- 660 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
HZ. MUHAMMED'İN SON YILLARI
Arabistan’ın göbeğindeki Yamama adı verilen geniş bölge, İranlıların müttefiki olan Hanefi aşiretinin kontrolü altındaydı, bu büyük aşiret İran ile Güney Arabistan arasındaki ticari bağlardan son derece yararlanıyor ve bu ticari ilişkinin kendi payına düşen kısmıyla geçiniyordu. Aşiret halkının çoğunluğu Hristiyandı. Hele önde gelen bazı kişiler-ki tarihte zaman zaman ’’kral’’ sıfatına bile layık görülmüşlerdir- Hz Muhammed’le anlaşarak Müslümanlığı kabul ettiler. Müslüman kaynaklarının belirsiz ve çelişkilerle dolu verileri İslamlığın o devirdeki etkinlik ve yaygınlık derecesi hakkında kesin yargılar vermemiizi güçleştiriyor. Fakat sanıyoruz ki, İran egemenliğinin çöküşü bu harekete hız vermiştir. İşte bu Hanefi aşireti içinde Hz Muhammed’in kendisiyle aynı nitelikler taşıyan bir rakibi vardı. Müslima ya da Maslama adıyla anılan bu adamda peygamberliğini ilan etmişti. Kuran’daki ilk sürelerin üslubunda kafiyeli düz yazılar kaleme almıştı. Belirli bir ibadet sistemi de kurduğu biliniyor. Hristiyanlığın geniş bir etkisi altında kaldığı ve insanları ’’kutsal çileye’’ yargılayan bazı yasaklar koyduğu , örneğin Hristiyan katolik geleneği biçiminde bir ’’doğum kontrolü’’ sistemi ve bir oğul sahibi olan karı kocaya cinsel ilişkileri yasakladığı da bildiğimiz şeylerdendir. Bu adam Hz Muhammed’le anlaşmak için çok uğraşmış, fakat O’nun kesin red yanıtları karşısında sonuç alamamıştır. Hz Muhammed onu sahtekarlıkla suçlamıştı. Müslima, peygamberin sağlığında kendi propagandasını yürütmekte ne ölçüde başarılı olmuştur ,belli değil, ama peygamberin ölümünden hemen sonra kendi aşiretini Hz Muhammed’in haleflerine karşı harekete geçirdiği tarihlerde kayıtlıdır. Tamim aşiretinden olan Secah isimli kadınla ittifak halinde olduğunu da tarihlerden öğreniyoruz. Tamim aşireti , