8
Yorum
4
Beğeni
0,0
Puan
732
Okunma
Tatbikat çizgisinde anlamına varılan bir hususun bir sonraki evrede marazi bir hal alması enteresandır. Yolun yol olmadığı anlaşılır, bir manevrayla dönülür. Ne ki, dönmek istemeyenler vardır. Dönülmez akşamın ufku misalidir onların nezdinde, vakit çok geçtir artık. Bir musikinin sarhoşluğuna dalmış bir zümre karşımızdadır o dem. Özleşerek, sadeleşerek zenginleşeceğiz, çölleşerek yeşereceğiz derler. Bir devrin Tasfiyecilik rüzgârlarından söz ediyorum evet. Şu kadar ki, bu kez kapıyı çalan dilimizi zenginleştirmek değil tasfiye halinde zararına satışlar makamında çalmaktadır. Attila İlhan’ın sosyokültürel dünyamızda bir kırk karanlığına atıfta bulunması da akla gelebilir. Kuşkusuz sistemi domine edici karakter değişmiş ebedi şef yerini milli şefe bırakmıştır. Demem şu ki, Atatürkçülük ya da Kemalizm kavramlarını Atatürk’e bağlarız da bunun İnönücülük yönünde kırılma açısını, kavşak noktasını hesaba katmayız çok kez.
Cumhuriyet dönemi denemeci, eleştirmenlerimizden Nurullah Ataç bu dönemde vitrin bir şahsiyet olarak karşımıza çıkmaktadır söz gelimi. Öyle ya, Çankaya’nın kültür sanat danışmanı değil mi? Bendeki yankılanmasına değinirsem, deneme türünün ülkemizde temellenmesinde temel bir isimdir o. Denemenin hiçbir bilimsellik kaygısı gütmeden yazarın kişisel duygu ve düşüncelerini dillendirdiği bir edebi tür olduğunu biliriz. Demem o ki, eleştiri ya da makale değildir o. Batı toplumlarında bireyciliğin gelişim çizgisiyle denemenin doğup gelişme dinamikleri birbirine paralel seyreder.
Ataç’ta böylesi bir tabiata sahiptir. “Sanat için sanat” anlayışının öz suyu onda da vücut bulur. O da toplumcu değil bireycidir. Elbette Tanzimat bireyciliği denemez. Halk, toplum sorunları etrafında değerlendirmelerinde seçkincidir. Öte yandan ben yaptım oldu misali bir damardan dahi söz edilemez mi? Zıt duygu ve düşünceler arasında rüzgâra kapılmış yaprak misali değilse de, gidip gelmeleri vardır. Bir yazısında mıhlandığını, kendisini sabitlediğini zannettiğiniz bir düşünce bir müddet sonra erir gider onun dünyasında. Çaya karışmış şeker misali mi? Keşke öylesi olsa. Çaya karışan şeker tümden yok olup gitmez ki. Damak tadımızda hayat bulur. Oysa Ataç öyle temel konularda birbirine zıt his ve fikirler arasında seyyaliyet kazanır ki, artık önceki düşüncesinin sonrakine hasmını ikna gayesi dışında benliğinde önemini büsbütün yitirdiğini anlarsınız. Sözü kendisine bırakalım mı?
“Dil işine sonradan giriştim. Daha önce başlasaydım, Dil Devriminin gerekli olduğunu daha önce anlayabilseydim ne iyi olurdu! Erken olsun geç olsun, giriştim dil işine. Gençler arasında bana uyanlar çok oldu. Yaşlılardan da var. Neden ötekilerden çok bana uyanlar oldu? Dil işine girişmem bir çıkar kaygısıyla değildir de onun için. Alıklar, benim şu buyurdu, bu buyurdu diye, şuna buna yaranmak için öz Türkçeye özendiğimi sanırlar. Oysaki ben, öz Türkçe için nice kazançları teptim, rahatımı kaçırdım, üzdüm kendimi, adımı deliye çıkarttım. Hepsi de ne dediklerini bilmez, kafalarına düşüncenin gölgesi bile girmemiş birer alıktır bana deli diyenler. Öz Türkçeye özenişim de duygularımın etkisiyle değildir. Latince, Yunanca öğretilmeyen bir ülkede tek doğru yolun, tek usul (akla uygun) yolun öz dile gitmek olduğunu düşüncemle anladım da onun için o yolu buldum.” Der bir defasında.
Söylemlerinde samimiyetinden şüphe duymam. Bir tür doğrucu Davut yanı vardır Ataç’ın. En lezzetli, sıcak yazıları arasında başta geleni ölüm yazılarıdır belki de. İçten bir sesi vardır. Timsah gözyaşı dökmez. Sahteliğe meydan okur. Hoşlanmıyorsa, hoşlanmıyorum der. Yine yazıda sohbet üslubunu geliştirmesi, kendisiyle altüst olan, çatışan, Peyami Safa’nın deyişiyle bir kedinin örgü yumağıyla oynaması misali gidip gelen üslubu ne de lezzetlidir.
