küçük yarayı ve morluğu gösterip trafik kazası geçirdiğini söylemiştim. Neşe bu Kötü görüntüden iğrenmenin aksine merakla tekrar tekrar dokunarak yakından incelemişdi. Türk kafasında ve standartlarında biri değildi, sıradan şeyleri yadırgadığı gibi en sıra dışı olanları da olağan buluyordu. Neyin ona uygun olup, nelerin ona kesinlikle hitap etmediğini kavrayabilmek zordu. Aradan 15 gün falan geçmişti, her şey çok güzeldi ama hiç kimseyle görüşmüyor olmam ve telefonumun sürekli kapalı hali her aklı başında insan gibi onda da şüpheler uyandırmıştı. Bir Sabah kahvaltı yaparken, ’Aşkın, sana bir şey söylemek istiyorum’ dedi. Yüzünde ölmek üzere olan bir hastanın, gizlemeye çalıştığı, ona yıllardır acı veren önemli bir gerçeği açıklayacakmış ifadesi vardı. Neden ondan gerçek mesleğimi sakladığımı sordu. Kulaklarım kendine sunulan görevi başarıyla yerine getirip, bu soruyu beynime çivi gibi çaksa da cevap veremedim. Neydi benim mesleğim? Sahte kimlik kullanıyordum ama bu kimliğim asıl sahibinin ne yaptığını hiç merak etmemiştim. Gülümseyerek öylece bakıyor tek bir kelime konuşamıyordum fakat bu gerçek bir gülümseme değil sadece üst çizgilerimin değişimiydi. Bir süre öyle bekledim neyse ki Neşe beni daha fazla bekletmeyip "çalıştığın hastaneyi öğrendim ben İngiltere’de çok bulundum. İsmini araştırdım senden gizli cüzdanını karıştırdığım için üzgünüm, fakat koynuma girenin kim olduğunu bilmeye hakkım vardı öyle değil mi dedi. Doğruyu söylemek gerekirse İngiltere’deki vergi numarana kadar öğrendim ama ilk başta gerçek mesleğini sanal alemden birine söylememiş olmanı da anlıyorum dedi. Benim misafir etmiş yatağa bağlamamış olsa da uyurken ceplerimi karıştırarak sahte ehliyetim üzerinden araştırmalar yapmıştır tüm bunların üzerine olmazsa olur bir çıkış yaparak sorun yok dedim. Mesleği öğrendiğime en az onun kadar bende şaşırmıştım. Neşe’nin çalan telefonuyla bulunduğumuz garip ve içinden çıkılamayan ilginç havası dağıldı. Çok acele iş yerine gitmesi gerekiyordu, elektrik trafosunda bir arıza çıkmış, makineler çalışmıyordu. Bizim o anki durumumuzun bu arızaya pisişik bir etkisi vardırmıydı bilinmez, ancak çok zamanlıydı. Ağzımı, yüzümü öptü, kimliğimi gizlice aldığı için tekrar tekrar özür dileyerek, ’Hadi sen şu şoku atlat, dönüşte görüşürüz’ diyerek çıktı. İçime okumuştun Zira gerçekten şoktaydım."
Neşe evden çıktıktan sonra, artık ben de en az onun kadar kim olduğumu merak ediyorum. Hemen araştırmaya koyuldum. Önce Ankara’daki polisi arayıp bana verdiği sahte kimliği kim olduğu hakkında araştırma yapıp hemen bilgi vermesini söyledi, sonra internetten araştırdım. Londra kent şehrinde bulunan bir hastanede Kent Üniversitesi mezunu ve yine aynı üniversitede çalışan bir profesyonel hekimdim. Benim için işin asıl ilginç yanı ise, kalp damar cerrahisi uzmanı olmamdı. Yani, kendi hastalığımın uzmanıydım. O güne kadar kullandığım sahte ehliyetin gerçek bir karşılığı olduğunu dahi bilmiyordum. Tabii ki, her polis kontrolünde ve otellerde yapılan kayıtların gerçek bir karşılığı olmalıydı. Zekiydim bu ya ama ne kadar akılsızdım ne kadar saf. Evet doktordum zaten aracımda yoktu araç galerisi sahibi olup da,araçsız olmaktansa doktor olup tıp bilgimin olmaması daha makul ve daha inandırıcıydı.
Neşe eve geri döndüğünde ben de artık kahvaltı masasındaki karmaşık psikolojiden çıkmış, kim olduğumu onun kadar iyi bilen biri olmuştum. Çiftçi Abdullah’tan galerici Serkan’a, ondan sonra Ankaralı galerici Aşkın Atmaca’ya dönüşmüştüm. Rutin bir düzende yaşamın sağlıklı psikolojisinden hızla uzaklaşıyordum ve kendimde bir bütün olamamıştım. Herkesten her şeyden bir parça montalayan acayip bir karaktere, ya da karaktersizliğe bürünmüştüm. Kişilik ve karakterde artık kendim değildim, sadece içsel duygularımda ruhsal sakatlıklarımda ben bendim.
Tabii, bu yeni ortaya çıkan doktor Aşkın Atmaca’ya ve onun nüfuz durumuna uyan yeni eklemeler ve çıkarmalar yapmam gerekmişti. Mesela ortada bir aile olmadığı için, onlar İngiltere’de yaşıyorlardı. Arkadaşlarım, çevrem hep oradaydı. Türkiye’de hiç kimsem yoktu. Geçirdiğim bir trafik kazası sonrası bacağımdan yara almıştım ve dinlendirmek için çalıştığım yerden rapor alıp Türkiye’ye bir nevi turistik amaçlı dinlenmek için gelmiştim. Aslında İngiltere’ye dönecektim, ama onun yanında kendimi iyi hissettiğim için bunu ertelemiştim. Ne kadar yalancıydım!.. oysa ne gidebilecek yerim ne işim ne ailem ne evim vardı. Her gittiğimiz yerde ısrarla hesapları benim karşılamam ve aşırı pahalı mekanlar, benim garip 12 bin liramı ezip geçmişti. Bu durum benim sürekli eve kapanmak istememden, mecbur bırakılıp dışarı çıkmak durumunda kaldığımda ise, hesabı Neşe’nin ödemesine artık eskisi gibi itiraz etmememden anlaşılıyordu.
Bir sabah uyandığımda, ki Neşe benden her zaman erken kalkar ve işine giderdi, başucumda bir zarf buldum. Adıma, yani Aşkın Atmaca’ya ait olan zarfın ardına imza atmıştı. İçinde 10 bin lira vardı ve bir not: "bankalarla ilgili problemlerin olabilir ve Türkiye’de işler İngiltere’deki gibi yürümez. Lütfen bunu bir borç olarak kabul et. Zor günümüzde yan yana olmak kadar doğal bir şey olamaz. Neşe."
Bankalarla ilgili problem? insanların gururunu zedelemeden destek olabilmekte neredeyse Ayşe’ye kadar başarılı bir yaklaşımdı. Dışarıdayken yediğimiz yemeklerin hesabını benim ödeyemediğimde düştüğüm ezik durumların dışında aslında para hiç umrumda değildi, zaten parayı sevmiyor, harcamayı seviyordum ben. Paraya pek ihtiyaç duymadan eksikliğini hissetmeden kendime yaşam alanımı oluşturabilirdim. Köyden bu alışkanlığım vardı sigaram olduktan sonra param olmasa da rahatsızlık duymuyordum, ancak şehirler öyle değildi. Bazı anlarda 5 liranın olmayışının ezikliği 5 yıl üzerinden atamayacağın bir psikoza sokuyordu insanı, ki ben eskisi kadar sağlam bir psikolojiye ve eskisi kadar gurura da sahip değildim artık. Kendisini arayıp düşüncesinin incelediği için teşekkür ettim, kabul edemeyeceğimi söyledim, ciddiydim de aslında fakat hesapları onun ödediği anlardaki derin mahcubiyetimi düşününce çok da etkili bir direniş gösterdiğimi söyleyemem. O parayı kabul etmek, o anların utancını yaşamaktan daha makuldu. Üstelik geriye öderdim zaten, tazminat almayacak mıydım? Neşe için bu miktar çerez parası sayılırdı, birkaç aylığına bana böyle bir borç verse ne olurdu sanki üstelik bu parayı yine beraber harcayacaktık. Kabul ettim ve Böylelikle hesapları tekrar ben ödemeye başlamış, özgüvenimi tekrar kazanıp rahatlamıştım.
Bir iki gün içinde de bunun için daha önce görüştüğüm vukatla İstanbul’da buluşarak %30 hisse payıyla anlaştım ve tazminat için idari mahkemeye dava açtık. Avukat kesinlikle netice alacağınıza inanıyordu. Aldığım tazminatta borcumu ödesem kalanıyla da köyüme gidip bir şeyler yapabilirdim. Üstelik bir maaşım da olacaktı. Böylelikle orada rahatlıkla yaşar, ve köyümün duasında psikolojimi ruhunu ve belki sağlığını da bir ölçüde toparlardım, köy bana çok daha iyi gelecekti buna emindim.
Neşe sık sık bir kuzeninden bahsediyorsun. Bu kadın Fransa’daydı, o ara birkaç defa da telefonda konuşmuştuk. Türkiye’ye dönmüş. Benimle tanışmak için Neşe onu akşam yemeğine davet etmişti. Çok güzel bir kadındı, pürüzsüz bir cildi, incecik bir beli, ipek gibi sarı saçları vardı. Sanki sırf erkeği baştan çıkarmak için yaratılmıştı. Sanıyorum, görsel güzellik pek çok erkekten çok daha kolay esir ediyordu beni. Renkli bir şölen gibi geliyordu bana, güzel bir kadına bakmak. Bir kadının bedeninde göğüs, kalça, göz ve dudakların belli oranda bir araya gelmesi adeta dehşete düşürüyordu beni. Böyle kadınların insan üstü güçleri olduğuna inanıyordum. Zeynep ise bu tarife uyan en iyi örneklerden biriydi. Sık sık bizi ziyaret etmeye başladı, bazı geceler yatıya kalıyor. O harika vücudunun her karesini sergileme gayretindeymiş gibi kıyafetlerle oturuyor, peşinde getirdiği kedisiyle oynarken Kamasutra’daki tüm pozisyonları bir başına yapıyordu. Rakip oyuncunun kazara açılan oyun kağıdına istemsiz, fakat kendine engel olamadan bakılması gibi, ben de bu frikiklere kontrolsüz şekilde bakıyordum. Gözüm kayıyordu. Yanında getirdiği ev içi kıyafetleri o kadar transparandı ki, kısacık şort düz göbeğini açıkta bırakan yarım bir tişört ve bu tişörtün yaka kısmı öyle açıktı ki eğildiğinde göğüslerinin dışarı fırlamasını engelleyen ilahi bir güç varmış hissi uyandırıyordu. Ne kadar bakmak istemesem de ilgisiz kalamıyordum. Bunlara ilgisiz olabilmek için ya cinsel tercihlerim farklı ya da gerçekten İngiltere’de yetişmiş, her türlü doygunluk çizgisini aşmış, gerçek bir doktor olmam gerekiyordu. Oysa ki ortada cinsel tercihleri gayet normal ve 17 yaşına kadar pek kadın deneyimim olmamış, komşu köydeki o orospunun bir göz kırpışına onlarca kez mastürbasyonla kendini eylemiş köylü bir abaza vardı. Zeynep benimle zaman geçirmeyi sevmiş, sık sık gelmeler gece yatıya kalmalara dönüşmüştü. İlgisini dokunarak gösterip öyle yılışık davranıyordu ki, bazen ansızın yanağımdan öpüyor, elini omzuna atıp konumu parmağıyla okşuyor. Üstelik bunları Neşe’nin yanında yapmasına rağmen o hiç aldırmıyordu. Ben dahi bu yılışık tavırlardan tedirgin oluyordum. Ancak Neşe çok olağan buluyordu bunu. Tamam diyelim ki ingiltere’de yaşayan doktordum, ama eğitim cehalete alırdı. Erkeklik baki değil miydi? Üstelik Zeynep gibi güzel bir kadın her zaman arzulanırdı. Çok geniş anlayış ve mezhep biçimleri vardır, bir de camdan bakar gibi içimin göründüğünü söylüyorlardı. Madem görünüyordu, bu kadar ağır tahrik neden di beni mi deniyorlardı, tepkim mi merak ediyorlardı? Hiçbir şey anlamıyordum fakat iletişim şekillerimizi kontrol etme ihtiyacı da duymuyordum. Herkes daha çocukluğu ilk dönemlerinde yasak ve yanlış şeyler olanın farkına vardırılır. Bizim ülke kültürümüzde doğruluk tüm edep yerlerimize saldırıdır. Acaba onların kültür anlayışı benimkisiyle aynı değil miydi?. Sonra kendimi kurmayı boş verdim. Neyse neydi, o an her şey güzeldi. Gerisini ne önemi vardı.
Yaklaşık 10-15 günümüz böyle geçti. Sonra Neşe’nin bir iş gezisi için Dubai’ye gitmesi gerekti. İkimiz için program yapmıştı, hatta sürpriz olması için biletlerimizi bile almıştı. Ben de çok isterdim ama hangi isimle ve hangi pasaportla gidecektim? İlla gelmem konusundaki ısrarlarını, banka kartlarımla birlikte pasaportumu da kaybettiğim gerekçesiyle kırdım. Sonra bacağımda rahatsızlık olduğunu, dinlenmem gerektiği bahanesi uydurdum. Onu havaalanına bırakıp eve dönerek tekrar yatmıştım ki kapı zili ile uyandım. Zeynep elinde bir poşet ve yine transparan kıyafetleriyle kapıda dikiliyordu. Yakınlardan geçtiğini ve beraber kahvaltı yapmanın güzel bir fikir olacağını düşündüğünü, çok güzel börekler yapan bir yere uğradığını söylüyordu.
Kahvaltı yaparken karşımda oturmuştu, ne zaman ona baksam gözlerim sürekli frikiklerine takılıyordu. Açık saçık yerleri, onun tümünden daha fazla çıplak görünüyordu, değişik bölgelerde küçük büyük frikiklerden oluşup konuşabilen seksi bir insancık. Neşe Dubai’ye indiğini haber vermek için aradığında, ben açgözlülüğümü ve gördüklerim karşısında abazalığımı bastırmaya çalışarak belki modern bir kusur işlemekle meşguldüm. Zeynep telefonda Neşe’nin beni yalnız bırakmamam için yarın evine götüreceğini, misafir edeceğini söyledi. İngiltere’de yaşayan biri olarak İstanbul’u bilmediğimden, şehrin güzel yerlerini göstereceğini, benim hiç fikrimi sormaya lüzum görmeden anlatıyordu. Neşe ise kıskanmanın aksine, illa onunla gitmem, onda kalmam için ısrar ediyordu. Tüm bunlar ne tuhaftı, benim gibi köylü için her şey çok çağdaştı, ilk başta ötekilerden farklı hiçbir yanı bulunmayan bu iki kadının, kadınlara dair tüm kıskançlıklarının sanki bir cerrahi operasyonla alınmış olması bana garip gelse de, battığını da söyleyemem.
Kahvaltı sonrası aynı koltuğa yan yana oturduk, kahvelerimizi içerken yine mümkün olduğunca bana sürtünmeye çalışıyordu. Konuşurken de belli aralıklarla bedenime dokunuyor, bu temaslar erkeksi dürtülerime iyi gelse de psikolojik olarak aynı ölçüde rahatsız ediyordu. Niyetinden emin olamıyordum, yatacağım ya da tavlayabileceğim kadının ilk adımı atması ve bana ince bir işaret, bir kıvılcım, bir selektör yapması gerekirdi. O işaret gelsin, ben o zaman tam yol ilerlemekten sakınmazdım, ama muhakkak önce o selektörü görmeliydim. Gerçi bu felsefemden yola çıkarsan, Zeynep bana uzunları yakmış, tam gaz üzerime geliyordu, fakat bu yaklaşımının ve aşırı samimiyetin kuzeni, Neşe’nin erkek arkadaşı olmamda kaynaklı olduğu düşüncesine sıkıca tutunuyordum.
Benim de ona dokunup sarılmam ya da bir adım daha atıp öpmeye kalkmam neticesinde, ’Ne yapıyorsun ulan hayvan!’ dese, ne olurdum o zaman? Çok korkutucu bir düşünceydi bu. Zeynep neredeyse içime girecek kadar samimiyeti aynı derecede sürdürerek benimle birkaç saat geçirip gitmişti. Tek başıma televizyon izliyordum ki Neşe aradı. Sesinde güçlü bir aciliyet ve panik vardı. Geçenlerde arıza yapan iş yerindeki trafonun tekrar bozulduğunu, yenisiyle değiştirildiğini, masanın üzerine benim için bıraktığı 10.000 liradan acil iş yerine giderek beni bekleyen elektrikçilere 6 bin lira ödeme yapıp yapamayacağını sordu. Aslında bu iş için Zeynep’i aramıştı ancak ulaşamamış, sonra bana dönüş yapmıştı. Bu paradan haberim yoktu olsa ne kadar itiraz ederdim bilmiyorum iş yerine giderek elektrikçilere gerekli ücreti ödedim. Ama Ayşe’den sonra, Neşe’den de paralar almak artık bana eskisi gibi bakmıyordu çok Bir rahatsızlık da duymuyordum, Bayağı kadın parası yemeye başlamıştım."
Uzun zamandır köyü aramamıştım. Ayşe ile olan evliliğimizin son durumdan haberleri yoktu. Anamla konuşup bir süredir yurt dışında olduğumu, bu yüzden arayamadığımı, her şeyin yolunda gittiğini ve Ayşe’nin olmayan selamını söyledim. Biyolojik babam Şenol, onlara bana iletilmesi için bir not bırakmıştı. Bafra’da bulunan evini satıyordu ve eğer istersem bana uygun fiyata satabileceğini söylediler. Çok şaşırmıştım, çok da üzülmüştüm. Yıllardır benimle ilişkili olmayan ve beni evlatlıktan reddettiğini söyleyen biyolojik baban bile maddi şeyler söz konusu olduğunda riyakarlaşabiliyordu. Malum, zaten çok zengindim, O da bunu duymuştu muhakkak.
Aynı gün Aşkın amcam aradı, telefonumu köyden almış olmalıydı. Hiç olmadığı kadar ilgiyle halimi hatırımı sordu ve sonra konu polislerin beylik silahlarına geldi. Devlet normal bir silah veriyor, daha üst model alırsan parasını biz ödüyoruz. Bu konuda bana yardımcı olabilir misin? İyi bir silah almam gerekiyor, dedi. Şenol’un evini alamazdım ama aşkına olur, dedim. İnsanlara hayır demek utandırıyordu beni. Riyakar bile olsalar, bunu onların kendi problemi olarak görüyordum. Elimden çekmediğim kalmamıştı oysa, fakat kötülüğü unutmuştum, ona bile kin tutamıyordum. Elimde kalan paranın yarısını o gün Aşkın amcama gönderdim, eve gidip bilgisayar oyunu başına oturmuştum ki Zeynep beni almaya geldi. Evini gösterecek ve vizyona yeni giren güzel bir filme götürecekti beni.
Sinemayı reddettim ama evine götürme isteğini kırmadım. Hem böylelikle yarın beni gezdirme isteğini de aradan çıkarıp akşam eve dönerek oyuna yarım bıraktığım yerden devam edecektim. Cihangir sırtlarında çift katlı bir çatı katı türü ve her köşesinde ünlü filozofların kocaman heykelleri olan duvarlarda ise değişik kılıçlar, yatak odasının tüm duvarı akvaryum ve daha sayıp sayamayacağım ilginçlikler barındıran muhteşem bir evdi, kesinlikle gördüğüm en farklı mekandaydık. Kahve hazırlamak için mutfağa gittiğinde karşımdaki o eşsiz boğaz manzarasına dalmıştım. Haydarpaşa tren istasyonu görünüyordu karşıda, orayı ilk gördüğüm günü hatırladım; soğuk bir eylül akşamı, ceketsiz Haydarpaşa Garı’nda nereye gideceğini bilmeyen o çocuğu, o sabahçı kahvesini ve o 4 lirayı, içime bir hüzün çöreklendi. Yine burnum sızladı, gözlerim doldu.
Sonra Zeynep’in kahveler hazır sesimi duydum. Girdiğim bu duygusal modumu belli etmemek için yüzümde acı bir gülümseme ile geriye döndüm. Önüme baktığımda gördüğüm manzara beni o hüzünlü halden saniyede çıkarıp bambaşka bir moda sokmuştu, çırılçıplaktı neredeyse. İstanbul’un o eşsiz manzarasından daha güzeldi ve ben artık kıyafet falan görmüyordum. Üzerinde tangaya benzer bir bez ve göğüslerinin sadece önlerini kapayan kalın küçük bir tişört, artık onlar benim için yok hükmündeydi. Ağır hüzünden aynı ağırlıkta erotik bir moda bir öncekinden zerre kalıntı kalmayacak şekilde o kadar hızla geçmiştim ki, ışık hızı bile yanımda kaplumbağa kalırdı. Yine karşıma gözümün önüne oturmayıp, Hemen yanıma oturarak tam dibine sokulması, görsel dürtülerime karşı direncime ne kadar iyi gelmiş ise, libidom açısından o kadar iyi kötü gelmişti. Televizyona kilitlenip kalmıştım, hiçbir düşünceyle irtibat kurmaya çalışıyor, boş gözlerle ekrana bakıyordum. Ne izliyordum, onu da görmüyordum. Benim bu aptallaşmış halimi televizyon aşkına bağlamış olacak ki hızlı bir şekilde yanımdan kalkarak "Ne izlemek istediğini sordu." O anda seçenek potansiyelim olmadığı için "Sana bıraktım, sen karar ver" dedim. Biz VCD ýığınının dizili olduğu cam dolabı göstererek seçenekleri anlatmaya başladı. Tarih var, macera var, dram var, korku var, erotik var. Ben erotikten sonrası neler saydığını tam bilmiyorum. Zira erotiği çok olağan bir seçenekmiş gibi tavırla söylemesi beni daha da aptallaştırmış, sanki sırf o seçenek varmış gibi bir algıya kapılarak şaşkınlığından olacak erotik olsun demiştim.
Daha fazla aptallık yapmamak için biraz deliliğin gerektiği o nadir anlardan biriydi sanırım bu saçmalığın sebebi. Alkol önerisini hemen kabul ettim bu defa tercihi Ben yaparak en sert içkilerden birini tercih ettim.Zeynep çerez hazırlayıncaya kadar üst üste 3 duble içtim 4. kadehimi onun kadehi hizasında bırakarak geriye yaslandım. Bu ani alkol yüklenmesinden içim yanmış sonra bu yanma hissi tüm vücuduma yayılmıştı. elim ayağım yüzüm ateşler içindeydi fakat rahatlamıştım. Artık ne izleyeceğimiz erotik film bana sıra dışı geliyor, ne Zeynep’in yarıdan fazla çıplak halini tuhaf buluyordum. Sonra geldi tam karşıma geçip yarı domalarak VCD lere göz gezdirdi ve bir İtalyan filmi seçiyorum Bu film çok hoş ancak ben üniversiteyi İtalya’da okudum italyancam iyidir sana haksızlık olmasın İngilizce alt yazılı dedi. Evet ben İtalyanca bilmiyordum zaten ben İngilizce’de bilmiyordum, alkolün etkisiyle son derece rahatlamış olsam da bunları söyleyecek kadar da rahat değildim. Zihnim belli belirsiz aralıklarla cinsel düşüncelerimin tacizine uğruyor Zeynep’in teninin sıcaklığını tam karşımdayken bile hissedebiliyordum. Hem içkinin etkisi hem de öğrenip bilmeye duyduğum büyük açlıktan olacak sevgilin olmayan bir kadın arkadaşla erotik film izlemenin öğrenmem gereken bir çağdaşlık kültürü olduğunu köylü zihniyetime kabul ettirmeye çalışıyordum. Ateşle barut yan yana durmaz diyen atalarım halt etmişlerdi, gayet de durabiliyordu işte. Üstelik benim gibi zır cahil abaza bile başarabiliyordu bunu ancak en alt zeminde yatan bir dürtünün Baki olduğu da gerçekti, seksten ve erkeklerle olmaktan hoşlandığını açıkça söylüyordu, seks insanın gıdaya olduğu gibi doğal bir ihtiyacı beğendiğin bir yiyeceği nasıl tercih edebiliyorsan beğendiğim erkeği de o an isteyip elde edebilirsin Bu gayet doğal diyordu. Filmi izlerken arada bir göz göze geliyor birbirimize gülümsüyorduk, belki de bu gülümsemeler bizi kontrol ediyor ansızın birbirimizin dudaklarına yönelmemizi engelliyordu, ve ben salakça gülümsüyorum. İçkisini yudumlayıp bardağı her ağzından çektiğinde yeryüzünün en güzel resmedilmiş çenesinin ortaya çıkması bile atalarımın söylemini boşa çıkarıyordu, ateş ve barut işte yan yanaydı vehiç bir şey olmuyordu. Ancak ne zaman ki elini omzuma atıp göğüslerini sıkıca bedenime yapıştırarak "şu anda ekranda becerilen kadın sence ne kadar zevk alıyordur "demesi ile irademe ve çağdaşlaşmaya göstermiş olduğum tüm direncim elimden alındı. Artık saçma salak şekilde gülümsemediğimin farkındaydım, ve eğer Ateş kibrit kutusunun içindeyse yanmamışsa ve barut da yanında duruyorsa evet Ateş ile barut pekala yan yana durabilirdi ama ne zaman kibrit kendi kutusundan çıkarılıp ateşlenirse işte o zaman sırf Ateş ve barut için değil, bulundukları ev mahalle şehir için dahi çok tehlikeli hale geliyordu. Mum kokulu kadın olduğunu İlk o zaman öğrenmiştim müthiş bir ten uyumumuz vardı ve çok başka bir ten kokusu vardı. Bunu nasıl tarif etsem bilemiyorum, mum değil ancak onu andıran dünyanın en tahrik edici kokusuydu bu, öyle ki saatlerce sevişmekten hiç enerjin kalmasa da o kokuyu tekrar aldığın anda hiç sevişmemiş gibi bir enerji geliyordu insana. Neşe arıyor onda kaldığımı biliyor bunu çok normal durummuş gibi karşıladığı yetmiyor, illa onunla kalmam konusunda ısrarı da ayrıca sinirimi bozucuydu. Tamam biz Zeynep ile artık sevişmiştik ancak onunkisi de ne rahatlıktı. Bu düşünceden yola çıkarak vicdanıma kendi lehime tanıklık yapıyor kendimi rahatlatıyordum. Yatağın dışıyla alakalı tüm fantezilerini erteliyordum, oysa ki bu teklifleri bir kadından duymak ilk defa karşılaştığım ve hoşuma da giden güzel bir duyguydu, lakin dizimden ayak bileğime kadar uzanan morluk ve yaranın görüntüsü benim de Arzu ettiğim bu fantezilere engel teşkil ediyordu. Sevişirken yorganı açtırmıyordum bile, o eşsiz güzellikdeki vücuduyla evin içinde Ceylan gibi sekerken ben tuvalete gitmek için yataktan çıkarken bile giyinmek zorunda kalıyordum. Çok çılgın bir kadındı çok da eğlenceli, her yönüyle aykırı bir karakteri vardı, geleneklere karşı çıkmayı o kadar doğal tavırlarla beceriyordu ki onunla birlikte hareket etmekten kendini alamıyordu insan kendini. samimiyet ve sıcak temas yönünden yarım davrandığını söyleyemem fakat arkadaşının sevgilisiyle yatarak ahlaken büyük bir açık vermişti. Bunun benim için bir önemi yoktu, aynısını dilara’nın ablası dilek’te de görmüştüm. İşime de geliyordu Ben zaten o anı yaşamaya odaklaydım, kadife teni sert ve güzel göğüsleri mum kokusu dışında hiçbir şey umurumda değildi .
İngiltere’de yaşayan biri olarak İstanbul’u bilmiyordum elbet bana rehberlik etmesi çok hoşuma gidiyordu çoğu yerleri ondan daha iyi biliyor olsam da saf turist rolüne de kendimi kaptırmıştım Neşe ile beraberliğin konusunda hemfikirdik bunu ikimiz de kabul ediyorduk fakat biz de sevişmeye devam edecektik bu bizim küçük sırrımız olsun lütfen diyordu ulan ne lütfen ben kendi isteğime göre bir program yapsam işime gelene bu kadar şıp oturan teklif mi sunabilirdim sana diyemiyordum sadece peki diyordum tüm kalbimle peki sinemaya gitmiştik seansımızı beklerken bir başka filmden insanlar ağlarak çıkıyorlardı.
Sinemada hüzünlü bir hikayeyi izlemek için , önceden mendillerini hazırlayarak sürüler halinde ağlamaya giden insan.
Çevrelerinde yaşanan daha acı ve gerçek öykülere duyarsızdır genelde..
Burada farkındasız bir riyakarlık olduğu muhakkak. Lakin asıl tuhaf olan gülüp eğlenmeye değil hep beraber ağlamaya gidişimizdir.
Öyleki, hikaye ne kadar ağlatıp gözyaşı döktürüyorsa öyle çok rağbet görür. Çok güldüren filmlerden çok ta az değildir ağlatan fimlerin gişe başarısı.
Bunu anlamak pek te zor değil, ben de kendimden biliyorumki gülmek, içten ağlamak kadar rahatlatamaz insanı.
Hatta aşırı kahkaha yorar fakat ne kadar ağlarsan o kadar iyi.
İyi ama, gülüp eğlenerek neşeli yaşamak değilmiydi bizim hayat gâyemiz ?
Neden hiç birşey ağlamamızı gerektirmiyorken, herşey ağlamamızı gerektiriyormuş gibi evden çıkıp üzerine para ödeyerek bilet kuyruğunda bekleriz ?
Her şeyin istediğimiz gibi sürdüğü bir yaşantıya sahip olsak da, farkında olmadığımız ruhsal bir bunalımlamı yaşıyoruz.
Bir müzik aletinin çıkardığı sese pür neşe oynayabiliyorken, ayni bağlama telinin beş dakika sonra bir başka ritminde ağlamaya başlıyorsak, hepimiz varlıksal sorunlu olmalıydık.
Bizim seansımız geldiğinde en arka koltukları tercih ettim. Ön ya da orta sıraları sevsem de benim için sakıncalıydı buralarda oturmak. İngiltere’de yaşayan biri olarak tek kelime İngilizce bilmiyordum. Orta sıralara oturduğumda yanımdaki kişinin filmi altyazıdan takip ettiğimi, ekranın alt kısmına sabitlenen bakışlarımdan anlamaması için aptal olması gerekirdi. Kaldı ki yeni yeni sinema ve altyazılı film izleme deneyimim oluşuyordu. İlkokul mezunu bir köylü olarak o altyazıyı bitirip filme başıma ara ara kaldırma fırsatı buluyor olmama rağmen yine de yazılara yetişemiyordum. Tam bu yazıları bitirip ekrana bakma fırsatı bulduğum anda yeni yazılar geliyordu. Tam onu tamamlayacakken bir diğeri, ardından bir diğeri geliyordu. Çok sinir bozucuydu, bir türlü yetişemiyordum. Neyse ki arkada oturduğumda ekran uzak kaldığı için gözlerimin tam nereye odaklandığı anlaşılmıyordu. Ne yazıları ne de filmi takip ediyordum. O zaman öylece mal mal ekrana bakıyordum. Ama o gün filmi izlemekten çok izliyormuş gibi yapmam gerekiyordu. Zeynep ise, ’Bizi en geriye attın. Biz Türkler bilip anlamadığımız yerlerde altyazıdan destek alıyoruz. Benim çok fazla İngilizcem yok,’ diyerek kendince sitem ediyordu. ’Lan senin çok İngilizcen yok,’ söyleniyorsun, ’benim hiç yok, gıkım çıkmıyor,’ dememek için kendimi zor tutuyordum. Zamanla bu altyazının hızına da yetişecektim tabii, ne de olsa ekranı seviyordum. Küçük yaşımdan beri film sevgisi içimde olmasa ne işim olurdu gecenin bir yarısı köy kahvesinin arka bahçelerinde.Hiç sevmediğim banyoları sırf siyah beyaz televizyon izlemek için yapmaya katlanır mıydım. Zeynep uyuşturucu da kullanıyordu. Gittiği torbacıdan aldığı esrar hem aşırı pahalı, hem de verdiği malın kalitesi çok düşüktü. Yahu, bunlar seni kazıklıyor. Gel, ben sana Tarlabaşı’ndaki eski arkadaşlarımdan bunu yarı fiyatına, çok daha kalitelisini alayım, diyemiyordum. Tıpkı bir yere giderken direksiyonda yolu uzatıp, ’Kızım, nereye gidiyorsun? Gir şu yolda sağa dön, düz git, sol yap,’ 5 dakika sonra gideceğimiz yerdeyiz, diyemediğim gibi... O kestirme yolun kavşağından geçerken sessiz kalmak, ve Zeynep’in o anda istanbul trafiği ile ilgili şikayetlerini dinlemek çok sinir bozucuydu. Ancak katlanıyordum, çünkü ben İstanbul’u bilmeyen İngiltereliydim, ne yaparsın! Üç-beş günümüz çok dolu dakikalar, şahane saatler, neşesiz ve neşeli günlerle geçti. Sonra Neşe geldi, ama daha uçaktan iner inmez babasının annesine şiddet uyguladığı haberini almıştı. İlk İzmir uçağına binip oraya gitmişti. Onun karşılama programının da bir hükmü kalmamıştı. Ben yine Zeynep’e emanet edildim, ki o ne güzel bir emanetçiydi. Hiç evden çıkmıyorduk. Zeynep, kısa süreli de olsa iş yerine uğrayıp geliyor, daha kapıdan girer girmez soyunmaya başlıyordu. 5 yıldızlı bir otelini iş dekorasyonunu yapan iç mimardı. Bir gün yine bu iş dönüşümlerinden birinde, ’Konuşabilir miyiz? Durumunu biliyorum,’ dedi. Neşenin kimliğimi araştırdığı günki Durumum aynına düşmüştüm. Hafif çekip gözlerini, beyaz tenini, burnundaki beneklere kadar inceliyordum. Ancak yüzü kesinlikle küçük bir ipucu vermiyordu. Hangi durumumu biliyordu? Çiftçi Abdullah oldu mu? Sonraki Serkan mı? Galerici Aşkın Atmaca olmadığı mı? Ya da gerçekte İngiltereli aşkın Atmaca da mı olmadığımı? Belli yaşa kadar yatağa işediğimimi? Evet durumunu biliyorum deyip aynı cümleyi tekrar kurarak çantasından bir zarf çıkararak elime verdi. ’Lütfen bunu kabul et. İşlerin yoluna girdiğinde ödersin. Bu benim günlük harçlığım, merak etme. Param var,’ diyerek hemen sağ yanımızda duran kasayı açarak, ’Bak, burada 130.000 lira var. Hiç de ihtiyacım olmayan bir para,’ dedi. Zarfın içinde dolarlar vardı ve açtığı kasanın anahtarı da sürekli üzerinde duruyordu. Parayı kabul etmedim ama kredi kartlarından birini kabul ettim. Harcamalarımızı oradan yapacak hesap günü ben odeyecektim düşüncem buydu.
Bir hafta sonra Neşe İzmir’den geldi. Babasının annesine uyguladığı şiddet konusunda Zeynep ile aralarında bir problem çıkmış olmalı ki tartıştılar. Neşe, Zeynep’e çok kızmıştı ve benim artık onunla görüşmemi söyledi. İkisi arasında kurduğum duygusal konforu sevmiştim, alışmıştım da buna, fakat Neşe’nin talebi beni bağlardı. Her ne kadar ondan tahmin edemeyeceğim şekilde cüzdanımı karıştırmış olsa da, benim için bir önceliği vardı. Ne de olsa çaresiz bir günümde karşıma çıkmış, beni İstanbul’a getirip ağırlamıştı. üzerimde belli bir emek sahibiydi. Gerçekte her ikisine de gönül bağım yoktu, tıpkı onlar gibi ben de beraber olduğumuz anların tadını çıkarmaya bakıyordum. Zeynep ile gizlice buluşmak istediğimde iki amacım vardı: birincisi onları barıştırmak, ikincisi ise bu sayede eski konforumu devam ettirmek. Zeynep beni konuşmak için evine davet ettiğinde neşe’ye dışarıda başka işlerim olduğumu söyleyerek evden çıktım. Daha Zeynep’in kapısına varmamıştım ki Neşe beni arayıp "Şu anda Zeynep’te olduğunu biliyorum dedi ve onunla yaşadıklarımı da bildiğini, artık yüzümü görmek istemediğini" söyleyerek telefonu suratıma kapattı. Zeynep kapıyı açtığında, neden aramızda geçenleri anlattığını konusunda isyan ederim, bir yığın öfke kussam da artık olan olmuştu. Zeynep ile de tartışmayı uzatıp onu da kaybetmemin mantıklı yanı yok tu. Neşe de artık yoktu, ama çok fazla üzüldüğümü de söyleyemem. Ben zaten kaybedecek hiçbir şeyi olmayan bir adamdım. Kaybettiklerimin yanında Neşe bir hiç sayılırdı. kadınlar arasında yine kendilerine özgün yaratılışlarının en derin kodlarına işlenmiş, sırf kin ve nefretle beslenen bir kıskançlık biçimi vardı ki kadının kadına olan bu düşmanca bakış türü, erkeğin erkeğe olan hasımlığının belki 10 dakika daha tehlikeli ve kontrolsüzdür. Belki de bu yüzden henüz yarım saat geçmemişti ki Ayşe tekrar aradı. Sesinde kudurgan bir öfke vardı, ona olan borcumu hemen yarın ödememi istedi. Maksat para değildi, az önce bahsettiğim kör öfkesinin acısını bir şekilde canımı yakarak giderme arzusuydu. Her ikimiz de gelecek vaat etmeyen ilişkimizin halihazırda biçimine alışmıştık, ani bir değişiklikle bu duruma gelmeye her ikimiz de hazırlıklı değildik. Ben ondan daha boşta kalmama, belli bir düzenim dahi olmamasına rağmen bunu sindirmiştim, lakin Neşe bunu sırf kadına dair egolar yüzünden bir savaş sebebine dönüştürmüştü. Çok geçmeden tekrar aradı. Bu defa parasını yarın değil, 1 saat içinde istiyordu. Sadece ne kadar zarar verebilirime odaklanmıştı. Gözü kararmıştı ve eğer bir saat içinde mesaj ile göndereceğim IBAN numarasını para yatmazsa, benden şikayetçi olmak için polise gideceğini söyleyecek kadar çirkinleşmiş ve adileşmişti. Elinde olan ya da olmayan tek kağıdı, en büyük kozuymuş gibi kullanıp bir silah olarak başıma dayamıştı. Beni ne kadar sevdiğini önemsediğini, asla beni incitecek hareketi olmayacağını söyleyen zerafet ve iyi niyet timsali o şirin muhabbet kuşu gitmiş yerine hiçbir şekilde anlam veremeyeceğim çirkin sesler çıkaran mahlukat vermişti. Bugün ya da yarın sana borcu ödeme mümkün değil, en az 2 ay beklemen gerek. Eğer hayır diyorsan o halde istediğini yapmakta özgürsün, diye mesaj attım.
