- 513 Okunma
- 8 Yorum
- 3 Beğeni
TIRTIL KOZASI
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
TIRTIL KOZASI
Çok imreniyorum tırtıllara. O tombul bedenlerini ne de güzel saklıyorlar kozalarına. Ben de onlar gibi etrafıma bir koza örüp kendimi saklamak istiyorum. Ya da bilmiyorum işte bir yerlerimizde kapatma düğmesi olsaydı fena olmazdı hani. Çünkü kapatılmaya, durup dinlenmeye o kadar ihtiyacım var ki. Fakat her şeyden önce ben bir anneyim ve çocuğum dahil herkesin benden beklediği şey yorulmadan çalışmam, uyumadan ayakta durabilmem, her şeyi düşünerek büyük bir özveriyle kendimi feda etmem. “Dur bir dakika ama bunlar benden süper kahraman olmamı istiyorlar” Neyse yine daldım içimin şikayet kutusuna. “Bip bip! Yanlış yerlere sapıyorsun çık oradan süper kahraman anne. Birazdan misafirlerim gelecek çocuk uyanmadan ortalığı süpür! Gelenler yabancı değil ki. Annemle babam gelecek. Ama olsun yine de evimi toplu görsünler. Aynı anda hem eve hem çocuğa yetişemediğimi düşünsünler istemem.”
Kaç gündür uyumuyorum? Dört mü, beş mi? Günleri karıştırdım. Saçımı da yıkamalıyım. En son hangi gün banyo yapmıştım. Yemeğe tuz attım mı? Of! Çocuk her an uyanabilir daha hiçbir işi tam yapamadım. “Hayır! Sen orada dur tırtıl kozası. Gelme aklıma.” Yine de saklanacak bir yerim olsaydı iyi olurdu. Her şey böyle üst üste geldiğinde ve yorgun bedenim tüm bunları taşımakta zorlandığında “Alın hepsi sizin olsun. Bana yalnızlığımı verin. Sessizliğimin kulak yırtan çığlıkları arasında kendi içime saklanıyorum.” Diye haykırmak istiyorum. Kendi kendime zorlaştırıyorum aslında hayatımı. Her şey mükemmel olsun diye uğraşıyorum. Bir akşam da basitçe geçiştirelim mesela akşam yemeğini. Kocam bir kez ütüsüz gömlek giyse ne çıkar? Çocuğa her gün hangi geliştirici aktiviteyi yaptırsam diye kafa patlatacağıma bir gün de televizyon izlese dünyanın sonu mu gelir? Yok her şey kuralına uygun olacak. Dört dörtlük. Hadi canım sen de! Olmuyor işte! Neyse olağan şikayetlenmemi yaparken süpürgeyi bitirdim.
Sonunda geldiler. Ne çok özlemişim. İki yıldır görüşemedik. Görüntülü aramalar da hasrete bir damla su serpiyor ancak.
-Hoş geldiniz anneciğim, babacığım.
-Hoş bulduk kızım.
“Babam biraz soğuk gibi ama hadi bakalım çıkar az sonra kokusu.”
-Yol babanı çok yordu. Biraz dinlensin düzelir. Torunumuz nerde. Burnumuzda tütüyor valla.
“Canım annem hala mahcup. Hala babamın huysuzluğunu kapatmaya uğraşıyor.”
-Öğle uykusuna yatırmıştım. Uyanır şimdi.
-Bizim geleceğimizi bilmiyor musun? Ne diye uyuttun çocuğu?
“Bu adam neden hiç değişmiyor ya!”
-Öğlen uyumadığı zaman akşama doğru çok yoruluyor bu sefer de sürekli ağlıyor. Ben size bir yorgunluk kahvesi yapayım. Nasıl geçti yolculuğunuz?
-Güzeldi kızım. Bir sürü farklı yer gördük. Sık sık durup fotoğraf çektik.
-Bu dağ başına bir daha gelmem. Buraya kadar kaç kilometre yol teptim. Kocan olacak o adama söyle seneye yolu daha düzgün bir yere tayin istesin.
“O kocam olacak adama benim de söyleyecek çok şeyim var da.. Saat kaç oldu hala gelmedi.”
-Tamam baba abartma. Kırk yılda bir geliyorsun evime. Huysuzluğu bırak lütfen.
-Sen babanı tanımıyor musun kızım? Yorulduğu zaman hep böyle olur. Aldırma, boşver. Hadi yap kahveleri de ağız tadıyla içelim.
“Söylemesi kolay. Ağızda tat mı bırakıyor sanki. Hiç değişmiyor babam. Hoş değişmek için çabası da yok ya neyse. Çocukken de hep en güzel anılarımızı mahvederdi. Kardeşimle birlikte az çekmedik babamdan. İşten eve gelirken bir şey lazım mı diye annemi aradığında önce sesi nasıl diye sorardık. Eğer öfkeliyse o geldiğinde yemek hazır olana kadar odamızdan dışarı çıkmazdık. Sesi keyifli geliyorsa kapıda beklerdik. Ne acı. Tüh kahveyi taşırdım. Yine düştüm anı çukuruna. Nerden geldi şimdi bunlar aklıma? Nereden olacak. İçerde oturan suratsız adam hatırlattı geçmişimi.”
-Aman da aman uyanmış mı benim yakışıklı prensim. Anneannesinin biricik erkeği. Gel bakalım paşam yanıma.
-Anne öyle sözler söyleme lütfen. Böyle sözler erkek çocuklarını çok etkiliyor. Kendilerini bulunmaz hint kumaşı sanarak büyüyorlar. Sonra bizi çok uğraştırır.
-Konuştu yine profesör. İçimizden gelerek torunumuzu da sevemiyoruz artık.
“Of baba yaa şimdi ne diyeyim ki ben sana”
-Elbette sevmeyin demiyorum. Sadece birtakım söz ve davranışlarımıza dikkat edelim. Bu zamanın çocukları bizler gibi değil. Her şeyi çok çabuk öğreniyorlar ve etkileniyorlar. Tüm pedagoglar böyle söylüyor.
-Madem pedagogları bu kadar önemsiyorsun o zaman okuyup o işi yapsaydın. Onca sene okuttum da ne oldun? Bu dağ başında oturmuş çocuk bakıyorsun. Hiç değilse atansaydın da elin ekmek tutsaydı.
“Hayda oğlumun prensliğinden atanamamışlığıma nereden geldi konu? Yok adam hazmedemiyor bir türlü. Okuduysan çalışacaksın kardeşim. İki iki dört. Düz mantık işte. Maddiyat saplantılı bir beklenti. Esaslı bir kavgayı hak ediyorsun baba ama istediğini sana vermeyeceğim.”
-Birincisi canım babacığım evet okudum. Ne kadar güzel eğitimli bir anne oldum. Kendimi geliştirmeye devam ediyorum. Her konuda çocuğumu desteklemeye çalışıyorum. Ayrıca ben ona bakmıyorum. Onu büyütüyorum, yetiştiriyorum. İkisi arasında çok fark var.
“Yürü be kızım kim tutar seni. Nasıl çat çat yapıştırdım lafları ama. Oh be içimin yağları eridi. Zamanında da böyle dimdik durabilseydim karşısında şimdi çok farklı bir ben olurdum. Ah ah hep korkuttu, hep sindirdi bizi. Ders çalışmaktan başka bir şey bilemedik ki. Gezmek, arkadaşlarla eğlenmek, kafelere, konserlere gitmek.. Onlar neydi ki? Okuldan sonra hemen eve. Çarşıda başın önde yürü. Etek giyme. Makyaj? O da nesi? Akrabalarına saygısızlık etme. Kimseye sesini yükseltme. Sen küçüksün büyüklerin lafına karışma. Sana soru sorulmadan konuşma. Daha bir sürü yasak. Aklınca terbiye ediyordu, iyi yetiştiriyordu işte. Bizden çaldığı gençlik yıllarımızın hesabına soran olmadı daha ona. Neyse biraz daha derinlere inersem ağlayacağım. Hadi Ebru yapabilirsin. Başka şeyler düşün. Tırtıl kozası. Yine mi geldik buna. Hiç aklımdan çıkmıyor ki.