Ataç samimidir evet. “Ne yapayım? Düşüncelerim başka, duygularım başka benim. Onları biri biriyle uzlaştırmaya, düşündüğüm gibi duyup, duyduğum gibi düşünmeye özenmiyorum. Doğrusunu söyleyeyim, bu ikilik hoşuma gidiyor benim. Bir kalıp olmak iyi mi sanki? Kimi düşüncelerime bırakırım da kendimi bir yana, kimi duygularıma bırakırım da öte yana giderim, iki yanın da ayrı ayrı güzellikleri var, ayrı ayrı hazları var, hepsini tatmağa çalışırım.” Derken bu yanını gerçekçi biçimde tahlil eder de, ama işte hepsi o kadar. Okyanus sahillerindeki met cezir manzaralarıyla emsal periyodik hareket zinciri dersek elbette birincil anlamıyla değil ama sembolizmi dairesinde anlamak imkânı vermez mi acaba?
Üstte alıntı yaptığımız hususlarda da son derece temel yanılgılar bulunmakta kanımca. Dil işine sonradan giriştim diyor mesela. Birkaç sefer de tekrarlıyor. Sanırsınız ki, Koç benzin işine girmekte. Bir söyleyiş kolaylığı mı, haksızlık mı ediyorum acaba? Kırklı yıllarda dil, edebiyat dünyamızın köşe başı şahsiyeti konumunda, önemli bir makamı işgal etmektedir. Ne var ki, samimiyetine atıfta bulunan cümleleri yanıltır bizi. Gerçek olmadığı için değil, dil ve edebiyatla alakası bulunmadığı bağlamında. Efendim! Dürüst, dobra olmakla bir insanın dilci, edebiyatçı olarak yerinin ve toplumu etkileme hududunun ne ilgisi olur ki? Bir çıkar ardından koşmuyorsa gelsin Özleşmecilik, Tasfiyecilik mi? Olabilir mi böyle bir şey?
“Latince, Yunanca öğretilmeyen bir ülkede tek doğru yolun, tek usul (akla uygun) yolun öz dile gitmek olduğunu düşüncemle anladım da onun için o yolu buldum.” Demekte söz gelimi. Kırkların alafranga aydınları misali Latince, Yunanca öğretilmesini batılılaşma, modernleşme ölçüsü saymakta açıkça. Zannetmeyin ki, yok canım o kadar da değil, tatbik edilse ilk reddeden onları ben olurum mu diyor? Ne münasebet. Latince, Yunanca öğretilmeyen bir ülkede vurgusu dahilinde hiç değilse özleşelim, özleşelim ve Latinceye, Yunancaya doğru evrilelim, zemin kazanalım demiyor mu sanki? Heyelan zinciri giderek oraya sevk etmez mi acep? Devrimi, bir dönem bulduğunu devirmek zannetmek moda idi ne yazık ki. Üstelik Atatürk, Tasfiyeciliğin tahripkarlığını fark edip çark ettikten sonra, onun vefatından sonra tam gaz ve Atatürkçülük parantezi altında hız veren bir jenerasyondur bu. Türkçülük apaçık Yunancılık halini almaktadır hiç şüpheniz olmasın.
Mesela Ataç “Dil, bir uygarlık olayıdır. Bir uygarlığın kurduğu dil, başka bir uygarlığın düşündüklerini söyleyemez, yetmez onu söylemeye. Bir ulus uygarlığını değiştirdi mi, dilini de değiştirmek zorundadır.” Da demektedir. İlk bakışta kulağa hoş gelmiyor mu? Akıl çok kolay yatar bu tarz söylemlere. Teorik olarak derinleştikçe rengini salar bu tip doğrular ve doğru bildiğimiz yanlışlar halini alır oysa. Öyle bir tanımlamada bulunmuş üstat! Yükte hafif pahada ağır bir şeyden bahsediyor sanırsınız. Bir ulus uygarlığını değiştirdi mi dilini de değiştirmek zorundadır derken elbise değiştirmekten mi söz etmekte yoksa. Sanki! Gömleği değiştirdik ona göre pantolon gerekmez mi? Pantolon pantoloni derken bir de bakmışsın Pantaloni olmuşsun. Göz açıp kapayana kadar Yunan, Roma, Hıristiyanlık temelli bir dünya kurdun bile kendine. Ama gönlünde, zihninde, hayallerinde efendi, realitede değil. Peki realitede olmasına ne engel oldu? Karşı devrimci hükûmetler canıım! Bunu bilmeyecek ne var? Toplumsal, tarihsel alandan gelen tepkiye sosyoloji etki tepki ya da ifrat tefrit demez mi? E canım doğa kanunlarını da kaldırmaz mıyız gerekirse?
Şimdi dil elbette kültür, uygarlık olayıdır da, bu mu yani? Farklı dillerden konulara göre sözcük alınamaz mı? Elbette alınır da, tepeden tırnağa mı?