Aslında istediği bu parayı Zeynep’ten alıp ödeyebilir ve bu çirkin kozuda elinden alabilirdim. Ancak ilginçtir ki her ikisinden de paralar almış ve bunu pek de yadırgamamış olmama rağmen, "Bak Zeynep, sana geldim, böyle oldu. Eğer sen olmasan, bunların hiçbiri başıma gelmeyecekti," diyerek ondan yardım talep etmeyi kendime yakıştıramam. Karaktersizliğim bile sağlıklı değildi. Zeynepten de çıkıp gitmeyi düşündüm o anda, fakat mademki o kadar sıkıntıya düşmüştüm, buna değmeliydi. Geceyi orada geçirip, son defa Zeynep’e becerecek, sonra her ikisini de hayatımdan çıkaracak tazminat işimi hallettikten sonra borçlarımı gönderecektim. Yaşadığım bütün stresi gecenin geç saatlerine kadar Zeynep’in kollarında atmaya gayret ettim. Zeynep’in onda kalma teklifini reddettim. Üç aylığına İngiltere’ye dönecektim. Dönüşte borcumu ödeyebileceğimi söyledim. Aynı mesajı da Neşe’ye yaptım. Zeynep, "Hiç önemli değil" diyordu. Neşe ise mesajıma cevap vermedi. Programım köye gitmekti, sanıyorum saat sabahın 10’u falandı. Ben hala yataktayım, evin kapısının açıldığını duydum. Zeynep’in erken gelmiş olması hoşuma gitmişti. Böylece ayrılmadan onu son bir defa b;ecerme şansına sahip olacaktım. Bu salak düşüncelerim ve kıt aklım gereği ben bu hesapları yaparken aniden odanın kapısı açıldı ve içeriye ellerinde telsizlerle polislerle doldu. İki polis üzerime atlayıp etkisiz halimi etkisizleştirmeye çalışırken Zeynep kapıdan kafasını uzatıp işaret parmağıyla beni gösterip işte bu memur bey dedi işte bu..
odada yalnızdım tam noktamı belirlemek için uzatılan o işaret parmağı da neyin nesiydi? işte bu derken gösterdiği gerçekte kimdi neyi ifade ediyoru? O kadar farklı gerçek farklı yalanlardaydın ki doğrusu işte bunlar olmalıydı. O anda gördüm ki herkes aynı benim gibiydi kimse gerçek değildi gördüm ki tüm gece türlü aşk söylemlerini kulağıma fısıldayarak arzuyla sevişebilen kadın sabah aynı sıcaklıkta ağzımı yüzümü öperek evden çıkıp beni polise satabiliyordu. Dengesiz Ruh halime hasta beyim yapıma rağmen ben dahi bu kadar zıt kahpelikten üretemezdim. Hasta olduğunu bildiğim o sıkıntılı ve değişken psikolojimle bile böylesini yapamazdım. Hadi diyelim ki sevişirken hayvani arzular ve dürtüler ağır basıyordu, hazzın bütününü korumak için kopukluk olmasın diye aşk söylemleriyle destekliyordun ve kadın. Bütün bunlar tamam da ulan sabah giderken neden aynı iştahla ağzımı yüzümü öpüyorsun yosma. O yatak odasında kelepçelenirken aslında kendimin ne kadar normal olduğunu düşünüyorum. Sanıyorum yaşamın boyunca psikolojimin gayet sağlıklı olduğunu hissettiğim ilk ve son andi o andı. Tabii o da hemen her düşüncem gibi sağlıklı değildi..
Zeynep ile Neşe kahvaltıda buluşup, bana ortaklaşa zarar verme hususunda anlaşarak birbirine olan husumetlerinin hıncını birbirlerinden değil, benden çıkarmaya karar vermişlerdi. "Düşmanımın düşmanı dostumdur" felsefesinde buluşmuş olamazlardı, çünkü ortada bir düşman yoktu ve kimseye bir zarar vermemiştim. Evet, masraflı olmuştum ama kötülük etmemiştim, bir şeylerini çalmamıştım, gasp etmemiştim. Herkesin karşılıklı isteyerek ortak yaşadığı paylaşımlardı bunlar. Beni hışımla evden çıkarırlarken Zeynep gülüyordu, ancak gülüşünde bir acılık vardı. Gözaltına alınıp sağlık raporu için hastaneye götürülürken polise suçumun ne olduğunu sordum, "emniyette öğreneceğim" söylendi. Doktor, bacağımdaki pansumanı hiç açmadan sağlığımı sordu. Bir yara olduğundan ve morluklardan bahsettim. Sağlık raporuna, sağ bacakta morluk ve bir yara, aynı bacakta şişlik olduğu yazılarak polis merkezine gönderildim. Gayrettepe Emniyet Müdürlüğü’ne götürülmüştüm. Orada da konuyu öğrendim. Zeynep ve Neşe’yi kimliklerimi ve kartlarımın kaybolduğunu söyleyerek kandırmış, güvenlerini bir şekilde kazanarak dolandırmıştım. Oysa düz mantıkla bakıldığında bile durumum böyle olacağı ortadaydı. Birincisi, verilen paraları ben talep etmemiş, onlar vermişti ve bu paralar onlarla beraber harcanmıştı. İkincisi, kalan paralarda Zeynep’in evinde masanın üzerinde duruyordu. Üçüncü olarak, bir yere kaçmamış, Zeynep’in evinde yatak odasından alınmıştım, anahtarı üzerinde içi para dolu bir kasanın yanında yatmama rağmen merak edip açmamışken, birilerini dolandırma amacıyla hareket edebilmem mantıksızdı. Fakat kimsenin bu mantıkla bakmaya niyeti yoktu. İlk başta her polis bana nazik davranıyordu. Zİra İngiliz vatandaşıydım, fakat ne zaman ki ehliyetimin sahte olduğunu itiraf ettim, tavırlar değişti. O aptalca saf itirafımla bilmeyerek durumu daha da vahim hale getirdiğimi daha sonra anlayacaktım.. Uzun bir koridora götürüldüm, koridorun girişindeki nezarethane nöbetçisinin başındaki bir lamba yanıyordu sadece. İleriye doğru tüm koridor kararıyordu. Bu koridorda kapısı kendi içine sabit, dikey ve aralıkta demirlerle kapatılmış, karşılıklı nezarethaneler vardı. Polisler beni bir koridordan geçirirken, sağlı sollu kapatılmış insanlar demirlere kafalarını dayamışlar, sessizce bana bakıyorlardı. Yüzlerindeki ifadelerden ne düşündüklerini anlamak mümkün değildi. İlk karşılaştığım bu merak türü ve çeşit çeşit ilginç gözlemler arasından geçirilerek ileride sağda, yaklaşık 15 kişilik bir nezarethane kapatıldım. İllegal yollardan Para kazanan, bunu meslek haline getiren, yaralama yapan, cinayet işleyen, hırsızlık yapan ve daha sayamadığım birçok suçtan gözaltına alınmış kişiler vardı bu nezarethanelerde. Ne düşünüp ne hissettiğim hakkında bir fikrim yoktu. Benim orada ne işim vardı? Kimdi bunlar? Gerçek miydi, hayal miydi? Emin değildim. Yaklaşık 60’lı yaşlılarda bir kişi, başına topladığı kalabalığa sürekli bir şeyler anlatıyor, illegal yoldan hiç çalışmadan para kazanmanın inceliklerini büyük iştahla ve bir öğretmenin özgüveniyle anlatıyordu. "İki sınıf insan vardır, kardeşlerim," diyordu. "Birincisi, hiç çalışmadan keyif sürerek hayatı yaşarlar. İkinci olanlar ise sürekli sürekli çalışırlar ama çalıştıklarının karşılığı kadar keyif süremezler. Ben bu birinci kısmı tercih ediyorum, hep böyle yaşadım, asla da pişman olmadım. Evet, buralara gelip gidiyoruz, fakat bir şey olmuyor neticede çıkıyoruz," diyordu ve daha birçok benzeri nutukları’nı hiç istemsiz olarak dinlerken uyuyakalmışım. Gecenin Zeynep yorgunluğunu nezarethanenin bu karanlık hücresinde atacağımı söyleseler, herhalde çok absürt gelirdi bu bana."
Ehliyetimin de sahte olduğu, benim salakça itirafım üzerine öğrenilince beni aynı gün mahkemeye çıkarmayıp hakkımda daha detaylı inceleme araştırma yapabilmek için ertesi güne kadar bekletme kararı aldılar. Gecenin bir yarısı yarı uyumuş, yarın uyuyamamış insanları o aradaki uzun koridora ellerinde joplarla giren polisler uyandırdı. Nezarethane demirlerine ritmli ritimsiz ellerindeki joplarla vurarak, kalkın lan kalk kalk kalk kalk deyip, belli bir kritere dayanmayan seçimler yaparak, "sen, sen, sen, hayır sen değil, arkadaki sen" çıkarın bunları diyerek apar topar alıp götürdüler. Belki 10 dakika geçmişti ki, alt ya da üst kattan mı geldiğini pek anlayamadığım, fakat sanki kuyunun içinden çıkıyormuşçasına boğuk ve ağır işkence sesleri duyulmaya başladı. Kimse de zerre uyku kalmamıştı, hele bu seslerden bir tanesi öyle acılı ve içe dokunur şekilde bağırıyordu ki içime işlemiş, "Tanrım, keşke onu bırakıp beni alsalar" diye düşündürecek kadar yürek parçalıyordu.
Bu insanlara işkence yapılmaması için bir şeyler yapmalıyız, hepimiz beraber nezarethane demirlerine yüklenip tepki gösterirsek işe yarayabileceğini söyledim. Kolay para kazanma nutukçusu olan adam öyle çıkarak "bize Ne kardeşim?" dedi, yine o ünlü atasözlerimizden birini tekrarladı, "Bize dokunmayan yılan bin yaşasın." Bu, benim ruh sakatlığım ya da küçük yaştan beri örselenmiş olan duygusal hassasiyetlerimden miydi, bilmiyorum; ama bir başkasının acısına şahit olduğumda üzüntüsünü hemen yakalarım, başkasının mutluluğu ile mutlu olmaktan hep daha güçlü olmuştur bu his bende. Köşede oturmuş ağlayan birini gördüğümde gösterdiğim ilgiyi, aynı köşede çok mutlu görünen birine sebebini sorup ortak olamam onun mutluluğuna. Yine bir düğünde damadın oynamasıyla ortak sevinç duygusunu istesem de yakalayamam. Fakat bir cenaze sahibinin feryadı hüzüne boğar beni, belki bu herkes de böyledir, fakat bende çok daha etkiliydi. Birden kendimi kaybedip nezarethane demirlerini tekmelemeye başladım, ettiğim küfürlerin haddi hesabı yoktu. Nezarethane nöbetçisi gelip bana küfürler etmeye başladı. Ben de ona küfür ettim, sonra "ben sana sorarım" dedi ve gitti. Bir iki dakika sonra, 3-5 polisle birlikte çıkageldiler içeriye dalıp beni dışarıya çıkararak tekmelemeye başladılar. Ne kadar dirensem de karşımdakiler, hem kalabalık, hem güçlülerdi. Bir ikisine vurdum sanırım, sonra beni yere yatırıp jop ve tekme karışımı darbelerle ezdiler. Bir sürü küfür ediyordum ,yumruk vurana sövüyor, tükürene sövüyor, tekme atana sövüyor. Sövene sövüyordum, çok dövdüler beni, ağzımdan burnumdan kanlar gelmeye başlamıştı, sonra sürüyüp karşı nezarethaneye koydular. Bu karşı nezarethaneden bana destek olmayıp köşelere pusan ve şimdi de Halime yine ilginç gözlerle bakanlara küfür etmeye başladım. Bir süre sonra yediğim dayaktan ne küfür edecek, ne de ayağa kalkacak takatim kalmamıştı, yere öylece uzandım kaldım. Götürülenler tekrar getirilmiyor ama o yıkım ekibi belirli aralıklarla gelip yine belirsiz seçimler yaparak, "sen, sen, sen, sen" deyip birilerini alıp götürüyorlardı. Nezarethane nöbetçisi olan o şişman polis, koridorun başındaki masasından kahkahalar atarak, "Sabredin oğlum, sabredin, hepinizi sikecekler" diye bağırıyordu. Bir süre sonra, biraz olsun kendime gelmiş duvara yaslanarak yere oturmuştum, sağ kaşım şişerek gözümün üzerine inmişti, karşımdaki nezarethanedekilerle sessizce bakıştırıyorduk yine. Artık onlara sövmüyordum, aldırış edecek kafada değildim bir süre sonra nöbetçinin elinde paspasla gelmesi, bizi bu karşılıklı bakış modundan çıkardı. Yerde benim kanlarımı göstererek, koridor temizlenecek 2-3 kişi halletsin demesiyle, karşımdaki nezarethanedekilerin hemen hepsi demirlere hücum edip birbirlerini ezercesine "abi ben yapayım, abiciğim ver ben halledeyim, abi beni" gibi söylemlerle, demirlerin arasından kollarını uzatıp paspasa ulaşmaya çalışıyorlardı. En çok çalışma arzusu içinde olan da daha birkaç saat önce insanlara kolay paranın hiç çalışmadan nasıl kazanılacağı konusunda nutuklar atan o geveze şahıstı, şimdi ise çalışabilmek için öndekileri ezip, demirin arasından soktuğu kolunu omzuna kadar ileri uzatarak paspasa dünyanın en kıymetli maddesiymiş gibi ulaşabilmeye çalışıyordu. Çünkü herkes biliyordu ki o yıkım ekibi az sonra yine gelecek ve temizlikle meşgul olanlar kuvvetle muhtemel bu seçimden yırtmış olacaklardı. Çalışmak için böylesine can atan birbirlerine ezercesine mücadele veren insanlar görmemiştir hiç, babamın görmesi gereken bir manzaraydı bu. Böylesine çalışmayı seven ve bunun için can atan insanları görünce, eminim onlarla gurur duyar ve benim hiç ilgili olmadığımın görünce, beni yine tembellikle suçlardı. Hepsi, babam tarafından tanınmaya değer insanlardı. Tıpkı tahmin edilen gibi olmuş, bir sonraki yıkım ekibi yerden benim kanımı temizliyor oldukları için onları es geçmiş, bu defa yalnız beni alarak o ağlayıp bağıran çocukla yer değişimine olan isteğimi Tanrı kabul etmişti. Tanrım, bu kadar kısa sürede duamı kabul ediyordun, sana binlerce şükürdü.
Üç kişi tarafından bir alt kata indirilip 2 metrekarelik boş bir hücreye konularak kapı üzerime kilitlendi. Böylece o seslerin alttan mı üstten mi geldiğinin cevabına ulaşmıştım. Ellerimi arkadan kelepçeleyip dizüstü çöktürerek, ayak bileklerimi de arkadan sıkıca bağladılar. Yediğim dayaktan ötürü enerjim tükenmiş Hiçbir şey yapacak durumda değildim, olacaklara kendimi bırakmıştım. Eğer ip kopacaksa nereden koptuğunun ne önemi vardı? Beni bağlayanlar da hiç konuşmuyordu. Hücrede kendini bile zor aydınlatan yarı sönük bir ampul yanıyordu. Sonra gözlerimi bağladıklarında bu küçücük ışıktan da mahrum edilmiş halde bırakıp gittiler. Bana hiç vurmamış olmaları, yüzlerini görmüş olmamdan mı kaynaklanıyordu diye düşündüm. Ya da kan içinde olmama acıyıp yukarıda yediğim dayağın yeterli mi bulmuşlardı? Yer mi ıslaktı, beton mu soğuk? Bir sigaram olsa da içsem gibi düşüncelere dalmışken yine üç kişi olduklarını zannettiğim yeni birileri girdi odaya. ’Abdullah Aydın demek sen, bizim arkadaşlara ve sonra bütün polis teşkilatına küfür ettin, öyle mi? Bu hesabı nasıl göreceğiz şimdi, sence?’ dedi birisi. Anladım beni döveceklerine şüphe yoktu. Bari bacağımdaki yarayı koruyayım düşüncesiyle onun sorusuyla hiçbir alakası olmayan bir cevap vererek, ’Bacağımda yara var, lütfen bacağıma vurmayın,’ dedim. Aynı ses öyle mi diye cevap vererek yanındakine, ’Ulan Arif, bacağında yara varmış. Abdullah’ın duydun mu?’ dedi. Ben dayağa ta çocukluktan antrenmanlı bedensel işkenceye ise alışkındım, ancak bacağımı alacağım bir darbenin yarası da acısı da bende belki aylarca kalıcı olacaktı. O sebep bacağım en hassas noktam, gözümden çok sakındığım kalbimin attığı bir alandı sanki. yaranın nasıl olduğunu sordular. Askerde olduğunu o bölgeye alacağım darbenin benden doğuracağı etkileri ve hastalığımı anlattım. ’Ulan Arif, dedi yine yanımdaki aynı polis. Duydun mu, askerde olmuş. Biz o dönem Antalya’daydık. Demek biz sahillerde am sikerken, bu çocuk dağlardaydı. Hem Gazi sayılır, bırakalım. Yeterince zaten dövmüşler bizimkiler baksana. Her yanı kan olmuş,’ dedi. O ana kadar hiç konuşmayan Arif de konuya girerek, ’Evet, doğru söylüyorsun. Ben bu adama vurmam, peki ya da tam olarak nerede gösterebilir misin, güzel kardeşim?’ dedi. Dizüstü çöktürülmüş, ellerim bileklerimden bağlı ve arkadan kelepçeli olduğum için pozisyonum itibariyle ellerim yaraya çok yakındı. Parmağımı tam yaramın üzerine koyarak, görmediğim yaranın tam noktasını gösterdim. Arif de tam o bölgeye elini koyarak, ’Burası mı? Vah kardeşim benim geçmiş olsun. Yazık, sizin gibi gencecik insanları gönderip oralarda heba ediyorlar. Büyük geçmiş olsun,’ dedi. Bunları o kadar samimi ve içten gelen bir ses tonu ile söylemişti ki tüm duygu ve duyarlılık kapaklarım yine ardına kadar açılıvermişti. Doğal olarak bir anda gevşemiş kastığım vücudumu, duygularımın yumuşaklığının ayarına getirivermiştim. Ve işte tam da o anda botunun sert ucuyla yaranın üzerine olanca kuvveti ile tekmeyi indirdi bir tanesi. Bir ses duydum o anda, çok yabancı bir ses, başka bir dilde, başka tonda. Bu dünyaya ait olmayan bir ses, sanki hayatın başıyla sonu yankılandı kulaklarımda. Sonra yine o ses ve bir ışık vurdu gözüme. Geceleyin gündüz aydınlığından yapılmış, bu dünyaya ait olmayan bir ışık parladı sanki gözlerimde. Edilen ana avrat küfürleri tıpkı o çocuğun sesini duyduğum gibi uzak ve derinden duyuyordum. Durmadan küfür ediyorlar, küfür ettikçe tekmeleri tekrar tekrar aynı bölgeye indirmeye devam ediyorlardı. Yorulup hızlanan nefes alış verişlerini ettikleri küfürlerden daha yakın duyuyordum, kuyunun dibinden küfür ediyorlar, kulağımın içinde nefes alıyorlardı sanki. Bana acımasızca vurmuyor vurur gibi mi yapıyorlardı çünkü zerre acımıyordu canım, bir başka haldi benim hissettiğim. Tekmelerin aralıksız üzerime düşüşünü ılıman bir havada zararsız dolu bahaneleri gibi algılıyordum. Yine o ses, bilmediğim tonda, her şeyden net ve her şeyden belirsiz. O ses ve evet, bana vuruyorlardı. Kuyunun dibinden bağırışıyorlardı, ’Yeni bir sakatlık yaratma,’ diyordu birisi. ’Sağlık raporunu okudum, sağ bacağında yara ve şişlik olduğu morluklar olduğu yazıyor oraya ağırlık ver, sadece oraya vur". Yani tam da kalbimin attığı yere...Sanıyorum bu üç kişiden biri hiç vurmadı bana. Onun içerideki varlığını kokusunu hissettiğim yoğun sigara dumanından algılayabiliyordum. O sadece izliyordu. Diğer iki kişi ise sürekli tekme tokat yumruklar atarak, sürekli işkence gayretindeydiler. Fakat onlardan çok, o beni sigara içerek izleyen ve bana vurmayan kişinin tavrı batmıştı bana. Keşke o da vursaydı diye düşündüm o anda, böylelikle insan olmaya daha yaklaşacaktı sanki gözümde, bir süre sonra artık yorulmuşlardı. Bunun gittikçe kısalaşıp sıklaşan nefeslerinden anlamak güç değildi. Yer kayganlaşmıştı ve iki dizim de artık tekmeye lüzum kalmadan kayıyordu. Fakat hala acı yoktu, sorgu sual yoktu, benden öğrenmeleri gereken bir devlet sırrı yoktu. Sırf zevk için acımasız bir işkence vardı. Baba beni kurtar desem, Baba yoktu; anne desem, o da yoktu. Tanrım sen kurtar desem, O da yoktu. İşkenceye dayanabilmek için en güzel şeyleri düşünmesi gerekirmiş insanın. Ben hangi güzel şeyleri düşünmeliydim? Aradım düşündüm çok düşündüm. O durumda ne kadar düşünülebiliyorsa, o kadar düşündüm. Beni mutlu edecek, tek bir anı bile bulamadım, ve o zaman ne kadar iğrenç bir yaşamın olduğunun bir kez daha farkına vardım. Hayatımın Ne mutlu bir gerisi vardı ne de umutlu bir ilerisi. Bir ben vardım ve orada o durumdaydım."
Arif arada bir küfürü kesiyor" konuşsana lan diyordu bir şey söyle" sonra tekmelemeye başlıyor sonra küfürle tekmelemeyi aynı anda keserek yine konuşsana lan konuşsana lan cümlesini diline pelensek ederek tekrar tekrar tekmelemeye başlıyor cevap vermemem ve bu işkenceden eline bir şey geçmediğine sinirleniyor tekrar işkenceye başlıyordu. Ruhumla bedenimin bağı kesilmişti, o hücrenin içinde benden birkaç tane daha olduğunu hissedebiliyordum, onları göremiyor onlara dokunamıyordum bu doğru lakin onlar bana dokunuyor beni görüyorlardı. Bayılmam lazım gelen yegane andı, verilen ilaçlar sebebiyle ağır uykuya daldım çok olmuştu fakat hiç bayılmamıştım. İnsanlar nasıl bayılıyorlardı? ne güzel olurdu o an bayılmak, bir süre içinde olsa bu çirkin dünyada yoksun ne kadar güzel. Bayılmadığım gibi bayılana kadar beni dövmedikleri için de hayıflandım, belki de bayılmamı istemedikleri için ayarında tutmuşlardı bu işkenceyi. Ah ulan Arif evet maalesef seni görememiştim göremiyordum ama öte taraf diye bir şey olsaydı eğer milyonların içinde ya bana Parlar ya kararırdın, ama artık öte taraf fikrinden ve bu inanıştan da kopmuştum. Öte taraf diye bir şey yoktu olamazdı, yerin göğün jandarması her şeyi görüp bilen O büyük Tanrı, eğer gerçekten var olsaydı o küçük hücreyi ve bana yapılanı göremez miydi, bunu engellemez miydi? Beni yeterince dövdüklerinden emin olduktan sonra odadan çıktılar, anlımı betona koymuştum, dizlerim hala kayıyor onları bir arada tutmaya gücüm yetmiyordu vücudumda enerji adına bir şey kalmamıştı bitiktim. Dizlerimi bir gayret birleştiriyor sonra yerdeki kanımın ıslaklığında kayarak tekrar ayrılıyorlardı, yeni doğmuş bir buzağının ilk ayağı kalkıp yürümek ve ayakta durabilmek için mücadele vermesi gibiydi oradaki durumum. sürekli dizlerimin ayrılması ayak bileklerimdeki bağlı ipi geriyor ve tekrar tekrar toparlanmaya çalışsam da dermanım tükenip yine aynı hali alıyordum. Ağzım yüzüm kan içindeydi, belli bölgelerimde bu kanların kuruyup kalıplaştığını hissedebiliyordum. Kendine ait olmayan kanları diğer yaralarım da kucaklıyordu sanki, onlar bile ne şefkatli ne insaflıydı. Yine vücudumun farklı bölgelerinden betona Akan kanlarımı secde halinde alnım yerde kutsuyor gibiydim. Tanrı var mıyız acaba ve ben Tanrı’nın belirsiz adreslerine yalakalıklar göndererek dua mı etmeliydim? ne istemeliydim ki artık ondan? keşke kendimi öldürebileceğim bir imkan olsa dedim, keşke beni öldüresiye kadar dövselerdi hani bir düğme olsaydı basınca öleceksin hiç tereddüt etmezdim hiç. Kaygısız tek bir yaş gün yaşamadım ben -tabii uyuşturucu kullandığım zamanlar hariç, hiçbir şeye sahip olmamıştım şu her şeyin olduğu dünyada. Kendini öldürmek günahmış öte tarafta intihar edene olmadık eziyet varmış cennete gidemezmişsin olsun. Ben eziyete bu dünyadan oldukça antrenmanlı değil miydim, orada sürekli tazelenen derin yanacakmış, benim burada her gün ruhum, bedenim, ciğerim yanmıyor muydu? ne zalimler görmüştüm ben, o zebaniler bana Ne yapabilirdi. Melekleri hiç görmesem de olurdu cennette istemiyordum Yeter ki bir yere varılsındı yorulmuştum artık. Daha yaşamak istemiyordum günaha ya da sevaba bulaşmak istemiyordum, bir günün doğuşunu daha görmek istemiyordum, al beni tanırım dedim eğer gerçekten varsan al beni, şu andan sonra kazanacağım bütün sevapları kafirlere hediye ediyorum, günahıma eklenebilecek günahları da şu an itibarıyla artık senden bilirim bilesin bunu dedim. Ben gelecekteki sevaplarımdan tüm içtenliğimle feragat ederken sen , öte tarafta bana yok senin daha işlemen gereken sevabından çok günahlarım vardı zarar ediyorum diye açıklayamazsın bana bunu dedim. Bugüne kadar kimsem yoktu benim bir sen vardın sanıyordum eğer bugün şimdi canımı almazsan artık sen de olmayacaksın benden buraya kadar biliyorsun, eğer almıyorsan canımı bundan sonra işleyeceğim günahlarında tek sorumlusu sensin dedim. Bekledim, bekledim,bekledim, ne kendi gelmiş ne azrailini göndermişti. Tanrı o odada orada olmalıydı belki ben bunu hak ettiğim için değil,bir insan hatırı için iyi taraflarım için saf duygularım için peygamber için Allah için orada olmalıydı, ama yoktu demek ki Allah diye bir şey yoktu. İçim öyle yanıyordu fakat çok istesem de ağlayamıyordum hüzün ve acı doluydum ne kadar kimsesiz ne kadar yalnızdım. Evet Allah ya da tanrı yoktu Her şeyimizin farkında olduğuna kendinizi inandırdığımız bir hiçlik psikolojisinin türettiği kendimizi var gibi saymanın bir süper egosuydu sanırım Tanrı. Hatta bunda o kadar tavan yapmıştıkki her hareketimizi önemli ve özel kılmakla kalmayın tabiatı oldukça küçümseyerek, bizim için bir oyun alanını yapay bir park atlet etmişiz doğayı. Milyonlarca yıldızı bulunan orta boy bir galaksinin çevresindeki bir yıldızın üçüncü gezegeninde yaşayan milyonlarca türden biriydik, ki bu galaksi ise evrende var olan milyarlarca galaksiden biriydi, 100 milyarlarca yıl evvel oluşmuş bu devri devran’ın dünkü dinlerin iddiasıyla evvelsi gün ortaya çıkmış insan için hazırlanmış olduğuna kanaat getirip içgüdülerimize yenilerek aklınıza açıkça ihanet etmiştik. Hiçlik korkumuz yüzünden o kadar narsistleşmiştik ki tüm bu evrenin tüm devranın en kıymetlisi yapmıştık kendimizi, atacağımız her adımın biz daha hiç iken dünyada çakılı olduğuna inanmamız yetmezmiş gibi, milyarlarca ışık yılı ötedeki evrenleri bizler için bir neden, bizim için var edildiğine kanaat getirmiştik. Keşke dünyanın dışına çıkıldığında tanrıyla karşılaşsak bizi hemen geri ibadete kovalasaydı Dünya dışında da artık görünmediğini biliyorduk, sahi eğer gerçekten varsa neredeydi bu Tanrı? Kesinlikle o yoktu, maneviyatım çökmüş gövdem ise acılar içinde bir derin çaresizlik çukuru dibine düşmüştüm.
Sabaha kadar kendi kanımda öylece secdede kaldım. Odaya girip kafama yarım kova su dökenler, tıpkı tütün dizerken uykuya daldığımda Aşkın amcamın yaptığı gibi ruhumu bedenimi değil benden bağımsız bir et parçasını ıslatıyorlardı. Hiçbir şeye tutunamayışıma aldırdığım yoktu, bedenimi öylece götürüp çöpe atsalar ne güzel olurdu. Gözlerimdeki bağı başka polisler açtı, ışığı gördüm. Lakin kandan başıma yapışmış bağı, sanki benden bir parça gibi söktüklerinde değil, bacağıma ilk tekmenin indiğinde görmüştüm bu ışığı. Yürüyemiyordum, koluma girerek beni lavaboya götürdüler. Kanlarımı yıkarken gözlerimden yaş gelmeye başladı. Ne yürek sıkışması, ne boğazıma saldıran o yengeç, ne zihnimde bir çukur açılmıştı. İnsan gibi ağlıyordum neredeyse. Artık ne kadar insandım bilemiyorum. İnsanlıktan çıktığımda mı insan gibi ağlamayı becerebiliyordum, hiçbir şey düşünemiyordum. Kuvvetli bir baş ağrısı ve başta bacağım olmak üzere vücudumun değişik bölgelerinden gelen sızlamalar hissediyordum. Sonra beni bilgisayar başında oturan bir polisin karşısına oturttular, ifademi alacaktı. Oraya ilk geldiğimde verdiğim ifadenin aynen geçerli olduğunu söyleyebilecek dermanı zor bulabildim kendimde. Sonra sağlık kontrolü için Şişli Etfal Hastanesi’ne götürüldüm, emniyetteki işlemlerimin bittiğini ve mahkemeye sevk edildiğimi söyledi. Bacağım o kadar şişmişti ki pantolon çıkmıyordu, o sebeple doktor zaten ilk raporumu da göz önüne alarak bacağımdaki sıkıntıyı bildiğini söyleyip kafam, gözüm yara içinde olmasına rağmen darp-cebir yoktur diye rapor verdi. Bu raporlar ne içindi? Hiçbir fikrim yoktu zaten, bilsem de tepki gösterecek halde değildim. Kaldı ki dış yaralarıma rapor verse ne olurdu? Ya iç yaralarım? Onların bir rapor biçimi var mıydı? Doğruydu, ortada darp yoktu elverişli bir yerden hayata tutunabilecek neyin varsa tekrardan budandığı, psikolojik, ruhsal bir cinayet, ölmemiş olan ölü vardı ortada. O küçük odaya başka biri girmiş, çok başka biri çıkmıştı. O odada çok şey kaybetmiştim, çok şey de kazanmış, içimde yığınla ölü vardı o gün tüm maneviyatım uçup gitmişti. Bir başınalığım yüzüme çok sert bir şekilde çarpılmıştı. O hücreye giren Abdullah, bir daha çıkamayacaktı. Ona ben bile yardımcı olamayacaktım, kim bilir belki buna ben dahi müsaade etmeyecektim. Savcının karşısında bitiktim, robot kadar hissiz ve duyarsızdım, zor ayakta duruyordum. Polisteki ifadem aynen geçerlidir dedim, çünkü o ifade tüm gerçekleri içinde barındırıyordu. Sabıka sicil kayıtlarım gelmişti hatırlattılar, sabıkalıydım. Köyde birine ateş etmiş, yaralamış, hapis yatmıştım. Nuri amcam geldi aklıma ve o çocukluğum, savcının karşısında o çocukla ben bambaşka kişiler olarak duruyorduk. Tutuklanmam talebiyle mahkemeye sevk edildim. Zeynep ile Neşe, sahte kimlikli çıkmam üzerine ifade ve iddialarını daha da derinleştirmişlerdi. Sahte kimlik düzenleyerek İngiltere’de yaşayan bir doktorun rolüne girmiş, bu tezgahı onlardan para sızdırmak için planlamış, çıkar sağlamıştım. İngiltere’deki paramı çekemiyorum ve kredi kartlarımı kaybettiğim yalanıyla sürekli onlardan paralar almıştım. Onların şüphelenmesi üzerine şikayetleri neticesinde, İngiltereli bir doktor olan aşkını Atmaca değil de Abdullah Aydın adında ilkokul mezunu bir çiftçi olduğum anlaşılmıştı. Sahte kimliği sırf onları dolandırmak amacıyla düzenlemiş, suçuma profesyonellik kazandırarak ikna etmiş, manevi olarak da telafisi zor zararlar vermiştim. Bu sebeple en ağır şekilde cezalandırılmamı talep ediyorlardı, ikisi de şikayetçiydi. İnsanları mutlu edersen onları en iyi varlıklar haline getirmiş oluyordun, mutlu edemediğin durumda başına gelecek olan da buydu. İkisi de hiç takılmadan gerçekmiş gibi o kadar yalan söylüyorlardı ki, şaşkınlıkla seyrediyordum. Köydeyken nuri amcamın suçunu üstlendiğimde, mahkemeye girmeden önce benim ezberlediğim ifade tutanağından daha çok çalışmışlardı ifadelerine. Çok farklı insanlar olmuşlardı, güzellikleri tiksindirici geliyordu gözüme artık. Zeynep’in dimdii ve tüm heybetiyle öne çıkardığı güzel göğüsleri bile diken gibi battı bana. Onlar ne çirkin şeylerdi, kadın memesinin gerçek yapısı geldi gözümün önüne. Yağımsı birikinti içinde yüzen annelik hücreleri topluluğu.. Suçlananın/ erkek olduğu durumlarda bazı kadınların seslerinde sezilen gizli melankoliden yoksun, soğuk bir çınlama duyarsınız. Böyle hallerde kurban olduğundan daha beyaz, katledense siyahtan çok, çok öte karanlıktadır. Onları da anlıyordum, zaten sorun onlar için de, benim için de hiçbir değeri olmayan para değildi. İngiltereli doktor değil de köylü inek çobanı Abdullah çıkmamı hazmedemiyorlardı, kristal vajinalarına benim çamurlu penisimin girmiş olmasıydı asıl mesele. Sırf bu yüzden alakasız yalanları gerçekmiş gibi anlatarak, oldukları yerde histerik semptomlarla zıplıyorlardı.
Bir şekilde bu cahil pis köylü en ağır biçimde cezalandırılmalıydı ki yerkürenin elit ve medeni sakinleri rahat edebilsin. Hakim amca, onlar konuştukça "Yaz kızım, yaz kızım" diyerek katibe hanıma direktifler veriyordu. Neden bunlar hep kadın oluyordu? Nuri amcamın suçu için mahkemeye ilk çıkışımda da yine bir kadın vardı, sonrakilerde de hep kadın görecektim... Neden bunlar hep kadındı? Hiç "Yaz oğlum" diyeni görmeyecektim. Aptal aptal dikiliyordum, ne konuşuluyor ne yazılıyor, hiçbir şey anlamıyordum. Hakim amcanın ansızın "sana diyorum Abdullah Aydın" demesi ile zihnim mahkeme salonuna geri döndü. Sorduğu sorulara olan biten her şeyi gerçek bir şekilde ifade ederek cevaplar verdim. Tutuklanacağıma eminim bir an önce cezaevine gidip ranzama yatarak dinlenmek istiyordum. Hakim amca, bu iki üniversite mezunu 2 kadının benim gibi ilkokul mezunu biri tarafından kandırılamayacağının kanaatine varmış ve delillerle iddiaları aynı potadan geçirdiğinde mantıklı olmayan birçok yanı görmüş olacak ki olmaz olan olmuş. Asılsam normal karşılanacağı muhakkak olan şikayetçileri de şaşırtmış, beni tutuklama bile gereği duymadan serbest bırakmıştı. Üstelik beraat kararı vermişti. Tek arzum bir an önce uyumaktı, bu cezaevi bile olabilirdi, kendimi de ona göre ayarlamıştım. Serbest bırakıldığımı dahi salon dışına çıktığımda polislerin bana tekrar kelepçe takma gereği duymamalarından anladım. Evet, serbesttim fakat bitiktim bacağımı hiç hissetmiyordum, hiç param yoktu. En yakın hastaneyi sorup yürümeye başladım. Yine nereye gittiğimi bilmeden bomboş yürüyordum. Bu kaçıncı, bilmiyorum ve daha kaçıncı olacaktı. Karşıma bir hastane çıktı, bacağım geldi aklıma, acile girdim. Bacağım o kadar şişmişti ki pantolonumun paçasının çıkmasına imkan yoktu, makasla kesilmesi gerekti. Yaraya bakacak cesaretim de yoktu. Bir çirkinlik daha görmek istemiyordum, gayet temiz yüzlü bir doktor bacağımın çok şiş olduğunu, yarayı görebilmek için pantolonu çıkarmanın mümkün olmadığını. O sebeple pantolonun paçasını makasla keseceğini söyledi. Tamam dedim, yarayı açtığında yüz çizgilerinin aldığı o tiksinti, yaralarımın detaylı haritasını doktorun yüz hatlarında görmemi sağlamıştı. O anda bir şey daha fark etmişti: yüz kıvrımlarımızı oluşturan o esnek çizgiler sırf ağlamaya, gülmeye değil aynı zamanda tiksinme haline de eşit derecede hizmet ediyordu. Baçağımın çirkinliğine direkt bakma gereği duymadan, mevcut durumunu doktorun yüz hatlarından anlaşılır şekilde kavrayabilmeme yardımcı oldukları için, insanın yüz hatlarının bu kadar kıvrak olmalarına aldırmamıştım. İnsan kötü bulduğu şeyleri bile işine yarar ölçüde fayda sağladığında nasıl da yadırgamaz olabiliyordu. Yenilenen pansumanım ve belden aşağısı tamamen kesilmiş olan pantolonumla yakınlarda oturan bir kuzenime doğru yola çıktım, berbat bir haldeydim. Bacağımda o kadar acı vardı ki üzerine basarak yürümek, çiviler üzerinde zıplamak kadar acı veriyor ancak inadına sağ bacağımdaki yaraya yüklenerek yürüyordum. Sadistçe bir zevk alıyordum bundan. Ne kadar yürümüştüm bilmiyorum ama sokağın birinden ansızın çıkan kalabalık koşuşturarak üzerime doğru geldi, arkalarından da aynı kalabalıkta polisler koşuşturuyordu. Kaçanların bazılarının ellerinde şişeler ve bu şişelerin ucuna bezler bağlanmış, yakılmış olarak koşuşturduğunu gördüm. Bu alevli şişeler, benim köyde salyangoz toplamak için kullandığım aparatın aynısıydı. Polislere doğru atıyorlar, sokağa hatta dükkanlara atıyorlar. Şişe kırılınca ucundaki yanan benzinli bez, şişeden dökülen benzini tutuşturuyor, düştüğü yeri bir alev topuna dönüştürüyordu. Evet bu benim köyde salyangoz topladı aparatın aynısıydı yani molotof kokteyliydi. Anladım ki hiçbir alet zararlı değildi, kendi başına silah bile masumdu. İnsan zararlıyı yararlı; yararlıyı zararlı hale getiren. İnsandı bu, her kötülüğü yapabiliyordu, her iyiliği yaptığı gibi. Masumları ağlatırken bazen, bazen ise bir karıncayı bile ezmiyordu. Bu bir karıncayı bile ezmemek üstelik buna -bile -eki eklemek de ne demekti? Karıncanın küçük olması, onun da bir can taşıdığı düşüncesini unutturuyor muydu? İnsanlara iyiysek, bir karıncayı -bile- ezmiyorduk. Ne kadar saçmaydı ve ben böyle saçma sapan şeylerle zihnimle uğraşarak, kuzenimin evine saatler sonra varabildim."