-Ee Ayvalık nasıl? Anlatın bakalım. Ne var ne yok memlekette?
-Bildiğin gibi herkes iyi. Çok selamları var.
“Bildiğim gibi mi? Yahu iki yıldır kimseyi görmüyorum ki neyi biliyormuşum tövbe tövbe. İyice asabım bozuldu.
-Aleyküm selam. Siz de gidince onlara selam söyleyin.
“Of ne diyeyim ki başka. Belli ki akılları fikirleri torunlarında. Ben kimim ki? Beni özleyen yok. Konuşmak için can atmıyorlar. Şuna bak nasıl da oynuyorlar. Babamın bizimle şöyle yerlerde yuvarlandığını hiç hatırlamıyorum. Oyun oynamazdı ki daha çok oynuyoruz diye kızardı. Ses yaptın kabahat. Düştün, kalktın kabahat. Şimdi benim oğlan yüzüne tükürse Ya Rabbi şükür der. Deli çıkacağım şimdi resmen kendi evladımı kıskanıyorum.”
-Ebru! Kızım kendinde misin?
-Ay affedersin anne dalmışım.
-Nerelere daldın yine? Kendi kendine mırıldanıyordun. Ne düşünüyordun?
-Tırtıl kozası
-Tırtıl neyi?
-Hiç anne önemli değil. Çocuk birkaç gündür uyutmuyor da ondandır.
“Tabi ki çocukluk travmalarıma daldığımı söylemeyeceğim. “
-Ahmet de birazdan gelir. Ben artık sofrayı hazırlayım. Siz de acıkmışsınızdır.
-Dur oğlum o öyle atılmaz. Yapma! Al bak kırıldı gördün mü?
-Ne bağırıyorsun çocuğa! Kırıldıysa kırıldı ondan değerli mi?
“Ay yok artık! Şimdi çıldıracağım. Bize kırılan bir bardak için ceza veren adamın söylediğine bak. Üstelik bize bağırmadığı gün yokken ben çocuğa sesimi biraz yükselttim diye verdiği tepki. Dede olunca insan değişiyor demek ki.”
-Arada bir bağıracağım tabi ki. Yaptığının yanlış olduğunu öğrensin.
-Aa senin sevgili pedagogların bağırmana izin veriyorlar mı?
“Tam şu an baba senin derdin ne? diye sorasım var. Hadi dökelim eteğimizdeki taşları. Fakat içine ettiğin çocukluğumu, gençliğimi geri veremeyeceğin için sen zararlı çıkarsın. Neyse şeytan git başımdan.”
-Bağırmak doğru değil elbette. Bağırmayın diyorlar ama ben de insanım bazen kendimi kontrol edemeyebiliyorum.
- Demek ki neymiş? Demek ki kitaba göre çocuk büyütülmezmiş. Biz sizi büyütürken neler çektik. Ne zorluklarla getirdik bugünlere. Bir kere zaten yokluk vardı. O yokluğun içinde kolay mı iki çocuk büyütmek. Yamalı pantolonla gittim işe yıllarca ama siz en güzellerini giydiniz. Delik ayakkabılarım su alırdı üşürdüm ama siz en iyilerini giyin diye kimseye demezdim. Hiçbir şeyinizi eksik etmedim. Şimdi çocuk büyütmekte ne var? Açıp kitabı okuyorsunuz. Neymiş çocuk yetiştiriyorum. Hadi canım sen de.
“ Bunu hak ettin artık adam. Benden günah gitti.”
-Ah be baba keşke bizim pantolonlarımız da yamalı olsaydı. Bizim ayakkabılarımız da su alsaydı. Senin yıllardır dert yandığın maddi yokluk koymazdı ki bize. Sen esas yokluğu ilgisizliğinle yaşattın. Bizim çektiğimiz yokluk sevgi yokluğuydu. Şu el kadar çocuğa gösterdiğin ilginin yarısını bile bize göstermiş olsaydın şimdi kardeşim de ben de çok başka insanlar olurduk.
