- 226 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Parçanın bütünlüğü hayattır
Hayat, en temelde, parçanın kendisine dair bir ’bütünlük bilincine’ sahip olmasıdır. Yani, her ne ki hayatlıdır, kendi varoluşunu, başkaların varoluşundan ayırdığı yanlar vardır. (Şuur değil sezgi kadarcık dahi olsa vardır.) Tek hücrelilerde de görürsünüz. O şey minnacık cirmiyle rızkını arar, tanır, bulur, sindirir. Ve zararlısından, düşmanından, hatta emaresinden bile sakınır. Yaralandığında tekrar tamamlanmaya yönelir.
Bu tür tavırlar kendini ötekinden ayırmadan olamaz. Belli ki, o şey, el-Hayy olan Allah’ın lütfu ile, özgeliğinden haberdar kılınmıştır. Dışından ayrı bir düzen sahibi olmuştur. Evet. Allah nasıl zatını bilir, kemalini bilir, kudretini bilir; aynen öyle de; masivasını da bilir, kusurlarını da bilir, ihtiyaçlarını da bilir. Yaratışıyla ikram eder. Kayyumiyetiyle varlıkta tutar. Rezzakiyetiyle devam ettirir. Hayat sahibi olan herşey de karınca-kaderince kendisini-başkasını tanır. Mesela: Taşın kendisinden haberdar olduğuna dair emare göremeyiz. (Belki bu şimdilik göremediğimiz birşeydir.) Ancak hayatın her sûretinde farkındalığın izleri vardır. Hayat bütünlüğünü başkasından ayırır. Ve kendisinin bir tür iç sahibi olduğunu derkeder. Dışından içine girecekleri-çıkacakları kontrol eder. Ki dışındaki parçalıklar has dairesinin bütünlüğünü bozmasın. Böylece hayatın üç temel kuvvesi her canlıda tezahür eder: 1) Dışındaki ihtiyacına yönelir. (Kuvve-i şeheviye.) 2) Dışındaki zararlıdan sakınır. (Kuvve-i gadabiye.) 3) Faydalıyı zararlıdan ayırır. (Kuvve-i akliye.)
Bediüzzaman’ın, Ene Risalesi’nde, ’emanet ayetini’ tefsir ederken nazarlarımızı çevirdiği ’bütünlük bilinci’ ise, mezkûr farkındalığın en imtihanlı boyutudur belki. Yani göklerin, yerin ve dağların dahi Allah’a karşı taşımaktan çekindiği kadar yüksek bir bilinç düzeyi. Hak Teala’yı bilmenin en acayip yolu. Melekleri bile secde ettiren şekli. Evet. İnsan sadece ’ben’ sezgisine sahip değildir arkadaşım. "Ben de, benimle, benim sayemde, ben var ya ben, benim..." gibi daha birçok ’hilkat kurgularını’ sanrılayabilir. Esasında ’Rabbü’l-alemîn’ (Bütünün Sahibi) olan Allah’a ait yaratılışı kendi parçasına, hatta sair parçalara, pay edebilir. Halbuki bu vehmetme yeteği ona ’sahip çıkması için’ değil ’marifet üretebilmesi için’ verilmiştir:
"Sâni-i Hakîm, insanın eline, emanet olarak, rububiyetinin, sıfât ve şuûnâtının hakikatlerini gösterecek, tanıttıracak işârat ve nümuneleri câmi’ bir ene vermiştir—tâ ki, o ene bir vahid-i kıyasî olup, evsâf-ı Rububiyet ve şuûnât-ı Ulûhiyet bilinsin. Fakat vahid-i kıyasî, bir mevcud-u hakikî olmak lâzım değil. Belki, hendesedeki farazî hatlar gibi, farz ve tevehhümle bir vahid-i kıyasî teşkil edilebilir; ilim ve tahakkukla hakikî vücudu lâzım değildir." Evet. İnsan gerçekte yaratıcı değildir. Lakin ’mış gibi’ yapabilmesiyle de hakiki yaratanı kavrar: "Bir insan, bir ayda yıkanmazsa ve küçük odasını süpürmezse çok kirlenir, pislenir. Demek bu saray-ı âlemdeki paklık, sâfilik, nuranîlik, temizlik, mütemadiyen hikmetli bir tanziften, bir dikkatli tathirden ileri geliyor. Ve eğer o daimî tathir ve süpürmek ve dikkatle bakmak olmasaydı, bir senede bütün hayvanların yüz bin milletleri arzın yüzünde boğulacaklardı."