Geceyi Kuzenimde yaralarımın ızdırabıyla hiç uyumadan sessizce inleyerek geçirdim, sanırım ruhumun birazı bedenime geri dönmüştü, o yokken acı da yoktu. Keşke hiç dönmeseydi, zaten ne işime yarıyordu ki? Bekar evinde kalan kuzenim ertesi sabah ikimizin de dikiş dikmekten anlamaması sebebiyle bana yakınlardaki bir terziyi tarif ederek pantolonumu diktirmek için bütün parası olan 12 lirayı verdi. Pantolonumu diktirdim ve Ortaköy sahili’ne inip denizi, vapurların, martıların, camilerin içimde ölen birçok şeye inat şehrin tüm canlılığını seyrettim ve tekrar yürümeye başladım. Bacağım yine olağanın çok dışında şişmiş, pantolonum terzinin diktiği yerden ayrılıvermişti. İnsanlar gencecik bir adama olmama rağmen bu ağır aksaklığım yanında, tek paçamın da yırtılmış sallanan haline merakla bakıyorlardı. İnsanımız görsel olarak kendinde tam olanı bir başkasında eksik olduğunu gördüğü zaman gözlerini o eksikten alamıyorlardı. Kazaları, intiharları en yakından görme arzusu hatta mümkünse intihar eden adamla son bir selfie çektiremedikleri için hicap duyuyorlardı. Bizim insanımız böyleydi, ve daha birçok saçma sapan saptamalarla yürüyordum, garip garip düşünceler doluyordu içime, bilincim zaten sakattı ama şimdi eskisinden çok daha sakatlanmıştı. Yolun karşısına binbir zorlukla geçebilmiş, tekrar yine ayağımdan sarkan yırtık paçayı toparlayarak başımı yerden kaldırdığım anda bir büfe önündeki gazete standında kendi fotoğrafımı görür gibi oldum. Hayal mi görüyordum, gerçek miydi ilk başta ayırt edemedim. Yaklaştım, yaklaştıkça daha da belirginleştim, daha da sokuldum. Evet, bendim oradaydım, hiçbir şeye şaşırmama sözümü tutabilmeme imkan yoktu. Türkiye’nin en büyük gazetelerinin birinde manşetteydim, fotoğrafımın hemen altında kocaman harflerle "Sanal Kazanova Yakayı En Sonunda Ele Verdi" yazıyordu. Gazeteyi stanttan aldım, ödemesini yapmak için büfeye giriyordum ki bir başka gazetede daha fark ettim kendimi ve artık diğer gazeteleri kontrol etme isteğim olağandı. Bütün gazetelerde vardım, 2 gazetede günün haberi ikisinde ise manşettim. Bu gazetelerin hepsini alacak param olduğu için kendimi şanslı ve zengin hissetmiştim. Aynı fotoğrafları kullanarak her biri ayrı ayrı yalanlarla süslemişti sayfalarını. mesela Türkiye’nin halen çok güvenilen büyük gazetelerinden biri aynen şöyle diyordu "kendini Amerikalı oktor Aşkın Atmaca olarak tanıtarak İstanbul’un Seçkin zengin kadınlarıyla arkadaşlık kurup onları aşk tuzağına düşürerek yakışıklılığı sayesinde yüzbinlerce lira dolandıran Abdullah Aydın’ın, gerçekte ilkokul mezunu bir çiftçi olduğunu öğrenen zengin kadınlar ona hediye ettikleri villa arabaları ve verdikleri yüz binlerce lirayı geri alabilmek için mahkemelere başvurdular. Polis kendilerine yapılan bir ihbarı değerlendirerek kendini zengin gibi tanıtıp aylarca yaptığı sıkı takip sonunda Abdullah aydın’ı bir internet kafede suç üstü yakalamıştır".. o kadar çok param ve villam var polis beni nasıl internet kafede yakalıyor çok ilginç gelmişti bu haber bana sonra hediye diyen villalar? Gerçekte ise benim akşama gidebileceğim Bir evim bile yoktu kuzenimin gecekondusundan başka. Ya hediye araçlar? Şişmiş bacaklarıma olmadığı için artık topuğuna bastığım ve içleri gördüğüm şiddetten kaynaklı kan izleriyle dolu ayakkabılarım ve yırtık pantolonumun kapamaya çalıştığı bacaklarım mıydı Beni taşıyan lüks araçlar? Peki ya yüzbinlerce lira? kuzenimin verdiği 12 liradan 4 lira terzi parası ve 5 gazeteye ödediğim parayı düştüğümde kalan miktar neyse yüz binlerce liradan kalanda oydu cebimde sanırım. Gazetelerde bazı sanatçıların magazin haberleri çıkar Bu sanatçılar ısrarla haberin yalan olduğunu söylerlerdi, ben ise böyle durumlarda "hadi lan oradan koskoca gazete yalan haber yapar mı" diye yorumda bulunurdum. Oysa ki ne kadar haklılarmış, insanın kendi hakkında umuma açık yerlerde iftiraya uğrayıp kendi yalan haberini bir gazetede okuması kadar pis bir duygu yok sanırım. Polisler cüzdanımdan aldıkları fotoğraflarımı başına servis etmişler, basın ise afyon’daki Sunay ile yan yana olan fotoğrafımı beni sansürsüz ama sunayın gözlerine siyah bant çekerek basmış " işte sosyete kadınlardan biri de bu ve kendisi beni de en az 400 bin lira dolandırdı davacıyım "diyor diye de onun adına konuşarak haberi daha da süslemişlerdi. Gazetelerde oluşuma ve o kadar yalan habere üzüldüm aslında, ama kendimi gazete manşetlerinde görmek de bir muziplik yüklemişti bana. Ünlülerle aynı duyguyu paylaşmıştım ve artık benim de manşetlerde yalan haberlerim vardı..
Rezil olmuşum gibi de hissetmiyordum, gerçeğin ne olduğunu en iyi ben biliyordum, vicdanen rahattım. Eğer vicdanın seni arıyorsa, hiçbir yer güvenli değildir. Zaten benim çevremde kimse gazete okumazdı, kim görecekti ki bu haberi? Ancak öyle olmadı, genelde hiç gazete almayan biyolojik baba o gün gazete alacağı tutmuş ve oğlunun reklamını tüm çevreye yayarak "Bak, görün! Aslında onu dışlamaktan ne kadar haklıymışım, değil mi?" diyerek aleme bu haklılığını yalan haberim sayesinde kanıtlamaya başlamıştı. Oysa ki daha birkaç hafta önce bana evini satmak için arayan insanlar koyuyordu hayat böyleydi işte. O çok mutluydu o gün sanırım, Ben ise kendimi bir şey hissetmiştim, iyiye yakın, kötüye orta derecede bir şey."
Yaklaşık 20 gün kadar kuzenim Veysel’de kaldım, dinlendim, ağrılarım biraz olsun dinmişti, fakat yaralar hâlen duruyordu. Eski sokak arkadaşlarımdan biri, Taksim Sıraselviler Caddesi’nde 1001 isimli birinci sınıf bir travesti kulübünün güvenlik amirliğini yapıyordu. Yine Taksim’de küçük bir dairesi vardı, onunla takılmaya başladım. Yürümekte zorlanıyordum, fakat daha iyi sayılırdım. Bacağımdaki yaralar o tekmelerden sonra çoğalmıştı. Her gün kendi pansumanımı tazeliyordum. Aynı o yaralar gibi, psikolojik yaralarım da çoğalmıştı. Bana işkence eden polisler elbette ki beni çoktan unutmuşlardı, fakat ben de bırakacağı izler kalıcıydı.
Ayşe ile arada konuşuyorduk, Sunay ile de öyle. Sunay’ın kendi fotoğrafının da benimle birlikte gazetelerde zengin sosyete olarak çıktığından haberi yoktu. İşlerimin biraz bozulduğunu söyleyerek ona gelmem için ısrarlarını ve ateşli özlem çığlıklarını geçiştiriyordum. Ayşe ile de arkadaş gibi olmuştuk. Hal hatır sorma ötesinde bir şey konuşmuyorduk. Soğumuştum ondan ve gönlüm ona saygı duysa da sevgi üretmeyi sürdürmüyordu.
Zeynep ve Neşe’ye gelince, ikisini de hiç aramamıştım. Bana onlara verdiğim maddi zararın 1000 katı manevi zarar vermiş olsalar da öfkem yoktu onlara karşı. Tazminatımı alınca arayıp neşeye olan borcumu gönderecektim. Belki onlar da beni unutmuşlardı, ama ben hiç unutmadım.
Bir akşam evde alkol alıyordum, sıkıldım, kafamı dağıtmak için dışarı çıkmaya karar verdim ve arkadaşımın güvenliğini yaptığı travesti kulübe gittim. Bu kulüp, benim de arada uğradığım bir yerdi. Travestiden çok kadın müdavimi olan, sadece seçkin müşterilerin girebildiği bir kulüptü. Burada öyle travestiler vardı ki yanlarında birçok kadın, travesti gibi görünürdü. Arkadaşım mekanda yoktu, ben de içeriye gidip bir masaya oturdum.
İç cinsel tercihini bedenine de uydurmak için cerrahinin hünerli elleriyle sorunsuz şekilde operasyonlar geçirmiş Sahra takma ismini kullanan bir travestinin ateş istemesi ile başlayan sohbetimiz masama oturmasıyla devam etti. Tüm ayrıntılarını gereksiz bir özenle inceliyor, kusur arıyordum. Gerçekten kusur görünmüyordu, çıt kırıldım tavırlarında erkeksi bir parça bulmak imkânsızdı. Her halinde kadına dair olmayan yön arama ve anlamsız özenle gözlem çabasına girmeme rağmen kulübün o küçük açıkları da gizleyen loş ışıkları altında tepeden tırnağa tam bir dişi gibi görünüyordu. Evet, onun kesinlikle kusuru yoktu. Aslında insanda kusur bulmaya çalışan bakış açısının kendisi kusurluydu. Ortada kusur varsa, bu kusur herhalde o anda bana aitti. Her ne kadar onların farklı cinsel tercihlerini anlıyor olsam da, bedenen orijinal erkekten dönüşümlü oldukları gerçeğini aşıp bir travestiye cinsel dürtü duymam söz konusu bile değildi. Ruhsal olarak olabildiğince kadınsı ve dişi olsalar da, erkek bedeninin alt yapısal orijinalliğini görmezden gelip, onları gerçek bir kadın gibi görebilmem olanaksızdı. Ben kadınları seviyordum, orijinal kadın.. Muhakkak ki bir erkeğin bedenine sahip olmaları o bedeni tanıma, nelerden hoşlanacağını bilme, anlama, her haz noktasını tam bir nokta atışı ile tespit edip O noktaya yönelebilmek gibi avantajları vardı. Travestileri erkeğin ne sevip neleri isteyebileceğini kendilerinden biliyor olma üstünlükleri vardı. Sırf bu avantajlarının çekimine kapılan ve onlara hayran yığınla erkek peşlerinde koşturup duruyordu. Birçok kadının sekste kendini uzman gördüğü noktada, onlar adeta profesör bile sayılabilirlerdi. Ne kadar kadınsı gözüküyor olsalar da, benim için erkek ve tamamen hem cinsimdi. Onlarla aynı yatağa girip sevişmek, benim bakış açımdan insanı seksten soğutan itici bir düşünceydi. Ha, pala bıyıklı, koca göbekli, kıllı bir erkekle öpüşmüşüm ha, en güzel travesti ile hiç hiç farkı yoktu gözümde. Ancak, bununla beraber travestilere karşı pek ön yargım da yoktu. Hayat onlarındı, tercih onların,nasıl istiyorlarsa öyle yaşamaları herkes gibi en tabii haklarıydı. Sahra’ya açtığım bu net ve açık düşüncelerimi ifade etmem onda ilgi uyandırmış, beklentilerden uzak insanca tavrım birbirimizin dilinden anlayan ortak samimi bir diyalog biçimi oluşturmuştu aramızda. Hemen yan masamız da gayet yakışıklı bir çocuk ız arkadaşına ilanı aşk ediyor, onu ölümüne sevdiğini haykırıyor "sevgilim canım benim senin eteğini elden bırakmam bilsen sana seninle bile nasıl hasretim" diyordu. Ve bu kızın başından gülleri bir şölen havasıyla döktürüyor başta o kız olmak üzere onları hayranlıkla izleyen herkesin takdirini ve alkışlarını tezahüratlarını kazanıyordu..
Etkili söylemleriyle kadına adeta taç giydiriyordu. Kadında da tüm kulübün gözü önünde iltifatlara boğularak, ayaklarına kapanılan mutlu insan olmanın havalı olduğu kadar haklı sevinci vardı. Bu gururu gözlerindeki ışıltı yoluyla her yana yansıtıyordu.
Hissettiremediğin durumlarda sevgi, aşk ve benzeri duygular dildeki tüm kullanış biçimleri ile yetersiz ve yersiz kalır. Bu çocuk sevmekle kalmıyor sevgisini sanki dünyaya duyurmak için her tavrıyla çığlık çığlığa bağırıyordu. Herkesin takdirini toplamıştı.
Yaklaşık 5 dakika kadar süren bu mutlu tezahüratlar bitmiş ve kulüpteki insanların onlara olan ilgisi de dağılmış, herkes kendi masasında bulunan insanlarla sohbetlere dalmıştı.
Yarın sarhoş olmuştum. Masamız belli belirsiz bir şekilde titremeye başladı. İlk olarak, Sahra’nın bacağını masaya vurduğunu zannettim. Sonrasında, sadece bizim değil tüm masaların titrediğini ve herkesin benimle aynı şaşkınlıkta sağa sola baktığını gördüm. Sanki hemen alt katımızda büyük bir makine dev gibi bir gürültüyle çalışıyor ve onun bu gürültüsünün basıncı ile zemin titriyordu. Bu titreşim daha da artarak bardaki şişeleri ve bardakları devirmeye başladı. Kulübün tepesinde asılı duran yuvarlak ve kocaman bol ışıklı lamba dahi sallanıyordu. Hemen herkes masasından kalktı ama hareket etmiyorlar ne yapacaklarını bilemez halde duruyorlardı kimse bunun ne olduğunu anlam veremiyordu.
Sonra bir iki kişi ağır adımlarla kulübün çıkış kapısına doğru ilerlemeye başladım, o anda sallantı daha da arttı ve çıkış kapısına ilerleyen O birkaç kişiyi 20-30 kişi takip etmeye başladı Artık ağır hareket etmiyorlardı, öyle ki o çıkış kapısına ulaşabilmek için narin bayanları ve kendinden daha zayıf erkekleri sağa sola itip yol açmaya başladılar. İçerideki sallantı arttıkça insanlardaki kapıya koşma arzusu da şiddetlendi ve içeride ani bir kaos başladı. Tarih 17 Ağustos 1999’du, deprem oluyordu.
Herkes birbirinin ayağına dolanmaya başladı. Korkunun o aniden bastırdığı kaçma hali, derhal herhangi bir ortak hareketin imkansızlığıyla karşılaşmıştı. Her insan, geçmesi gereken o dar kapıda kendini yalnız başına görüyor, diğerlerinden kesin biçimde ayrılmaya çalışıyordu. Bu tablonun çerçevesi kısa süre içinde oradaki hemen her insana hakim olmuştu. Böylece olağan bir kitle, birkaç dakika önce en gelişmiş, en medeni noktasındayken aniden şiddet saçarak dağılmaya başlamış ve bu hızlı dönüşüm kendini en zıt, en uç noktada göstermişti.
Herkes artık bir önündekinin dostu, arkadaşı, eşi veya sevgilisi ya da her kim olduğuna aldırmadan omuz atıp, çelme takıp, vurup, tekmeleyip, yıkıp her yöne aşırı şiddet saçarak sırf kendini kurtarmaya bakıyordu. Her insan, kendi yaşamı için etrafındakini bir önüne geçebilmek adına vahşice savaşıyordu artık. Diğerleri kim olursa olsun, sandalye veya masalar gibi önüne dikilmiş engellerdi. Tek farkları canlı ve düşman niteliğinde olmalarıydı. İnsanın kendi şahsının, kendi can korkusunu sınırları inanılmaz bir netlik kazanmıştı. Bireyler artık kitleden ayrılıp kaçmak derdindeydi, çünkü kitle bir bütün olarak kendisi tehlike altındaydı.
Dostluk, arkadaşlık, sevgili ve benzeri kavramlar, kendini oradan kurtarmak için saldırılması gereken kitlenin içinde önemsiz engellerdi, çünkü kendini kitleye bırakması tümüyle mahvolması demekti. İnsanlar yerde düşeni, kendisinin ilerlemesi için açılmış şahane bir yol olarak görüyor ve o düşeni ele geçiren yazgıdan muaf kaldığı için seviniyordu. Yan masada ki o ölümüne seven sevgilisine çiçekler yağdıran o ileri derecedeki centilmen yakışıklı çocuk, canını kurtarmak için azıcık daha, birazcık daha hadi belki 100, belki bin yıl daha nefes alabilmek için kız yolu kapattığından, onu önünde engel görerek kolundan çekip yere yıkmış, üzerinden atlayıp çıkışa doğru koşmuştu. Kızcağız da ardı ardına üzerine basılıp geçenlerin topuklarının taarruzu altında kalmıştı.
Bu taaruz sonunda yerden kalkarak, kör topal beden ve paramparça duygularla o da kapıya koşanların kuyruğuna takılmıştı. Yüzünden ifadesiz yeni bir ruh hali saklanırken, kıvırcık saçlarında biraz önceki aşk tezahüratlarından kalan gül yaprakları görünüyordu. Sanıyorum gördüklerimin şaşkın ve acı seyrine saplanıp kalmıştım. Sahra’nın benzer panikle beni dürterek bizi ayaklandırmasıyla, sanki benim yaşamam gerekiyormuş gibi, hayatı seviyormuşum gibi bir düşünceyle ya da düşüncesizlikle hareketlenerek masadan hızla kalkarak, çıkışa giden tek yol olan o uzun ve dar koridora girdim. En geride bendim, sonra belki filden peynir kurduna kadar aynı eş duygusal hareketi veren arzuyu kendimde bulamadım. Aynı telaşı hissetmediğimi ve aynı can korkusunda olmadığımı fark ettim. Zaten ölmeyi istemiyor muydum ben intiharı düşünmüyor muydu, O halde nereye kaçıyordum, ardıma döndüğüm anda kulübün üst katındaki insanların sanki bir su dalgasını andıran bir görüntüyle koridorun hemen başındaki merdivenden aşağı döküldüğünü gördüm. Sanki bir güç onları büyük bir kazana doldurmuş ve ansızın merdivenlerden aşağı bu kazanı boşaltıvermişti. Kimin başı, kime ait, kimin ayağı, hangi gövdenin, hangi kol kimin, görünen bütün uzvulların gerçek sahiplerini tespit etmek güçtü. Bir çorbaya benziyorlardı, karmakarışık kalabalık merdivenden aşağı yuvarlanıyor, arkası daha da kalabalık şekilde geliyordu.
Onlar Üst katta bulunduklarından ve yüksek müziğin de etkisinden olacak, depremi alt kattakilerden daha geç hissetmiş olmalıydılar. İnsan gibi ayakta iki bacağı üzerinde yürüyen yoktu. Kimi kurbağa gibi zıplamaya çalışıyor, kimi yılan gibi sürünüyor, kimi kuş gibi uçmaya çalışırken, kimi köstebek gibi eşinerek ilerlemeye gayret ediyordu. Çok enteresan bir görüntüydü, bu Sahneyi görmeyene anlatabilmek çok zor, zira gören için bile algılamak zordu."
Ben ise çıkış kapısına giden tek yol olan o uzun koridorun ortasında kalakalmıştım. İnsanlar var güçleriyle üzerime doğru yine aynı şiddeti saçarak irdeliyorlardı. GÖrüntünün tuhaflığı ve yarı şokta halimden kaynaklı olduğunu düşündüğüm illa masaya dönme isteğim kafamda sabitlenmişti. Nasıl bir ruh halinde olduğumu bilmiyorum. Çıkışa koşarak bu vahşi insan akımından kurtulmayı bile düşünememiştim. İlla masama dönme düşüncemin saplantısına takılıp kalmıştım. Sanki bir mağara kapısında gibiydim; içerideki tüm yarasalar, dengeli-dengesiz sert ve yumuşak darbelerle bana çarparak dışarıya doğru kaçmaya çalışıyorlardı. Aynı durumda olan insanlara bakmak dehşet vericiydi. Aynı kaygı duygusuna karşı geliştirdikleri ortak korkunun, yüz ifadeleri de en az bedensel tepkileri kadar sıra dışıydı. Bağırarak ağlayanlar vardı, gözleri yerinden çıkacakmış gibi bakışlarla önünde itip geçeceği en zayıf halkayı gözetlemekte olanlar vardı, kimseye değmeden nasıl ilerleyeceklerini düşünenler vardı ve korkunun paniğiyle elindeki kadehi bile bırakmayı düşünememiş olanlar vardı. Avuçlarını kulaklarına kapamış boş gözlerle etrafa bakanlar vardı, üzerinden geçmeye çalışanın paçasını tutup ilerlemeye çalışanlar vardı, ayağa kalkmaya uğraşan vardı, yere yatmaya çalışan vardı. Hayatın ve bu eş duyumsal hareketin tersine yürümekten irili ufaklı birçok beden darbesi almıştım. Bunlardan korunmak için koridorun kenarına kendimi yapıştırsam da gömleğimin düğmeleri kopmuş göğsüm belli yerlerden yüzülmüştü. Bir 91 boyunda, yapılı ve halen inadına güçlü olmam, bu saldırıdan önemsiz darbelerle kurtulmamı sağlamıştır. Eğer ki zayıf ve az çelimsiz biri olsaydım, o koridorda ölmem işten bile değildi. Herkes üzerime basarak ileriye atılmak için bir sıçrama tahtasıymışım gibi kullanırdı beni, eminim. Ve hiç kimse de altta geberip gittiğimin farkına bile varmazdı; üzerime basılıp geçiren dostlar görmüştüm. O gece masada bırakılan arkadaşlar, ölümüne seviyorumdan 2 dakika sonra ölüme terk edilen sevgililer görmüştüm; elinde kime ait olduğunu bilmediğim bir tutam kadın saçıyla koşuşturan delikanlılar görmüştüm. Hiç kimse diğerinden daha az tehlikede değildi elbette, ancak daha karaktersiz, daha şerefsiz, daha onursuz, daha vicdansızdı. Gördüğüm itisna olaylardan biriydi bu. Kendini kurtarabilmek için diğerlerinden daha az beden gücüne sahip olup yere yıkılıp ezilmiş kalanlarda bir süre sonra kırık dökük halleriyle mekanı terk ettiler. Tekrar gelip masama oturdum, içeride hiç kimse kalmamıştı ve tam o esnada bir artçı şok daha gelip kulübün tavanındaki artık eğreti duran o bol ışıklı top şeklindeki devasa lambayı büyük bir gürültü ve görsel şölenle yere çakıverdi. Mükemmel bir görüntüydü; kaçıp giden insanların bu eşsiz sahneyi göremediklerine üzülmüştüm doğrusu. Kendi içkimi bitirip uzanabildiğim masalardaki yarım kalan kadehleri de üst üste içtim.
Ardından bir sigara yakmıştım ki koridordan içeriye Sahra girdi. İlk paniğimiz ve beraber hareketlenmemiz sonrası benim de çıktığımı düşünmüş dışarıdaki kalabalıkta beni göremeyince içeriye geri gelmişti. Dışarıya çıkmam teklifini reddettim, ben kalıcıyım, iyiyim böyle; sen çık dedim, yapma lütfen delirme, hadi deli misin diyordu. Yaşananları benim gözümle görse delirenim ben olmadığımı. O da anlardı elbet ya da geçmiş yaşadıklarımı bilse neden bir türlü deliremediğime şaşırıp kalır mıydı acaba? Bir süre zorladı beni sonra kalkmayacağımı anlayınca umudunu kesip, benden müsaade isteme nezaketine dahi göstererek çıkıp gitti. Sanırım 5 dakika daha o şekilde oturdum, sonra zemin ve masalar yine salıncak gibi sallanmaya başladı. Şimdi tavan çökecek, işte oldu olacak derken bu sallantı tekrar durdu, her şey son derece müsaitken neden bina başıma yıkılmıyor, neden ölemiyordum? Yoksa daha yaşayıp daha acı çekmem için üstün bir kuvvet mi tutuyordu bu duvarları? Tanrım, yoksa var mıydın ve bu işte bir parmağın var mıydı senin? Bak, bu senden beklenirdi işte. Son sarsıntı sonucu bardaki şişelerin devrilmesiyle tüm dikkatim bara kaydı, içi bira dolu musluklu fıçı hemen barın üzerinde dikkatimi çekti. Zaten devrilmeyen bir o kalmıştı. Masadan kalkıp bara doğru yürürken yer tekrar sallanmaya başladı ve bu durum yüzümde tebessüm çiçekleri açtıran bambaşka bir neşe hali oluşturmuştu. Ben de fıçının musluğunu açıp, tıpkı köy çeşmemizdeki gibi, musluğa dayadım ağzımı kana kana köyümün suyu gibi içtim. Sonra avucumu musluk altına tutup yurdumladım elimi yüzümü bira ile yıkadım. Sonra bar sandalyelerinden birine oturup bir sigara daha yaktım. İçerideki darmadağınıklığın ve oradan buradan gelen telefon zili seslerinin melodisine dalmışken, en dipteki masalardan birinde başını elleri üzerine masaya koymuş uyuyan birini fark ettim. Eğer masaya kapaklanmamış değil de yerde yatıyor olsa topuklar altında kalmış olacağından kuvvetle muhtemel ölmüş olurdu. Yerdeki içki şişelerinden birini alarak gidip masasına oturdum. Az önceki kıyametten habersiz masum bir çocuk gibi uyuyan ellili yaşlarda sevimli bir adam vardı karşımda. Uyandırmaya çalıştığımda başını masadan kaldırmayı, hiç pozisyonunu da bozmadan biraz daha istiyorum dedi.
Ben onu uyandırmaya çalıştıkça, o gözlerini yarı açıp hala bana ’Bir bira daha verir misin?’ diye durmadan tekrarlıyordu. Masaya yapıştırdığı başını zorlukla kaldırdığımda etrafa şaşkın şaşkın bakınarak hala durumu kavrayamadığından olacak kapatıyor musunuz lütfen, siz temizlik yapıncaya kadar son biraz daha içeyim diyordu. Elimdeki şişeyi uzatarak dedim ki, ’Dayı, deprem oldu, herkes gitti, biz kaldık, hatta barda duran fıçıyı bile içebilirsin. Ben de senin gibi müşteriyim, mekan bize kaldı, her şey benden. Eğer kaçmayacaksan rahatına bak,’ dedim. Bu defa ansızın başını kaldırarak, ’O da bir an, etraftaki dağınıklığın ve olağanın dışında durumun sessiz ve tereddütlü incelemesine koyuldu. Onun da kaçmaya hazırlandığını hissettim, çünkü durumu ancak kavrayabilmişti ama böyle yapmadı. Sandalyesine geriye doğru geniş bir şekilde yaslanarak, ’Deprem mi? dedi. Elimdeki şişeyi kavradığı gibi başına dikti. ’Sen de iç kardeşim, bunun getirdiği her iyi ve her kötü şeye içelim,’ dedi ve sonrasında o olağan dışı ortamda aramızda çok olağan bir sohbet başladı. Adı Davut’tu. Zayıf fakat kemikli bir yapıda, isteyerek veyahut da istem dışı hafif öne eğil duran büyük gözlü, ancak göz kapaklarında sanki bir tembellik varmış gibi. Bu gözleri kapatmakta zorlanan sönük bakışları vardı. Kurtlar Vadisi’ndeki Memati karakterinin tıpatıp kopyasıydı, o kadar benziyordu ona. Hadi, ben ölümü heyecan ve merakla karşılamaya hazırdım, peki o artık ayrılmış ve her şeyin farkında olmasına rağmen neden hala orada oturuyordu? Neden O da benim gibi duyarsız, umursuzdu. Anlayamamıştım, sorma gereği de duymadım. Zira ölüme giderken yanımda bir arkadaş olması hiç fena sayılmazdı."
Ölüme hazır ve her an ölebilecek iki insan olarak birbirimizden acayip iyi enerji almıştık. Hani o yıllardır tanıyormuşum gibi bilindik bir tabirin kendi karşılığını Davut’ta bulmuştum. ’Yahu Abdullah kardeşim, her şeyi geçtim de şimdi biz içki içiyoruz ya, bina başımıza devrilirse öbür tarafa sarhoş gideceğiz. Tanrı bize kızmaz mı?’ diyordu. Bunun üzerine karşılıklı gülüyor ve birer kadeh daha içiyorduk, ne acılar vardı dünyada, ne günahlar. Bunları düşündükçe ’Ah, benim küçük günahlarım, siz ne sevimli günahlardınız,’ diyordum içimden. Yaklaşık bir saatlik sohbetimizi, Sahra’nın tekrar koşar adımlarla içeriye girmesi bozdu. Bu defa mutlak surette beni çıkarmaya gelmişti yanımda bir delinin daha olduğunu görünce çok şaşırmıştı, masaya oturma teklifimi. Yarı tereddüt ile de olsa kabul etti. O gece tanışıp belki bir saat sohbet ettiğim Sahra, her kim olduğuma önem vermeden, kendini tekrar tekrar tehlikeye atarak beni çıkarmaya gelmişti. Sadece insan olduğum için kaygılanmıştı, duygulanmıştım, kendimi bir şey gibi hissetmiştim. Bunu bir travesti sağlamıştı, üçümüz oturup sohbete başladık ve bir süre sonra korku ve panikle kulüpten kaçan insanlar ürkek ve tedirgin adımlarla birer ikişer içeriye giriş yapmaya başladılar. Biraz daha nefes alabilme, biraz daha yaşama güvenini sağladıklarını düşünmüş olmalılar ki o canları gibi sevdiğini düşündükleri ama Can havli ile bırakıp gittikleri cep telefonlarına, çantalarına veyahut cüzdanlarına ağır ağır dönüş yapıyorlardı. Aynı masada daha birkaç saat önce eğlenen kişiler bile şimdi ayrı ayrı içeriye giriyor ve birbirlerinin yüzlerine hiç bakmadan yerde kendilerine ait olan eşyaları arıyorlardı. Bunlara sevdiği kıza ilânı âşık eden çocuk ve o kız da dahildi. Zaten çoğu insan o gece eşyaları dışında dönüp birbirlerinden alabilecekleri hiçbir şey bırakmamışlardı. Bir sene çektiği sıkıntıyı belki bir günde unutabilen bir insandım ben, fakat o gece yaşadıklarımı hiçbir zaman unutamayacaktım. Doğanın insanlara eşit şekilde paylaştırdığı tek şeyin sağduyu olduğunu söylemiş ünlü bir düşünür. Bu yazıyı sonradan okumuştum ama bence kesinlikle yanılıyordu. O gece eğer herkese eşit dağılan bir duygu varsa, bu sağ değil sol duygu olmalıydı. Bu sol duygu da korku ile başlıyor, panikle ilerleyip bencillikle hız kazanarak ileri derecede ihanetle bitiyordu. Yaşamak benim için anlık hareketlerin her saniyede kesiştiği belli belirsiz akış türüydü, hayat bunların toplamı. Ölüm ise geldiğin yokluğa geri dönüş, yani hiçlik. Dünyaya geldiğimize dair en büyük ve kalıcı kanıt yaşarken yaydığımız ve sonsuza kadar varlığını sürdürecek olan iyi enerji. Onu bırakmaya gücü yetmeyen bir hiç olarak doğar, bin yıl yaşasa da bir piç olarak ölür, mesela benim gibi. Biz insanlar, her birimiz madden bir sürü parçadan, manen yığınla duygudan oluşuruz. Ve bu oluşumlar kendilerini ifade için çırpınır dururlar yaşarken. Bizler ise yalnızca son uzlaşmadan sorumlu tutulabiliriz. Her parça ve her duygumuzun sahip olduğu karmaşık dürtülerden değil. Biz var olmak ile tam olarak hiçbir zaman iletişim kuramıyoruz. Çünkü tüm insan doğası her zaman doğmak ile öğrenmek arasındadır."
Ve ben bu iki arayı bir işkence türü bir cehennem olarak yaşantılıyordum, böyle de devam edecektim. Bunda kendi hatalarım da çoktu, fakat benim dışımda da her şey sürünmem için programlanmıştı. Sabahın ilk ışıklarıyla kulüpten çıkıp Sahra ile de kapıda ayrılarak Davut abi ile Ortaköy sahiline doğru yürümeye başladım. Önce Dolmabahçe’ye indik, oradan yol boyu Ortaköy. Her yer kargaşa kıyametti, sanıyorum ki depremin su altında oluşturduğu toprak dalgalanmaları su yüzüne de etkin şekilde yansımış. Ortaköy Camii yanındaki kafelerin sandalye ve masalarını nizami bir şekilde çekip Boğaza sürüklemişti ,dalgaların etkisinin böyle büyük olmasına rağmen bazı masalar pozisyonunu aynen korumuş, üzerindeki bardak çanaklarla suyun üzerinde Boğaz’da dolanıyorlardı. Artık olağan şeyleri garipser olduğumdanmıdır bilmem bu görüntüyü de çok tuhaf bulmadım. Binlerce ev yıkılmıştı o gece, binlerce insan ölmüştü, nice ocaklar sönerken, nice umut dolu aydınlık kararmıştı. Ben ise hala yaşıyordum, yine ölmemiştim. Ne şanssızdım, ne kadar talihsiz! Hiç tereddüt etmeden kaybetmeyi göze aldığım bir canım vardı, o da yeşil ve kirli ceketim gibi üzerime yapışıp kalmıştı. Oysa ki hayat beni iyileştirmek yerine zehirliyordu. Yaşamı gözlemlemek için kendi ruhumda küçük bir köşe oluşturmak ve bu köşeyi de toplum ve yaşamın fırtınalarından çalmak durumunda kalıyor olmak çok yorucuydu. Bunun da beceremiyordum. Oysa kendine tanıklık ederken hep bilinçli olması gerekirdi insanın. Ben de hiçbir zaman böyle bir bilinç olmadı. Davut abi ile ayrıldık ve ben yakınlarda oturan İnternetten tanıdığım bir kadının evine gittim, çirkin bir kadındı üstelik de şişman. Fakat gideceğim başka bir yer yoktu, evine girdiğimde yorgunluktan bitiktim, hemen yattım. Gece 10 gibi uyandım, kuzenim Veysel köydeydi. Kulüpteki güvenlik işi yapan arkadaşıma da ulaşamamıştım, zaten o gece İstanbul’da bir kaos ortamı vardı. Bir süre o kadında kalmam iyi olacaktı, başka gidecek bir yerim yoktu."
Televizyonun başına oturduğumda felaketin boyutlarını ancak öğrenebildim. 2 gün hiç evden çıkmadan orada kaldım, sevişip yiyip içip yatıyordum. Dışarı çıksam da yapabileceğim bir şey yoktu, evde ise yapılabilecek başka iş yoktu. Sanıyorum üçüncü gece yarısıydı, koltukta bu kadınla yan yana oturmuş, haberleri yani kurtarma çalışmalarını izliyordum. Kurtarma görüntülerinde akut ekibinden birileri, yıkılmış bir binanın tepesine çıkmış, aradaki boşluklardan aşağılara doğru ışık tutup seslenerek sesimi duyan var mı, sesimi duyan varsa bir yere vursun diye bağırıyordu. Sonra sessizce bekliyorlardı, o sessizlik anında yanındaki kadın önümdeki ahşap masaya birkaç kez parmağının tersiyle vurarak bana sırıttı. İlk olarak maksadını anlayamadığım için, şaşkınlığımdan olacak öylece baka kaldım. Sonra ikinci defa televizyondan sesimi duyan var mı, eğer biri beni duyuyorsa bir yere vursun söylemi üzerine yanımdaki kadın, bu defa masaya daha sert vurarak oldukça neşeli bir kahkaha attı. Aynı şey üçüncü defa tekrarlandığında kendimi kaybettim ve elimin tersiyle yüzüne okkalı bir tokat yapıştırdım. Hızımı alamayıp bir tane daha vurdum ve sonra bir tane daha. ’Ulan kahpe!’ dedim. ’İnsanlar neyle uğraşıyor, binlerce insan ölmüş, binlercesi yakınlarını kaybetmiş. Bu büyük acıyı bir nebze olsun yüreğinde duymak yerine bir de alay mı ediyorsun insanların acılarıyla? Bir de durumdan kendince eğlence çıkararak yüzüme sırıtıp duygusuzluğuna beni de ortak etmeye mi çalışıyorsun seni amına koyduğumun kansız insafsızı?’ Diyerek, kendimi durduk yerde daha da gaza getirerek bir tokat daha attım. Ansızın yerinden kalktı ve ’Çabuk defol evimden!’ dedi. ’Ulan senin evinin de, senin de,’ diyerek kıyafetlerimi giymek için yatak odasına geçtim. Sonra cenabet olduğumu hatırlayınca üzerimdeki şortla öylece banyoya girdim. Yıkanıp çıktıktan sonra aralıklı kapıdan baktığımda, aynı çekyatta oturuyordu. Kıyafetlerimi giyerken banyo yapmadan evvelki sinirimden eser yoktu, üstelik ona vurduğuma da pişman olmuştum. Tokatla değil de, tokat gibi sözlerle yaptığı büyük yanlışı yüzüne vurabilir ve belki de bu tokattan daha etkili olabilirdi. Fakat gözüm kararmıştı bir an, kaldı ki hiç de sağlıklı kontrol edilebilir halde değildi dürtülerim. Sonra gecenin bir yarısı olup hiç paramın olmadığını hatırladım. Bu durum pişmanlığımı biraz daha katlamıştı. Kıyafetlerimi daha yavaş giyiyordum, belki gelir özür diler. Ben de ondan özür dilerim konuyu kapatabiliriz ihtimalini düşünüyordum. Ne kadar ağır davransam da insanın, özellikle de erkeğin giyinip
hazırlanma süresi belliydi. Kapı önündeki ayakkabılıktan ayakkabılarımı giymeye çalışırken onun halen aynı şekilde oturduğunu gördüm. Sokağa o yoklukta, o saatte çıkmam demek, yine belirsizliğe bir boşluğa adım atmam demekti. Saman alevi gibi olan sinirim geçmiş, ona vurduğum için de üzülmüştüm, lakin paramın olmayışı ve o gece sokağa çıktığımda zora düşeceğimin bilinci gidip ondan özür dilememe mani oldu. Bazı yönlerden çok ahlaksız ve gurursuz, hatta onursuzdum, ama bazı duyarlılıklarda da fazlasıyla hassastım. Onlar bile dengeli değildi. Adını unuttuğum o kadın, emindim ki Aralık kapıdan başımı uzatıp ’Sana vurduğum için üzgünüm’ desem gitmeme müsaade etmez, gelir bana sarılırdı. Fakat o durumdayken kendimi çok kötü hissederdim. Böylece özür dilemek için bile cebimde param olması gerektiğini düşünerek kapıyı çekip çıktım. Yine bir belirsizliğe doğru yürüyordum, kendimi gidip Boğaz’dan atmayı düşündüm fakat vazgeçtim. Ayşe’ye borcum vardı, Neşe’ye borcum. Bunları kesinlikle ödemeyi saplantı haline getirmiştim ve bir şey daha fark ettim. İntihar edebilmek için dahi paran olması gerekiyordu. Ne yönleri vardı insanların, insana hiç benzemeyen?
O gece sabaha kadar sokaklarda dolandım, durdum. Ertesi gün ise Beyoğlu’ndaki arkadaşımın evine gittim ve onu evde buldum. Bu arada Sahra da beni sürekli arıyor, halimi hatırımı soruyordu. Bu kadar sık aramasından rahatsız olmuştum, üstelik o kadar samimi ve yılışık konuşuyordu ki batmıştı bu yaklaşım bana. Her aradığında daha duyarsız olduğumu fark etmiş olmalı ki Abdullah, "Sana bir şey soracağım," dedi. "Sor," dedim. "Benim aramamdan neden rahatsızlık duyuyorsun? Travesti olduğum için değil mi?" dedi, sessiz kaldım. Bu sessizlik zaten istediği cevabı vermişti ona. "Peki sana bir şey soracağım," dedi. "Biliyorsun, seninle biz yaklaşık 15 dakika kadar konuştuk daha önce tanışmıyorduk ve ben seni merak ettiğim için tekrar tekrar içeriye geldim. Çünkü orada ölürsen üzülürdüm, insandın. Şimdi orada bir çocuk daha vardı, hatırlıyor musun? Hani sevgilisinin başından aşağı güller döken o çocuk. Ben ibneyim diye sen bana böyle soğuk davranıyorsun. Peki, bana cevap ver, ben mi ibneyim, o çocuk mu ibne?" dedi. Yine cevap veremedim, yüzüme kapattı. Bu sözler bana o kadar koymuştu ki bir süre sonra arayıp özür diledim, dettim ki, "Sen ibne değilsin, sen insansın, adamsın lan sen. Tanıdığım en büyük ibne o kulüpteki o yakışıklı çocuktur," dedim ve o günden sonra Sahra’nın beni aramasından hiç rahatsızlık duymadım.Bu olaydan yaklaşık bir ay sonra avukatım aradı. Dedi ki, "Başvurumuz reddedildi, nedenini sorduğumda ise sosyal güvenlik kurumundan verilen cevaba göre Abdullah Aydın, evet askerdeyken sakat kalmıştır, fakat bu "sakatlığı vazifenin neden ve etkisiyle oluşmadığına" kanaat getirerek maaş talebinin ve malulen emekli talebinin reddine karar verilmiştir," diye bir karar alınmıştır. Çok şaşırmıştım, eğer vazifeli değilsem, Karadeniz’in bir köyünde olmam gerekirken Siirt’in üçüncü komando tugayında ne işin vardı? Devletim böyle düşünmüş. Ne yapalım, maaş almayız, olur biter. Üstelik tazminatım bana yeter, deyip avukatı avutmaya çalıştım, fakat o bu kararın tazminatı da bağladığını, yani bu durumda ne tazminat, ne maaş hiçbir şey alamayacağımızı söyledi. Peki benim bacağım, peki benim her sabah ilk adımı acıya atarak yataktan kalkıp güne başlangıçlarım, yaralarım, giden gençliğimin yerine gelen kalıcı sakatlığım, daha da sakatlanan ruh hallerim? Sağlıklı deliliğim? Avukatım hiç cevap vermedi, devletim gibi o da tüm bu sorularıma karşı susup kalmıştı. Benim ailem hiç olmamıştı, çevremde yoktu, şimdi ise devletimde yoktu üstelik. Ruhen sakat, bedenen naçardım. Ne yapacaktım, nasıl geçinecektim, nasıl yaşayacaktım? Avukat, idare mahkemesine dava açmamız gerektiğini, fakat bu dava için para yatırmak gerektiğini söyledi ve yatırılması istenen para benim için küçük bir servetti de o zaman. Hakkını aramak için dava açmam bile ciddi bir ücret karşılığı mümkün olabiliyordu. Bu nasıl işti? tamam ben cahillikten, köylülükten, sahipsizlikten, itilip kakılmıştan, kaynaklanan bir yığın eziklik ve kaygıyla doluydum sistemin ruh hastasıydım, doğru. Peki ya devlet? Beni çocukluğumdan unutarak başıboş büyütmüş, sonra bakmış ki büyümüşüm hemen hatırlayıp askere almış, kendi eliyle bir daha sakatlayarak hemen akabinde yine unutuvermişti. Zira sakatlığı ona göre vazifemin nedeninden kaynaklanmıyordu, devletlik bir şey yoktu. Benim problemimdi, benden kaynaklanıyordu. Hem bana 8 liralık tren balatası vermişti. Daha ne yapsındı lan bu devlet?
