- 145 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
İnsanın Harika Yaratılışına Genel Bir Bakış 1
Bazı ilim adamları yakın tarihe kadar anne sütünün zararlı olduğundan bahsediyorlardı. Şimdi çok gerekli ve faydalı olduğunu izah ve tavsiye ediyorlar. Ayrıca hazır mamanın zararlı olduğunu, onun yerine yeni doğan bebeklere, özellikle altı ay anne sütünü tavsiye ediyorlar ve bunun sayısız faydalarını sayıyorlar.
İlginç bir nokta da ilmen tespit edildiğine göre anne sütünde demir bulunmamaktadır. Bu bakımdan yeni doğan bebeklerde demir eksikliği ve dolayısıyla kansızlık tespit edilmesi gerekiyor fakat böyle bir eksikliğe rastlanmıyor. Sebebi araştırılıyor ve bebeklerin doğduğunda altı ay yetecek miktarda demir stoku ile doğduğu tespit ediliyor. Acaba bebeklere anne karnında bu de- miri kim depolamıştır? Annesi mi, tesadüfler mi, yoksa tabiat mı? Kimse kusura bakmasın, bunların hiçbirinin buna gücü yetmez.
Ayrıca yeni doğan çocuğun vücudunda da harika dengeler bulunmaktadır. Mesela: Çocuk ilk doğduğunda, vücuduna göre başı büyüktür. Bu sebeple olgunluk çağına gelinceye kadar çocuğun başı bir misli büyürken gövdesi üç, kolu dört ve bacağı beş misli büyür. Böyle olmasaydı da çocuğun başı, bacağı gibi beş misli büyüseydi o zaman kafamızın ne kadar büyük, dolayısıyla ne kadar biçimsiz olacağını düşünelim. Biçimsizliğinin ötesinde, vücudumuzdaki ahenkli denge ve hesaplı ölçüler sayesinde gayet rahat hareket ediyoruz. Böyle bir dengesizlik söz konusu olsaydı vücudumuzu şimdi olduğu gibi asla rahat kullanamazdık. Düşünün bir kere vücudumuza oranla beş misli büyümüş, kocaman bir kafa, vücudumuzun böyle bir kafayı taşıması mümkün olmazdı. Taşımaya çalıştığımızı kabul edelim, bizlerin şu anki rahatlıkta hareket etmemiz mümkün olur muydu? Kesinlikle bu mümkün olmazdı. Fakat Yüce Yaratıcı öyle güzel ölçüler çerçevesinde yaratmıştır ki, şurada noksanlık, şurada fazlalık var diye (haddimiz olmasa dahi) tenkit edebileceğimiz hiçbir yerimiz yoktur. Gözümüz şurada olsaydı, kulağımızın biri şurada olsaydı, kolumuz ayağımız biraz daha uzun veya biraz daha kısa olsaydı gibi vücudumuzda eksik veya fazlalık bulup, itirazda bulunulacak bir yer bulmak mümkün değildir. Her şeyi tenkit etmeyi bir nevi alışkanlık haline getiren insanların dahi tenkit edebileceği, kendilerine göre niçin bir eksiklik bulamamaktadırlar? Çünkü insan cansız aciz tabiatın, kör tesadüfün değil, her şeyi bütün ayrıntılarıyla he- saplayan ilim sahibi bir Yaratıcının kudret eseri, muhteşem bir sanat harikasıdır.
İnsandaki harika yaratılış yukarıda ifade edilmeye çalışılanlarla sınırlı değildir. Bunlardan birkaçını daha sizlere sunmaya devam etmek istiyorum. Mesela, dişlerimiz ağacın kökleri gibi, damağa köklerle ve sinirlerle bağlanmış ve tam ihtiyaca göre simetrik dizilmiştir. Dişlerimiz çürüdüğünde veya çekildiğinde yani onları kaybettiğimizde kıymetini daha iyi anlıyoruz.
Dilimiz öyle bir organdır ki, sanki ağız kapısının giriş kontrol memurudur. Gıdaların acı, tatlı, tuzlu, ekşi mi olduğunu anlamamızı sağlar. Ayrıca lokmaların çiğnenmesinde ve yutulmasında yardımcı olur. Çok enteresan olan bir görevi de gayet lezzetli lokmanın içinde şayet varsa küçük bir kılı veya ona benzer bir şeyi keşfeder ve bize adeta onu çıkar emrini verir.
İnsanın bütün vücudunu dolaşan kan damarları ise, vücudunu bir ağ gibi sarmıştır. Ortalama olarak insanlarda vücut ağırlığının yüzde 5-10’unu kan teşkil eder. Bu miktar normal yetişkin bir kimsede 4-5 litredir. İnsanda yaklaşık 5 litre kan olmasına rağmen vücudun büyük bir çoğunluğu sudur. Şayet 100 kiloluk yetişkin bir insanı portakal gibi sıkmak mümkün olsaydı 70 kilogram su çıkardı. Yeni doğan bir bebeğin yüzde 83’ü, yaşlı bir kimsenin de yüzde 65’i sudur. Aynı şekilde dünyaya da baktığımızda aynı oranda onunda su olduğu dikkatimizi çekmektedir.