Misallendirelim: Nasıl ki, bir uzay roketinin kocaman tankları, onu semaya taşımak içindir. Ateşine sermaye sağlamak içindir. Fakat yakıtları tükendikten sonra zararlarından başka kârları kalmaz. Boşturlar. Ağırlıklarından başka sermayeleri olmaz. Roket de, mâkulu bu olduğu için, gövdesinden ayırarak ardında bırakır onları. Hiç canı yanmaz bu ayrılıktan. Hiç sıkılmaz. Aynen onun gibi de: İnsan, Allah’ı bildiren parçasal sanrılarını, bir eşikte terketmek zorundadır. Yoksa yukarı iteceğine aşağıya doğru çeker benliğini:
"Ene, kendi zâtında hava gibi zayıf bir mahiyeti olduğu halde, felsefenin meş’um nazarıyla mânâ-yı ismî cihetiyle baktığı için, güya buhar-misal o ene temeyyü edip, sonra ülfet cihetiyle ve maddiyata tevaggul sebebiyle güya tasallüb ediyor. Sonra gaflet ve inkârla o enaniyet tecemmüd eder. Sonra isyanla tekeddür eder, şeffafiyetini kaybeder. Sonra gittikçe kalınlaşıp sahibini yutar. Nev-i insanın efkârıyla şişer. Sonra sair insanları, hattâ esbabı kendine ve nefsine kıyas edip, onlara—kabul etmedikleri ve teberrî ettikleri halde—birer firavunluk verir. İşte o vakit Hâlık-ı Zülcelâlin evâmirine karşı mübareze vaziyetini alır. (...) Hattâ, Hâlık-ı Zülcelâlin evsâfına müdahale eder; işine gelmeyenleri ve nefs-i emmârenin firavunluğunun hoşuna gitmeyenleri ya red, ya inkâr, ya tahrif eder."
Parça, bütünü, Bütünün Sahibini ’kendi kısıtlılığına bakmadan’ yargılamaya başlarsa ’çok zalim’ ve ’çok cahil’ olmaktan kurtulamaz. Zira ne zamanda ne de mekanda ’ancak külliyette görünen hayrın’ bilgisine sahip değildir. Daha resmin bütününü görmemiştir. Dünya ve ahiret nazarında tek manzara olmamıştır. Kuşatamamıştır. Kuşatamaz da. el-Muhît olan yalnız Allah’tır. Bütünün sahibi de Odur. Onun bildirdiği kadarıyla bütün bilinir. Bildirmediği bilinmez. Her neyse. Tefekkürümü toparlarsam arkadaşım:
Cenab-ı Hak, el-Hayy isminden hayatı bahşetmekle, eşyasını ’âlemler’ kılmış. Bütünlükler içinde bütünlükler yaratmış. Birini bine çevirmiş. Böylelikle hem içlerini hem dışlarını sezer olmuşlar. Bilginin yolları açılmış. Bunlardan bir tanesini de âleme misal-i musağğar eylemiş. Kainat aynasını o küçük aynada özetlemiş. Öyle de eylemiş ki, bu âlem, farkındalık seviyesini sadece iç-dış seviyesinde tutmuyor. Allah’ına kadar bilmenin yollarına koyulabiliyor. Dış farkındalığının seviyesi o kadar yüksekte yani. Ve fakat bir de imtihanı var. İçinin sevgisinde de ’kendisini ilah sanacak kadar’ yanılabiliyor. Haddini aşabiliyor. Yansımaya şaşırabiliyor. Boş yakıt tanklarını gövdesinden koparamıyor. Ağırlaşıyor. Katılaşıyor. Arızalaşıyor. Evet. Göğsündeki sır Allah’ı göstermesi için verilmişken, gösterdiğini boşverip, camına-çerçevesine tutuluyor. Hatta bizzat görüntünün membaı sanıyor. İç-dış karışıyor. Bilmenin zirvesinden en aşağılara düşebiliyor. Alâ-yi illiyyînken potansiyeli, esfel-i safilîn çukuruna inebiliyor. Allah bizi muhafaza eylesin arkadaşım.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.