Bendim bütün kötülükleri üzerimde taşıyan, bütün uğursuzlukları benim üzerimden akıyor ya da ben onların üzerinden geçiyordum. Taktığım gümüş yüzüğüm, ninemin verdiği muska ya da çoraplarımdan mı kaynaklanıyordu bu uğursuzluk? Hepsini atmalıydım, yok aslında benden kaynaklanıyordu ve ben kendime atmalıydım. Birinci köprüden,İlk defa birincilikle adım bir yerde geçerdi böylece. sonra devletim yine çıkar, gelir cesedimi orada kaldırır, trafiği gereksiz kilitlediğim polisi fazladan meşgul ettiğim için babama babammış gibi tepki gösterip belki ceza yazar, morg ücretini de ona ödeterek alın gidin cesedinizi, içinden bir hiç çıktı bu hiçin yarısı da sana baba hakkı, yarısı da devlete vergi derdi. Bu senaryoları kafamda türlü türlü hallerle kurarak daha komik hale sokup gülmeye başladım. Daha karmaşık şeyler düşündüğümü hatırlıyorum, ama şu an neydi bilmiyorum. Bu kahkahalarım sonra sinir krizine döndü. Karnımın bu kadar acıyıp gözlerimden gülmek için bu kadar yaş geldiğini hatırlamıyorum. O meşhur halk söylemi olan ’gülmekten ölmek’e sanırım ramak kalmıştıki ansızın durdum ve bir sızı düştü içime. Yatağa uzanıp o sızıyla sızmışım."
Bu sabah, Davut abi’nin telefonuna uyandım ve onu eve davet ettim. Deprem gecemizden, psikolojik durumumdan ve ailevi problemlerimden uzun uzun anlattım. O da dinledi. Uyuşturucu işi yapıyordu, ’Koçum,’ dedi, ’ben seni teşvik etmem, davet de etmem. O sebeple kararı sana bırakıyorum. Eğer düşünürsen, benim yanımda takıl. Senin gibi birine her zaman ihtiyacım var,’ dedi.
Zaten takılmaya askılık arayan biri olarak, bu teklif bana çok cazip geldi, hiç tereddüt etmedim. Zaten artık tereddüt edecek neyim vardı ki. Bir nakliye firması ile anlaşmıştı, bu firma ortağı olduğu tekstil mallarını güya avrupa’ya gönderiyordu, ama gerçekte Türkiye’den Bulgaristan’a veya üçüncü bir Avrupa ülkesine 2 uyuşturucu baronunun eroinini gönderiyordu. Ben de kendi çarelerimi kendim yaratmam gerektiğini anlamıştım. Görüşmemizden sonra, artık beraber takılmaya başladık ve hemen her yere birlikte gidiyorduk. Sürekli yanında bulunuyor, farklı yerlerde , tabancalar elde ve tetkiklerin parmağa yakın olduğu depo görüşmeleri yapıyorduk. Hayatımı riske attığım ölçüde elime büyük paralar geçmeye başlamıştı. Bu işi sevmiştim, çünkü her an vazgeçmeye hazır olduğum yanımı, yani canımı öne sürerek eyleme geçiyordum, ölmediğim gibi sırf bu riski aldığım için daha çok param oluyordu.
Davut abi evliydi, 6 yaşında bir oğlu vardı ve 12 Eylül döneminde türlü işkencelerden geçip cezaevlerinde yatmıştı. Bu sebeple geç evlenmişti ve hiçbir yönüyle normal bir seyirde olmamış hayatının benimle en büyük ortak yönü olduğunu o zaman anlamıştır. 3-5 ay içinde maddi imkanlarım ummadığım ölçüde yükselmiş ve İstanbul’un 5 yıldızlı otellerinden birinde daimi bir odam oluvermişti. Davut abi’nin odasıydı burası. Fakat o arada bir uğruyor odanın şifreli kasasına uyuşturucu, sahte dövizler veya başka yasak evraklar bırakıp bunları değişik zamanlarda gelip alıyordu. Otelde konakladığı yoktu, sürekli ben kalıyordum. Davut abi eroin bağımlısıydı, sigaranın içindeki tütünü çıkarıp eroin ile dolduruyor, korex diye tabir edilen bir sistemle veya burnuna eroin tozunu direkt çekerek kullanımını sağlıyordu. İğrenç bir kokusu vardı, kapalı ya da açık alanda sigarasını yaktığı anda midem inanılmaz şekilde bulanıyor, aşırı bir kusma hissi uyandırıyordu. O kadar kalıcı etkisi vardı ki, kıyafetlerimize kendi alanında bir numara parfümlerin şişesini boşaltsak da yine de eroinin o temel kokusunu giderebilmek mümkün olmuyordu.
Davut abi süre benim eroin kullanmama müsaade etmedi, ama madem ki o iğrenç kokuya her gün katlanıyordum. İyi tarafından da yararlanabilmeliydim. İsrarım üzerine bana eroinli sigarayı verdi. İlk çektiğimde fena halde kustum; o kadar basınçlı ve derinden gelen mide bulantısıydı ki, bu tüm gücümü kendinde isteyen kontrolsüz bir öğürme hissini bütün bedene yüklüyor. Midemin bir bütün olarak ağzımdan her an fırlayabileceği hissine kapılıyordum, en az iki üç metreye kadar midende ne varsa tazyikte fırlattıran küçük bir parça atık için genetik, mekanizmanın her karesine yoğun bir baskı uygulatan kontrolsüz bir sistem geliştiriyordum. Bu vahşice kusma bitiyor, sonra kuru öğürtüler başlıyordu. O da sarsılmayla dakikalarca sürüyordu. Bu kasılmaları midem artık boş olsa bile bloke edemiyordum. Sonrası relax bir kafa, huzurlu bir çevre algısı ve dinlediğim müzik başta olmak üzere tattığım her şeyde hiç almadığım yoğun bir haz, baktığım her şeyde müthiş ayrıntılar sunarken, buz gibi bir havada üşümenin aksine çok tatlı bir başka serinlik duyuyordum. Kokusu ve o ilk çekişteki kusma nöbeti harici, benim için süper bir şeyler oluyordu. Bu yüzden beni kendisine dost yapması hiç de zor olmadı. Verdiği keyif ve o huzur hissi, pis kokusu ve o mutlak kusmaya değerdi doğrusu. Sığınabileceğin müthiş güzel bir liman bulmuştum. Hiçbir şey umrumda değildi ve inanılmaz rahatlıkla huzurluydum. Bali ya da tinerin veya psikotik ilaçların verdiği huzurla alakası yoktu, bu bambaşka bir dünya sunuyordu insana. Her şey pespembe’ydi, çirkinlikler bile... günde üç beş sigaralı eroin saatlerimi ve günümü çok renkli kılıyor, benim de herkes gibi hayattan tat almamı sağlıyordu. Birkaç hafta sonra artık kusma hali de son bulmuştu, hatta sabah kalkar kalkmaz kahvaltıdan önce ilk olarak eroinli sigara mı içerek güne başlıyordum. Bazen odada eroin olmadığında, Davut abi’nin yolunu gözlüyor, ondan çok getireceği eroini özlüyordum. Bunun aynısını çok düşük dozda beni sigaraya alıştıran Adem abi de hissetmiştim, onu değil getireceği sigarayı bekliyordum. Şimdi ise o yoksunluğu belki 10.000 katı daha bir kuvvetle, Davut abi de ve onun getireceği eroinde buluyordu kendini. Eroin’e kendimi bağlı veya bağımlı hissettiğim yoktu, amacım sadece kafamın güzel olmasaydı, ben sadece o verdiği huzuru, özgüveni seviyordum. Benim ruh halime tıpatıp uygundu, tam aradığımdı, hiçbir şey düşünmüyor, sırf o anı mutlu kılıyordu. Yine Davut abi’ye çalışıp yanımıza ara sıra uğrayan Serdar isminde bir çocuk vardı. O da eroin kullanıyordu ve ona eroin ile olan bu hafif bağlılığımı anlattığımda bana hayretle bakarak, ’bunu nasıl yapabiliyorsun? Ben senin gibi değilim, sana şunu söyleyeyim abi,’ dedi, ’eğer eroinim bitsin, bileyim ki eroin o an anamın karnında o krize girdiğim anda bıçağa takar, anamın karnından çıkarıp alırım.’ Dehşete kapılmıştım, onu yanımdan kovdum. Davut abi’ye de sakın bu çocuk bir daha benim yanıma gelmesin dedim" serdar’ıdehşetle dinleyince kendi bağımlılığımdan gurur duydum oysa ki bilmiyordum ki bende Serdarın düştüğü çukura doğru hızla sürükleniyordum farkında değildim.
Davut abiye bana çok para kazandırıyor olmasının yanında beni eroin’le de tanıştırdığı için ayrı bir sevgi duyuyordum. Bu dönemde hayatımın 8 aylık bölümünü yüzeysel özet geçmem gerek; yaklaşık 10 defa ölümle burun buruna geldim, kolumdan bir kurşun yedim, yer altının bir kat daha altı olduğunu öğrendim, oraya da girdim ve çok iyi paralar kazandım. Avukatım yoluyla Ayşe ve Neşe’ye borcumu ödedim, kendileri ile bir daha görüşmedim. Kendimi öldürmekten de vazgeçtim, çünkü bunalımdan çıkmıştım. Her imkâna sahiptim ve hayat; elime bir dünya şekeri verip ağlamamı susturmuştu. Ağzıma iki kaşık Güneş balı, burnuma güzel kokuları, ilkbaharda tazeliği ve ılık rüzgarı ile yanaklarımı okşayıp yine almıştı gönlümü. Denizlerin maviliği, ormanların yeşilliği ile boyamıştı gözümü; cıvıl cıvıl kuş seslerini tıkayıp kulağıma canlı olduğumu tekrar hissettirmişti. Yine kandırmıştı beni. Harcayamayacağım kadar çok param vardı, istediğim her şeyi elde ediyordum; yine lüks araçlarım vardı. Üstelik yaşamımın her dakikasını mutlu ve pembe kılan eroin’im vardı. Bu imkanlara sahipken neden kendini öldürsün ki insan?..
Yoksunluk her zaman karakterimin bir parçası olmuştur; bu boşluğu uyuşturucuyla yapay da olsa doldurduğumu düşünürken, aslında yeni ve daha ağır bir yoksunluk alanı açtığımın farkında bile değildim. Bu bağımlılığım hem ruhsal hem de bedensel olarak, herkesten daha fazla ihtiyaç duyduğum sağlık ihtiyacıma baskın hale geliyordu. Beynimi öldürdüğü kadar bedenimi de daha çok sakatlıyordu. Uyuşturucuyu ilk kullandığımda, sağladığı özgüven gibi bende olmayan kuvvetleri hücrelerime yükleyerek yaşamdan keyif alma mutluluğu verdiği dönem çok kısa sürmüştü. Ama ben bunun farkında değildim; ruhu ve zihni aşıp maddeye el attığı anda, hala mutlu ettiğini sandığım uyuşturucu tarafından dayanıklılığım tökezlemeye başlamıştı. Oysa dozajı arttırırsam toparlanacağım sanrısını bilincime dayatan yoksunluk sendromum her seferinde beni mutlaka kandırıyordu. Zira, ileri derecede ahmaklaşmıştım ve maddeyi artırdıkça hayata dair sosyal fonksiyonlarımın azaldığını fark edemiyordum. Uyuşturucu sebebiyle beynim; zorlu lekelerde kullanılmış kirli bir süngere döndüğünden zaten kısıtlı olan düşünsel hayatım tümüyle kaybolmuş, bunun yerine tensel hazlardan mutluluk duyan ve anlık iyi hisleri yaşamımın tümüne aitmiş zanneden ahmakça bir düzen içerisindeydim."
Yine bir gün kendimi otel odamda eroine vermiş televizyon izliyordum, eroini kullandığın anda tek başına yaptığın her şey daha bir zengin hale geliyordu izlediğim filmin içinde her aktör sen olabiliyordun yeter ki hayal et. Davut abi elinde bir demet sahte dolarla çıkageldi bak oğlum kasaya sahte $10.000 bırakıyorum yarın gelip alacağım bilgin olsun deyip acil işi olduğunu söyleyerek çıkıp gitti. sanıyorum birkaç saat sonrasında tekrar kapı vuruldu odaya sipariş vermemiştim, Bu da neyin nesiydi? kapı deliğinden baktığımda biri sarışın biri esmer güzeli manken gibi iki kızın kapıda dikildiğini gördüm. Davut abinin arkadaşları olabileceğini düşünerek kapıyı açtım ve açar açmaz sarışın olanı işaret parmağını göğüs hizanda bana doğru uzatarak "Ahmet bey siz misiniz" dedi hayır yanlış gelmişsiniz deyip kapıyı tekrar kapamaya yeltendim. Doğrusu bu şanslı tesadüfü ıskalamayıp lehime imkanlar yaratmanın yollarını bulabilirdim, lakin o an eroinden aldığım keyif ve zevki hiçbir kadından alamazdım. Kapıyı kapatırken " beyefendi biz Ahmet bey’e geldik ve sanırım oda numarasını karıştırdık bizi Ahmet bey’e gönderip O da numarasını bilen arkadaşımız şu an sinemada o filmden çıkana kadar odanızda beklememizde biri sakınca var mı acaba" dediler bu sözler üzerine kadınlara daha alıcı gözle baktım ikisi de harika görünüyorlardı, üzerime üzerime gelen bu kutlu tesadüfü ıskalamaktan vazgeçtim ve onları içeriye davet ettim. Fakat kapıda biraz bekletip Hemen içeriye giderek odadaki eroin kokusunu gidermek için camları açıp içeriye yaklaşık yarım şişe parfüm sıktım. Ben artık bu iğrenç kokuyu ayırt edecek duyumu onu kullanan biri olarak belli ölçüde kaybetmiştim fakat eroini bilmeyen bir kişinin ondaki iğrenç kokuyu her yerde alması mümkündü. Sohbetimiz ilerledikçe aptalca açıklamaların hepsine son verdim Zira artık köyde cömertin peşinde koşan saf Abdullah değildim, istanbul’un olduğu kadar insanların da altını üstünü ön ve arkasını çok daha iyi tanıyan biriydim. öğrenci olduklarını kimlik ibraz etme gereği dahi duyarak kanıtladılar, iki arkadaş seksi sevdiklerini hem kendi tatminleri Hem belli bir eğlence türü hem de belirli bir ücret karşılığında erkeklerle beraber olduklarını Ahmet bey de bu amaçla geldiklerini ancak ben eğer istersem Ahmet bey’i boş verip benimle beraber olacaklarını gayet olan ve rahatlıkla ifade ettiler. Benim için mükemmel bir teklifti bu, zevkle kabul ettim geceyi geçirmek için 400+400 800 dolar istediler o kadar param yok dedim daha aşağı Bir rakamın mümkün olmadığını söylediler. Her zaman cebimde üç beş bin lira olurken o gece sadece 170 liram vardı gözlerimdeki parıltının bir anda söndüğünü heveslerimin suya düştüğünü yoğun şekilde hissediyordum, pazarlık yapmaktaki yeteneksizliğim de buna eklenince orta bir noktada buluşamadık. Paramın yetersizliği onları daha da ulaşılmaz yapmıştı gözümde, ikisi de olduklarından daha güzel daha seksi görünüyorlardı şimdi artık. Tüm dişi hatlarını sergileyen kıyafetlerinin altındaki hazinelere olan merak ve arzu görünmez bir kamçı ile libidoma vurmaya başladı, kasıklarımda kütür kütür kasılmalar duymaya başladım. Arzu duymaktan vazgeçmem mümkün değildi fakat koşulları değiştirmem şarttı, o göğüslere ve o harika kalçalara dokunabilmek ve onlarla birlikte yatağa girebilmeye odaklanıp kalmıştım başka bir şey düşünemiyordum. Karakterim gereği heyecanımın soğuması veya soğutulmasından hiç hoşlanmıyordum, anlık isteklerime o anlık yaratıcı karşılık veren kısa mesafeli zekâm anında yardımıma yetişti ve beynimde lüks ışığı gibi bir aydınlık parlayıverdi. Kasada Davut abinin dolarları vardı hem de onların talep ettiğinden çok daha fazlası, sahte olduklarını anlamalarına imkan yoktu Zira birinci sınıf baskıydı, kısa bir süre sanki paran varmış da kararsızmış gibi davranarak eğlendim ve sonra peki madem dedim sizin istediğiniz olsun. Akabinde kasaya yönelip şifresini tuşlayarak içeriden 800 dolara alırken; Her ikisinin de gözleri ellerimde kasanın içine biraz daha görebilmek için boyunlarını olabildiğince uzatarak kasadaki zenginliği idrak etmeye çalışıyorlardı
Sahte dolar destelerini ışıltısının gördükleri anda sarışın olan kadının omzuna attığı küçücük çantanın yükü ağırlaşmıştı ve bir anda yere bıraktı. Artık istese de onu kaldıramazdı. Çanntayı bıraktığında boş kalan eller benim omuzlarımda buluştular. Odaya içki söyledim ve eğer geceden ve kendilerinden memnun kalırsam 1000 dolar daha her ikisine de bahşiş vereceğimi vadettim. Az önce fiyatı 170 liraya indirmek için bir yığın dil döken hatta yalvaran adamdan şimdi biner dolar bahşiş verebilecek kişiye kadar hızla geçiş yapmam beni şaşırttığı kadar onları şaşırtmamıştı anlaşılan. Eroine ara verip kokaine geçtim. Zira eroin; beyni tüm algılarında ve kavramlarda mutlu kılsa da cinsel dürtüyü öldürüyordu, fakat kokain aşırı uyarıcıydı. Eğer 10 erkek gücünde seks yapmak istiyorsanız uyarıcı kullanmak durumundaydınız. Uyuşturucu ve alkolün dibine vurmuştum yatağımda biri sarışın, biri esmer güzeli iki kadın. Sanırım Cennet böyle bir şeydi; yerler tıpkı anlatılan cennetteki gibi rengarenk halıyla döşeli, şarapların ırmaklarınıda ben başımdan aşağı döktüğüm şişelerden akıtıyordum ve kadınlar huriler kadar güzellerdi. Dış dünya ile bağım kopmuştu odanın dışındaki hiçbir şeyi düşünmüyordum, sanki cennetteydim böyle şeyler olabiliyorsa o halde gerçekten Tanrı var mıydı? Bu güzel anları tanrının o işkence odası başta olmak üzere, birçok noktada yanımda olmayışının özrü ve Kendini affettirmek adına bana bir armağan olarak kabul ettim. Zengin bu dünyada da cennetteydi huriler mermer köşkler altın yollar cennette olan her şey onlar için bu dünyada vardı, fakirin ve Ezgin olan insanın ise sadece umuduydu Cennet. Banyo yapmak için biri banyoya girip diğeri ile yalnız kaldığıma hemen yaklaşıp eğer diğerinden daha fazla dişilik sunabilirse ona fazladan bin dolar daha bahşiş vereceğimi teklifini her ikisine de ayrı ayrı birbirlerinden habersiz olarak yaptım. Bunun da etkisini görmüştüm birbirlerini geçebilmek için adeta yarışıyorlardı ve bu yarış tüm gece sürdü. Tek kelimeyle mükemmel bir geceydi öyle ki Davut abinin bıraktığı o 10.000 dolardan sabah hiçbir şey kalmamıştı, onlar bütün paramı almış olmanın mutlu kazancı ile yanımdan ayrılırken ben en az onlar kadar kazançlı ve güzel bir deneyim yaşamanın keyifli ruh haliyle vedalaştım. Gecenin yorgunluğuyla derin bir uykuya dalmıştım ki kapının Bir nevi tekmelenmesi ile uyandım, aynı anda o da telefonumda çalıyordu Davut abi idi bu. Kapıyı açar açmaz beklettiğim için ince bir sitem etmesi sonrası "sen uyu ben hemen çıkacağım" diyerek kasaya yöneldi, eğer dolarlar alacaksan hiç arama hepsini harcadım dedim beklediğimden daha büyük tepki vererek ciddi olamazsın onlar bizim değildi adam lobide bekliyor yakarsın bizi söz verdik dedi. Benim ona borcum olarak kabul etmesini söyledim kaldı ki o gece için gerçek 10.000 dolara bile değerdi yaşadıklarım. Yarı espri yarın sitemle o paralara tam 3000 lira vermiştim aşağıda bekleyen adama 100 lira taksi parası vereceksin bir de beni yemeye götür ödeşelim dedi. Taksi ücretini ödedim yemekte 70 liraya yakın tutmuştu sanırım, böylelikle gece bana 170 liraya gelmişti.
Bu geceden yaklaşık birkaç ay sonraydı bir gazetede o kızların fotoğrafları ile karşılaştım ve altında şöyle bir haber: 5 yıldızlı otellerde yalnız konaklayan iş adamlarına kendilerini öğrenci olarak tanıtıp hayat kadınlığı yapan iki kadın polise gelen bir ihbar neticesinde yakalandılar. Bu iki kadınla bağlantılı olduğu düşünülen 3 otel çalışanı da gözaltına alındı. Vay arkadaş ya dedim, ne enteresandı! Demek ki gerçekte Ahmet bey diye biri yoktu, resepsiyonist yalnız ve biraz da hovarda gördüğü kişilerin. O da numaralarını belirliyor ve ortaklaşa çalıştığı bu kadınları da Ahmet bey oyunuyla odalara yönlendiriyordu. Gerçekten şeytanın dahi akıl edemeyeceği bir tezgahtı. 5 yıldızlı otelde odada yalnız başına kalıp da kapısına dayanmış bu iki güzel kadını reddetmek birçok erkek için imkansızdı. Çıkarlar söz konusu olduğunda İnsanlar ne yaratıcıydı. Ama tabii ki bu haberde de yalanlar vardı Ben kendi yalan haberimi okuduktan sonra bu konuda da deneyim kazanmıştım. Bir kere o kızlar gerçekten öğrenciydi kimliklerini görmüş okudukları alanlar hakkında bol bol konuşmuştuk Ahmet bey konusunda numara yapmışlardı tamam bu numarayı yemiştim ama işime geldiği için yemiştim fakat öğrenci oldukları konusunda numara yapmıyorlardı..
Komşu köyümüzde Dursun isminde sevdiğim bir abi vardı. Nenem tarafından akrabamız sayılırdı. Sayısız koyun sahibiydi ve hayatı bu koyunların peşinde geçmiş ve halen geçmekteydi. Köyden pek çıktığı yoktu, şehri bilmez, şehirde yaşamı hiç bilmez, fakat köydeki yaşamı en iyi o bilirdi. Sürekli koyun peşinde dağlarda ve ormanlarda olduğu için hangi ağaç nerede bulunur, hangi yabani çiçekler nerede, en iyi armut, en güzel elma nerededir, hangi derenin suyu ne zaman akar ne zaman azalır, hangi göl hangisinden önce kurur bir sürü gereksiz bilgiyi bilirdi. Kadınlara da aşırı bir merakı vardı. Kadınlara karşı hastalıklı sayılabilecek kavramlar konusunda kuzenim Sıtkı abi kadar sapık sayılırdı ama zararsız bir sapıktı. Çok eskiden koyun otlatırken yanında lüks bir araç durmuş içinden onun o ana kadar hiç görmediği bakımlı ve şık bir şehirli kadın inerek elinde sigara ile ona yaklaşıp ateşi olup olmadığını sormuştu. Sigara kullanmadığı için ateşim yok demek zorunda kalmış kadın ise teşekkür ederek gitmişti ve o tarihten itibaren yıllardır cebinde çakmak taşıyarak sık sık aynı yol kenarlarında koyun otlatır olmuştu. Sebebi ise belki o kadın yine gelir, oradan geçer ve ondan çakmak ister belki diye. Öyle manyak öyle hastalıklı ve saplantılıydı ancak zararsızdı. Eminim ki aynı kadın, çok çok büyük şans eseri aradan yaklaşık 10 yıl geçmesine rağmen yine o yolda gözükse, eminim ki Dursun abi aşırı heyecanlanır ve o kadın aracı durdurarak benden ateş isteyecek korkusuyla kaçardı. Böyle bir manyaktı.
Bu Dursun abi, belki kasabamız dışına ilk defa çıkarak İstanbul’a bir akraba ziyaretine gelmişti. Sürekli beni arıyor, illa bana şehri gezdir diyordu. Bu benim için büyük bir zevkti zaten köyden kim gelirse muhakkak onu alıyor ve hiç görmediği bir daha da göremeyeceği yerlere götürüyordum. Bu bana çok keyif veriyordu. Onu alıp depremi geçirdiğim travesti kulübe götürdüm; kadın, erkek ve travesti karışımı bir kitle yine coşkuyla eğleniyordu. Deprem gecesini hatırladım. Aynı durum tekrar etse yaşanacakları bir ben biliyordum. Artık çevremdeki aşk söylemlerini duymaktan imrenmiyor, aksine iğreniyordum, çünkü biliyordum ki çoğu şey sahteydi. Birçoğunun kendi hayatı veya çıkarları söz konusu olduğunda kimin kimi satacağını net olarak görüyordum. Beklentilerini, sahteliklerini onların göremediği kadar görüyordum. O sabahçı kahvesinde bir çay ısmarlasın diye ona buna sahte tebessümlerle yaklaşıp çıkarcılığını süsleyen o sefil karakterlerin lacivert rengiydi bunlar. Birçok insan gibi aktördüler ve her aktör gibi ifade ettiği duyguyu gerçekte hissetmiyor, sadece taklidini yapıyorlardı. Kendim de birçok konuda sahteydim, o kadar sahteliğin içinde gerçek dünyanın var olduğuna dair kendimi ikna edecek bir sebep bulamıyordum. Belki ben de herkes aynıydım ya da farklı bunun kavramıyor kavramaya da çalışmıyordum, Uyuşturucu, bunun en güzel, en büyük ilacıydı. Bir hayal aleminde yaşıyor, uyuşturucu etkisiyle de yaşamı bir simülasyon gibi deneyimliyordum. Ne kadar anlatırsam anlatayım, hayatımın o döneminin çetrefilli yapısını yazıya dökebilmek olanaksızdır. Sahra’yı arayıp kulüpte olduğumuzu haber verdim. Yaklaşık yarım saat sonra esmer, uzun boylu ve olağan bir kadından daha dişi görünen Asya isimli bir travesti arkadaşıyla çıkageldi. Masaya oturur oturmaz, Asya Dursun’a yaklaşıp "Sen ne kadar güzel, ne kadar tatlı çocuksun tam öpülesi, koklaması birisin canım benim" söylemleriyle ağır bir tacize başladı. Dursun köyden çıkmamış bir koyun çobanı olarak, her ne kadar utangaç ve çekingen tavırlar içinde bakirliğini yansıtsa da, ruh halini bilen biri olarak, Cennet bahçesinde hurilerle olduğunu düşündüğünden şüphem yoktu. Onun o mahçup hali ve yüzünün kızarıp utanarak ne yapacağını bilemez hareketleri Asya’nın daha da hoşuna gitmiş, abandıkça abanıyor, yanağını, ensesini, saçlarını okşayıp üzerine üzerine yürüyordu. Tabii, Dursunu sıkıştırılmış olduğu bu kutsal köşedeki ürkek mutluluğunu anlamak hiç de zor değildi. Sırf bu insan hali için bile uzunca bir tez yazılabilirdi. Bir süre sonra Sahralar lavaboya kalkmış, Dursun rahat bir nefes alabildiği kadar Asya’nın tatlı tacizleri ortadan kalktığı için rahatsız da olmuştu. Dursun bu boşluktan istifade ederek bana sokulup Asya’yı çok beğendiğini gördüğü en güzel şeyin bu olduğunu ilgili tavırlarından da anlaşılacağı üzere onun da kendisine boş olmadığını, geceyi onunla geçirmesini sağlarsam ne istersem yapacağını, hatta köye gittiğimde bana kuzu keseceğini söyledi. Bir travesti ile birlikte olmak için bu kadar çırpınması beni şaşırtmıştı. Ama öğrenip bilmeye değişik heyecanlar tatmaya çalışan insanın mutluluğu dünyanın güzelliğini anlatırdı elbet. Ancak bir kadın yerine travesti ile birlikte olma merakını olağan karşılamıştım. Bu karmaşık durumu tam aydınlatıp emin olmak adına "Oğlum, sen bunu gerçekten istiyor musun? İstanbul’un tüm eskort kızları emrinde bu gece, Asya’yı geç" dedim. "Hayır, hayır, ben böylesinden hoşlanıyorum, ne olur, ne olur, onu bana ayarla" diye çırpınıyordu. Artık onu kınamam da doğru değildi, onu eğlendirecektim ve o travesti seviyordu. Peki, bu gece o senin dediğimde gözlerindeki mutluluk ışığı tüm dünyayı aydınlatmaya yeterdi sanırım. Hayatının en güzel gecesi olacağını, köye sayemde unutulmaz bir anı ile döneceğini, bu iyiliğinin sayesinde 5 tane yan yana cami yaptırmış olsam o kadar sevaba girebileceğimi söyleyip duruyordu. Tekrar masaya döndüklerinde Asya, Dursun’a bir öncekinden daha ilgiliydi. Onu daha da sarıp sarmalamaya başlamış, ne bebek yüzlü, ne parlak, yakışıklı olduğundan bahsediyordu ki Dursun gerçekten de parlak yüzlü, bebek suratlıydı. Ben de bu boşluktan yararlanarak Sahra’nın kulağına durumu fısıldadım. Beraber kalabileceğimizi, Asya ile ev arkadaşı olduklarını, onlar odalarında kalırken bizim de film izleyip sohbet edebileceğimizi, hem de mükemmel bir kahvaltı hazırlayabileceğini söyledi. Son derece uygun bir teklifti. Dursun’a onay işaretini çakarak sıkıştığı köşeden çıkarıp masaya çektim. "Ya Dursun, senin ne çapkınlıkların olmuştur, bu kaçıncı olacak hatırlıyor musun?" dedim. "Yahu, ne çapkınlığı, ilk defa olacak" diye cevap verdi. Beni kandırma, muhakkak olmuştur, ısrarıma "Yok apo, inan olmadı. Köyde küçükken, eşek meşek sikmişliğimiz oldu, onu saymazsak karımdan sonra insan olarak bu ikinci" dedi. Yudumlamaya hazırlandığım içkimi ağzımdan, burnumdan geri püskürtmek zorunda kaldım, alkolden boğulma tehlikesi atlattım o anda. Sahra ve Asya bir anda sıçrayıp peçete falan uzatıp "Ne oldu, iyi misin?" diye sordular. "Ne oldusunun amına koyayım?" diyemedim. Neyse ki müzik sesinin de etkisiyle benden başka duyan olmamıştı. Asya’nın insan olarak ikinci olacağını..
Şişli’de uzunca bir yokuşun en dibindeki apartmanda oturuyorlardı. Aracı aşağıda yer olmadığı için bu yokuşun başında bir otoparka park edip yaya olarak dereye indik. Giriş kapısının hemen solunda oturma odası vardı, uzunca bir koridorun sonunda karşılıklı olarak Sahra ile Asya’nın yatak odaları vardı. Tüm kapılar buzlu camlı şık döşenmiş bir evde biz Sahra ile oturma odasına geçtik. Dursun da peşimizden giriyordu ki Asya onu kolundan yakalayıp, ’Sen nereye gidiyorsun bebek yüzlü? Gel benimle bakalım.’ diyerek o uzun koridorun sonundaki odaya doğru çekiştirmeye başladı. Dursun’un gözlerindeki heyecan, merak ve çekingenlikten oluşan üçlü bir bakış vardı; o üç duyguyu aynı anda yansıtan bakışlarla gözden kayboldu. Sahra bize Türk kahvesi yapmaya koyuldu. Ben de izleyeceğimiz filmler arasından seçim yapmaya çalışıyordum. Bizim odamızda sadece televizyon ışığı vardı Dış koridorda lamba yanıyordu ve tümüyle buzlu camdan ibaretti, bu cam kapıdan karanlık odamıza çok mistik bir ışık tonu vuruyordu. Deprem gecesini konuşuyorduk; Sahra anormal durumlarda anormal davranmanın normal olduğunu söylüyordu. Ben ise anormal durumlarda normal davranabilmemizin gerektiğini savunuyordum. Bazı detaylarda farklı düşünsek de temelde düşüncelerimiz aynıydı. Biz bu fikirlerimizi karşılıklı tartışırken Asya’nın odasından ’anaaaam’ diye bir çığ koptu ki bu çığlık Dursun abiye aitti. Panikle yerinden fırladığım anda o bizim kapıya dayandı, sanıyorum bizim de içeride seviştiğimizi düşündüğünden olacak, kapıyı hiç açmaya yeltenmeyip buzlu camı yumruklamaya başladım. ’Apo apo, çabuk ne olursun? Kapıyı aç, lütfen kapıyı aç!’ diye ağlamaklı ısrarlarını Sahra’nın kapıyı açmasıyla keserek hızla yanıma gelip oturup bana sarıldı. ’Oğlum, ne oldu?’ dedim, ses vermiyordu. Fakat ben de korkmuştum o kadar nefes nefeseydiki Asya’nın ’a’ harfini çıkarıp baştan alıyor, mümkün değil devamını getiremiyordu. Sahra bunun üzerine Asya’nın odasına koştu. Ben de kalktım, ancak o kadar güçlü yakışmıştı ki ellerinden kurtulmanın imkanı yoktu. Bir an Asya’yı öldürmüş olabileceğini düşündüm, ’Oğlum, yoksa Asya’ya bir şey mi yaptım?’ dedim. Deli gibi gözlerime bakıyor konuşamıyordu. Tekrar kalkmaya niyetlendiğimde beni sıkıca yakalayıp geri çekti ve dili açıldı ’Hayır, hayır, o erkekmiş. Erkekmiş! O erkek kocaman siki çıktı içinden, erkekmiş o! Sen beni nereye getirdin böyle?’ Diyerek ağlamaklı bir halde koltuğa yaslandı, hala şoktaydı. Su vermek için kalkmak isterim Fakat tek eliyle beni sıkıca tutmuş, sakın bir yere gitme, sakın yanımdan kalkma diyor, ara sırada gözlerime bakarak kalkma niyetimde olup olmadığımı anlamaya çalışıyordu. Çok korkmuştu dedim ki, ’Oğlum, tabii ki erkek. Sen bunu bilmiyor muydun? Hem sana demedim mi ısrarla sormama rağmen, ben bunlardan böylelerinden hoşlanıyorum demedinmi? Aynı güçlükle konuşmaya devam ederek "ben sana esmerlerden hoşlanıyorum demek istedim. Bu nasıl bir şey lütfen? Beni buradan götür, "diyerek titriyordu. Sahra ile Asya, son derece keyifli halde içeriye girdiler açıkçası, ben de gülme krizine girmemek için kendimi zor tutuyordum. Dursun’un Asya’ya ülke ürkek bakmasıyla kendimi bıraktım o korktukça ben gülüyordum içimizde eğlenmeyen bir tek Dursun’du, çok acınası görünüyordu. Asya’nın üstü çıplaktı, dizlerine kadar uzanan bir şort giymişti. Gelip sol tarafıma oturdu, Dursun ise sağımdaki koltuğa gömülmüştü. Asya ile göz göze gelmemek için mücadele içerisindeydi. Asya’nın gerçekten mükemmel göğüsleri vardı, tam ellemelikti, etkin bir dokunma hissi uyandırıyorlardı. İzin alarak dokundum daha dokundum, inceledim, dokundukça cinsel dürtülerimin alevlenip travestilerle birlikteliğin reddi, tabumun sert halini hissettiğim anda dokunmayı kestim. Öyle güzel ve kusursuzlardı ki, 5 dakika daha devam etsem, sanırım bir travesti ile yatma kıvamına gelmem işten bile değildi. Beraber kahvaltı yapmaya karar verdik, hazırlıklar başlamıştı ki Asya ansızın bir kahkaha daha attı. Ne oluyor, söyle, biz de gülelim diye sorduğumda, a içeride olanları anlatmaya başladı: ’Apo, dedi, odaya girdik, onu deli gibi öpmeye başladım, öpmeye başladım diyorum. Zira kendisinin öpüşmekten haberi yoktu. Ben onu öpüyordum, bir süre sonra sırt üstü uzanıp Dursun üzerime aldım. Kıyafetlerimi çıkarıp sadece bu gördüğün şortla kaldım. Şahane göğüslerimi okşayıp emmeye başlayınca tüm çekirgenliği gitti, o kadar aç bir çocuk gibi o kadar azgın emiyordu ki, ister istemez beni de coşturup sertleştirdi. Öpüşmedeki eksiğini bu noktadan fazlasıyla gidermişti, müthiş ereksiyon olmuştum. Sonra göpeğime doğru diliyle yalayarak indi. Göbek deliğimin içinde diliyle gezinerek daha aşağıya kaydı. Bana oral seks yapacak zannettim, ki bu çok hoşuma giden bir şeydi. Fakat o çekingen insanın bir travestiye oral seks yapacak kadar çekici olmam daha da hoşuma gitmişti. Tam cinsel bölgenin kıllarını da yalıyor öpüyor du ki bir anda şortumu indirdi. Penisim şortun lastiğinden kurtulur kurtulmaz, hacı yatmaz gibi, Dursun’un gözlerinin önüne dikiliverdi. İşte siz o "anaaaam" bağrışını o anda duydunuz. Yataktan bir fırladı ki, panikle yere düştü. İkinci denemede yine yere düştü, üçüncüsünde ancak kaçabildi, gerisini zaten biliyorsunuz işte,’ dedi."