Ya bir başka kalem kanalıyla şu paragraf peki? "Avrupa’da olduğu gibi, okullarımızda Helence (yani eski Yunanca) ve Latince öğretilmediği için aydınlarımızın bu dillerden gelme kelimeleri, bildikleri Avrupa dilinin -başta da Fransızcanın- malı sanmalarından ve Türkçemizdeki ’söylenildiği gibi yazılma’ esasına uymalarından doğan bu karışıklığın önüne geçmek için okullarımızda Helence değilse bile hiç olmazsa Latince öğretmekten başka yol yoktur. Doğu-İslam kültürü içindeyken okullarımızda Arapça, Farsça okutuyorduk. Batı kültürü içine yerleşmemiz için bütün Avrupalılar gibi okullarımızda Helence ve Latince öğretmek zorundayız. Gençlerimizin ana dillerini iyice öğrenmemiş olarak üniversiteye geldiklerini yana yakıla anlatırken bu bilgisizlikte ve düşüncelerini açık olarak yazabilme eksikliğinde Arapça ile Farsçanın yerlerini boş bırakmış olmamızın büyük bir payı olduğunu unutmamalıyız."
Bin dokuz yüz kırkların ünlü bir dilbilimcisi Suat Yakup Baydur’a ait bir değerlendirmedir bu. Yazar dikkat edin salt yaşayan dile değil ölü dillere dahi talip olmakta. Evet eski Yunancadır Helence. Ya da eski Roma’nın dilidir Latince. Doğu İslam kültürü içindeyken Arapça, Farsça okutuyorduk diyor yazarımız. Osmanlı Türkçesinin bileşenlerini ümmet çağına ve imparatorluk hinterlandına bağlı olarak eleştirmiyor dikkat ederseniz. Dogmatik bir yaklaşımla aynı kafa yapısından başka bir örnek veriyor bize.
Halbuki Arapça ve Farsça ile tarihsel bağımızın bir komisyon ya da kurul kararına bağlı olmadığını, doğal akışı içinde asırların birikimiyle açıklanacağını söylemek ümmetçilik yapmak anlamına hiç gelmez ki. Bin yıllık bir birikimden söz ediyoruz nihayet. Şimdi bunu aktüel rüzgârlarla mukayese etmek, bir ve aynı şey saymak mümkün mü? O zaman Doğu İslam dairesinde idik Arapça Farsça yazdık, konuştuk e şimdi de batı kültür dairesine giriyoruz Latinceyi Helenceyi niye benimsemeyelim gibi bir ruhi arka plan karşımızda. Oysa birinciye doğu İslam diyen yazar ikinciye yalnızca batı diyor, batı Hıristiyan demiyor mesela. Batı uygarlığının dayandığı üçlü sacayağı Yunan, Roma, Hıristiyanlık değil mi? İdeoloji saflaşarak giriyor aramıza.
Burada Baydur’u benzerlerine göre nispeten mazur kılabilecek tek faktör klasik filoloji ve antik felsefe üzerine Berlin ve Heidelberg’de aldığı eğitim olabilir. Şöyle ki ünlü dilbilimci ve yazarımızın mesleki formasyonu üzerinden psikolojik bir yanılgıya maruz kaldığını söylemek bilmem ki mübalağa mıdır? Öyle ki, Batı kültürünün temel dil ve felsefe enstrümanlarını derinlemesine özümseyen dilcimiz bu alanların giriş niteliğinde milli eğitim kulvarında öğrenciye verilmesini savunmakta. Mesleki birikiminin verdiği güçle binlerce yıllık Anadolu mozaiğinin Yunanca, Latince terimleri zaten barındırdığı noktasından da konuyu işlemekte.
Soralım öyleyse: Bir inşaat mühendisi de depremlerde çürük yapıların çökmesi gerçeğinden hareketle binalardaki temel yapı özellikleri ve malzemesi hakkında bir giriş dersinin okullarda okutulmasının çocuklarımıza ileride hayati katkı sağlayacağını öne sürse nasıl olur? Ya da bir Nörologda modern toplumun meydana getirdiği stres bozukluklarına bağlı olarak ileri yaşlarda gelişen Alzheimer, Parkinson misali hastalıkları örnekleyerek eğitim ve öğretim hayatında bir Nörolojiye giriş dersi etrafında ön bilgi verilmesinin hiçte fena olmayacağını dillendirse nasıl karşılarız üstadı?
Ne yazık ki, erken Cumhuriyetin bu genç dilbilimci ve felsefecisi bin dokuz yüz elli üçte geçirdiği bir deniz kazasında kırk bir yaşında olmakla birlikte yaşama veda edecektir. Kim bilir akademik bir sahanın fikrî dünyasında meydana getirdiği topaklanmayı aşacak, aşabilecek kadar yaşamaz belki de.
Müşkül şu ki, kendisini radikal düzlemde Tasfiyecilik rüzgârlarına kaptırmış katı ideolojik çevrelere referans teşkil etmek gibi bir araz peyda etmektedir döneminde bu durum.
L.T.