Ayrıca bütün vücudumuzu her saniye durmaksızın dolaşan kanın şimdiye kadar 50’ye yakın görevinin olduğu tespit edilmiştir. Bu kadar vazifesi olan kanın içerisinde birçok canlı yaşamaktadır. Bir milimetre küp kan içinde beş milyon tane canlı bulunduğu ilmen tespit edilmiştir. Ve bu minicik canlılar, öyle işler görmektedirler ki, akıllara durgunluk vermektedir. İlim dünyası yıllardır kanın sunisini yapmaya çalışıyor, başaramıyor tabii, adı üstünde suni kan yapmaya çalışıyorlar. Acaba hayretle ve dikkatle düşünmek gerekmiyor mu, et, kemik ve sudan oluşan vücudumuz, kaybetmiş olduğumuz kanı tekrar nasıl yapabiliyor? Hani bazen aklıma gelmiyor değil, acaba diyorum, vücudumuzdaki organlar ilim adamlarından daha mı akıllılar!!!?
Kan hücresi yapan kemik iliğine bir hareketli tezgâh bağlansa, otomobil fabrikalarında olduğu gibi çıkan hücreler arka ar- kaya bunun üzerine dizilse, bu tezgâhın saatte 250 kilometre hızla hareket ettirilmesi gerekirdi ki, hücreler yığınak yapmasın. Bu hızla bir otomobil tezgâhı kurmak değil, hiçbir tezgâhın kurulup, işletilmesi mümkün değildir. Fakat bunu çok basit gördüğümüz kan hücresi imalatı yapan kemik iliği yapabiliyor. Ne tesadüf değil mi?(!) Doğrusu tebrik etmek lazım.
İnsanlarda demir eksikliği bulunduğunda, kansızlığa sebep olduğunu daha önce ifade etmeye çalışmıştık. İnsanda kansızlığa sebep olan demirden acaba insan vücudunda ne kadar bulunmaktadır? Evet, insan vücudundaki atom halinde bulunan demiri toplama imkânımız bulunsaydı, ilim adamlarının tespitine göre bunun 3 gram olduğu görülecekti. Bu vücudumuza oranla ne kadar küçük bir rakam, fakat görmüş olduğu vazife açısından çok büyük bir mana ifade etmektedir.
Kanda bulunan heparin maddesi kanın pıhtılaşmasına mani olup, kanın vücutta rahat akışını sağlamaktadır. Bunun yanında vücutta trombositler vardır ki, bunların bir milimetre küplük kandaki sayısı 300 bini bulmaktadır. Görevleri kanın pıhtılaşmasını sağlayarak kanamaları durdurmaktır. Eğer trombositler olmasaydı, vücudun her hangi bir yerinde meydana gelen bir yaralanmadan sonra kanın akması durmayacak ve insan kan kaybından ölebilecekti. İki farklı madde, iki farklı görev fakat her ikisinin de birbirine müdahalesi yok. Bu hassas dengeler karşısın da insanlardan bazılarının hala Allah’ın büyüklüğünden, yüceliğinden ve sanatkârlığından şüpheye düşmesini izah etmek mümkün değildir.
İnsanın dünyaya açılan penceresi olan göz ise ayrı bir sanat şaheseridir. Göze gelen ışık kırılarak geldiğinden obje terstir fakat görme sinirleri sayesinde beyne ulaşırken yolda düzelir ve bizler cisimleri düz görürüz. Görme hücrelerini bu başarılarından dolayı tebrik etmek gerekmez mi? Görme olayının gerçekleşmesi için geçen bunca safhalar için bu hücreler acaba hangi üniversiteyi bitirdiler? Bunca görevi yapmayı nasıl öğrendiler? Şayet öğrenmediyseler bu kabiliyeti diğer hücrelerden farklı olarak nasıl ve niçin kazandılar? Yoksa onlara bu kabiliyeti kazandıran biri mi var?
Gözün görme muhteşemliği dışında kaş, kirpik, yağ bezleri, gözyaşı bezleri ve bazı kaslar gibi daha pek çok harikalıkları mevcuttur. Fakat biz burada bütün bunların ayrıntılarına giremeyeceğiz.
İnsanda üzerinde durmak istediğim bir başka güzellik de şudur: Gözün görme sınırları vardır. Her ortamda, her mesafedeki, her şeyi göremez. Görmek için öncelikle ışık gerekmektedir fakat tam dozunda. Yani çok az veya çok fazla ışık olursa yine göremeyiz. Mesela, öğle vaktinde tam tepe noktada bulunan çok parlak bir ışık saçan güneşi çıplak gözle görmek imkânsızdır. Ayrıca çok yakındaki ve çok uzaktaki cisimleri de göremeyiz. Acaba niçin göremiyoruz? Görsek daha iyi olmaz mıydı? Kesinlikle iyi olmazdı, hayatımız çekilmez bir hal alırdı. Şöyle bir düşünelim, gözlerimiz en küçük ayrıntısına kadar her şeyi görüyor ve öğle vakti gelmiş karnımız çok acıkmış, işyerimizde veya okulumuzda mesainin bitişini bekliyoruz. Öğle istirahatinde lokantaya veya evimize gidiyoruz. Daha kapıdan girerken mis gibi kokular burnumuza gelip açlığımızı daha da artırıyorlar. Elimizi yıkayıp besmeleyle çatalı elimize aldığımızda birde ne görelim, yemeğin için de mikrop kaynıyor. Çok iyi gördüğümüzden 100 santigrat derecede kaynatılan veya pişirilen yemeğin içinde dahi ölmeyen mikropları görüyoruz. Normal gözle görülemeyen bu mikropları çok iyi gördüğümüz için tespit etmiş olacağız. Ve dolayısıyla yemek yiyemez, su içemeyiz, nihayetinde ise durum malumdur. Fakat Yaratıcımız öyle hassas bir dengede yaratmıştır ki, görme frekansımız ne eksik ne fazla tam bizlere gerekli olan kadardır.
Ahmet TULGANER
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.