Tabii o anı görmemiştik ama dursun’un o halini düşündükçe durup durup kahkahaya tutuluyordum. Asya tatlı çocuk parlağım benim diye laf attıkça Dursun koltukta daha da uzağa kayıyordu arada benim olmam dahi Güven vermiyordu ona. Asya’nın penisinin bu kadar konusunun geçmesi bende de ister istemez veya merak uyandırmıştı "ya Asya şu an anam dedirten şeyi ben de merak ettim doğrusu, mümkünse gösterebilir misin uzaktan olsun" dedim. Şortu dizinden hafifçe çekişiyle penisinin başını gördüm tamam dedim tamam yeterli, gerçekten çok büyük penisi vardı, dursun’un şokunu anlamamak mümkün değildi tabii bu durum kahkaha krizimizin daha da artmasına neden oluyordu. Kahvaltımızı yaparken "Asya alınmaz sana bir şey sormak istiyorum "dedim "özel olacak istersen cevap da vermeyebilirsin, madem bu kadar büyük penisin var birçok travesti gibi kestirmemişsin de bu penisle kendini nasıl kadınmış gibi hissediyorsun "dedim. tatlım penisimi kestirmedim çünkü ben aynı zamanda biseksüelim, travestiyim çünkü becerilmek ağırlıklı olarak hoşuma gider Ayrıca sen penisimi büyüklüğüne aldırma onu kaldırmak zor, dursun’un bakir duruşundan çok etkilendim ondan böyle sertleşti istisna bir durum yani dedi. Konunun tam cehaletiyle kusura bakma ama bir seksüel ne olabilir dedim, Asya penisinden de zevk aldığımı üstelik dışarıda ağır abiler görünümünde olup kendi alanında kabadayılar hatta cami imamlarının dahi Kendini ona becertmeye geldiğini, onları bir kadın vücuduyla becermesinden hastalıktır tutkuyla zevk alanların olduğunu uzun uzun anlattı. Şok halindeydim tamam insanların sapkın hallerinin olabileceğini ve çok normal görünenlerin bile zihninde böyle saklı hallerin kol gezdiğini tahmin edebiliyordum ancak, böylesini de hiç düşünmemiştim. Peki ne zaman aktif ne zaman pasif olacağına nasıl karar veriyorsun kişiye mi göreyim değişiyor mu dedim, buna ben karar veriyorum ve bunu bir standarda bağladım mesela akşam 6’dan sabah 6.’ya kadar pasifim sabah 6.’dan akşam 6.’ya kadar da aktifim Ben beceriyorum. Tüm randevularımı buna göre ayarlıyorum, hayatım sikip sikilmekle geçiyor anlayacağın diyerek bizi tekrar kahkahaya boğdu. Kısa bir süre sonra Dursun bana sokulup diziyle dizime vurarak duvarda duran bir tabloyu gösterdi, üç beyaz at güzel bir bozkırda özgürce koşturuyordu güzel bir resimdi, bir süre sonra tekrar dürterek yine aynı tabloyu gösterdi gördüğümü onaylayarak başımla işaret yapmana rağmen ısrarla aynı tabloyu gösterip duruyordu, artık ne tabloyla ne dizinin tacizleriyle ilgilenmemeye başladım. Sonra birden ayağa kalkarak ki bu anaaamdan sonra ilk etkin hareketiydi, hadi gidelim artık dedi. kolundan tutup geri oturttum kahvaltınızı yapalım kalkacağımızı söyledim sahralara ayıp olacağını o kadar uğraşıp Süper bir kahvaltı sofrası hazırladıklarını belirtmeme rağmen daha da huzursuzluğunu görüyordum ve ilginçti halen aynı tabloyu gösteriyordu. Artık patlama noktasına geldim Ne var lan bu tabloda diye bağıracaktım ki tablonun tam üzerinde asılı duran saati fark ettim ve 6’ya 12 dakika vardı, telaş ve tedirginliğini o anda anlayabildim. Asya’nın parlak çocuk güzel çocuk söylemleri de artık ruhunu okşamanın aksine daha da tedirgin olmasına sebep oluyordu ve saat itibarıyla durum daha da tehlikeli bir hal almıştı. Artık onu kimsenin tutamayacağını belli eden bir sıçrayışla kalkarak kapıya doğru koştu Ben çıkmasam yanlız çıkıp gidecekti, istanbul’da o derenin dibindeki sokakta gideceği bir yer yoktu Fakat her halükarda dışarısı içeriden daha güvenliydi. Özür dileyerek Ben de kalktım ikisi de önümüzde durup direnerek vallahi kahvaltı yapmadan bırakmayız ısrarlarıyla kapı önünde tamamen insani şekilde durmaları Dursun’u ağlama noktasına getirdi, dokunsam ağlayacaktı. Tüm direnmelerini kırarak çıktık. Ben ayakkabı bağcıklarımı bağlayıncaya kadar dursun kapıyı açıp kaçtı, o dik yokuşu sanki baş aşağı koşuyormuş gibi topukları götüne vurarak kaçıyordu. Bu görüntü tıpkı o gece yarısı elimden kaçan komşu mahalledeki kızın kaçışına benziyordu benim belki 10 dakikaya da çıktığım yokuşu o 3 dakikada çıkmış beni aşağıda yalnız bırakarak götünü kurtarmıştı. O geceden sonra hangi kulübe davet etsem gelmedi ve o gece yaşananları köyden birine söylemezsem bana iki kuzu keseceğini vaat etti. İstanbul’daki son gününde onu bin rica ile evden çıkarıp benim olmayan hatamı telafi etmek için İstanbul’un en şık ve lüks restoranlarından birine götürdüm, yemeğimizi sipariş edip beklerken hemen yan masamız da son derece elit ve sosyetik sınıftan oldukları kürtlerine kadar yansıyan üç kadın geldi. Yanlarında sanıyorum 5-6 yaşlarında bir erkek çocuğu vardı iki masa arasında dolaşıyor sonra diğer boş masalardaki örtüleri çekiştirerek anlamlı anlamsız bir şeyler söylenip kendince yaramazlıklar yaparak eğleniyordu. Annesi olduğunu düşündüğüm kadın oğlum gel lütfen oğlum yanıma gel dedikçe çocuk masamıza da tacizlerini sürdürüyordu, çok sevimli bir şeydi kadın oğlum bak lütfen gel yoksa beyefendiler kızacak inan beyefendiyi sana kızdırırım diyordu. fakat çocuk ısrarla masamız etrafından ayrılmıyordu sonra kadının sabrı taşıp dursun’a dönerek beyefendi lütfen kızar mısınız demesi ile Dursun çocuğa öldürücü sertlikte bir bakışla dönerek "laayn amına koyduğumun piçi sana anan ne diyor duymuyor musun lan ha? bu çatalın gözüne sokar pörtletirim siktir lan masana piç velet seni" demesiyle dünya döndü zannettim. Tanrım Bu bir rüya olsun dedim fakat gerçekti kadınlar ve çocuk başta olmak üzere herkes şok halindeydi, ne yapılacağını bilmediğim anlardan biriydi, onları öyle donmuş ve çocuğu ağlar vaziyette bırakıp lavaboya kaçtım. Kahkaha kriziyle kendimi oraya zor atmıştım yüzümü yıkadıkça gülüyor gülüyordum, kadınların o halleri çocuğun boş bakışı gözümün önüne geldikçe çatlayacak gibi oluyordum. Karın ağrısı ya da aşırı gülmekten ölmeye yaklaştığım anlardan biriydi hiç o kadar sağlıklı güldüğümü hatırlamıyorum. sanıyorum 10 dakika sonra kendime biraz olsun gelmiştim dursun’u arayıp çabuk masadan kalk dedim . La onlar gittiler Ben yalnızım neredesin seni bekliyorum telaşındaydı, masaya döndüğümde gerçekten gitmişlerdi Ben gülme krizinden bir şey yiyemedim. Birkaç gün sonra beraber köye döndük Davut abi de işler için yurtdışına gitmişti.
Yine gereksiz miktarda param vardı ve tabii lüks aracımın bu güçlü gidişiyle boşandığıma dair köydeki tüm dedikoduların da önüne geçmiştim. Tekrardan mahalle çocuklarına oyuncak ve harçlıklar vermeye, ve yine tebessümlerle yaklaşan herkesi yemeklere götürmeye, evin bahçesine kurduğum mangal partilerine başlamıştım. Bu partilere gelenlerin içinde boşandığıma dair orada burada dedikodu yapanlar da vardı. Köyümü özlemiştim, sevmediğim insanlar bile gözümde tüter olmuştu. Birkaç gün sonra hastalandım, ağır bir grip ve ishal tüm bedenimi ağırlaştırmıştı. Yataktan çıkamayacak hale gelmiştim. Otururken burnumdan kucağıma şıpır şıpır ter damlıyor. Fakat ben titriyordum, eklem yerlerimdeki ağrılarımı şiddetinden. Tüm gece uyuyamamıştım. İlk defa bu kadar etkili ve büyük ölçüde enerjisiz bırakan bir grip ile karşılaşıyordum. Anam, bu kadar ağır soğuk algınlığının etkisini Karadeniz’in sert havasının çarpmasına bağlıyordu. Fakat o kadar badirelerden geçip ölmemiştimu, ama bu gripten ölmek üzereydim sanki. Ellerimi ve ayaklarımı kımıldatmakta zorlanıyordum, tüm azalarım benimle işbirliğini reddediyordu."
Beni ziyarete gelenlere evde olmadığımı söyletiyordum. Ayak parmaklarımdan saç diplerime kadar bütün bedenimde ve alakasız ayrıntılarda farklı farklı acı ve ağrılar hissediyordum. Her şey sinir bozucuydu, herkes düşman gibi geliyordu bana. Anamın sık sık yanıma gelerek iyi misin oğlum, nasıl oldun, bir isteğin var mı diye soracak düşüncesi, ihtimali dahi korkunç ve sinir bozucuydu. Davut abi Hollanda’ya indiğini ve her şeyin yolunda olduğunu haber vermek için aradı. Konuşacak durumda değildim son derece ciddi şekilde "Abiciğim," dedim, "ben galiba ölüyorum. Şükür ki köyümde öleceğim, cenazeme gelme şansın yok, aracını da bir ara gelir alırsın köyden," dedim. Bana ne gibi rahatsızlığım olduğunu, etkilerini sordu ve yaşadığım ızdırabı anlatıp öleceğimden emin olduğumu söyledim. Ben bunları tam bir inançla söylerken, onun kahkahalarla karşılık vermesi kabus gibiydi. Sinirden kilitlenmiştim, fakat tepki verecek dermanım yoktu. Uzun bir kahkaha nöbetinden sonra "Oğlum, sen bağımlı olmuşsun," dedi. Ne demek istediğini benim kavramama fırsat vermeden, "Sen eroinman olmuşsun, bağımlı olmuşsun kardeşim," dedim. Bu mümkün değildi. Tamam, aylardır günde birkaç kez sigaraya koyup kullanıyordum, ancak ne burnuma çekmiştim ne de damardan şırınga yapmıştım. Anamın teşhisine sarıldım: "Ben griptim, belki kuş belki domuz, belki daha başka tür bir griptim, ama kesinlikle griptim. Beni Karadeniz’in sert havası çarpmıştı, bunun eroin’le hiçbir alakası yoktu." Araçın aynasında küçük, sevimli bir maymun asılı dururdu her zaman. O maymunun içine eroin, kokain, ekstazi gibi şeyler koyuyorduk çünkü polis tüm arabayı arasa bile aynada asılı o maymunun içinde uyuşturucu olabileceği pek aklına gelmezdi. "Araç içindeki en güvenli yerdi o maymunun içi." Eroin olup olmadığını sordu, bilmiyordum. "Araca gitmemi ve o maymunu kontrol etmemi eğer içinde eroin varsa her zamanki gibi sigaraya koyarak kullanıp sonra onu aramamı söyledi. Bana Çok saçma ve mantıksız gelen bu iddiayı sırf kafamın güzel olmasını sağlayarak, ağrıların biraz olsun dindirebileceği düşüncesiyle denenebilir buldum. Milyonda bir etkisi dahi olsa benim için yeterliydi, çünkü dayanılabilir çizginin çok üzerinde ağrılarım vardı. Benim gibi bedensel acı eşiği yüksek kişi için bile dayanılacak gibi değildi. Hemen evin önündeki araca gidebilme çabam minik karıncanın o gözle görülmez ancak alt edilmeyen çabası gibiydi. Dışarıdan bakan hiçbir şey yapmıyorum sanırdı ama içimde süründürücü bir mücadelemin yorucu bıkkınlığı vardı. Kapıyı açarak bacaklarımı dışarıda bırakıp koltuğa oturdum. Evet, maymunun içinde eroin vardı. Sigaraya doldururken biraz zorlandım çünkü elim ayağım titriyordu, bacaklarımı aracın içine çekecek gücüm dahi yoktu. Binbir güçlükte eroini sigaraya doldurdum, üst üste iki duman aldım. Allah’ım, o ne güzel kokuydu. İğrenç bulduğum o koku o an bana dünyanın en harika kokusu gibi geldi. Hiçbir şey, hiçbir parfüm öyle güzel kokamazdı. Ağrılarım birden, ama birden bıçak gibi kesildi. Burnumun bozuk musluk gibi kesik kesik akması aniden, ama aniden durdu. Araçtan çıkıp çelikten iki sütun gibi sapasağlam hissettiğim bacaklarım üzerine dikilerek köye baktım.
Karşımdaki ormanlara baktım, sonra o yaprak hışırtıları geldi kulağıma. Sanki bu yaprakların aynı rüzgara karşı, her birinin ayrı ayrı çıkardığı sesi duyuyor gibiydim. Tavukların bahçede eşinme heyecanları, kuşların kanat çırpışları, ördeklerin uygun adımlarla önümden tek sıra geçişleri; her şey o kadar ilginçti ki, sanki hayat tüm çeşitliliğiyle aynı anda gözümün önünde oluşuyordu. Daha 10 saniye önceki fiziksel acı ve ruhsal ızdırap tam zıttına dönüşmüş, şimdi ise ruh ve bedenim çiftleşiyor gibiydi. O kadar mutluydum ki, anlatamam; her şey toz pembe idi. Tekrar araca binip köyü karşıdan gören bir tepeye çıktım. Köyümün arazi ve patika yollarını hala yabani ve özgün kalmış, her zaman olduğu gibi pis dünyadan kopuk Plato halini izlerken turp gibi bile değildim. Belki turp benim gibiydi. Uzun zamandır hiç bu kadar iyi hissetmemiştim kendimi; her şeyi yeni görüyor gibiydim. Evet, köyümdeydim ve her taraf hayranlık uyandırıcı renkteydi. Sanıyorum, orada bir saat kadar aynı serap’ta kaldım. Sonra eve döndüm. Anam bu kadar ani şekilde iyileşmiş ve üzerine yerinde duramayan enerjide olmama şaşırmıştı. O açıdan hiç düşünmemiştim, ancak hemen önlemimi alıp çok çok iyi olsam da birazcık hasta gözükmek için numara yaptım. Fakat tüm duyu ve duygularım kendini doya doya sindirilmeye bırakmıştı; beklenmedik bir tadın ve hazzın aniden ortaya çıkışı beni yıldırımla vurulmuşa çevirmişti. Muhteşem bir gün ve gece geçirdim. Ertesi sabah eklem ağrılarım inceden yine başladı ve yine burun akıntısıyla uyandım. Haliyle hemen araca maymunuma koştum, aynı heyecanla sigaramı içine eroin’i doldurup çektim. Lakin bu defa dünkü eğlenceli bir ışıkları hale dönüşmedim; üstelik kafam dahi güzel olmadı. Burnumun akıntısı ve eklem ağrılarım kesildi. vücudum artık eroine bağışıklık kazanmış, kafa yapmanın aksine ağrı sızılarımı kesen tek bir çeşit panzehire dönüşmüştü. Normale dönmem için bir ilaç olarak gerekiyordu eroin artık bana, korkmuştum, bu hal beni ürkütmüştü. Yanlış yola sevk edildiğinde ve şüphelerle doluyken bin nasihat fayda etmez insana, ama kavramayı başardığında bir musibetle karşılaştığımda tek kelime bile sana fazla gelir. Davut abi haklı çıkmıştı. Evet, ben eroin bağımlısı olmuştum. Dehşete düşmüştüm ve kendime acımadan, ki acıyarak da denilebilir, maymunu içindekilerle birlikte ateşe verdim. O günüm dayanılabilir ağrı sızılarla geçti. Ertesi gün, bu ağrılar o kadar yükseldi ki, içimde sıcak bir duygu hali kalmamıştı. Negatif düşünceler zihnimi işgal ediyor, her şeyden, herkesten endişe duyuyordum. Sese veya sessizliğe karşı aşırı duyarlılık başlamış, tam bir sinir küpüne dönmüştüm. Çektiğim bu ağrıların yaratacağı sonuçtan bir süre umutluydum, ancak saatler geçtikçe ızdırabımın artmasıyla zihnim psikolojimi çekiştirmiş, pişmanlık duymaya başlamıştım. Evet, pişmandım. O maymuna bunu yapmamalıydım, ya da kendime bunu yapmamalıydım.
Gece yarısı olmuştu, uyuyamıyordum. Vücudumun her noktasına bazen aynı anda, bazen belli belirsiz sıralamalarla sürekli iğne batırıyorlarmış gibi hissediyordum. Ayrıca, tüm eklem yerlerim yerinden çıkmış da dokumun altında boşta duruyormuş hissi veriyordu ve bütün eklem yerlerimde inanılmaz güçlü ağrılar vardı. Çok terliyor ve terlediğim kadar da üşüyordum, yorganı üzerimden atıp atmamakla kararsız kalıyordum çünkü üşüyor muyum, terliyor muyum, ne hissediyorum bilmiyordum; bedenimin durumunu algılayamıyordum. Dokununca sanki tenim kayganlaşmış gibiydi, ellerim derimin üzerine kaplanmış farklı bir tabakaya değiyor gibiydi, dokumu ve dokunuşumu hissedemiyordum. Ne elimde ne tenimde. Zihnimin en kuytu köşelerinde parmaklarımın sızısı vardı. Bu ızdırapı yaşamayanı anlatabilmek imkansızdır.
Maymun geldi aklıma ve son kalan enerjimle o maymunu yaktığım yere gittim. Belki küçük küçücük bir parça eroin kendini benim yaptığım bu büyük hatadan kurtarmış olabilirdi. O küçücük parça benim tüm ağrılarımı dindirebilirdi, beni hayatta tutabilirdi. Aynı sürünüş şekliyle maymunu yaktığım yere indim, umutluydum ama maalesef ki her şey inadına kömür olmuştu, yerde bir kül tabakası duruyordu. Bu toprağa eşeleyip küllerini avucuma alarak milim milim inceledim, sonuç hayal kırıklığıydı; bir nefeslik parça dahi kalmamıştı.
Ruh ve bedenen o kadar inanılmaz ve dayanılmaz acı çekiyordum ki. Ayrıca üzerine bağımlılık psikolojim de eklenince, o küçücük maymunu yakmış olmam hayatım boyunca yaptığım hataların en büyüğü olarak karşımda duruyordu, yanıp küle dönüşmüş eroin’le maymunun küllerini tütünle karıştırıp içmeye çalışsam, küçük bir faydası olur mu, ağrılarımı kesmeye, beni yaşatmaya ya da öldürmeye bir etkisi olur mu diye düşünüyordum.
Tam o sırada anam evin kapısını açtı, baktı ki yine aynı duruma dönmüşüm. "Oğlum, daha iyileşmedin, Bu kadar dolaşma, yat dinlen demedim mi sana? Bak hastalığın yine tekrarladı gördün mü diyordu. Ey benim garip anam, ben ne pislikteydim, sen ne saf, ne temizdin, bin bir güçlükle tekrar yatağıma çıktım. Anama da sabahın karanlığında aracın yanında olma sebebimi şarj aletimi unutma olarak yalan söyledim. Yalnız kalmak istiyordum, fakat anam bir türlü Beni yalnız bırakmıyor başımda dikilerek çok ateşim olduğunu söyleyip sürekli sirkeli suda havlular ve içmem gereken karışımlar hazırlayarak odaya girip çıkıyordu. Tanırım sinirden kalbim duracaktı. Ben her teklif ettiğine güçlükle konuşarak, "Hayır ana" dedikçe o sürekli yeni tekliflerle geliyordu. Odadan her çıktığında alnımda her dakikada bir tomurcuklaşan terleri siliyor, yorganı boynuma kadar çekiyordum. "Ana, dedim çok uykum var, hadi sen git yat, ben iyiyim." Bu söylenmesi benim için çok uzun söylem işe yaramıştı, çıkarken kıyafetlerimin terden ıslak olup olmadığını kontrol etmek istedi. Yorgana sıkıca sarılarak "Hayır" diye kükredim. O kadar bağırmıştım ki, sanırım beni çıplak falan zannedip yorganı açmadı, terlersem diye kuru kıyafetler bırakarak en sonunda gitti. Değil kıyafetim, yatak dahi su içindeydi, geceden beridir kesintisiz ter atıyordum. Eğer bunu görse, kıyafetlerimi değiştirip belki yatağı bile başka yatakla değiştirmeye kalkacaktı, ki bu benim için o an ölüm demekti. Öyle bir durumda kendimi pencereden atabilirdim. Her şey korkunç derecede sinir bozucuydu.
Her şey batıyordu, köyümde olmak bile batıyordu. Her şey sinir bozucu yaratılmıştı, sabahlara kadar uyuyamıyordum. Bir sabah, yine ızdıraplı bir gecenin ızdıraplı bir günü doğmak üzereydi ki sabah ezanı okunmaya başladı. Yine o vicdansız hocamdı beni camiden dinden imandan soğutup uzaklaştıran hocam. Kuran’ı iyi bilmeyen ve hatasını düzelttiğim için sigarasız bırakıldığım hocam, karşı mahallenin o seksi kızıyla sevişmemi gereksiz zamandaki ezanıyla engelleyen uğursuz hocam. Pencerenin kenarına kurulu yatağıma oturmuş sigara içiyor, aşağı yoldan camiye gitmekte olan insanların tek tek ilerleyişini izliyordum. Sonra babam da evden çıkıp bu sinir bozucu sıraya takılıp sinir bozucu hocanın peşine namaz kılmaya gitti. Bence bu hoca bile inanmıyordu hizmet ettiği dine, öyle olmasa sırf takıldığı yerden Kur’an’ı ben okudum diye bu dünyalık ego yapar mıydı? Birazdan güneş doğacak, annem beni yine kontrole gelecekti. Bunu düşünmek bile çok sinir bozucuydu. O anda İstanbul’daki çocuğun söylemi geldi aklıma, hani apo abi krizde olduğum zaman bilsem ki eroin anamın karnında bıçağı takar alırım onu oradan, evet gerçekten bu iğrenç bir düşünceydi, fakat o an çektiğim ızdırapların içinde o çocuğu anladım diyebilirim. Benim hemen evden kaçmam gerekirdi, çektiğim acı sadece bedenen olsa acıya dayanıklıydım, katlanabilirdin, ama ruhum bedenimden daha fazla ızdıraplıydı, sinir sistemim felç olmuştu. Hemen evden kaçmalıydım, anamın uyanma saatini yaklaşması da bana bir derman getirmişti sanki. Yataktan kalkarak araca sürünerek gittim ve çalıştırıp köy insanının pek kullanmadığını bildiğim orman yolunu attım kendimi."
Orada aracın içinden hiç çıkmadan ya ölecektim, ya iyileşecektim. Dikiz aynasından kendimi gördüğümde bambaşka birine bakıyordum; sanki her gün gördüğüm yüz bir başkasına ait gibiydi. Yanaklarım çökmüş, ağzım aşağı sarkmış, dudaklarım kurumuş, gözlerim küçülmüştü, göz bebeklerim görünmüyordu. Yüzüm neye benziyordu? Benim her gün baktığım bu yüz neden illa bana ait, başkasına değil? Yaşadıklarımı neden ben yaşadım, yaşamayacaklarımı neden yaşamamam gerekiyor? Doğrularım ne için, hatalarım neden? Neden ben, benim bir başkası değil? Bacaklarım mesela illa yürümek içinse, neden sakattım7? Beyin düşünmek içinse, neden düşünemiyordum? Ruh neden sağlıklı olması gerekirken, o da sakattı neden? Neden nefes alıyorum, ciğerlerim niçin var eden sigara içiyordum? Neden nikotine ihtiyaç duyuyordum? Niçin kanım olsun, niçin illa bu hücreler, bu dizayn? Her şey neden illa böyle, neden, niçin, var, yok. Bu bilinç, bu akıl, bu akılsızlık neden var, niçin yok? Zihnimin merkezine yuvarlak bir masa kurulmuştu ve etrafında Onlarca olgu sürekli sürekli sorular soruyor. Böyle olunca mı düşünüyordum? Hayır, düşündüğümü düşünmüyordum, çünkü düşünüyor olsam, elimde düşüncemin doğurduğu bir şeyler olurdu. Oysa hiçbir şey yoktu ve buna benzer o kadar saçma salak şeyler düşünüyordum ki. Ne düşündüğümü de bilmiyordum; yine beynime ağrı şakaklarıma uğultular hücum etmişti.
Orman yolundaki tüm günüm bedensel olarak milyonlarca ızdırap, ruhsal açıdan milyarlarca sıkıntı ve bomboş düşüncelerin gelgitleriyle geçti. İğrenç bir haldeydim, kıyafetlerim belki onlarca defa terleyip onlarca defa tekrardan kuruyarak üzerime yapışmıştı. Gece araçtan çıkıp gördüğüm her ağaca küfür ederek, tekmeleyerek, kafa atarak canımı eroinin değil, ben kendim yakmak için ayakkabılarımı çıkardım ve ağaçları tekmeledim. Neden böyle yaptığımı şu anda bilmiyorum, çok saçma şeylerdi ama bir o kadar da gerekliydi. Sonra tekrar arabaya bindim; yine aynı acılar ve ruhsal sıkıntılar içinde bir süre sonra nasıl olduysa uyumuşum. Ertesi gün uyandığımda Güneş karşıdan üzerime doğmuş ve arabanın içine yapışmış gibiydim, öyle ki koltuktan hafif doğrulduğumda üzerimdeki kıyafet koltuktan çatırtayarak ayrıldı, leş gibi kokuyordum. Ayağımdaki yaradan belki de daha kötü kokuyordum. Beynim boşalmış gibiydi ve hala bedensel ağrılarım sızılarım vardı fakat tüm bunlar biraz daha azalmıştı. Aracı çalıştırıp Bafra’ya anneme gittim. Uzun yıllardır görüşmemiştik. Hemen soyunarak banyoya girmem gerektiğini söyledim ve sonra uyuyacağımı, kıyafetlerimi yıkamasını söyledim. Uyandığımda temiz kıyafetler başucumdaydı. Annem belki ilk defa olarak duygulandırmıştı beni. Kız kardeşlerim de büyümüş, kocaman olmuşlardı, ilginçti. Babadan olan kardeşlerim beni ne kadar sevmiyorsa, anneden olanlar da o kadar düşkündü. Bu durumun sebebini, üvey annenin karakteriyle üvey babanın karakter ve kişilik farkına bağlardım; ki halen de böyle düşünmekteyim. Soyluluk ve soysuzluk, her ikisi de çevresine bulaşıcıydı. Bafra’dan köye dönerken ne ağrım ne sızım kalmıştı, gayet iyiydim. Az biraz enerji kaybım vardı, o kadar. Bir kapak açılmış gibiydi içimde içine düşmüşsün içimin ama neyse ki o geçişsiz ıstırap geçmişti. Eroinin krizini atlattıktan sonra Cömerti hatırladım. Gidip onu alarak tarlalara götürdüm götürdüm. Yaşlanmıştı, yoluna zor yürüyordu. Davut abi çektiğim 3 günlük çile için beni kuru bir kutlama ile geçiştirmişti; bu çektiğim ızdırap, kutlarım seni demekle karşılık bulacak bir başarı değildi. Bunun en iyi kendisi bilir olmalıydı, fakat ona hiç alınmadım. Davut abiye acıdım, zira ben sadece günde bir iki sigara içine koyarak kullandığım eroini rağmen bu kadar ızdırap çekmişsem, Davut abi iki saatte bir burnuna saf eroini çekmesi gereken bağımlılığını düşündükçe onun çekeceği ızdırabın şiddetini düşünemiyordum bile. Gün gelecek onun bu ızdırabı çektiği yerde, benim gibi orman ve ağaçta bulamayacaktı...
Yoksunlukdan mıdır psikolojik travmalarımdan mı bilmiyorum kendi kendimle konuşma ya başkalarına karşı çok tahammülsüzleşmeye ve olmayan düşünceleri kafamda gerçekmiş gibi yaratmaya başlamıştım. Bu hal gittikçe daha kuvvetlenerek herkese saldırgan tavırlar oluyor hiç gereksiz insanları kırıyor saçma sapan davranışlar içerisinde buluyordum kendimi traktörü kurban ederim diyordun ya da araçtan kurban olur mu diye soruyordum. hocaya şarap içelim diyordum camiye kumara ne yapalım diyordum bunlar benim hatırladıklarım hatırlamadım bir yığın saçma sapan düşünceleri insanlara empoze etmeye çalıştığım gibi saldırgan tavırlar sergiliyordum.
Dedem bir gün beni birgün karşısına alarak ciddi bir şeyler konuşacağını söyleyip anlatmaya başladı. Hocaya gitmeliymişiz cin varmış bende, doktor işi değilmiş hocalıkmış mesele. Zaten gitmediğim hastahane görünmediğim doktor’mu kalmış, onlardan çare olmadığı apaçık ortadaymış kesinlikle cin varmış bende. Ninem de doğrulayıp başı ile tastik etti evet cin dedi. Hayatımın geçmiş ağırlığını bilip görüneni görmeyenler, görünmeyeni görerek içimde cin olduğuna kanaat getirmişlerdi. Bu tespite güldüm sadece, zaten kendi içimden doğan düşüncelerin çokluğu ile uğraşmaktan, başkalarının ne düşündüğü umurumun çok dışındaydı. Ama dedemin mutlak inancı ve acımak’lı olduğu kadar da yardım istekli bakışını kıramadım. Halime ne kadar üzüldüğünü bana ricada bulunmasından hatta kendi karakteri dışına çıkarak yalvarmasından anlayabiliyordum. On dört yaşından beridir karşısında beş vakit eksiksiz durduğu allah’ından başka kimseden ricacı olmaz, kimseye yalvarmazdı o. İlk defa kendi kabuğu dışına çıktığına şahit oluyordum, bunu yapmış olması gurur verici olduğu kadar üzücüydü de. Gurur vericiydi; çünkü benim için yetmiş yıllık kalıplaşmış karakterinden ödün verip ilk defa taşlaşmış kabuğunu kırmıştı. Üzücüydü; demek ki dışarıdan o kadar vahim görülüyordu. Sırf benim için bunu yapmış olmasının mutluluğu, benim acınası durumum için bunu bile yapabilmeyi gerektirdiğinin üzüntüsü içinde kaybolup gitti. Maalesef ben taraftan yetmiş, bu taraftan yirmi altı yıl sonra gelen bu konfordan zerre yararlanamamış hatta daha da hüzünlendiğim ile kalmıştım. Elbetteki babamın o an iç dünyamda oluşan bu dalgalanmalardan haberi yoktu, o sadece dış nefesle fısıldadığım olumlu cevabımla ilgilenmişti, peki..
Çok enteresandır ki bu kısa cevabım onun gözlerinde aynı anda gördüğüm üç beş duyguyu silip atmış yerini canlı bir sevinç almıştı. İyi olacağıma kesinlikle inanıyordu, ne de olsa içime cin girmişti ve hoca bu alanda öyle dünya çapında bilim adamı değil, ünü dünya dışı varlıklarla da bilinen ilim adamı, bir ordinaryüs’tü.
Beni hemen ertesi gün çevrenin en bilgili en bilinen hocasına götürdüler. Küçük bir kaleyi andıran büyük bir yapı, dış sur kapısından iç bahçeye uzanan dar bir çarşı yolunda iç zenginlikleri dışarıya taşmış dükkanlar vardı.
Kalabalığını kendi içine gizleyen durağan ve sakin bir kalabalık, herkeste aynı tip inadına gri renkte şalvar, ve yine inadına farklı renkte takkeler altında her tipte insanların, yavaş adımlarına tezatla sanki bir yere ulaşma gayreti içerisindelermiş gibi gezindiği bir meydana çıktık.
Bizi fazlaca zayıflıkta yine benzeri kıyafetli bir zat karşıladı, yığınla harukülade söz söyleyip kendi de bir şey anlamayan sözcü gibiydi. Kamelya tarzında gayet şık bir gölgeliğe oturtulduk, babam geliş sebebimizi ve rahatsızlığımın belirtilerini bir ön bilgi olarak ona aktarırken, ben sadece gıdığından aşağıya mısır püskülü gibi uzanan sakallarının ilginç görünümünü inceliyor, adet sayısını bulmaya çalışıyordum. Onlar başka başka konulara geçtikçe ben bu manasız matematiksel uğraşıma yoğunlaşıyor olsamda, her tekrarım farklı çıkıyor otuzlu sayılardan bir türlü kırka varamıyordum. Ben yokmuşum gibi davranmaları bana ne kadar geniş zaman alanı açsa da mümkün değil tam sayıyı bulamıyordum, fakat kırk olmadığına artık emindim. Bir süre sonra sanırım bekleme odası işlevi gören dar bir salona götürüldüm, orada benden başkaları da vardı, tek delinin ben olmadığımı görmek hoşuma gitmiş farklı bir özgüven vermişti bana sanki.
Dedemo zat ile hemen yan odaya girdi, o oda önemliydi zira içeriye giren ayrı çıkan ayrı toparlanıyordu. Yine hal hatır sesleri sonrası, babam göremediğim o pek muhterem zata benden bahis açarak yarı kapıdan gösterip, bu benim torunum Abdullah dedi. Başımı önümden kaldırmıyordum o sebeple hoca hazretlerini görmedim, ancak yaydığı mistik havayı yoğun şekilde hissedebiliyordum.
Dedem;
hoca efendi hazretleri dedi, bu çocuğun gitmediği hastahane doktor kalmadı, avrupada yaşadı Amerikalara kadar gitti, oralarda da doktorlara göründü ama çare bulamadı. Ne kadar eğlenceli neşeli bir çocuktu, askere sağlam gitti dönüşte yaralı ve sakat geldi, ayrıca o yaralanmadan kaynaklı tedavisi olmayan bedensel bir hastalığa yakalandı. Daha önce de ufak tefek delilikleri vardı, evden kaçtı istanbulda babasının yanında her türlü imkana sahipken orada da durmadı, sokaklarda baliciler ve tinercilerle yattı kalktı, ama askerden sonra tamamen farklı bir hal aldı, gittikçe daha da kötüleşti, mapuslara düştü buralarda yoktu, geleli henüz bir ay oldu hiç kendinde değil.
Durduk yerde sinirleniyor hiç sebepsiz gülüyor, sessizleşti, eline kalem alıp ağacın altında saatlerce oturuyor, sonra bişeyler yazıp yırtıyor yakıyor kendi kendine konuşuyor, geçenlerde kurban için kesilen inek için saatlerce ağladı düşünebiliyormusunuz?
Cin var çocuğumda hocam bir sizden fayda olacak inşallah dedi. Yine beynimde uğultular başladı, artık ne anlatılıp ne cevap verildiğini anlamıyordum. Söylemler kafamın içinde iş makinası gibi çalışıyor tüm kelimeleri beynimde boğucu gürültüler olarak duyuyordum. Kulaklarımı tıkayarak belki dış sesleri önleyebilirdim lakin böyle yaparak etrafımdakilerin dikkatini çekmek istemiyordum. Onlar artık benim anlayamadığım yan odadaki söylemlerden sızan delilik belirtilerime hepsi birden kulak veriyor, sonra gözlerini bana dikip tuhaf tuhaf bakarak benim derecemin kendi ölçülerine yakınlığı hakkında fikir oluşturmaya çalışıyorlardı.
Sanki kendileri normalmiş de oraya turistik gezi için gelmişler gibi bir hal içerisindelerdi. Oysaki bu anlamda yerlerimiz değişikti, en başta babamın hatırı sonra merak için gelen onlar değil bendim, turist konumunda olan ben, asıl deli olan ise daha çok onlardı.
Dedem işse hiç susmuyor hala anlatıyor anlatıyordu, dünya bir gevezelikten ibaretti, çoğu zaman söylenmeye hiçte luzüm olmayan şeyleri konuşuyorduk, yaşamımızın yarıdan fazlası düşünmekle değil konuşmakla geçiyor olmalıydı. Aksi halde bu kadar uzun süre anlatıma ihtiyaç duyulması için, cinleri bizzat görüp, neye benzediklerini görmeyene tarifi durumunda olabilirdi.
Ben hala kulaklarımı tıkamıyordum, -ki bunu yaparsam oradakiler beni deli sanabilir -ya da deli olduğumu anlayabilirlerdi. Neden kulaklarımızda da gözlerimiz gibi kapaklar yoktu? Nasılki görmek istemediklerimizden bu kapakçıklar sayesinde sakınıyorsak, duymak istemediklerimizden de bu yolla korunabilirdik. Eksik mi donatılmıştık?
O anda ne bunun detayını sorgulayacak halde, ne yan odadan gelen babamın ses gürültüsüne, ne de salondaki diğer deli arkadaşlarımın gözlü tacizlerine katlanabilecek durumda değildim.
Kendimi hışımla dış bahçeye attım, seslerden uzaklaştığım halde kulaklarıma yönelen basıncı hala hissediyor, sanki artık onlarla değilde beynimle duyuyordum. Ve o deli arkadaşlarımın gözleri, artık bana bakmıyor olmalarına rağmen kafamın içindelerdi.
Avluda bulunan şadırvan başına oturup musluktan akan soğuk su ile birkaç tekrarla yüzümü yıkadım. Sonra donuk bakışlarla akan suyun görsel şölenine daldığım anda, kulaklarımdaki yüksek basıncın olumsuz gürültülere karşı düştüğü düştüğünü suyun huzur veren müzik sesini duymaya başladığımda anladım. Burada bana iyi gelen bir şey varsa işte bu boşa akan su idi, demekki bana neyin iyi geldiğini kavrayabiliyordum. Bir taraftan duygudurum bozukluklarım diğer yanda hasta ruhumun, mantıksız beynimi çekiştirerek kendi emirleri altına almaya çalıştığını hissedebiliyordum. Bu zorlu savaş sebebiyle ruhsal ve duygusal bakış açılarımın, sürekli olarak kayma yapması ve bu yön değiştirmeye paralel olarak bilinçsel kovalamacam, herkes gibi dingin düşünmekten men ediyordu beni.
içimde oluşan olağandışı akımların dışarıdan birine ifadesi bile çok zor. Var sayalımki olmaz olanı oldurup yazılı veya sözlü şekilde anlayamadığım kendimi anlatabilmeyi ifadede zirve yapıp biran başardım. O zaman bile boğulmakta olup suya batıp çıkan insanın, bir anlık durumuyla dışa görünür, bir sonraki satır veya söz ile tekrar dibe gömülürüm.
Belki birkaç cümle ile yüzeye çıksamda tekrar batacağıma şüphe yok, çünkü yaşamımın ayağının takılarak benliğimin içine yuvarlandığı bu deryada yüzeyde kalmayı becerebilmek zor. Evet elinde ip gördüğüm her insan umutlandırıyordu beni -ki bunların çoğu en uzun ipin onlarda olduğunu iddia edip sonra elindeki ipin diğerlerinden de kısa olduğu anlaşılınca psikolojimi daha da bozan psikiyatr’lar dan oluşurdu. Diğerleri ise normalde pek farkımda olmayıp sözlü veya yazılı çırpınışlarımda ancak beni görebilen, halime üzülmekten başka elinden bir şey gelmeyen duyarlı insanlardan ibaret. Okuyucumda buna dahildir...
Şimdi bu hal delilikse evet ben deliydim, bu deli düşüncelerimin süzgecinden geçirmeden görmeme imkan yoktu dünyayı. Bunu koşulsuz kabul edişin de belli bir kafa konforu vardı, sağlıklı insan bilincinin pek ulaşamayacağı düşüncelere ilk benim temasımın hazzı da vardı. Bunların çoğu hayatta işe yaramayan şeyler oluyordu oluyordu belki, ama beyine sürekli ilginçlik pompalaması bu çileyi beliki de katlanılır hale getiriyordu. Ben sıradan bir deli olarak birçok saçma şey düşünebiliyordum kimsenin farkında olmadığı, bir de zır deliler vardı ki onlar gerçekten kıskanılası düşünürlerdi...
Hiçbir şekilde kendilerini ifade edemedikleri için de, kendi içlerindeki olağan dışılıkları dışarıdaki olağan kişilere aktaramıyorlardı ve bu hal insan ruhunu tanımada çok büyük kayba yol açıyordu. Anlatımımın dış dünyadan içe doğru kaydığının farkındayım, fakat ruh hallerimle sosyal durumlarımı başbaşa götürebilirsem okuyucumun beni belki bir tık daha iyi anlayabileceğine inancımdandır bu.
Zira dedemin o delilik belirtilerimi anlatırken kulaklarımda duyduğum korkunç gürültülerin bir benzerini, şu an yazarken şakaklarımda hissediyor olmak gibi bir mazeretimde var. Evet o su sesi iyi gelmişti bana, eski tarihlerde akıl hastalarını böyle tedavi etmiyorlarmıydı? bunun insan ruhunda bir rehabilite gücü vardı demekki. O esnada hemen yanımdaki çeşme başına kar beyaz kıyafetli biri gelip oturdu, ak sakallıı nur yüzlü tabirine birebir örnek siması ile, tv lerdeki o mistik programlardan fırlamış gibiydi. Aynı anda iç güdülerimin taaruzuna uğrayarak her insanda var olan iman ve inanç kapaklarımın hepsi birden açıldı. İçime giren giren o tatlı ürpertinin etkisiyle heyecanıma paralel olarak tüylerim diken diken oluverdi.
Eğer o an bana dönerek yumuşak bir yüz ifadesi ve davudi ses tonuyla iki söz etse, tek kıblem olarak savunduğum aklımı geri plana iterek bu meçhul adamın peşine takılıp gidebilirdim. Benden isteyebileceği herşey o an zaten içimde olup bitiyor gibiydi. Bir nevi hipnoza girmiştim, bütün önyargılarım ürkütmüştü beni, hoca efendi hazretlerine olan ciddiyetsizliğimden korkmuştum.
Ama ne zaman ki çeşmeyi açıp burnundan bir nevi vuvuzela sesleri çıkarıp salya sümükler içinde sümkürmeye başladı, tüm o mistik havam kaçtı. Açılan içgüdü kapaklarım sert bir şekilde kapanıp aklım etkin şekilde devreye girerek kontrolü ele geçirdi. Hep bu beyaz kıyafetli ak sakallı tipler değilmiydi rüyalara girenler, ya da tenhada herhangi birine görünerek beylik laflar eden. Her ne hikmetse biri de siyah sakallı veya sakalsız, üzerinde jilet gibi lacivert takım elbiseli olmazdı bunlar. Öte tarafın resmi kıyafeti bu olmalıydı.