“Heyt be nasıl kapak yaptım ama. Böyle cuk diye yerine oturturlar lafı. Gözlerin de doldu ama sen kaşındın. Çok üstüme geldin al bak iyi mi oldu şimdi. Neyse kötü oldum bak şimdi. Özür dilesem mi. Ne dileyeceğim ya kaybolan çocukluğuma saysın. En iyisi işime bakayım ortam dağılsın.
Hadi gel bakalım aklıma tırtıl kozası. Çünkü ben dönüp dolaşıp sana geliyorum. Sar etrafımı. Sakla beni. Şu an kesinlikle seninle olmalıyım.
MERVE ÇAVUŞ KIYMAZ
YORUMLAR
Annelik, babalık zor zanaat.
Hiç kimse kusursuz değil.
Yapılanlara, iyi niyete, özverilerin bütününe bakılarak kusurları örtebilmek de bir erdem.
Yaşanılmış baskılar, zorluklar ve olumsuzluklardan deneyim sağlayarak tekrarlamamak da örnek bir gelişme.
Mükemmel bir anne ve eş olduğunuzu hissedebiliyorum.
Samimi diyaloğun incitici olmadığı umularak içinizi dökmenizin de ayrı bir rahatlığı; duygu ve düşüncelerin paylaşımından ise ders çıkarılacak yönler var.
Sizi duyumsayarak paylaştığım içten yazınıza tebriklerimle.
Sevgiler, esenlikler.
Çok güzeldi; konusu, anlatımı, düşünce akışı... Derinlerde kanayan bir yarayı açmışsınız. Ne yazık ki benzer durumları yaşamış bir neslin evlatlarıyız ! Diyecek olanlar epey vardır. Ama bununla kalp kırmadan nasıl baş edilebilir? Zor bir denklem. Şişede ne varsa dışına onun kokusu sızar derler, peki şişedekinin muhtevası nasıl değişecek?
Beni bir tırtıl kozası çekip içine aldı; etrafıma kozasını ördü.
Ben de bir kaplumbağa olarak hikâyenizde yaşadığınız duyguları çok iyi anlıyorum. Bunaldığım zamanlar kabuğuma çekilir, dış dünyaya kapılarımı kapatırım.
Tırtıl böceğiyle aramda bir bağ olduğunu fark ettim. Kendi kabuğumuz, kendi kozamız... Tek kişilik bir dünya. Sizin de özlemini duyduğunuz bir "kapatma düğmemiz" yok, ancak kabuğumuz, kozamız var.
Peki tırtıl böceği mi kaplumbağa mı? Hayır, ben tırtıl böceği olamam. Hem tırtıl böceklerinin ömrü az olur. Evet, evet; ben kaplumbağayım.
Aslında sadece kaçıp gitmek isteyebileceğimiz bir yer değildir kabuklarımız ve kozalarımız; bizim kaderimizdir bu. Dünyaya gelirken dokuz ay kaldığımız hazırlık odası da bir nevi koza değil miydi? Kozadan çıkan kelebek, kozadan çıkan insan...
Yalnız kalmaya, kozaya ve kabuğuna çekilme ihtiyacı o hazırlık odasından bize kalan miras olsa gerek.
Her şey aslına rücû edermiş. Bir gün gelecek, tamamen yeni bir kabuğa, yeni bir kozaya geçiş yapacağız, hem de geri gelmemek üzere. Ecel saati "kapatma düğmemize" basacak ve her şey geride kalacak.
Bu yazı/yorum böyle mi bitmeliydi, bilmiyorum. İçimde kabuklar ve kozalar üzerine yazacak bin tane konu başlığı vardı oysa. Ancak hangi başlık, hangi konu üzerine yazarsam yazayım, son kabuğumuz, son kozamız değişmeyecek ve bizleri bekliyor.