Cebinden çıkardığı yeşil elmayı suyun altına tutmaya başladığında kendisine bakışım tamamen değişmişti. Beyaz kıyafet sevip beyaz sakalları olan, ve yemeye hazırlandığı elmasını yıkayan yaşlı bir amcadan başkası değildi o artık benim için. Küçük çakısıyla soyduğu elmadan bana bir dilim ikram etme nezaketini dahi göstermedi. Teklif etse zaten birşey yiyecek durumda değildim fakat etmedi’ya, bu durum fena ağrıma ağrıma gitti ve hastalıklı kafam olayı fazla büyütmekte gecikmedi.. Tıpkı mapushanedeki o gereksiz sofraya davet edilmememin gergin psikolojisine girmiştim. Her şey o elma yüzünden biliyorsun değilmi amca dedim?
Azimli çenesinin öğütücülüğüne anlık bir ara vererek, anlamadım diye cevapladı. Diyorumki; herşey o elma yüzünden, savaşların kavgaların, dostluk ve düşmanlıkların, sevgilerin nefretlerin, ihanetlerin, cinayet ve günahların her iyi kötü şeyin sebebi o elma.
Bir şey söyleyecek gibi olsa da o ani duraksamasından yararlanarak devam ettim. Adem yaratılıp cennete konulduğunda bir dini yoktu, elmayı da bu eksiklikten yemiş olabileceğini düşünüyorum bir an. Çünkü din kültürünü alan hakiki inanmış birine yasak şaraptan bir yudum içiremessin. Sonra diyorumki ey adem, senki yaradanı bizzat görüp melekleri önünde secde ettirme onurunu yaşamışsın, sonra cennete yerleştirilerek cümle güzellikler emrine verilmiş, herşey sana böyle açık ve net iken neden yiyorsun elmayı ? bunda havva suçsuz diyemem azmettirici olarak tabiki sorumluluğu var. Bu tarihi vecibeden de anlaşılacağı üzere kadın sözü dinleme huyumuz ilk insana kadar dayanıyor o ayrı, fakat benim asıl anlatmak istediğim icra sahibi adem ve sebep bir elma.
Şaşkın bakışlarına daha da odaklanarak devam ettim, peki dedim tanrı cennete yasak elmayı niçin koydu? Adı üstünde cennet orası, cennette yasak olması mantıklımı? Hadi bu çelişkiyi aşarak, diyelimki bizi sınamak için koydu, peki o elmanın yenileceğini tanrı bilmiyormuydu?
Yarattığı insana kendi verdiği yasağa merak dürtüsünün bize neler yaptırabileceğini pekala biliyordu. Bize cennette tutma niyeti yoktu öyle değilmi dedim. Benim seninle şu çeşme başında karşılaşıp bu konuşmayı yapacağımızdan hatta o yediğin elmadan bana ikram etmeyeceğinden, oyuncağını kaybetmiş ağlayan dokuz yaşındaki kız çocuğundan, aynı yaştaki çocuğun belki şuan biz konuşurken tecavüze uğrayıp ağlamayı bile becerememesinden kim sorumlu. Adem’mi Havva’mı tanrımı? Ama ben günahlarımla temiz dergahınızı kirletmeyim bütün suç o elmanın, hadi şimdi yiyebilirsin dedim!...
Bu sözlerim sonrası tekrar çeşmeme dönüp yüzüne bakmasam da vermeye hazırlandığını hissettiğim cevabını duymaya istekle hazırlanıyordum. Sorgulayıp eleştirsem de Tanrı varlığını kabul eder ve ona mutlak inanırım, ama en azından dinin sorguladığım taraflarının onarılması için bilgelikle yaklaşıp, bu deli kulu kazanmak için o kendine has nur yüzünü sufi tavırlarla destekleyerek yapacağı açıklamaları bekliyordum. Onu gönülden dinlemeye hazırdım çünkü zihnimi kemiren bu ve benzeri sorular yüzünden en çok ben boşluktaydım.
Fakat heyhayt!..
Bana baksana sen diye kükremesiyle döndüğümde çok başka bir yüzle karşılaştım. O kadar çirkin bakıyordu ki dünyanın en mide bulandırıcı yaratığı ben olmalıydım. Bütün kötücül arzuların elektiriğine kapılmış gibiydi. O nur yüz gitmiş ve yerine nefesini uzun süre tutmakta olan insanın o boynundan alnına kadar çirkin damarların hakim olduğu bir garip basınç, ve yine ona uygun olarak patlıcan moru ile çürük domates arası bir renk tüm çehresine hakim olmuştu. Her insanda uzanıp sevme ihtiyacı uyandıran pamuk sakalları, saldırmaya hazırlanan aslanın yeleleri gibi her biri ayrı yönde dikenleşmişti.
Bilmem kaç şiddetinde depremle çöKmüş binanın moloz yığınları gibi çökmüş olançirkin kaşları altında pusuya yatmış iki düşman gözler, onların tarifini ancak ünlü Rus veya Fransız klasik edebiyatçıları yapabilirler. Ben şu kadarını söyleyebilirimki, hani rüyana girse değil ak sakallı mistik ihityar, unutulmaz bir kabus halini alırdı.
İlk yüz şekli ile şimdiki arasındaki durum o kadar zıt ve uyumsuzdu ki, büyük bir ilizyonist başarı olmalıydı bu. Bana önce bu yüzle bu yüzle yaklaşıp, aklın saçma bulup ancak tertemiz imanın inanabileceği izahlar sunarak, sonra aniden bu yüze dönüşse bunu tanrının bir işareti imiş gibi algılar, işte budur diyebilirdim.
Lakin durum tersten işleyince daha da itici hal almıştı. Beni sorgulayıp kimin nesi olduğumu irdelemeye, hatta belli belirsiz azarlamaya başladı. Ses tonu da yüzü ve söylemleri kadar çirkinleşti. Beyaz sakallarına aşağı ağzından nefret ve kin salyaları saçan dönüşümünün, insanı gerçekten hayrete düşüren zıtlıklarına dalmıştım, öyleki ithamlarına cevap bile veremiyordum.
Ama ne zaman ki seni buraya israilmi gönderdi lan dinsiz köpek deyip ve bu söylemden yüzüme pis salyaları sıçradı, o an hışımla sakllarından yakaladım. Tek kelime daha edersen seni şu şadırvanda boğarım, israilin hiç işi yok senin temiz gözüken yüzünün ardındaki lağımı patlatmaya ajanmı gönderecek. Şimdi siktir git lan başımdan deyip sakalını bıraktığım anda, dedem başımızda beliriverdi.
Kendisinden beklenmeyecek çeviklikle sıçrayarak, oo Salim ağa nasılsın deyip onu can havliyle kucakladı. Fakat ilk başta dedem da onu tanımadı, tekrar yüzüne bakıp belki üç beş saniye inceledikten sonra tekrardan samimiyetle kucaklaştılar. Sanırım dedem da onu hep olağan nur yüzlü maskesiyle gördüğünden, altından çirkinliği tanımakta zorlanmıştı. Dedem beni göstererek; torunum Abdullah tanıştınızmı dedi. Artık ikimizde birbirimize pislikmişiz gibi bakıyorduk, emniyet askerde ilk şarapnel yaralanmam sonrası yarama bakan doktorun yüz hatları vardı ondan. Onu ilk gördüğümde, nur yüz hatlarını kapattığı için fazla bulduğum sakallarını, şimdi aynı yüzü sakladığı için minnetle karşılıyordum.
Tek eli hala dedem elinde olmakla beraber, hımm demek adı Abdullah, ne güzelde adı varmış ama bu adın gereğine layık değil dedi. Babam benim benim mapushane ve İstanbul sokaklarıyla başlayan geçmişimle giriş yaparak delilik belirtilerim ve cinlerimi aynı özenle anlatmaya koyuldu. Ah benim zavallı kulaklarım, nasıl da her tehlikeye açıktınız böyle!
Ama bu defa hiç tereddüt etmeden kulaklarımı ellerimle sıkıca kapadım, pek fayda sağlamamıştı zira benden konuşuluyor olmasının bilinci, gerçekte söylenmemiş olanları bile duyuyordu.
Kulaklarımın bilincimden daha az duyduğuna kanaat getirdiğimde ellerimi çektim şakaklarımdan. Neyseki babam rahatsız olduğumu anlamış olacakki, konuyu değişip; hocam kıyafetiniz ne güzel, çok yakışmış dedi. Bu iltifat üzerine suratına o ilk maskeyi tekrar takıp, maddiyatın pahasını maneviyatının kalitesiymiş gibi sunan bomboş insanların haliyle acınası kasınarak; sağol Salim ağa sağol, güzel ama değilmi?
İpektendir has ipek diye pelerin gibi oradan buradan açıp kapamaya başladı. Peygamberin ipek ve altını erkeğe yasak eden hadisi geldi aklıma, sonra bir ipek mendil için yüz ipek böceğinin canından olduğu. Bu hesaptan yola çıkarsak, çadır gibi kıyafet için kaç ipek böceğinin henüz kozasından çıkmadan canından olması gerekmişti?
Kabenin o devasa örtüsü de ipektendi öyle değilmi? Tüm bunların daha derinine girip beynimi kilitlediğim noktada, yine bunlardan doğan bir tutam günahkar sorgulama kalsın elimde istemedim bu defa. Kalkıp gitmeye yeltendiğim anda şadırvanın uzak ucunda tanıdık biri ilişti gözüme. İçine düştüğüm karmaşadan onun sayesinde çekiverdim kendimi. Bu kişi komşu köyümüzden yunus abi idi, ünü türkiye dışına taşmış, aldığı ödülleri evine sığmayan, çevresi devasa pazularından geniş, çocukluğumuzun idölü gurur kaynağı, tek kahramanımız milli güreşçi yunus abi.
Büyük aşk ile severek evlendiği eşini beş yıl evvel kendi yatak odasında bir erkekle yakalamış, adamı felç bırakacak kadar dövmesine rağmen eşine tek kelime etmeden aracına binip, kendini uçurumdan atmıştı.
Maalesef ölme konusunda o da benim gibi beceriksiz olmanın karşılığında, birçok kaburgası kırılıp güçlü bir kafa darbesi alması sonucu ciddi beyin travmaları atlatmıştı. Yıllarca yattığı hastahaneler ve psikiyatri servislerinden sonunda aldığı ceza ehemniyeti yoktur raporuyla cezaevinden kurtulsada, girdiği bitkisel hayattan kurtulamamıştı.
Uzun zamandır köylerde olmadığım için kendisini görememiştim, o kaslı kolları içi hava dolu balonlara, göbeği ise dizlerine kadar inen heybeye dönüşmüştü. Küçüklüğümüzde hayranlıkla izleyip birbirimize günlerce anlattığımız çelikten vücut ileri derecede obez halini almıştı.
Sanıyorum kullanmış olduğu antidepresanların bunda etkisi büyüktü, ben kendimden de biliyorum ki; kısa vadede belki çözüm fkat ilerisi için bir hiç olan bu tür ilaçların yaptığı etkiler; aşırı yorgunluk hissiyle uyumak, dünyanın en aç insanı olarak uyanmak ve tıksırıncaya kadar yemek, tekrar ilacı içip tekrar uyumak ve yine aç hep aç çok çok aç uyanmak, ve tekrar uyumak. En güzel etkisi berrak bir netlikle rüyalardı, tabi kabus görmüyorsan!
Başka hiçbir özellikleri yoktu. Yanında altı yaşında küçük kız çocuğu gibi kalan annesinin elini tutmuş başı önde o da suya bakıyordu. Hemen yanına koştum ve Diğer yanına oturup elinin üstüne elimi koyarak, abi nasılsın iyimisin demeye kalmadıki, enteresan şekilde beni tanıyarak, apo sen nerelerdesin hiç görünmüyorsun dedi. Beni tanımış olmasının şaşkınlığını üzerimden atamadan, nasıl olduğunu annesine sormam gerektiği çünkü onun ve cennet arabası arkadaşlarının durumunu onun bilebileceği gibi tuhaf bir cevap vermekte de gecikmedi.
Annesi yıllardır onu götürmediği doktor hastahane kalmadığını, ama hiçbir yerde çare bulamayıp bir süredir hoca efendiye gelip gittiklerini, durumunun gözükenden daha kötü olduğunu ve daha da anlatıyordu ki, babamın beni düşürdüğü duruma şimdi onun ben üzerinden yunus abiyi düşürdüğünü farkedip, tamam teyze lütfen susarmısın dedim!..,
Ani refleks ile sesimi yükseltmiş olmalıydım ki ağzı açık ve şaşkın kalakaldı. Daha yumuşak ses formu ve cümlelerle devam ederek, teyzem sizi çok iyi anlıyorum, aynı sıkıntılar bende de var, bana hiç birşey söylemene gerek yok zira bende deliyim dedim. Hee lan seninde cinlendiğini söylemişlerdi ama maşallahın var deyip, aklınca deliyim esprisine gülüştük.
Oysa gayet ciddiydim. Gerçi benim rahatsız olduğum husustan yunus abi olmamıştı o sebep refleksim de onu bağlayıcı bir etki yoktu, zira deliliğin tam zır şamasında olduğundan bizimle dış dünyada değildi kendisi. Onun hakkında bir bilmeyene için bile annesinin anlatması gerekenden çok fazlasını, minicik kadının devasa adamı elinden tutarak çocuk gibi gezdiriyor olması, anlatılamayacak olanı anlatıyordu anlayana…
Benden yunus abiye göz kulak olmamı rica edip onu bana emanet ederek hoca efendi ile görüşebilecekleri zamanı öğrenmeye gitti. Bir sıgara yakıp yunus abiye de ikram ettim, sonra sordum neyin var abi?
Ben seni anlayabilirim biraz konuşalım istersen, gerçi kullandığın ilaçlar insanda ne enerji ne algı bırakmıyor bilirim ama, burada seni anlayarak bir ben dinlerim emin olabilirsin dedim.
Elindeki sigarayı atıp ansızın bana dönerek iki eliyle omuzlarımdan tuttu. Dondum kaldım, hala eskisi gibi güçlüydü, bunu avuçlarının bir kelpeten gibi omuzlarımı sıkıştırmasından hissedebiliyordum. Az önceki o bitik halinden eser kalmamıştı, gözlerimin içine akıl hastahanesindeki oda arkadaşım olan annesini 38 bıcakla deşerek öldürmüş o güzel gözlü gerçek deli gibi bakıyordu.
Öyle ki bakışları beni delip ardıma geçiyordu sanki. Aynı anda hem bas hem tiz ses halini yansıtan ürpertici bir tonda konuşarak; Apo biz üç kişiydik kardeşim dedi, benden iki tane daha vardı, bir ay önce cennet bahçemize giderken uçan arabamızın lastiği patladı, bulut yolundan aşağı düştük, diğer ikisi öldü ben kaldım yalnız, o kadar acılı o kadar yalnızım ki kardeşim, bende onlarla ölmek istedim, ama ölemedim, ölemedim ölemedim, diyerek küçük bir bebek gibi ağlamaya başladı.
Şaşırmıştım ve pişmandım da, seni anlayarak bir ben dinlerim demekle ne büyük bir patavatsızlık ettiğimi anladım. Artık susmuyordu ve devam etti, onları uçan arabadan çıkarmaya çalıştım ama başaramadım apo başaramadım diye haykırmaları gittikçe yükseliyor, ne yapmam nasıl davranmam gerektiği hakkında bir fikir üretemiyordum.
Zira ağlama şekli artık bebeklikten çıkmış tüm o heybetin hakkını veren kükremelere dönüşmüştü. Meydanı inleten haykırışlarıyla herkesin ilgisi bize dönmüş, halini sorduğuma soracağıma pişman olmuştum.
Göğsüme kocaman başını koyup kene gibi yapışarak, o kadar acılı ve dertli ağlıyordu ki içinin dramı içime geçmişti. Halen kurtaramadım diye bağırırken, ağzından burnundan gözlerinden gelen yaşlar, salya sümükler anne annemin beni yıllar sonra gördüğünde sarılırken akıttığı o kutsal sıvılarını hatırlatmıştı bana.
İçime bir hüzün dalgası vurdu, gerçekle ilgisi olmayan bu ruhsal hayalin o kayıp duygusu bir anda bana da geçiverdi sanki. Beni hatırlamış olmasıyla aramızda doğan o iki dakikalık yakınlığın dışına çıkmayım derken, kendimi bir başka delinin ruhsal fırtınası ortasında bulmuştum.
Kafamın bu deli hasta tarafından nefret ediyordum ama onsuz olabilmekte elimde değildi. Yunus abinin gerçekte olmayan yarasının gerçek acısının duymaya başladım, ölenleri artık bende tanıyordum hatta o cennet arabasında bende vardım onlar artık benimde arkadaşlarımdı, kurtarılamamalarından yunus abi kadar bende sorumluydum. Acıyla ona sarılıp tüm ruhumla duygularımla ağlamaya başladım, ve artık aynı kaybın acı duygusuyla ikimizde bir bütün olarak ağlıyorduk.
Bir süre sonra etraftan koşturanlar bizi birbirimizin enkazı altından güçlükle sökerek aldılar, fakat halen ağlıyorduk, yüzümüze atılan sular fayda etmiyordu ağlıyor ağlıyorduk. Yüzümüze atılan sular fayda etmiyordu kimse ağlamamamızı durduramıyordu. Ben şahsen neye ağladığımı da bilmiyordum artık, sadece ağlıyordum.
Bir büyük yükü boşaltmışım gibi ağladıkça rahatlamıştım, sonra yunus abinin üç beş kişi koluna girerek, sanıyorum acil kapısından hoca efendiye götürdüler.
Arkalarından baktığımda, teslim ettiği küçük çocuğuna on dakika bakmayı becerememiş, üstelikte onu döverek ağlatmış sorumsuz beceriksiz amcaya gösterilebilecek, kızgın bir bakış vardı annesinin yüzünde. Kesinlikle mahcubiyet duymadım, kendimi beceriksiz olarak da görmedim, zira bir deliyi başka bir deliye emanet ederek ne umulmuştu acaba?
Hatta bu kararıyla bir delilikte kendisi yapmış olmuyormuydu?
Bu düşünce ruhsal modumu tamamen tersine çevirdi, ağlamaktan süzülen gözyaşlarımın kanalı yine hiç kesilmeden kahkaha için akmaya başlamıştı. Sonra ne için ağladığım geldi aklıma, cennet arabamızın lastiğinin patlaması sonucu ölen iki can arkadaşım– ki uçan arabanın lastiği niye vardı ve nasıl patlardı, bulutta çivi mi vardı ? üstelik bu arac havada değilmiydi, lastik patladı diye niye düşsündü aşağı? Böyle düşününce gülüşlerimin tonu artmaya başladı bedenim ise ruh dünyamdan gelen dengeli dengesiz tüm komutları kontrol yetkisi olmadığından, iç dünyamdan ne gönderilirse ona göre sansürsüz yansıtıyordu. O sebep şimdi gülüyor gülüyordum..
Dedem acımaklı bir yüz ifadesi ile, o nur yüzlü nursuz hoca ve köse sakallı zata dönerek, bana duyurmamaya çalışan bir sesle; gördünüz değilmi maalesef böyle haller geliyor bu çocuğa dedi. O nursuz hoca evet bunu ona cinler yaptırıyor, kesinlikle cin var içinde cevabıyla, daha da gülmeye başladım. Tamam daha evvel de böyle geçişlerim oluyordu fakat tüm duygularım ve ruhumla bütünüyle bu ilk defa oluyordu belkide. Musluğun altına başımı sokmama rağmen kahkahayı sürdürüyordum, o zaman hiç ihtimal verip düşünmemiştim ama şimdi düşündüğümde, bunları bana cinlermi yaptırıyordu yoksa diyorum ve tekrar gülmeye başlıyorum. En basitinden ya hiç kimse beni anlamıyor ya da bu cinler hala içimdeler…
Neyse ki bir süre sonra kendimi güçlükle durdurabildim, belli bir kalabalık karşı yamaca sessizce karşılıklı birbirlerimizi izliyorduk. Kaç sakalı olduğunu olduğunu bir türlü çözemediğim o zat da onlarla çökmüş olmayan sakallarını varmış gibi sıvazlıyordu. Aramızdaki mesafe ve güneşin akşam kızıllığı, olan üç beş sakalını da görmemi engelliyor sanki ağzının içindeki ip makarısını gıdığını gıdığından aşağı sarıyormuş gibi görünüm oluşturuyordu. Beni incelerken kısılan gözlerine koşut olarak eli de duruyor, sonra ansızın gözlerini açarak elini o boş çenesinde hızlandırıyor olması da, gözlerinin kısılmasıyla ağızda takılan makaranın engel bağından kurtularak tekrardan seri şekilde akımını sağlıyordu. Yine ansızın başlayan kahkaha nöbetim beni nefessiz öldürecek zannettim, kahretsizn ağlayabilsem keşke diyordum. Seyircilerimin ilgisi üzerimden dağılmıyordu, ağlamanı gizleyebilirdin fakat kahkaha saklanamazdı. İşin asıl ilginç yanı o hala olmayan makarayı çekmeye devam ediyor, apaçık bu komediyi benden başkasının görmüyor olmasıydı. Bakmak ile görmek arasındaki kör nokta bu muydu? Görmenin milyon bakış açısı olmalıydı, tersmi görüyordum ben hayatı, o halde bunun benim bakış açımla alakası yoktu, yaşam ters duruyor olmalıydı. Artık gülmemek için yönümü değiştirip gözlerimi kapasam dahi, zihnim onun değişik hallerinin daha da komik pozisyonlarını tek tek ayrıntılarla bir bütün olarak önüme seriyordu. İç güdülerimin şiddetli gök gürültüsü, kısa mantığımın yapmam gerekeni söylediği sesleri duymamı engelliyordu. Bu sağırlıktan kaynaklanan körlüğüm durumda oluşan alimi kırmayacak boşluklarımı sözde bir zalim dolduruyordu sanki. Olgun bir olmamışlık doğuyordu içimde. O hallerimi anlatmak kelimelerin anlamını yitirdiği yerde başlar, ötesi elemeler elemeler elemeler, ne yazıp ne söylesem standart kelimeler. Yine o sesi duydum şakaklarımda, zihnimin önünden beynimin sosyal engelini kaldırıverdim. Ve o zayıf cılız zata dönerek, hocam sizin kaç adet sakalınız var, çok saydım bir türlü doğru rakama ulaşamadım, kırk varmı eminim siz saymışsınızdır dedim. İlk tepkiyi o da çirkin bakışlarıyla verdi, yüz hatları korkunç bir değişim göstersede, o nursuz hoca kadar başarıyı sağlayamamıştı zira onunkisi tam bir sihirdi. Lakin o da kendini mümkün olduğu kadar suratsızlaşıp ağzından benzeri köpükler saçarak hakaretlere başladı. Benim sünnetimle alay etmek seni süresiz olarak cehennemde tutmaya yetecektir kahrolası ibllis kafir diyerek üzerime doğru hareketlendi. Araya girenler kendisini güçlükle engelleyebildiler, ben hiç duruşumu bozmadan aynı şekilde oturuyordum, ancak o durduğu yerde sürekli söylenerek histerik semptomlarla zıplıyordu. İmkan bulabilse beni sırf sevabına katletmeye hazırdı, zira içinden dünün el kaidesi hizbullahı, bugünün işidi yarının iflah olmaz yobazı çıkmıştı. Yahu illa da sünnete uyacağım diye çıkmayan sakalını gıdığından komik bir püskül gibi sallandırmak caizmiydi yani? Bu mantığın temeline inersek karnımız doyurmak, su içmek, nefes almak, gaz çıkarmak konuşmak susmak yaşamın kendisi bile bir sünnet biçimi değilmiydi. Sağ duyum ve sol duyum arasında aniden ortaya çıkan dehşetimin kışkırtıcı sesleri, yine bu dünyaya ait olmayan çınlamalarla tüm ruhumda yankılanmaya başladı. Bilincime yakıcı kırbaç gibi değen darbelerin etkisi ve öngörülemez kontrolsüzlükle yerimden kalkarak herkese küfretmeye başladım. Gelmiş geçmiş bütün isyancıları temsil ediyor gibiydim, içimi döndürüp zihnimi bulandırarak canımı acıtan bütün duygularımı üzerlerine kusuyor, sosyal kuralların durumumu billdirmesine izin vermeyen tüm duvarları yıkıyordum. Kendimi başkalarına etkimin hazır tepkisine tamamen kapamıştım. Sesler sessizliğe son vererek farklılaşıp milyon parçaya dönüşse de kulaklar hep aynı duyar, daha ne söylediğimi hatırlamıyor olsam da oradaki herkesin, içten gelen yobaz’sı bir emir kipiyle katlimin vacip kararını,ç aldıkları barizdi. Kimileri yerden taşlar alarak kimi sopa kimi ise nereden bulduklarını halen bilmediğim kılıç türü hançer, kimisi de mübarek dergahın kutsal taşlarını eline almış bana doğru mutlak katil duygularıyla koşuşturmaya başladılar. Şadırvana dayanmış sedefli iki bastondan birini alarak üzerlerine hareketlendiğim an, başıma bir darbe hissettiğimi anımsıyorum okadar...
Belki bir an, yani üç beş saniye gibi gelen bir an Sonrası yine küfrederek bilincime geri döndüğümde evde yatakta yatıyordum...
Başımın içinde toplanmış şiddetli bir ağrı ve hemen dışında tüm mahalleli ile karşı karşıya kalmıştım. Çok korkup çok tırstım, askeri hastahanedeki gerçek ile hayallerimin, rüya üç beş rüya görüp düz hayata varlığımla yan bir çizgi çektiğim sendromlarımın nüksetmesimiydi yoksa bu??
Ninem iyimisin oğlum diyerek tam bir Anadolu kadını gibi, ağrılarla dolu terli başımı okşadı. İyiyim ana ne oldu neden herkes başımda iyiyim ben dedim. Dedem oğlum iyi olman güzel fakat az kalsın kendini öldürtüyordun, benim torunumdur deyip ortaya atılmama rağmen sakinleştirebilmek güç oldu insanları. Hasta ve içinde cin olduğunu söylemene rağmen neredeyse seni baygın halde linç edeceklerdi, başına odunla vurdular ölebilirdin dedi.
İşte duymak istediğim tam da buydu, demekki yaşadıklarım rüya veya hayal değil gerçekti tanrım ne mutluydum. Kafamda odun yarası ve şiddetli baş ağrıları bütün mahallelinin endişe ve merakla bekliyor olmasına rağmen, kendimi sağlıklı ve mutlu hissettiğim nadir zamanlardan birini yaşamıştım. İyi olduğumdan emin olan babam ayak ucuma oturarak; oğlum çok kötü küfürler ettin, silah olarak kullanabileceği ne varsa eline alan koştular üzerine, balta ile bile gelen vardı. Neyseki tanıdık ve cinli olduğunu anladıklarında o kadar ağır küfürler etmiş olmana rağmen araca kadar taşınabilmene bile yardım ettiler. Eğer seni oradan kaçırmasak hoca efendiye küfür ettiğini işitip gelenler elinden parçalanabilirdin. Allah razı olsun orada bizim gibi misafir olan İstanbullu bir zat bizi uyarıp uzaklaştırdı. Dede ben hoca efendiye küfrettiğimi hatırlamıyorum, İpek kıyafetli o nursuz hoca ve belki orada bulunan birkaç kişiye daha ağzımı bozmuş olabilirim dedim.
Dedem;
yahu ne üçbeş kişisi marketçiden tutta gri şalvar giyene, insanların sakalından zihniyetlerine kadar küfrettin, hayatlarında hiç hazzı tatmamış sürekli tespih çekip dua eden asıl ruh hastaları olduklarını, aslında hepsinin gizli sapık olduğunu bağırdın durdun.
Yoksa insanlar neden kudurmuş gibi saldırdılar zannediyorsun dedi. Bu kadar programlı sözü ne zaman etmiştim ? başıma odunla vurduklarında hemen bayılmamış olmalıydım o halde? Bilincim bedenimden sonramı kapanmıştı? Bunların olaylarla dakika bağlantılarını yaparak konuyu daha da irdelememek adına, babama başka bir şey sormadım söylemedim. Hangi alanda var olsam acının bir başka çeşidi ile karşılaşıyordum, ruhum ve duygularım çok parçalı bir bütünün etkisi altında kalıyordu, iyileşmem için götürürldüğüm yerden kafama odun yiyerek dönmüştüm. O çok merak ettiğim bayılmanın nasıl olduğunu da böylece deneyimlemiştim, kesinlikle güzeldi tek sorun gözlerini dahi belli aralıklarla zonklatan kütlesel ağrılardı. Herhangi bir fiziki darbesi ile değilde anlık psikolojik şok etkisiyle falan bayılmak daha eğlenceli olabilirdi. Kontrolsüz davranmış babamın sorumluluk sahasında olan ortamda sosyal hata yapmıştım. Fakat sırf onun (torunu) oğlu olduğum için beni masum bulma zorunluluğu ile çırpınan yüce gönüllü bir babaya sahiptim, silahını çekip havaya ateş ederek herkesi dağıttığını, başıma vurana kendisi hacı olmasına rağmen, ana avrat küfredip kimse ortaya çıkması gerektiğini direterek, görenlerin dahi o durumda görmemiş olduklarını ben yıllar sonra öğrenecektim. Ben ise o gün çocukluktan bilemedğim onun kocaman kimliği altında ezilip büzülerek kabuğuma çekildim. Anam ve dedemin bana olan sevgilerine karşılık ben onlara ne kadar az şey verebiliyordum. Bana ve kız kardeşim hacer en yakın kişiler olmalarına rağmen, iç dünyama ne kadar uzaktılar ve ne çaresizlerdi.
Babam; oğlum o hocaefendi ermiştir, bazı şeyler sırf onlara malum olur demesiyle yine aynı sesi duydum şakaklarımda, lütfen odamı boşaltırmısınız diyerek yorganı başıma çektim.
Şimdi bu ermiş, neye ermişti, güllü nenem kadar ermişmiydi? Sonra bu malum bana olmuyorsa olmuyordur, oldurmayada çalışmam. Başkasının malumu da bana olmaz, büyüyüp küçülmesi ve tam akıllandım dediği an delirmesi lazım.
Lazım da bana olmaz zaten, lazıma da ben lazımım, en çetin iradelerin bile çarpa çarpa köreleceği dalgalarla boğuşmakla geçti ömrüm, ayrılığı ta çocukluktan annemden bilirim, ne zaman mutlu oldumsa ardından gelecek acıyı bekledim. Anasız babasız öksüz çocukluk, şiddet ve baskıyla büyüme çağı, yasaklı ve kısıtlı ergen dönemi, köyün çamurundan kaldırım taşı, samanlık otellerinden şehir parkları, köyün deresinden istanbulun tarla başları, kocaman sandığım minicik dünya, şehir pisliğinde ayakta çamur, doğuşumdan beri her an travma, on dokuz yaşında naçar bir beden, kırk ayaklı zihin topal bir bacak, yarana pansuman ruhuna sargı bezi, her yerde herşeyde ayağının ceset kokusu, yaşanamayan yaşam, ölemeyen ölü, sonunda tanı nedir ne olmuş bana? İçime cin girmiş!
Ruhum bile kendi bedenimden kaçıp kaçıp dönerken, cin aptalmı bu kadar? Yok illa biri birine girmiş ise herşeyden uzak kuytu bir köşe olarak cine ben girmişimdir!...
İstanbul’dan dönüşte Davut abiyle Dedeman otelin lobisinde buluştuk. Bana Avrupa’ya gidiş sebebini eroinden kurtulmak olduğunu, orada amatem türü bir yer olduğunu ve orada yattığını söyledi. Ulan, niye beni götürmedin o zaman? Ormanda hayatımı siktin, diyerek bağırıp çağırdım. Benim bu kadar çabuk bağışıklık kazanmış olabileceğimi düşünmediğini söylüyordu. Hem zaten biliyor musun, hiçbir faydası yok. Neyse ki sen atlattın. Ben hala kullanıyorum, dedi. Üzerinde mavi bir gömlek vardı ve o mavi gömleğin yaka cebinden düğme poşeti gibi şeffaf bir poşet içinde eroini hafifçe çıkarıp bana gösterdi. Gösterdiği anda kusmaya başladım. O kadar ansızın kustum ki Davut abinin üzerine, masaya, yerlere kusarak lavaboya koştum. Ağzımı kapatsam da parmaklarımın arasından yerlere kusuyordum. Lavaboda elimi yüzümü yıkayıp dakikalarca kaldım, hala kusuyordum. Bir süre sonra kendime gelip dışarı çıktığımda lobi de benim kusmuklarımın temizlendiğini görünce direkt dışarı çıkarak araca binip Davut abiyi çağırdım. Sakın bana bir daha böyle bir şey yapma, dedim. O benim bu refleksimi görünce "Bak atlatmışsın, helal olsun sana" dedi. Evet eroin krizini atlatmıştım bir daha eroine dair bir kriz yaşamayacaktım, fakat diğerlerinin yaşatacağı şuursuzluk krizleriyle henüz tanışmamıştım bile…
Bir akşam üzeri araçla otele dönerken, kırmızı ışığa takılmış önümdeki araçları sıkıntılı bir şekilde herkes gibi izliyordum. O esnada yanımdan hızla geçen bir araç, kırmızı ışık çizgisinden aynı hızla ilerleyerek önümüzde trafiğin olağan kurallarına uygun olarak yeşil ışıkta geçen motosikletli yaşlı bir amcaya çarptı. O sakallı amca da tıpkı motosikleti gibi havada bir iki takla atarak yere çakıldı. Yardımına koşmak için hareketlendiğimde gördüm ki çarpan 3 kişi inip adama doğru koşuyordu. O yüzden inmekten vazgeçtim. Sonra çarpan araçtan inenlerin birinin elinde sopayı fark ettim ve bu yardıma gidiyor zannettiğim kişiler, yerdeki amcaya , ana avrat küfürler ederek tekmelemeye başladı. Yarı baygın ve kanlar içinde olan adama acımasızca tekme vuruyorlar ve etrafa toplanan kalabalıktan hiç kimse müdahale etmiyordu. Bir an öylece donup kaldım, çünkü gördüğümü anlamlandıramıyordum. Çünkü onlara kırmızı ışıkta geçerek çarpsalar ve saldıran olsa anlardım, fakat tam tersi bir durum vardı ortada. O haksızlığı görüp de müdahale etmemek korkunç bir öz denetim gerektiriyordu. Sürekli araçta bulunan küçük bir çakı bıçağını alarak indim, onlara yaklaşırken biri hala yerde kan içinde yatan adama küfür ederek olan aracımı mahvettin kahpe çocuğu diyerek tekmeliyordum. Hem kırmızı ışıkta geçilip hem de çarptığı adamın bilinçsiz yatar halde tekmelenmesi elimi ayağımı titretmeye başlamıştı. İnsanlar arasında alışılmış vicdan biçimlerinin aksine olan bu durum bana emniyetteki o karanlık odada yapılan işkenceyi hatırlattı. Bir şeyler yapmak için sinirlerimin uyarıldığını hissettim. Yanlışın olduğu yerde bir şey yokmuş gibi davranmaktan daha büyük yanlış yoktur. Ayrıca şiddet görene karşı duyarlılıkta kendimden aşırı eğilimliydim, çünkü ben de çok şiddet görmüştüm ve hiç kimse beni kurtarmamıştı. Tamamen iradem dışında kendimi o adamı tekmeleyen kişinin üzerinde buldum. Bıçağım elimdeydi, ağzı kapalıydı. Sonra sırtımda ağır bir tekme yedim. Ardıma dönüp bakmamla yerdekinden bir yumruk yedim. Hemen ayağı zıpladım ve Üç kişinin arasında benim elimde bıçak, onların birinin elinde sopa, birinde levyeyle dönüp durmaya başladık. Çevrede yığılan kalabalık umursuzca seyrediyor, bir Allah’ın kulu da yardıma gelmiyordu. Elinde sopa olan kişi, bıçağı tuttuğum koluma güçlü bir darbe indirdi ve bıçağım yere düştü. Eğilip yerden alıncaya kadar birkaç tekmenin ardından sırtıma levye ile vuruldu. Bir an gözüm karardı, bayılacak gibi oldum ama bayılmadım. Yerdeki bıçağı aldığım gibi sağa sola sallamaya başladım. Bu esnada birinin baldırına, diğerinin koluna saplandığını daha sonra öğrenecektim. Bir iki saniye daha geç yara versem zaten kafama levye darbesi daha alıp orada linç edilmem işten bile değildi. Halen biçağı sallıyordum, ama kime nasıl salladığımı bilmiyordum. O esnada biri yerde yatıyordu, ayakta olanlar arkadaşlarını yerde bırakıp kaçtılar. Sinir krizi geçirmiştim, etrafta bizi isteyen meraklı, fakat yardıma duyarsız, ilgisiz, pis kalabalık kendilerini gösterip bu defa olaya müdahale ederek beni engellemeye çalışıp üzerime çullandılar. Beni tutmaya çalışana "sakin ol" diyene sağıma soluma küfür etmeye başladım. Kontrolümü kaybetmiştim yine, az önce bir kişi çıkmayan kalabalıktan şimdi yığınla yardımsever doğmuştu. Sırf bu yüzden bile küfür edilmeyi hak ediyorlardı. Elimdeki çakıyla hepsini kessem dünya iyiliğinden bir şey kaybetmezdi, gerçi insanları tanımıştım artık, fakat yine de bunu kabullenmek zor geliyordu. 3-5 polis aracı ve iki ambulans kalabalığı yararak benzer siren sesleriyle yaklaştılar. İçinden inenler öyle panik hândelerrdi ki, bir an benden başka bir olay var zannettim, mahşer yeri dedikleri işte böyle olmalıydı. Aşırı bir izdiham vardı, polisin sakin ve duyarlı yaklaşımıyla talimatını dinleyip elimdeki bıçağı attım. Yerde yatan kişiyi ve yaşlı ihtiyarı sedyeye alıp hastaneye, beni de karakola götürdüler. Gözaltına alınsam da serbest bırakılacağıma emin olduğum için, aracımın emniyet otoparkına peşimden getirilmesi adına büyük bir çaba sarf ettim. Maalesef düşündüğüm gibi olmadı, karşı taraf benden şikayetçi oldu ve üstelik iki kişinin bıçakla yaralandığı için yarın mahkemeye çıkacağım ve bu geceyi emniyette geçireceğim söylendi. Bütün itiraz ve mazeretlerin neticeyi etkilemedi, tamam bütün polisler bana hak veriyor, yaptığım insanca davranışı övüyorlardı, fakat savcı bırakmama talimatı verdiği için, onların da yapacak bir şey yoktu. Biz de emir kuluyuz Abdullah deyip boyun büküyorlardı."
Sağlık kontrolü için hastaneye götürüldüm, yine bacağımda yara ve pansuman vardı. Doktor pansumanı açıp yarayı görmek gereği duymadan, sırf söylediklerimle rapor tutup göndermeye kalkınca tekrar kontrolümü kaybettim. Ulan dedim, senin doktor olduğun okula öğrenip öğrenemediğim bilgine sokayım ulan şerefsiz yavşak! Belki bacağımda hiç yara yok, ben uyduruyorum; niçin sen açıp kendi teşhisini kendin yapmıyorsun pezevenkler! Saldırmaya her an hazırdım, elim ayağım titremeye başlamıştı yine, bütün sinirimi doktordan çıkarmaya müsaittim. Bir karşı kelime etsin, boğazına dalayım diye beklerken yüzüne yumuşak bir gülümseme yayılarak özür dileyip, hastalığımı önemser yaklaşımı beni tüm kartımı düşürmüştü. Sakinleşmiştim, belli belirsiz ifadeler sunan ve aslında cehaletin dili olan o mesleki jargonu kullanmıyordu artık. Hoşuma gitmişti yeni tavrı, olması gibi gerektiği gibi açıklamalar yapıp kontrolümü de yaparak bacağımdaki iki yarayı rapora işleyip beni sevgiyle uğurladı. Polis eşliğinde odasından çıktığımda, kapı aralığından hala bakıyordu. Hani peşime bir su dökmediği kaldı diyebilirim; kelepçe hiç takılmadan getirilip nezarethaneye konuldum. İçerisi doluydu, bacaklarımı uzatabileceğim yer olmadığı için ağrı yapmaya başladı. Malum ki uzun süre aşağıda tutmamam gerekiyordu hastalığım gereği. Artan şikayetimi polislere müracaat ettim, ki bana bu polisler müthiş nazikti, uzanabileceğim boş bir nezarethaneye beni geçirdiler. Tıpkı Gayrettepe emniyetindeki gibi uzun ve yarı karanlık bir koridorda geçtim. İlk başta her ayak sesine eski psikolojik travmalarım nüksetse de, herhangi bir işkence sesi duymamam sebebiyle bir süre sonra uykuya dalmışım. Kesintisiz bir uyku uyudum. Sabah uyandığımda yanımda çok temiz yüzlü kırklı yaşlarda biri vardı, geçmiş olsun faslından sonra kısa kısa girişlerle zorunlu sohbetimize başladık. Neden orada olduğumuz dışında birçok konuya daldık, çıktık. O kadar temiz bir yüzü vardı ki dünyanın en masum insanı gibi duruyordu, onu nezarethaneye yakıştırmak bile çok güçtü. Adliyeye gitme vakti gelip çatmıştı. Polisler şüphelileri tek tek o kalabalık nezarethaneden çıkarmaya başladılar, bu polislerden hiçbirinin yüzünü tanıdık değildi, yeni bir vardiya gelmişti ve hepsi güne asık suratla başlamıştı. Demir kapının önüne dikilerek, beni ne zaman adliyeye çıkaracaklarını sordum. Asık suratlıların en asık suratlı olanı tam karşıma geçip, ’Sizi en son alacağız, sabırlı ol. İkinizin güvenliği için böyle olması gerekiyor,’ dedi. ’Ne güvenliği abiciğim, insanlık yapalım dedik geceyimiz nezarethanede geçti. Lütfen artık çıkarım beni, hem neden bizi en son alacaksınız ki?’ dedim. Aynı polis, ’Lütfen anlayışlı olun, siz de bize yardımcı olun. Keyfimizden böyle davranmıyoruz herhalde, sizin suçunuz cinsel olduğu için diğerleriyle bir arada alamıyoruz. Diğer şüphelileri size saldırma ihtimali var,’ dedi. Duyduğumda ne anlatıyor anlamadım. Sonra yanımdaki o dünyanın en masumu gibi görünen kişiye, ’Senin suçun neydi?’ diye sordum. ’Vallahi kardeşim, bana iftira attılar. Gu ya 10 yaşındaki kız çocuğuna cinsel tacizde bulunmuşumla başlayan bir şeyler geveledi, ancak gerisini duymadım. Zira bulunduğun nezarethanenin cinsel suçlulara ayrılan bölüm olduğunu kavramıştım. Şakaklarımda uğultu ile başlayıp, beynimde gök gürültüsü gibi yansıyarak zihnimde şimşek çaktıran bir cinnet türü; ileri derecede saldırganlıkla bitiyordu, durumu kavrar kavramaz yanımdaki cinsel şüpheliye saldırdım. Onunla sohbet etmişliğim ve ’geçmiş olsun’ demişliğim, beni delirtmişti. Polisler içeriye ne zaman girdiler tam olarak bilemiyorum, fakat beni ondan koparıp güçlükle dışarıya aldıklarında gömleğim, elim, yüzüm kan içindeydi. Sinirden hala elim ayağım titriyordu. Bana cinsel muamelesi yapan O polis için başka olmak üzere beni onunla aynı hücreye koyan polislere de avrat tüm sülale küfür etmeye başladım, onlar da bana aynı şekilde dönüş yapıyorlardı. 5-6 polis ile boğuşmaya başladık, beni yere yıkarak ters kelepçeyle bağlandılar. Fakat vurmadılar, sonradan gelen komiser olayı öğrenince kelepçelerimi çözdürüp oradaki polislere bağırarak, beni cinsel suçlu ile aynı yere koydukları için diğer polisleri bayağı bir haşladı. Elimi yüzümü yıkamanın ardından, sağlık kontrolü için hastaneye ve oradan da adliyeye götürürdüm. Nihayet ferahlamış, içim rahatlamıştı, gözaltından kurtulmuştum."
Orta boylu, gözlüklü fakat onları kullanmadan tilki gibi gözlüklerinin üzerinden karşıyı gözetleyen kanuncu tipli bir hakim karşısına çıkarıldım. Gerçek bir suçlunun böyle bir hakim karşısında ne kadar talihsiz olacağını düşünüyor ve bir taraftan da yanımdaki polislere aracımın anahtarının nerede olduğunu soruyordum. Hakim önündeki evraklarla ilgileniyordu. Onun önünde de "Yaz, kızım" talimatını bekleyen kızlardan biri vardı. Ben de bu esnada boş boş etrafa bakıyordum. Bir tabelada "Duruşma Salonu" yazıyordu. Ne kadar saçmaydı, duruşma salonu ve biz duruşuyorduk. Ne kadar saçma bir kelimeydi. Neyse, duruşma başlayınca hakim polisleri dışarı çıkarıp hemen hepsi için standart olan aynı talimatı verdi: "Yaz kızım". Olayları aynen olduğu gibi anlattım, son 12 saattir yaşadıklarım, yaptığım insani müdahaleye pişman ettirse de kendi içinde gurur duydum çünkü duyarlılık göstermiştim. Sırf bunun için, benimle alakası olmayan bir durumdayken kendimi tehlikeye atmıştım. Hakim söylediklerimi hemen bir önünde daha alçak bir yerde oturan katibe hanıma yazdırırken başını hiç kaldırıp yüzüme bakmıyordu, fakat aldırmıyordum. Nasıl olsa az sonra bakışlarını kaldıracak ve o somurtkan yüzüne hiç yakışmayacak da olsa sıcak bir tebessümle yaptığım insanlığı övecekti. Hani oradan uzanamadığı için yanaklarımı bir okşamadığı kalacaktı. Ben ise hiçbir takdiri böyle değerli bulmamış olmanın sevinciyle huşu içinde duruşma salonundan ayrılacaktım. İşte o zaman son 12 saate de çektigim sıkıntılara değecekti , fakat öyle olmadı. Başını daha da somurtkan ve nursuz bir ifadeyle kaldıran hakim, "Abdullah Aydın, sen polis misin, jandarma mısın? Ulan, bu ne rezillik, bu ne eşkiyalık? yok efendim ben sadece insanlık görevimi... "sus ulan sus iki kişiyi bıçakla yaralamak mı insan ben sana şimdi insanlar göstereceğim" diye bağırdı. Sonra kapıda bekleyen mübaşire çağır polisleri dedim ve Polisler girer girmez de hemen onlara "tutuklandı alın bunu karşımdan" dedi. İlk başta her şeyin bir şaka ya da benim beynimin ürettiği bir simülasyon olduğunu zannettim, sonra algı zorluğu ve yüzüme takılmış maske gibi sırıtma hali sinirlerimi altüst etti. Tepki vermem gereken etkiye karşı umursuz ve duyarsızdım, donup kalmıştım. Sadece gülümsüyordum. Tutuklanmış olmama polislerde şaşırmıştı. Kelepçeyi takarken hakime de küfür edip etmediğimi soruyorlardı. Adliye çıkışında aracımın anahtarlarına olan ilgim sıfıra inmiş, hapishanenin beton duvarlarına merakım başlamıştı. Tamam, ilk defa cezaevine girmeyecektim, ama aradan yıllar geçmişti ve daha çocuktum o zaman. Her şey benim için içeride ayarlanmıştı. Oysa şimdi tamamen ayarsız bir ruh haliyle yine bir bilinmeze doğru gidiyordum. Polisler dahi tutuklanmış olmama üzülmüşlerdi ancak yapabilecekleri bir şey yoktu. İstemeyerek de olsa beni cezaevine teslim ederek ayrıldılar. Vedalaşırken onlara ettiğim küfürler için özür dilemeyi de ihmal etmedim. Gardiyanlar saatimden gümüş yüzüğüme kadar üzerimdeki tüm metal eşyalarımı alarak beni küçük bir odaya sokup soyunmamı söylediler. İç çamaşırım kalıncaya kadar soyundum. Onu da çıkar dediler hayır dedim. Israr ettiler bunun herkese uygulanan standart bir prosedür olduğunu söylediler ve ben de iç çamaşırımı da çıkardım. Bu satırları yazdığım sırada bir tane fetö’cü kadına çıplak arama yapıldığı için ortalık ayağa kalktı nasıl böyle insanlık dışı bir şey olabilir diye ve çıplak aramanın kaldırılması için mecliste önerge verildi. Benim cezaevine girdiğim o dönemde cezaevilerindeki müdürlerden adliyedeki hakimlere kadar herkes fetö’ydü ve herkes çırılçıplak aranıyordu fakat adli mahkumun gücü yoktu mecliste dayısı yoktu onlara yapılan her şey unutulup gidiyordu Fakat ne zaman bir fetö’cü çıplak aradılar Türkiye’yi ayağa kaldırdılar ulan alasını siz yaptınız mahkumlara be. Neyse konumuza devam edersek Ben iç çamaşırı da çıkardım fakat yetmedi Bu defa yere çöküp öksürmem talimatı verildi, ama asla bunu yapmayacağımı söyledim. Onlar ısrar ettikçe ben direniyordum. Onur ve haysiyetimi böyle yaralayıcı ve rezil bir kurala uymayacağımı söyledim. Baş gardiyana sorun çıkardığım haberini gönderdiler. Onu beklerken de tartışmamız nezaketten hızla uzaklaşıyordu..
Yaklaşık 10 gardiyanın karşısında çırılçıplak duruyor, kıçımda bir şey olmadığının mücadelesini veriyordum. Kıçımızda tonumuz yoktu; tamam da kendimizce erkekliğimiz, haysiyetimiz vardı elbet. Sorumlu baş gardiyan peşinde yine bir gardiyan ordusuyla bulunduğumuz salona girdi. Beni tepeden tırnağa süzerek bacağımdaki yaraların sebebini sordu. Kısacık anlattım, zaten uzun anlatacak modda da değildim. Temiz yüzlü, güvenilir bir çocuğa benziyorsun sen, dedi. Sana güveniyorum evlat, sonra gardiyanlara dönerek talimatını verdi "tamam giyinsin". Kıçıma bir şey sokmadığıma dair beni güvenilir bulması öyle hoşuma gitmişti ki, sanki cumhurbaşkanı seçilmiştim. Nasıl mutlu olmuştum anlatamam. Sonra iki gardiyan beni labirenti andıran kısa koridorlardan geçirerek, ardından uzun bir koridor başına çıkarıp, bu uzun koridorun sonunda neredeyse zor görülen bir gardiyanı işaret ederek ona doğru ilerlememi söylediler. Koridorun demir kapısı ardımdan şiddetli bir şekilde kapandı. Mevsim kıştı ve ben az önceki çırılçıplak soyunmanın üşüme etkisini atamamıştım; ellerimi pantolonumun cebine sokarak ağır adımlarla o uzak uçtaki gardiyana doğru ilerlemeye başladım. Koridorun yüksek tavanında yanan sıralı beyaz lambalar belirsiz bir arızadan dolayı yanıp yanıp sönüyor. O uzun koridora tıpkı korku filmlerini andıran bir görünüm veriyordu. Yarı üşümenin üzerine bir de bu değişik ambiyans, içimi ürpertti. Gülümsemeye başladım yine, yürüyordum yine bir bilinmeze doğru atıyordum adımlarımı. Demir kapıdan içeri koğuşa konuldum sanıyorum; 10 kişi falan vardı içeride ve yaklaşık 30 kişilik yatak. Yorgun ve umursuzca geçmiş olsun arkadaşlar deyip, En dipteki yataklardan birine oturdum, kimse konuşmuyordu. Sağ ol, bile zor dediler. Beton tavandan beton zemine sürekli damlayan su, koğuşun ortasını yarın göle oluşturmuş tü, karşı yöne geçmek için ranza tiplerinin etrafından dolak gerekiyordu. Tüm yatak ve battaniyeler darmadağın; her yer pislik içindeydi. Orijinali mavi renkte olduğu belli olan çarşaflar kirden siyahlaşmış; tıpkı yeşil ceketim gibi çamurlaşmıştı. İçeride iğrenç bir rutubet, ağır bir çorap ve ondan daha etkili ekşi bir pislik kokusu vardı. Ahırdan tek farkı, içeride ranzalar olmasıydı. Ortada bir göl, köşelere pusmuş insanlıktan çıkmış insanlar, aralarında da ben herkes birbirine sessiz sessiz bakışıyor su. Tanrım, evet, sen kesinlikle vardın. Aksi halde benim burada ne işim vardı? İstesem bile hayatımı, kendi başıma bu hale nasıl getirebilirdim? Kesinlikle senin parmağın vardı bu işte..
Ranzalardan birine oturarak bu ilginç manzarayı bir süre seyrettim. Sonra tek ayağı sakat, bastonlu, 60 yaşlarında bir ihtiyar yanıma geldi. Dedim, "Dayı, burada nasıl yaşıyorsunuz?" Yeğenim, dedi. "Burası geçici koğuş, siz burada kalmayacaksınız, iki güne kadar dağıtırlar burayı. 10 yıldır yatıyorum, daha 20 yılım var. Ben ve şu iki arkadaş, bu koğuşta sabit esasen uyumsuz oldukları için onları da koğuşa almıyorlar. Ben de burada böyle iyiyim, alıştım. Diğerleri de senin gibi yeni geldiler," dedi.
Arkadaş dediği ikisi de zır deli. Biri 2 metreyi aşkın boyda, aşırı yapılı bir şeydi. Ben yanında güdük kalıyordum, neredeyse 1.91 boyumla. Kel kafalı, tek gözü diğerinden büyük ve o göz bağımsız olarak sürekli farklı yönlere istikametsizce bakıyordu. Göbeğini açıkta bırakan dar bir içlik giymiş, orijinali ten rengi olduğu belli olan bu içlik kirden çoğu bölgesi siyahlaşmıştı, sürekli düşen pijamasını çekiştirip duruyordu. Fakat 3-5 saniye sonra pijama geri aynı noktaya düşüyor, ne yapsa kıllı kıçının çatalını kapatamıyordu. Sesi bas, sürüyerek taşıdığı terlik sesintiz, koğuşun susuz alanlarında oradan oraya dolanıp duruyordu. Diğeri pencereden dışarıya bakıyor, pencere ise sadece karşı duvara bakıyordu, oradan hiç ayrılmadan sürekli karşı duvarla konuşuyordu. Ela gözlü, yakışıklı bir çocuktu, öyle güzel gözler nasıl böyle sapık gibi bakıyor şaşkındım. Pencereden sadece yemek ve tuvalet ihtiyacı için ayrılıyordu.
Kendisine oldukça büyük gelen gömleği kirpas içindeydi,d iğer deli ile kıyafetleri değişseler, onun içliği buna, bunun gömleği ona tam otururdu. Gömleğin kolunun ucundan simsiyah tırnakları gözüküyordu, inatla o da gömleğinin kollarını sürekli geri çekiştiriyor ama bir süre sonra gömleğin kolları yine eski halini alıyordu. Sürekli makine gibi işliyorlar öteki pijamayı çekiyor. Bu deli gömleği, terlik sesi o dayının baston sesi, koğuşun iğrenç kokusu... Tanrım, çıldırmak için on numara bir yerde burası ve diğer deli arkadaşlarım ikisi de fazlasıyla 46’lıktı, bunların ceza ehliyetleri yoktu belli ama garibanlar sahipsizlerdi. Tıpkı benim gibi. Adalet sınırlı hak sınırsız haksızlıktan ibaretti. Adalet yasalarının kendileri bile biraz haksızlığa karışmadan var olamazlardi.
İki gün sonra beni kapasitesi 15 kişilik, fakat mahkum yoğunluğundan içeriye 30 kişi takılmış bir koğuşa verdiler. Herkes her şey üst üsteydi. İçeriye girer girmez, biri tabure getirip üst yatakhaneye çıkan merdivenin dibine oturttu beni. Koğuşa verilirken cezaevi kurallarını içeren bir bilgi formu vermişler. Ben de oturduğum küçük taburede onu incelemeye koymuştum, herkes hiç konuşmadan, sessiz ve batıcı bakışlarla beni inceliyordu. Bu bakışlar, cezaevinin her yeni gelene standart bakışlarıydı. Elimdeki formdan birkaç satır okudum, bunlar nelerdi tam hatırlamıyorum. Fakat "Sizin buraya gelmenizden bir sorumlu değiliz, burada yaptığınız iyi veya kötü davranışlar karşılığını misliyle bulacaktır" gibi tehdit içeren maddelerdi.
O esnada iki kişi, oturduğum yerin tam karşısındaki banyo kapısının önünde, birinin elinde çay bardağı, birinde havlu dikildiler. Banyo kapısı açılarak dışarıya iri yarı çirkin suratlı biri çıktı, kapıdan zor geçer bir havası vardı. Biri ona havlu uzattı, sonra diğeri de çayı. Enteresan görüntüydü ama hapishanede enteresanlık yoktur, tekrar elimdeki forma döndüm. O şahıs gelip tam tepeme dikildi, gölgesini başında hissediyor fakat kafamı yukarıya kaldırmıyordum, elimdeki forma bakıyordum ama okumuyordum. Zira tüm dikkatim tam tepemde dikilen kişideydi. Gürültülü bir sesle, "Ver bakalım elindeki mahkeme kağıdını, suçunu neymiş görelim delikanlı," dedi. Başımı kaldırdığımda 4 kişi daha onun yanında yerini almış, beni çevrelemişlerdi. Elimdeki mahkeme kağıdı değildi tepki tepkiyi doğurmuştu. Bakamazsın, dedim , bakmak zorundayız başkana göster elindeki kağıdı dedi onun yanındakilerden biri. Bu tehdit dolu ısrar karşısında çevremi saran kalabalığın arasından yine kontrolsüz bir sıçramayla hızla geçip mutfak tezgahından metal bir kaşık alarak sırtımı duvara dayadım. Benden bu evrağı alanın da amına koyayım, veen’in de amına koyayım, diye başlayan bir sürü küfüre başladım. Zira içeri girdiğim andan beri sinir sistemim altüst olmuş, tüm travmalarım nüks etmişti."
Yine aynı kalabalık, bu defa çember olarak değil, tek sıra halinde karşıma dizildiler. Kaşıkla kendimi korumam imkansızdı, ama ondan başka medet umacağım hiçbir şey yoktu. Hareket edene kaşığı saplayacaktım , sonra öldürseler önemli değildi, ama o çirkin deveyi de peşimde götürmeye kararlıydım. Kimse hareket etmedi, içlerinden biri hemen arka duvardaki zile bastı. Biz sessiz sedasız birbirimize tehdit dolu bakışlarla bir süre daha baktık, sonra içeriye bir gardiyan olsu girdi. isminin özgür olduğunu o an öğrendiğim şahıs. Memur bey, bu arkadaş sorunlu lütfen alın, bunu buradan daha gelir gelmez problem çıkardı, dedi. Diğer arkadaşları da bunu tasdik ettiler. Gardiyan bana dönüp, ’Sen girişte de sorun çıkarmıştın, burada senin değil bizim borumuz öter. Devlet her daim 18 yaşındadır, bunu unutma. Burada kalıyorsun, burada kalacaksın, problem istemiyoruz’ deyip çekip gittiler. Herkes karşı duvar dibinde uzun bir masaya sessizce oturdu. Ben de merdiven altındaki aynı tabureye yerleştim. Masada Özgür’ün önünde yaklaşık 5 tane tavuk, diğerlerinde birer tane vardı. İki kişi yine ayakta bekliyor, Özgür’ün yemeğini servis etmeye hazır halde bekliyorlardı. Oturduğu sandalyeye sığmıyor, tam bir hayvan gibi sesler mırıldanarak butları yemeye başladı. Lokmanın küçülmesine koşut olarak gözlerindeki parıltı sönmeye yüz tutuyordu. Çene kasları kendilerine yeterince iş verilmediği için sinirlenmesi işten bile değildi, hele o tabak boşalmaya görsündü vay başında dikilenlerin haline! Etrafa kudurgan bir öfke saçıyordu, tüm koğuşu sindirmiş,ti ne kadar aç olduğumu o zaman anladım. Kimsenin beni masaya davet ettiği yoktu, bu duygusuz, düşmanca tavır tekrar sinirlenmeme neden oldu. Açım ben de yemek istiyorum diyememek ve köşede öyle pısırık gibi oturuyor olmak da ayrı battı. Kalkıp ortada bir taburede duran kumandayı alarak televizyonu açtım. Bu esnada ’ulan sen kime sordun televizyonu açıyorsun’ demesi ile masaya dönüp önce salata, sonra henüz bitirmediği tavuk tabağını kafasına çarptım, sonra duvardaki Zile bu defa ben basarak sırtımı duvara, yine elimdeki kaşıkla verdim. Gardiyanlar bu defa bin azarla beni alıp çıkarken o yavşak şahıs bana kafa sallıyor ve halen saçlarında duran tavuk derisi ile başıyla birlikte sallanıyordu. Bu görüntü bana deprem gecesi kıvırcık saçlarına gülller dökülüyop, sonra bu güller başında yine sallanarak döküntü halde kulübü terk edişini hatırlattı. Tek kişilik bir hücreye tıkıldım."
Boyu dört eni üç adım ve dikine tek bir ranza, hemen ranza başına yarım bir duvar örerek tuvaleti sıkıştırmışlar.
Kedinin bile zor sığabileceği minicik bir pencereyi üç metrelik tavanın dibine köşeye bir yere koymuşlar.
Baharın güneşi ben dışarıdayım diye çabalasada, dışına sarmaşık gibi sıkıca örülmüş paslı dikenli teller ve demirler arasından göstermekte zorlanıyor ışığını.
Tam karşısındaki üç metrelik mavi demir kapıya yansıyan bu huzme, güneşin acziyetini bağırıyor sanki, güneş bile zavallı burada.
Yemek o üç metrelik kapının altındaki küçük bir kapaktan veriliyor.
Yemek az önce geldi, menü siyah ineğim cömert’in bile pek yüzüne bakmayacağı olabildiğince kalın doğranmış marul. Kaşığa göre kesilmediğine şüphe yok, zira on tekrarla bir parça marulu ağzıma götürmekte başarolı olamadım.
Tabak ile ağız arasındaki mesafeyi kaşık üzerinde bu tür marul ile almak ciddi bir denge uzmanlığı gerektiriyor.
Elim ile denedim, çok organik geldi çünkü tarladan koparıldığı gibi tabağa doğrandığı muhakkak. Ve yanında bulgur, su da haşlanıp servise hazır hale getirilmiş, herhangi bir yağ ve salça çeşiti ile tanışıklığı olmamış belli.
Ana yemek patatesli bezelye, marul ve bulgurdan esirgenen yağ ve salça tüm cömertliğini bu yemekte göstermiş durumda.
Öyleki beş dakika içinde üzerinde üç milim petrol benzeri bir tabaka oluştu. O tabakayı hiç parçalamadan tabak boyutunda bir bütün olarak kaldırmakta oldukça başarılıydım. Lakin altındaki patates ve bezelyeler öyle garip kaldılarki içim acıdı hallerine.
Tuz yok bulmak olanaksız. O güzelim yemekleri tuvalete dökmek durumunda kaldım çünkü çöp yok oraya dökülüyormuş, dökmessen hücreye fök, orayada dökmessen sen bilirsin, akşam yemeğine tabaklarını boşaltmak zorundasın dediler. Açımm aç!
Sevdiğim bekliyor olmasa bir posiyon pirzolaya üç gün hücre yatabilirdim.
Banyo yaptım muhteşemdi. Tüm cezaevine bir saat sıcak su veriliyor, koğuşlarda 25 kişi var birde bacağim yara. Yara mikrop kapmaması için bacağıma çöp poşeti bağlıyorum o da bir zaman kaybı 24 kişi sırada bekliyor. Burada sıra falan yoktu ve tüm sıcak su bir saat boyınca sırf bana aitti. Allahım ne konfor ne lüxler içindeyim hücrede bile olsam..
Gerçi tuvalet üzerinde banyo yapmak zor, çünkü deliğe akan sıcak su tüm hücreye aşırı bir lağım kokusu yayıyor.
Allahtan ağır bir grip halindeyim bu kaçınılmaz kokuyu almıyorum. Hasta olmanında ne faydalı yanı varmış şaşılacak şey.
Sıgara sorun, gardiyana bağırsan hücredeki mahkumu kimse tınlamıyor, senin göremediğin uzun bir koridorda dolaşıp soğuk duvarlardan yankılanarak sana geri boş dönüyor sesin.
Fakat tedarikliyim, testislerimin hemen altına bir paket sıgara sıkıştırdım ama heran gardiyan gelecek tedirginliğinde içiyorum sıgaramı. Çünkü sıgara yasak ve dumanın çıkış yapabileceği bir boşluk yok o minik pencere dışında.
İlerideki bir başka hücreden radyo sesi; hep arabesk hep arabesk.
Ulan bu nedir arkadaş, zaten dardayız bu kadar arabesk ile hücreye daha da dar hale getirmenin alemi varmı yani.
değil bugünün, çocıkluğundaki İlkokuldaki sevgilileri bile çıkıp geliyor aklına insanın.
Neyseki ricamı kırmadı kıstı sesini ama yine inceden tınısını alıyorum.
O değilde zaten bir paket sıgaram var beni bunalıma sokarak onu da yedirtecek bana kahpe zinâsı.
Bu küfür türü Ödemiş’te çok yaygın, çoğu kişi birbirine günlük kullanıyor bu usülü.
Şöyle bir düşününce böylesi bir küfür şekli öyle hafif birşeyde değil. Ancak herkes memnun gibi kahpe bir kadının zinâsının ürünü olmaktan.
Bence direk orospu çocuğu demek bundan daha hafif bir sinkaf kalır..
Hava kararmaya başladı, içeride ışık yok o küçük penceredem de veremiyor artık minik ışığını.
Sadece koridorda ışık var, o ışık da büyük demir kapının altındaki yemek alma boşluğundan yarım metrelik alt betonu ışıtabiliyor. Ondan yararlanmak için yere diz çökerek defterimi görmesini oldukça sağlayarak aydınlık dilenmek gerekiyor.
Alaca bir karanlıkta yazıyorum şuan, tam bir ceza sistemi ki mantığı yok. Bir kitabı bin rica ile yalvararak getirtsende sadece gündüz okuyabilirsin pess! Gece ola hayrola...
Heryer karardi, mecburen yere diz çökerek alta vuran koridor ışığına sıkışıyorum..
Tanrıyı düşünüyorum..
Burası ona yol bulmanın en özel yeri, bir sessizlik çöktü tüm koridora, lakin bir sessizlikki içinde ne sesler ne çığlıklar gizli..
Hadi diyorum Tanrım, hadi minik bir işaret ver, o minik pencereye bakıyorum belki bir yıldız görürüm belki de Tanrı oradan bir işaret verir.
Sonra vazgeçiyorum bundan, eğer Tanrı gelecek veya bir işaret verecekse o minik ve karanlık pencereye ihtiyacımı var..
Betona bakıyorum, hadi Tanrım minik birşey yap bir işaret ver, hadi seni ben yarattım sen benim âciz zavallı küçük mahluğumsun benim insanımsın de hadi yap şunu...
Tık yok..
Herşey tamamen söndü, alt betona vuran koridor ışığı dünyayı aydınlatan bir nur gibi geliyor insana. Özgürlük ne tarafta, sevdiklerim ailem yârim ne yöndeler, neresine düşüyorlar buranın..
Saat 10, sayıma geldiler. Sıgaralarımız koridorda, eğer gardiyanın keyfi yerindeyse sana iki üç saatte bir tek veriyor bu yasal ama yasa gardiyanın insiyatifine göre işliyor.
Birine rica ettim yalvardığımı bilmeden yalvardım belki, ona rağmen yüzüme bile bakmadı. Bir suratki despotizmin imaj örneği. Dışarıda adam yerine koymadıklarına burada devlet imparator yetkisi vermiş sanki. LAn desen tutanak yiyorsun görüşün telefon hakların kesiliyor, küfretsen hücrelrrden kurtulamıyorsum. Cezan uzuyor, ailene nasıl açıklarsın bunu.
Ha sıgara, vermessen verme lan çokta tın, benim zaten bir zulam var.
Üçü bir arada kahve getirdim, fakat kaynar su yok. Nöbetçi gardiyana bağırıyorum, bir uzun süre sonra sallana sallana en nihayet geldiler kendileri.
Fakat ben daha sıcak su istemeye fırsat bulamadan tepkisini koydu; bana gardiyan diyemen!!
Memur bey diye hitap edecekmişim.
Yahu kardeşim gardiyan değilmisin sen ?
Çok ilginçtir ama gardiyana gardiyan! dedim diye sıcak suyu isteyemedim iyimi bu ne lan!
Bu gardiyan ne demek acep?
Kemal sunalın kibar feyzo faşo ağa sahnesi geldi aklıma, bele puşt kibin ibne kibin bişemidir.
Moralim sanki düzgünmüş gibi bir farklı bozuldu şimdi. Heryer olduğundan daha karanlık geliyor sanki.
Yakından bir ezan sesi, uzaktan bir köpek. Ah ne saadet, insanın o özgür köpek olası geliyor.
Bu defa başka bir hücreden yine radyo sesi, pop’tan arabesk oradan halk müziği, oradan yabanciya gecip duruyor.
Normal değil belli, hiçbirşey normal değilken ben neden direniyorum illa normal kalabilmek için?
Soğuk sütümü bardağa boşalttım, tabi cam değil plastik bardak çünkü camın her türü yassak. İçine birde üçü bir arada kahve döktüm gayet hoş bişey oldu. sıcak su çok ta şart değilmiş hani.
Grip halim sıtmaya dönüştü, dışım yanarken içim titriyor. Keşke diğer battaniyemi de alsaydım, oysa çırılçıplak yatakta yatmanın hazzını duyacaktım uzun zamandır. Hücrenin bana sunacağı bu mühim ayrıcalıktan yararlanamadım.
Domuz gribi varmış bu ara çok yaygın, otuz kişi ölmüş ki bunların üç tanesi mapushaneden.
Umarım bende domuz gribi değilimdir burada ölmek istemem.
Ölmenin en güzel yanı bu beton ve demir zeminlerden kurtulup toprağa kavuşmak.
Toprak ? Üç yıldır unuttum onu, kokusu nasıldı ?
Ah köyüm yine öyle çamurlu mudur yolların..
İki duvar yazısı; negatif dünya içinde pozitif düşünen insanlar olarak burdayız.. ilginç ?
Bir diğeri;
Bu hayatın yönetmeni benim, istediğime rol istemediğime yol veririm...
Ulan iyi bir yönetmen olsan kendine hücre sahnesimi çekersin.
Olsan olsan kötü bir senarist olabilirsin sen ancak. Yarım saat güldüm bu yazıya.
O beni burada bile güldürdü ya, Allahta onu güldürsün...
Aşırı sıkıcı ve yarı mezara andıran bir yerdi burası. Konuşacak kimse yoktu. Neyseki, ertesi gün beni oradan alıp başka bir koğuşa verdiler. O koğuşta çok iyi karşılandım, geçmiş olsun bile denilip çayım verildi. Halim hatırım gibi suçum da insan gibi soruldu. Çok kalabalık, belki 80 kişilik, koğuştu burası, ranzalar üç katlı yer gök yatak doluydu ve ayrıca yerlerde de serili yataklar vardı. Her yer insandı, kişi başı belki 3-4 metrelik alan düşmüyordu. Ben köşede bir yer yatağına verirdim, herhangi bir cezaevi hazırlığım olmadığı için , üzerimdekilerden başka kıyafetim de yoktu. Teklif edenlerin eşofmanları da bana olmadı, elbiselerimle yatmak zorunda kalmıştım. Gecenin bir yarısı tuvalet için uyandığımda yerdeki yataklarda yatan insanlar arasından çok yavaş ve dikkatli adımlarla ilerleyip kiminin başının dibine, kiminin bacak arasına basarak alaca karanlıkta tuvalete ulaşıp yine aynı dikkatle geri geldim. Mayınlı tarlada ilerlemek bile daha az dikkat gerektirirdi, sanıyorum. Üçüncü gecemde yine çok sıkışmış uyandım, sabaha çok yoktu, acaba tutabilir miyim, ya da o mayınlı bölgeden geçmeyi göze mi alayım diye düşünürken az ileride bir ranzanın üçüncü katından birini sallandığını fark ettim. Yerimden fırlayarak sallanan adamın yanına geldiğimde kendini asmış olduğunu görüp bağırarak hemen ranzadakileri uyandırdım. Bacaklarına sarıldım, buz gibiydiler. Ölü kokusunu hissetmiştim, soğuk bir demir kokusunu andıran ölüm kokusunu. Ölmüştü ve altına sıçmıştı ellerim boka bulaşmıştı, Fakat o an her yerim bok olmasına rağmen bok kokusunu değil ölümün o soğuk kokusunu alıyordum sadece. Kargaşaya herkes uyandı, ranzanın üzerine çıkıp adamı ipten kurtulmaya çalıştım, ancak mümkün olmadı. Gözleri açık 50’li yaşlarda bir adamdı, boğazında derin tırnak izleri kendini kurtarmak için mücadele ettiğini gösteriyordu. Halil’i hatırladım, onun parçalanmış kafasını, yerinden çıkmış gözünü, yine şakaklarımda uğultular başladı, ellerimde kontrolsüz titreme. Zihnime ardı ardına başka düşünceler boşalmaya başladı. Öylece kalakalmıştım, içeriye giren gardiyan ordusu beni indirdi. üzerim hep bok olduğu için beni banyoya soktular ölüye kimse dokunmadı, savcı beklenecekti, zira ben de ölü gibiydim. Banyo çıkışı uydurma bir eşofman verdiler bana, göbeğim açıkta kaldı ve sürekli altını çekiştirip göbeğimi kapatmaya çalışıyordum. Giydiğim eşofman ise çok büyük gelmişti kıçımdan düşüyordu. Öteki delilere gittikçe yaklaştığımı hissettim, merdivenlere oturduğumda bana neler oluyor koğuşta neler oldu diye düşünürken herkes başımdaydı bu düşünceyle gülmeye başladım. Etrafımdaki bakışların ilginçliği ve saklı düşüncelerimden habersizlikleri beni daha da kahkahaya boğdu. Sonra aniden bu kahkahayı kestim, zira içim bir anda bilmediğim bir hüzünle dolmuştu. Yer yatağıma kadar beni götürüp yatırdılar Bomboş bakışlarla tavanı izleyerek bir şekilde uyumuşum. Müdüriyetten çağrıldığını söylenerek uyandırıldım, müdür, baş gardiyan, cezaevi savcısı arasında sürekli gezdiriliyordum. Olayın detayı benden soruşturuluyordu, zira ölüye sadece ben müdahale etmiştim. Beni o kadar yorup o kadar aynı ifademi tekrarlattılar ki sanki aylardır içerideymişim hissine kapılmıştım. Olmayan terliğim, göbeği açık tişörtüm ve sürekli düşüp duran eşofmanlarımla oradan oraya gezdirdiler, daralmıştım. Ötekilerin ölüye neden müdahale etmediğini de anlamıştım, insanca bir duyarlılık mı gösterdin? Bu sana bir zulüm, eziyet olarak geri dönüyordu. İçeriye de bu sebepten girmemiş miydim oysa fakat akıllanmamıştım, akıllanmayacaktım da. Koğuşa götürürüp nihayet, uzanmıştım ki başsavcının gelip benden ifade alacağı söylenerek tekrar koğuştan alındım."
Başsavcı beni, deli kıyafetim ve deli psikolojimle karşısına alıp olay nasıl oldu anlat bakalım dediğinde, tekrar şakaklarımda aynı uğultu başladı. Arkamda birleştirdiğim ellerimi birbirine kenetlenmekte zorlanıyordum. Kontrolsüz şekilde ağzımı açıp, "Yeter lan!" dedim, "Hayatımı siktiniz ulan! Sabah’tan beri kaç defa anlatacağız? İfade falan vermiyorum artık. Bir insanlık yaptım içeri girdim, ikinciyi yaptım, asker ettiniz lan! Beni deli ettiniz ulan" diye bağırmaya başladım. Başsavcı Yüzüme, tıpkı otel resepsiyonisti gibi kusursuz dişlerini gösteren bir tebessüm hile bakarak, "Tamam, tamam, sakin ol lütfen. Abdullah bey’i koğuşuna götürünüz," dedi. Gözlerimizi birbirinden hiç ayırmadan odadan çıktık. Koğuşuma döndüm ve bir hafta içinde herkesten ve her şeyden sıkıldım. Hep aynı yüzler, aynı konuşmalar dönüyordu, sonra araya yalanlar giriyor. Bir gün sonra, o yalanı anlatırken dahi yalana yeni yalanlar eklenerek anlatılıyordu. Dil alanında özel mülkiyet yoktu; tamam da artık olağan bilgi aktarımında dahi konuşmaları garipsedim. Cezaevini bilmiyordum, cezaevinde zaten hayatın sürekli yalanlarla döndüğünü, küçücük şeylerin kocaman olduğu, kocaman şeylerin minicik gözüktüğü bilmiyordum fakat cezaevi böyle bir dünyaydı. Her şey bir başka gelmişti bana; bir kişi vardı koğuşta, sürekli kitap okuyordu. Ben de deneyeyim dedim, koğuştaki kitaplıkta 50’ye yakın kitap vardı. Baktım, hepsi din, din, din... O kadar din kitabı vardı ki insanı dinden soğutacak kadar çoktu. Birini seçip okumaya başladım, aslında kitap okumak benim için zaman kaybı, boşuna uğraştı sıkıcılıkların ileri çeşitlerinden biriydi; ancak hep aynı yalanlardan daha çok sıkılmıştım. Kitap, Hazreti Musa ve onun kavmine inen pişmiş bıldırcınla kudret helvasından bahsediyordu. Sonrasında kavmin, bundan sıkılıp toprakla uğraşmayı talep etmesini, tarım ürünleri yediğinden, ve tekrar bunlardan da sıkılıp tanrıdan tekrar bıldırcın ve kudret helvası taleplerinden bahsediyordu. Ve tekrar inmeye başlayan menüden, kavimdeki bir hırsızın bir parçası çaldığı için tanrının onlara kızarak pişmiş bıldırcın ile kudret helvası menüsünü kestiğini anlatıyordu. BU sofra kaç kişilik iniyordu? Sonra neden illa pişmiş bıldırcınla cinsel gücü arttıran kudret helvası? İşin asıl ilginç yanı, Musa’nın kavmi artık ona inanmıyordu. Biz sana inanmıyoruz, sen peygamber olsan menü kesilmezdi, demelerini okuyordum. Üstelik bu konunun doğruluğunu Kuranı Kerim de onaylıyormuş. Hani müslümansan gavur olursun ulan, bu ne be yahu? Bırak pişmiş bıldıracağın veya kudret helvasını... Boş bir tepsi yahu, sadece bir defa boş bir tepsi. Tanrı tarafından indirilse, bunu gören insanlar secdeden bir an olsun başını kaldırabilirler miydi? Fakat gel gör ki bu kavim her zaman inan menü artık inmiyor diye tanrıya inanmaktan vazgeçiyorlardı, pesti pes! Ah, bize bir hal gelirdi, seyrederdik felekleri; bazen görmez olurduk bastığımız yeri... Sıkıcı kitaplar ve sıkıcı muhabbetler arasında yatağımda uzanırken yanıma bir genç çocuk sokularak koynunda bir şiş çıkarıp, "Abi ister misin? 5 paket sigaraya veriyorum. Normalde 10 pakettir ama beni ölüyü kucaklamak cesaretimden dolayı sevmiş. O sebeple indirim yaptığını söylüyordu." Şiş teklifi ve bunu bana satma gayreti kadar da beni sevdiğini söylemesi garibime gitmişti. Beni orada kim neden sevsindi ki? Oradaki ortama ve bana öyle uzaktı ki bu, sevgi söylemi acı bir şekilde canımı acıttı, yüreğime bir kıymık battı sanki; küfretse o kadar canım acımazdı. Hiç cevap vermeden yüzüne bu ruh haliyle uzun uzun baktım. Bir süre bakışmamız sonrası, o da hiç konuşmadan geri geri uzaklaşıp kaçar adım gitti. Gözlerindeki anlamsız ve ifadesiz bakıştan benden korktuğ açıktı. Yanından ayrılırken, o da artık deli olduğuma emindi. Paramı 20 gün sonra bitmişti, sigara alacak param kalmadı. Dışarıda sigarasızlığa dayanmak, oyalanacak başka şeylerin bolluğu sebebiyle bir nebze kolay. Fakat mapushanede sigara her şeydi; candı, canandı, tesellindi. Ve ben, köyün adresinden başka adres bilmiyordum. Ne Davut abiye ne İstanbul’daki diğer arkadaşlarıma haber ulaştıramıyordum, çünkü kimsenin bende mektup adresi yoktu. Ve cezaevinden telefon etme şansım yoktu. Dışarıda 3 cinayet işleyip içeride ondan bundan tek dal sigara otlanmak için şamar oğlanlarına dönenleri, bir paket sigara için onun bunun donunu yıkayanları, tek dal sigara için tıpkı o sabahçı kahvesindeki karaktersizler gibi sahte tebessümlerle yaklaşıp bir şekilde ahbap ve hemşehri çıkmaya çalışanlari görünce çok radikal bir karar alıp sigarayı bıraktım.
Ziyaret günleri kapı açılarak herkesin ismi tek tek okunup benimki okunmuyordu. İnsanın o garipliğinin eşi benzeri yoktur. Bir de insanlar ziyarete çıkarken senin yüzüne alaycı bir üstünlükle bakışları yok mu, insanı öldürüyordu. Onlara da kızmıyordum. Zira içeride mahkumun dünyası çok küçülüyordu ve küçücük şeylerden ister istemez büyük üstünlükler kurtarmaya çalışıyorlardı.
Ve ardından herkes ziyaretteyken senin yoğuşta yapa yalnız kalışın, tüm dünya boşalmış da bir sen kalmışsın gibi sessiz bir yalnızlık yüklüyordu insana. Gardiyanlar para ve mektup günlerinde herkesi bahçeye toparlayıp parası gelenlerin isimlerini tek tek okuyarak mektuplarını da yine isimleri tek tek okuyup teslim ederken, bir senin isminin okunmaması dünyanın en ucuz insanına çeviriyordu seni. Felakete uğramış insanların çevresini saran o yalnızlık ve sessizlik çemberi içerisinde kalıyordun herkes sana bakıyordu.
Dışarıda paran olmasa dahi kıyafetin, kolpa’dan zengin görünüşünle, paran varmış gibi davranabilirdin. Fakat içeride kimin parasının olup olmadığı apaçık ortadaydı ve içeride para, dışarıdan daha değerli, daha gerekliydi. Beş para etmeyen kişiler sırf paralı oldukları için hem gardiyanlar hem mahkumlarca itibar görüyordu. Son derece aptal biri, çok bilgili, çok yetenekliymiş gibi yüceltilebiliyordu içeride. Yeter ki parası olsun, dünyalar çok küçülmüştü, zihniyetler de öyle, minicik hesaplar dönüyordu etrafımda. İki zeytin, bir top kek, bir tereyağı ya da benim yumurtam neden daha küçük gelmiş diye öyle kavgalar çıkıyordu ki insan anlayamıyordu.
Ufacık şeyler uğruna büyük mücadelelere verilen olayların ortasındaydım, dakikalarca tek dal sigara, bir bardak sıcak su muhabbeti ki ne önemli şeylerdi bunu zamanla anlamıştım. Hani insanın hak veresi geliyordu. Bir gün yanan sobanın etrafına toplanmış ısınıyorduk. Dışarıda acayip karlı bir hava vardı, koğuşta kurulu tek sobanın başına onlarca kişi abanmış, güya kendini ısıtmaya çalışıyordu, halka halka 20 sıraydık yaklaşık. Hemen sağ sıramda az önümde oturan biri bir öndeki gence, "Kardeşim, az sağa döner misin bize de sıcaklık gelsin" dedi. Çocuk duymadı, adam tekrarlaya bırak, " şşit Kardeşim, asla döner misin" diye tekrarladı. Genç geriye hışımla dönerek, "Hişt, ne lan, manita mıyız biz" diyerek adama saldırdı. Olay tam gözümün önündeydi. Fakat artık toplumsal veya bireysel olaylara müdahale etmeme kararımdan ötürü, bir süre seyretmekle yetindim, başkalarının ayırma müdahaleleri. Her ikisine de benim üzerime kaydırmış, kendimi ortalarında bulup, ister istemez gayret göstererek güç bela onları ben ayırmak durumunda kalmıştım. Ayırdığımda gömleğimdeki kanı fark ettim, incelerken o kırklı yaşlardaki adam yere devrildi, boğazından kan fışkırıyordu. Genç çocuğun elindeki şişi saklamak için başka bir arkadaşına gizliden verdiğini fark ettim. O an anladım ki adama yumrukla değil, şişle vurmuştu. Yerde yatanın boğazından kesik kesik de olsa hala kan fışkırıyordu, üzerindeki kıyafetlerdeki kanın çokluğunu görünce, bana da şişle vurduğu düşüncesiyle çocuğa saldırdım. Şişi verdiği arkadaşı tam arkamda olmasına rağmen aldırmıyor, vurdukça vuruyordum. Tedbir kendimi savunma falan düşündüğüm yoktu gözlerim kararmış kontrol tamamen benden çıkmıştı. Bambaşka bir cehenneme düşmüştüm, yine bir gardiyan ordusunun ortasında sürünürken rüyada hissettim kendimi. Uyandığımda, o tanıdık hücredeydim. Hücrenin sanırım 2 veya 3 günü, Abdullah Aydın ziyaret söylemi ile kapımı açtılar. Çok şaşırmıştım, Zira adım ile ziyaret kelimesinin bir arada kullanımı tuhaf gelmişti bana. Davut abi gelmişti, Onun camlı bölmeden gördüğüm anda kusmaya başladım zira Dedeman otelin lobisinde yaka cebinden eroin poşetini çıkardı aynı mavi gömleği diyordu bu nasıl oluyordu bilmiyorum fakat aynı gömleği görmek Beni ansızın kusturmaya başladı. Kustum kustum çok kustum dakikalarca kendime gelemedim Davut abiye tek kelime bile söyleyemedi beni hemen alıp revire götürdüler. Revir doktoru yediğim bir şeyden zehirlenmiş olabileceğime kanaati ile bana saçma sapan ilaçlar yazdı ben de doğru söylüyorsunuz dedim ve yediğim şeylerin listesini verdiğimde işlerinden birini seçerek evet bundan olmuştur muhakkak dedi geçti. Davut abi beni beklemişti geri ziyaret yerine döndüğümde ilk sözü "Ne oldu sana?" oldu. Sayende dedim biliyorsun sen ne olduğunu hiçbir şey anlamadı o Kaşımda gözümde gördüğü yara berelerden bahsediyordu.Yüzümde morluklar olduğunu ondan öğrenmiştim, sanıyorum, gardiyanlar beni ezmişlerdi tabii ne olduğunu ben de bilmiyordum. Ayna olmayan bir yerde yüzümün halini görmediğim gibi, bilincimde yerinde olmadığı için de yaşadıklarımın seyrini hatırlamıyordum.
Uzun zamandır tanıdık bir yüz görmüyordum, tanrıyı görsem bu kadar mutlu olmazdım. Beni güçlükle bulduğunu, karakolları, cezaevlerini günlerdir aradığını söylüyordu. "Sana temiz çamaşır, iç çamaşırı bıraktım. Biraz da para bıraktım, avukat tuttum. Yarın seni ziyarete gelecek, başka bir ihtiyacın varsa söyle" dedi. Ki bu söyledikleri, mapustaki insan için dünyanın en sihirli, en güzel kelimeleriydi. Müthiş bir özgüvenle hücreme döndüm, çünkü artık benim de sevenim, dışarıda bir destekçim, kollayanım vardı. Bir ertesi gün avukat geldi, mahkeme tarihimin henüz belli olmadığını, fakat içeride çıkardığım kavgada sebebiyle tutanak tutulduğunu, bunun için ayrıca yargılanacağımı, disiplin cezası alabileceğimi söyledi. Hücreden koğuşlara verilmem için de çaba sarf edeceğini, ama kısa zaman içinde umutlu olmamamı söyledi.
Hücrede Her şey yasaktı, sigara, çakmak, kitap, kalem, her şey yasaktı. Sadece düşünüp, hayal kurmaktı serbest olan. Dünyada hiçbir şeyi kalmayan insan en yalnız, en karanlık durumlarda bile sevdiği insana ilişkin düşüncelerle mutlu olabileceğini yazmışlardı hücrenin duvarına. düşündüm, o kadar kadınla yatmama rağmen içlerinde hala sevdiğim hiç kimse yoktu. Bazılarının adını, bazılarını yüzlerini unutmuştum. Ayşe’ye dair de içimde saygı, vefa vardı, ama sevgi kalmamıştı. Tam bir çaresizlik durumunda insan, kendini olumlu bir eylemle dile getirmeyip, çektiği acılara katlanmaktan başka yapacak hiçbir şey olmadığı zaman, sevdiği insana ilişkin içinde taşıdığı imaja sevgiyle yoğunlaşarak bir nebze de olsa manevi doyuma ulaşabilirdi belki, ama ben de bu da yoktu. Çünkü sevdiğim, beni seven kimse yoktu zaten hücre karanlıktı, daha da karanlığa gömülmüştü. Yarından umudum yoktu, bekleyenim yoktu. Geçen her saat asırlar sürüyordu sanki. Yelkovanın akrebe ulaşmakta bu kadar zorlandığı başka bir zaman birimi düşünülemezdi. 10 dakikanın geçiş süresini en az 30-40 defa saatime bakarak takip ediyordum. Düşünceler, düşünceler, o düşünceleri kırk ayrı düşünceye bölen düşünceler, o düşünceleri de binbir farklı olaya, kavrama, ölüme düşünceler... Çıldırmak işten değildi. Duvarlarla konuşsam, sanki cevap verecekmiş gibi duruyorlardı. Kime yaptığım yolculukta o kadar dolambaçlı yollar kullanarak, öyle uzaklara, öyle içimden içerilere doğru gidiyordum ki dönüş yolunda geri kendime gelmekte zorlanıyordum."
Sanıyorum hücrede 6 günüm falan dı. Yatak çok kötü rutubet koktuğu için tersini çevirmek istedim. Çarşafları açtığımda yatağın kenarının kesik olduğunu gördüm. İçeriye elimi soktum ve bir kitabın yırtılmış parçaları çıktı. Biraz daha eştim, biraz daha içtim; yine kitap sayfaları dışında başka bir şey çıkmadı. Hücrelere sigara, uyuşturucu gibi zulalar yapıldığını biliyordum, belki bunlardan birini bulurum diye yatağın o deliğini olabildiğince derinleştirip bir şeyler aradım, fakat kitap sayfalarından başka bir şey çıkmadı. Bu kitap, Marlo Morgan isimli bir yazarın Avustralya’da yaşadığı ruhsal yolculuğu öyküsüydü. Göçebe kültürden aborjinler eşliğinde kabilenin kendilerini adlandırdıkları şekliyle gerçek insanlarla birlikte 4 ay süren ve çölü boydan boya katettikleri uzun bir yürüyüşü anlatıyordu. Birkaç sayfasını karıştırsam da sonra sıkılıp elimden attım. 3-5 saat sonra duvarları bir şey söylemem için tekrar beni dinliyorlarmış hissine kapıldığımda, kitabı yine elime alarak kendimi zorlayıp 5-10 sayfa daha okudum ama olmuyordu. Yine sıkılıp bıraktım. Kollarımda küçük bir leke ya da sivilceye benzeyen yerleri sıkıyor, bir maymunun güneşte kendi kıllarıyla uğraşması gibi kendi bedenimle zaman geçiriyordum. Sonra bundan da sıkılıp, el üzerinden dirseğime kadar olan bölümde binlerce, belki on binlerce kılıf sayma işi icat ediyordum; hiçbir boş amacım işe yaramıyordu ve hiç istemeyerek kitabı tekrar tekrar elime almak zorunda kalıyordum. Kitap okumak sıkıcıydı fakat hiçbir şey olmayan sivilcelerini sıkmaya çalışmak ya da kolumdaki kılları saymak, veyahut elimin üzerindeki kılları sayıyla diğer elimin üzerindekilerle eşitlemeye çalışmak için birazını yolmak kadar sıkıcı ve boş olamazdı. Kitap okumak, her elime alışımda daha az sıkıcı gelmedi başladı. Bu kitap bana, fakat hala sıkıcıydı. Avustralyeli yerlileri, aborjinlerin yaşamını araştırmak, onların arasına giren şehirli kadının ana kitabını okumak en son ilgimi çekebilecek şeylerden biriydi. Okuduklarımdan, kadının nasıl biri olduğunu, neye benzediğini hayal etmeye çalıştım biraz ve onun tarifi ile aborjinlerin görünümlerini, yaşam biçimlerini de enteresan bulmuş, ilgim uyanmıştı. Sadece o kadar sonra yine uyumuşum. Sabah sayım için uyandırıldığımda ilk düşüncem o kadın ve aborjinler oldu. Kahvaltı için verilen adını hala bilemediğim bembeyaz sudan ibaret çorbamı içerek kitabı tekrar elime aldım. Bu defa sıkılmamış, aksine hep bir sonraki sayfa ve kadının yolculuğundaki bir sonraki duruma merakım başlamıştı. İlerleyen aşamalarda neler olacağını, merakı ve heyecanı sarmıştı beni. Kadının yüzünü kendi hayal gücümle tamamen oluşturabiliyor, en ince detaylarına kadar canlandırabiliyordum gözümde. Okumaya devam ettikçe heyecanım daha da artıyordu. Aborjinlerin hepsini bizzat ben de o kadın kadar görüp, o kadına yolculuğunda bizzat eşlik ediyormuş gibi hissetmeye başladım. Bütün o seyahat benim küçük hücremin içinde gerçekleşiyordu inanılmaz şekilde; kitabın içinde bunu vermiştim kendimi, ya da onlar bana gelmişlerdi. Bir yılın arkadaşım olmuş, onlarla karanlık hücremin dışına çıkmış, ayaklarım çatlayana kadar daha tepe, tıpkı o kadın gibi yürüyordum içimde. O öğrenip bilmeye duyduğum açlık, öz gıdasını bulmuştum ve ilkokul sonrası eksik kalıp şeklini unuttuğum kutsal meme ağzıma dayamıştım. Ne güzel bir duygu, ne başka bir tatlı. Kitabın bitecek diye ödüm kopuyordu ve aldığım hazzı tatmin etmek için o incecik kitap hiçbir işe yaramayacağı gibi o noktadan sonra dünyanın tüm kütüphaneleri bile az gelirdi sanki. Okuyacak kitabı olanın sıkılması kadar ahmakça bir durum olamazdı. Zamanı, günü, geceyi, her şeyi unutmuştum. O kadar idareli kullanmama rağmen maalesef son sayfaya gelmiştim. Nöbetçi gardiyana, memur bey, özenle seslenip kitap istedim. Yasak, dedi. Bu karanlık hücre ıslahı olmam için ne katkı sağlayabilirdi ki? Lütfen, bir kitap ne olursa olsun, bir kitap desem de, yasak diyor, başka bir şey demiyordu. Cezaevi ıslah eviydi bu ya, içindeki tek kişinin hücreleri ıslah etmek çıtasının bir tık yükseltildiği yer olmalıydı. Peki ben nasıl ıslah olacaktım bu karanlık hücrede? Duvarlara bakarak mı? Olmadı, onlarla konuşarak ya da beynimin içinden sana seslenen olmayan kişilere cevap vererek mi? Kitabımı tekrar okumaya başladım tabii içinde geçen her bilgiye artık vakıf olduğumdan bir sonraki sayfayı merak etmiyor, bu da merak duygusunu öldürüp heyecanımı düşürüyor. Ancak yine çok güzeldi. Çok keyif alıyordum kitap okumaktan. Günler sonra, sanırım kitabımın 4. tekrarını okuyordum ki nöbetçi gardiyan beni gözetleme deliğinden gördü, kitabı istedi. Vermedim. Öyle bir yaygara kopardı ki, bir gardiyan ordusu çıkıp geldi. O kadar işgüzarlardı ki, bağırış ve koşuşturmalarını duyan tüm hapishaneye ateşe verdiğimi düşünebilir, isyan çıkarmaya çalıştığını zannedebilirdi. Oysa hücrede kitap okurken yakalanmıştım, sadece okunmuş, neredeyse ezberlediğim kitabımı alıp giderlerken o kadar çok üzülmüştüm ki, sanki içimi içimden söküp almışlardı canım, o kadar yanmıştı. Tüm arkadaşlarıma, "O dağlar, derelere açılan kapım kapanı vermişti karanlık hücremde, yine bir başıma kalmıştım."
Yaklaşık 20 günlük hücre cezası sonunda bitti ve beni kurula çıkardılar. Geniş bir masada, cezaevi savcısı, 2 tane baş gardiyan, sosyolog-psikolog karışımı bir ihtiyar heyeti karşımda duruyordu. Sosyolog ve psikoloğu ilk defa görüyordum; o kadar badire atlatmış, hiçbiriyle muhatap edilmemişti. Acaba burada bunlar ne işe yarıyorlardı? O tavanı damlayan koğuştaki yaşlı Topal Fahri dayı ve o deli arkadaşlarımın koğuşunu istedim, fakat vermediler. ’Sen manyak mısın? Orada insan yaşar mı?’ dediler. Fakat benim için cezaevinin en güzel koğuşu, o ahır olmalıydı. Zaten iki tane deli arkadaşım da beni orada bekliyordu; onlarla uğraşmak diğer müptezellerle uğraşmaktan çok daha iyi olurdu sanırım. Beni oraya vermediler, başka bir koğuşa verdiler. Erildiğin koğuştan içeriye girer girmez, karşımda bana kollarını açmış, tanıdık bir yüz duruyordu; o sabahçı kahvesindeki arkadaşım Fırat. Ben öylece kalakaldım, o gelip bana sarıldı. İnanılmaz şaşkındım; benim cezaevinde olduğumu, başımdan geçenleri öğrenmiş. O koğuşa verilmemi, kendisi rica ederek sağlamıştır. Müessildi yani koğuş ağası oydu. Yatağım ayarlanmıştı, bacağımı yüksekte tutmam için askılar falan yapıldı. İlk defa huzurluydum ve Fırat’la konuşacak çok şeyimiz vardı. Koğuş yine kalabalıktı, ama düzenliydi ve rafta dünyanın en güzel zenginlikleri duruyordu; kitaplar. Artık param geliyordu ziyaretimde; öyle herkesin bana saygı duyup hürmet gösterdiği ortamdaydın. Uyuşturucunun her türlüsü vardı içeride, silahın her türlüsü, cezaevinde uyuşturucu ilk başta bana tuhaf gelmişti, ama rüşvet verilen gardiyanlar, ziyarette indirilen zulalar, koğuşa kokainden ekstazi’ye, esrarından değişik haplarına kadar akın akın uyuşturucu içeriye akıyordu. Kitaplık, 3-5 farklı kitap harici, Fethullah Gülen ve Said Nursi kütüphanesiydi sanki; yine din, din, din. Onun haricinde kendini geliştirmen olanaksızdı rehabilite için kitap okumak büyük etkendi. Bunun hissetmiştim; devletimiz de bu ıslah yolunu, Fethullah Gülen’den ve Said Nursi’den sadece dinden geçtiğine kanaat getirmiş olmalıydı. Özellikle Fethullah Gülen ve said Nursi okumak için mahkum teşvik ediliyordu bunların kitapları okuyanlar idare tarafından ıslah olmaya meyilli mahkumlar sayılıyordu. Fakat ileride gün gelecek Fethullah Gülen’in cezaevinde bulunan her kitabı canlı bomba sayılacak ve aramaya giden jandarma ve gardiyanlar didik didik Bu kitapları veya saklanan sayfaları var mı diye arayacaklardı. Fethullah Gülen’in kitabını 3 5 sayfası bir dolapta unutulduğu için aramada bulunduğunda o mahkuma tutanak tutulup hücre cezası verilecek ve terör şüphesiyle soruşturma açılacaktı o günleri de görecektin Fakat daha bunlara vardı. Her şey din ve dindarlık üzerine kitaplarda farklı alanlarda kendini geliştirebileceğin pek bir şey yoktu. Ulan, o kadar günah sevap bilse, buradaki mahkumlar hapiste ne işleri vardı. kütüphaneye dilekçe yazarak çıktım. İr kişi en fazla 3 kitap alabiliyordu, koğuştan 10 kişinin üzerine daha fazla kitap yazdırdım ve hepsine üçer kitap seçtim. Büyük kütüphanede aynı koğuşun içindeki küçük kütüphane gibi din ağırlıklıydı. Fakat burada farklı seçeneklerde vardı. Birkaçını kucaklayıp ötekilere verikilere atlıyor, hangisini okuyacağımı şaşırıyordum. Tanrım, ne mutluydum; iyi ki yüzüme bakmıştın da mapushaneye düşürmüştü ve sonra o hücreye tıkılmamı kaderini yazmıştım. Aksi halde içimdeki bu okuma açığını nasıl keşfedebilirdim? Böylelikle kitaplara olan hiç bitmeyecek tutkum başlamış oldu; dünyanın en değerli ve hemen önümde durmasına rağmen göremediğim hazinelerini. Bu sayede keşfetmiştim manevi tüm eksikliklerimi. Artık onlar dolduracaktı; onlar ailem, onlar dostlarım, duygu ve hayallerimin en yakınları olacaklardı. Bu okuduğunuz kitapta iyi ve güzel şeyler adına ne varsa, bu okuduğum kitaplardan kaynaklanır. İçki zenginliğime veya ruhsal sağlığıma dışarıdan bir katkı sağlanmışsa, bu insanlar tarafından değil, kitaplar sayesinde gelmiştir. Ve oraya, o hücredeki yatağın içine kitabı koyan kişi kimdir; bunu hiçbir zaman öğrenemedim. Fakat her kitabın bir peygamberi olacaksa, illaki benim şu yazdığım kitabımın peygamberi, o meçhul kişidir."
Bir süre sonra bacağımdaki yara tekrar açıldı. Revirden hastaneye sevkim ancak 3 hafta sonra yapılabildi. Sabahın 6’sında "kapı altı" denilen nezarethaneye götürüldük. Hastaneye gidecek mahkumların hepsi orada toplandı. Küçük bir penceresi vardı buranın ve içeride 30-40 kişi neredeyse aynı anda sigara yakmasıyla dumandan göz gözü görmüyor, öksürüyor, boğuluyor. Halen üst üste sigaralar yakıyordu. Güya hepimiz hastaydı. Kalabalık bir jandarma ordusuyla renklerle hastaneye götürüldük. Hepimiz kelepçeliydik. Orada yine kapalı bir odaya tıkıldım. Yine sigaralar, sigaralar. Yaklaşık 20 asker eşliğinde ellerim kelepçeli polikliniklere çıkarıldım. Çok gereksiz asker kalabalığıyla donatılmıştım. Koru’daki kiler beni dikkatle inceliyor. Eminim 80 kişinin katili veyahut bir bölgenin canavarı olduğumu düşünüyorlardı. Sıramızı beklerken 5 veya 6 yaşlarında bir kız çocuğu jandarma duvarına aşıp yakınıma kadar sokuldu. ’Amca, seni neden bağladılar?’ dedi. Daha ona cevap verme fırsatı bulamadan aynı jandarma koridorunu yalan annesi çıkageldi. ’Kızım, gel buraya. Kötü adam ol, uzak dur ondan,’ dedim. Kadının bu söylemi kimi yapmıştı? Ben kötü adam değildim. Belki kötüydüm, ama onun düşündüğü şekilde kötü biri değildim. Özellikle o küçük masum çocuğa böyle lanse edilmem kahret. Yine şakaklarımda aynı olduğunu hissettim. Kadına çok fena halde patlayabilir, yine kontrolü kaybedip sinir krizi geçirebilirdim. Fakat o çocuğun çok masum bakışı ilişki gözlerime tüm depresyon hazırlığım çöktü. Gevşeyi verdim, sustum ve kadın o şeker kızla uzaklaşırken biz hala kızla bakışıyorduk. Hastaneye gelmişken psikiyatriye de görünmek istedim. Uzun bir söyleşiden sonra bana Vietnam sendromu ve antisosyal kişilik bozukluğu ve psikoza dayalı depresyon olduğumu söyledi. Yanılıyordu. Benim içinde bulunduğum sosyali görmüş müydü ki antisini bilsin? Tekrar nezarethaneye kondum ve yine peşimden bir sürü ilaçlar yazıldı. Yine sigara, yine duman, uzun saatler herkesin tedavisini bitmesini bekleme. Mapushaneyi özlemiştim diyebilirim. Orada dönüşte aracımın minicik camından ellerim kelepçeli dışarıyı izliyordum. Yolda parklar, kaldırımlar, sokaklar, insan seliydi. Herkes sevdiği yanında mutlu ve özgürce hayatına devam ediyordu. Kimsenin benim ve o küçük penceremin varlığından haberi yoktu. Yaşamın, yaşayanın farkında bile değildim. Yoktu hiçbir kelimenin içinde, yoktu cümle alem ortak olup cümleler üretse, bir parça anlatamazdı beni. Hiçbir mutluluk içinde yoktu yanımda geçmişliğim vardır belki uzaktan görmüşlüğüm mutluluğu, ama o beni tanımazdı. Ben onu. Işıklarda durduk hemen yanımızda da bir tane üstü açık araba durdu. Yine tepeden onlara bakıyordum. Yanına güzel ve gayet seksi bir kızı oturtmuş delikanlı açmış müziği, eğleniyordu. Dizleriyle de ritim tutuyorlardı. Onlar da tabii bizim farkımızda bile değillerdi, fakat hayat çok garip bir şeydi. Birkaç ay sonra aynı ışıklarda üstü açık arabayla yine yanımda benzer seksi hatunla ben duracaktım ve benzer müzik dinlerken aklıma o ringden dışarıya bakışım gelecekti. Hemen sola bakacaktım. Evet, yanımda bir ring göremeyecektim ama bu hatıra ve düşünce beni farklı bir moda sokacak. Ne yanımdaki kadından ne üstü açık spor arabamdan ne de müzikten zevk alamaz hale gelecektim. Ağlamayı isteyecektim, ağlayamayacak. Gülmeyi isteyecek, yine gülemeyecektim."
Yaklaşık 17 ay Bayrampaşa Cezaevinde kaldım, tutuksuz yargılanma kaydıyla tahliye edildim. Tahliye olurken içeride hiçbir şeyini bırakma; çünkü içeride bir eşyan kalırsa tekrar mapushaneye yolun düşer dediler. Bu mahkumların hurafe söylemlerinden biriydi, inanmayın lan böyle şeylere. Değil, bütün eşyalarımı içeride ihtiyacı olanlara dağıttım. Çıkış kapısında polis tarafından ifade için arandığım söylenerek polise teslim edildiğimi öğrendim. Ulan madem ifadem vardı, 17 aydır neredeydiniz? Diyemedim, karakola götürüldüğümde herkes ayaklanıp bana bir ilgi alaka göstermeye başladılar, "hoş geldiniz" diyenler sıraya girmişti. Sonradan öğrenecektim ki, Davut Güloğlu adına sahte konser organizasyonu düzenleyeyim, sahte bilet satanlar dolandırıcılık yapıldığını ve onun emniyetteki şikayetçi olarak geleceğini duymuşlardı. O sebep beni her gören Davut Güloğlu zannetmişti. Tabii bu olayı sonradan kavradım, o olmadığımı kuş senin söylediği anlaşılmış, üzerimdeki ilgi sıfıra düşmüştü. Akşam üzeri cezaevinden çıktığım için ifadem ertesi güne kalmıştı, yine nezarethane, yine tek artı tek durumu. Yine duvarlar, yine daracık odalar. Davut abi, karakola ziyaretime geldiğinde bitik gözüküyordu, zor konuşuyordu, göz kapaklarını bile zor açıyor, anladım eroinliydi, ondan kurtulamadığı gibi aşırı zayıflamış, erimişti. Bana tüm ekmek arası et döner getirmişti, aylar sonra dünyanın en lezzetli şeyiydi bu.
Ertesi gün mahkemeye çıktığımda suçumu da öğrenmiştim. Birini darp ederek ölümle tehdit etmiş, hürriyetinden alıkoymuştum. Bu doğruydu, nakliye firmasına teslim etmesi için verdiğim eroinin içinden çalan kişiyi arabaya almış, biraz darp edip sakladığı eroini nereye koyduğunu söylemesi için de tüm gece araçta tutmuştum ve sonra eroini koyduğu yerden gidip almıştık, sonra da serbest bırakmıştım. Olay doğruydu, fakat şikayette küçük bir hata yapmış. İçeride olduğumu bilmediğinden olacak, ona arşı bu suçu işlediğim tarih olarak suçtan bir hafta sonrasını vermişti ve ben o tarihte cezaevindeydim. Savcıya durumu anlattım, belirtilen tarihte ben cezaevindeydim dedim, dinlemedi bile, tutuklanmam talebiyle mahkemeye sevk etti. Kendimden emindim, çünkü verdiği tarihte içeride olduğum resmi belgelerle sabitti, günlerden arefeydi. Yarın benim için çifte bayram olacaktı, mahkeme salonuna girdiğinde gözlerime inanamadım; karşısına çıktığım hakim, beni tutuklayan aynı hakimdi.
Yaz kızımla başlayan ifademi yine başı önde dinleyerek aldı ve ardından başını kaldırıp mübaşire o sihirli cümleyi tekrarlayarak çağır, polisi dedi. Anladım, yine tutuklayacaktı beni. Dedim ki, hakim bey, ben geçen defa bir insanlık yaptım, 17 aydır içerideyim. Beni siz tutukladınız, şu yeni iddia olunan suç tarihinde ise cezaevindeydim, bu sabittir. Haksız yere beni tutukladınız, daha dün çıktım. Yarın bayram, müsaade edin de anamızı babamızı görelim dedim. Yüzünü ekşiterek bize bayram değil mi lan sizin gibi zibidiler olmasa, biz bu arefe gününde burada mı oluruz? Ayrıca seni keyfimden mi tutukluyorum, kanun ne derse onu uyguluyorum. Kanun var burada, kitap var kitap diyerek önündeki sanırım tüm ceza kanunu kitabına vurmasıyla benim şakaklarımda aynı uğultular tekrar başladı. Hemen akabinde kendimi kaybettim, ne kitabı lan o, gökten miydi lan pezevenk? O kitap dediğin siz yazıp siz uygulamıyor musunuz şerefsizler? Amına koyduğumun ibneleri diyerek başladığım küfürlerime daha bilmediğim bir sürü daha küfür ekleyecektim ki polisler içeriye dalarak beni kelepçelediler, bir tanesi de ağzımı tutuyordu. Ağzımı tutan polis aynı anda hakime onore edici bakışlarla bakarak "hakim beyimizin verdiği kararı cumhurbaşkanımız dahi bozamaz, bilmiyor musun sus" demesi ile ona da bir yığın küfür etmeye başladım, elini ısırdım, bu boşluktan edebildiğim kadar küfürler ettim, özgürlüğe zerre fırsat vermeden tekrar tutuklanıp ertesi gün tekrar cezaevindeydim. Şaka gibiydi, fakat gerçekti, psikiyatrisine bakarsak, ben de antisosyal kişilik bozukluğu vardı, ulan sosyal neydi ki benim için bir de bozukluğu olsun müdür ve gardiyanlar da çok şaşırmıştı, ama tabii en çok şaşıran koğuştakilerdi. Fıratlar aylar önce tahliye olmuştu, kimsenin fazladan sıkıntısına enerjim olmadığı için, koğuş müezzini ben olmamış yaşına ve davranışlarına ve olgunluğuna güvendiğim bir dayıyı koğuş ağası yaparak, ardını bana dayayıp adil davranmasını istemiştim, böylelikle çok huzurlu bir koğuş yapmıştık. Fakat benim tahliye mi fırsat bilenler, ben varken adam rolü yapanlar, ben çıkınca puşt olup dayıyı korkutarak tüm düzeni bozmuşlardı. Hepsini koğuştan yollayıp her şeyi tekrar disipline koyduktan sonra tüm eşyalarımı da geri topladım. Demek ki bu mapushane söyleme bir rivayet değil, gerçekti. Sonra kimseyle doğru dürüst konuşmadan, robot gibi köşemde oturmaya başladım. Günlerce böyle durdum, depresyona girmiştim, tekrar tutuklanmam ve tam özgürüm derken, onun yüksekliğinden tekrar mapusun betonuna çakılmam çok sarsmıştır beni. Adalet de zaten adaletsizdi, neyse ki 15 gün sonunda tutukluluğa yapılan itirazım kabul olmuş, bir üst mahkemenin emriyle tahliye edilmiştim. Dışarıya çıkıp kaldırımda yürümeye başladığımda, ben gitmiyor, kaldırırım bana doğru geliyordu, sanki zıplasam bulutlara çacak dediğimiz, sikebilir istediğim yere gidebilirdim, özgürdüm. Özgürlük, bambaşka bir şeydi. Son derece yetersiz ve kötü yemeklere kendimi uyarlamayı şöyle böyle başarmış organizmamı leziz yemekler hayal ederek uyarırdım bazen, bu ruhsal açıdan anlık rahatlama sağlıyordu elbet, ama fizyolojik açıdan acı verici bir yanılsamaydı. Fakat artık her güzel imkana uzanabilecek lükseydin, içeride dikenli tellerin dışında olan her şey uzaktı, ulaşılamayacak yerdeydi ve bir manada gerçek dışıydı. Oysa şimdi her şey gerçekti, özgürlük, özgürlük, özgürlük, insanın bir canı bir de özgürlüğü vardı, kendinin ola can zaten sana ait değil, tanrıya aitti bir yerde ansızın son bulabilirdin, fakat özgürlük senin tek sahip olduğun değerdi. Ne var ki o bile son söz değildi, özgürlük, öykünün sadece bir bölümü ve gerçeğin yarısıydı. Bu ilk tahliyede hissettiğim duygulardı, sonraki tahliyelerde bütün kavramların kaşarlaşacak ne kaldırımın bana yürüme hissi, ne etrafın özgür havası bu kadar canlı gelmeyecekti."
Davut abi, eroinin tam bağımlısı olmuştu. Artık burundan ya da sigara içinde değil şırınga ile damardan kullanıyordu. Gün gün eriyordu, hiç evinden çıkmıyordu, kendini odaya kapatmış sürekli uyuyor, uyandığında ise neredeyiz, kimin evi gibi sorular soruyor, gözleri hala kapalı, başı yere iyice eğik, sürekli mırıldanıyor, halisülasyonlar görüyordu. Bir hayal aleminde yaşıyordu, belki birkaç saat dışarı çıkıp işlerini güçlükle hallediyor, sonra yine karanlık odasına kapanarak aynen mırıldanmalarla orasını burasını kaşıyan bir adama dönüşmüştü. Eroinin en büyük etkilerinden biri de çok tatlı kaşındırmasıydı, ona bakmak içime acıtıyordu, eski tabi ile karşılığında duran’ın arasında hem görsel hem işsel açıdan dağlar vardı. Benim uyarılarımı duyup dinlediği yoktu, bambaşka suni bir dünyadaydı, onun yaşadığı bu suni dünya gerçek geri kalan her şey hayal de onun için. 8 yaşında oğlunun doğum gününde sinema isteğini kırmayıp onu alıp artı 18 korku filmine götürmüştü. Onlara sinema çıkışı almaya gittiğimde, o çocuğun gözünde gördüğüm korku halini hiçbir normal insan geliştiremez. Davut abi salonunda sızmış o garip çocuk da korku filminin tamamını hiç gözünü kırpmadan izlemiş olmalıydı, eşiyle de arası hiç iyi değil, belki etkisi olur diye Amerika’da yaşayan Davut abinin Dursun isminde bir abisi ne çağırdılar, Davut abi ise Dursun abinin gelişi ve benim her gün ona uğramamdan sıkılmış ve son kalan sağlıklı düşünce yapısı ile beni de kurtarma istemiş olacak ki Beyoğlu’nda bir bar işleten arkadaşına beni yönlendirip oranın güvenliği ile ilgilenmemi, artık eroin işinden uzak durmamı söyledi. Cezaevlerinin halini gördün oğlum dedim, eroinin halini de benden görüyorsun, kesinlikle bu işlere girme, suç işle, fakat suçun içinde olmadı. Dursun abi onu tedavi için Amerika’ya götürme isteği ne iddia edemedi. Ben buradan kurtulamam kardeşim dedim, bunu bırakıp bir daha hiç görmemen, hatırlamamı, bulamam gerek. Oysa ben bu işi yapıyorum, her gün elinde. Ben bunu bırakamam, belki paran her şeyin var, bırak bu işleri diyeceksin, ancak canım bırakmak istemiyor, ben böyle mutluyum hayatımda. Benim diyordu. Gayrettepe asayiş’te dayak yiyeyim sabahında yırtık pantolonla yanına gittiğim kuzenim Veysel’e teslim ettiğim biraz param vardı, biraz da Davut abinin desteği ile güzel bir ev tutup kötü bir araba aldım. Aracımın üzerinden ucuzluk akıyordu, fakir arabasıydı, o kadar lüks araçlardan sonra hiç hoş değildi ama bu benimdi, kendime aitti. Gece kulübünde işe başladım, Dursun abi Davut abiyi de alıp arada bir yanıma uğruyorlardı. Davut abi yine bir şeyler kovalarken, Dursun abi benimle takılıyordu, artık onunla hiçbir yere çağrılmıyordum, ne yapıyorsa kendi başına işler yapıyordu. Davut abi artık beni yanında hiçbir yere götürmüyordu, üç dört ay içinde gece kulübü müdavimlerinden sayısız kadın arkadaşım oldu, hemen her gece evimde alkol-uçuşturucu partileri veriyordum. Ben de salmıştım kendimi, her gece başka kadınlarla eve gidiyor, uçup kaçıp tiplerle yatağımı paylaşıyordum. Bir insanın sabit noktası olmayınca hava dolu balonlar gibi rüzgara göre savruluyordu. Akşam 11.00 gibi kulübe geliyor, sabah 5 gibi de biriyle veya birileriyle eve gidiyordum. Yine akşam 11’e kadar evde uyuşturucu-seks yapıyor, gece yine kulübe geliyordum, hiçbir yere çıkmıyordum hayatım. Tıpkı dedemin tarla, ev, cami arasında geçmesi gibi benimkisi de gece kulübü, ev, seks, uyuşturucu arasında geçiyordu, bunun dışında bir dünya olduğunu ben de unutmuştum. Davut abi tutuklandıktan 11 ay sonra öldü. Davut abi işte o zaman çok ağladım, yanında her gün rüsteydim, ben cesaretimi ortaya koydukça para kazanıyordum, tamam ben ona lazımdım da o bana ancak üzerimde çok büyük emeği vardı. Sattı uyuşturucuyu da zehir olarak görmüyordu, ben yapmazsam başkası yapacak diyordu. Evet, bir zehir taciriydi ve evet, bir insandı. Kendini de bu zehirden olmuş ve zehirlemiş bir insan. Davut abi sayesinde görmediğim çok şey, görüp bilmediğim çok şey öğrenmiştim. Cenazesinde ölüsünü görmek istemedim, onu hep o deprem gecesindeki umursuz, samimi haliyle hatırlıyorum. Eşi, onun ölümünden 3 ay sonra, kendini asarak intihar etti, kimse ona sebep sensin demiyordu ama kendini kahrettiği intihar ile açıktı onun da. Kendini astığını ve onun da tırnaklarıyla boğazını yırtmış halde bulunduğunu söylediler, olay memleketinde Trabzon’da olmuştu, benim sonradan haberim oldu. Dursun abi, Davut abinin oğlunu alıp Amerika’ya götürdü, bir hafta kadar da bende kaldılar, çocuğu hoş tutmak dışında hiçbir aktivitemiz olmadı. Davut abiden bile konuşamadık, çok şey konuşmamız gerektiği anlarda insan susup kalıyordu. Hayatın olağan akışına uygun düşmeyen her şey iyi ya da kötüdür, iyi komedidir, kötü dram. Biz dram kısmındaydık, yaşamamız kederli, üzgündük. Üzgün olmak tam neyi nasıl bir şeyi ifade eder? Ölüme üzülmekle ayrılığa üzülmek aynı şey midir? Kırılmaya üzülmekle kırdığına üzülmek arasındaki fark nedir? Acı bir haber vermek ile haber almak aynı üzüntüdür. Sevdiğin tarafından terk edilmekle sevdiğini terk etmek aynı mıdır? Tuttuğumuz takımın yenilmesiyle bir yakınımızın ölümü arasındaki üzüntü aynı mıdır? Üzüntü, biz bunu hayvanlarda dahi görürüz, demek ki sadece insana özel bir duygu da değil, canlı olmanın getirdiği kaçınılmaz bir şey bu. Peki, biz neden, niçin üzülürüz? Neden üzülürüz? İnsan, hiç ile sonsuz arasında bulunan bir varlık olduğundan, ispatı anlamı gerekli birçok şeyi ispat edememekteydi. Sonsuz karşısında hiçtik, hiç’in karşısında ise her şey...
YORUMLAR
Müthişşş bir anlatım...
Mutlaka bir roman yazarı olmalısınız,bu kadar dürüstçe ve en küçük detayına kadar anlatım sadece kitaplarda olur ki fazlası var eksiği yok.
Bir çok yerinde ağlamak istedim bazı yerlerinde de tebessüm oluşturan aynı zamanda kendimden de bir çok şeyler bulduğum ve büyüten babada kendi babamdan örnekler gördüğüm inanılmaz bir öykü.
Bu yazı bugün güne gelmezse kesinlikle seçenlerin hatası diyebilirim.
Yazı çok hassas içeriği çok geniş ancak keşke müstehcen kelimelerin baş harfini yazıp noktalar koysaydınız da anlaşılırdı zaten ben bu kadar detaylı yorum yapacak kapasitede görmüyorum kendimi çok tartışılacak bir konu üzerinde çok şey konuşulur fakat ben sadece tebrik ediyorum bu kadar güzel yazabilmenizdeki başarınızı.
Selam ve saygılarımla...
Aaydın
Dilek pınarı
Gerçek olduğunu tahmin ettim ve hep şunu dedim.
Bizi öldürmeyen acı güçlendirirdi...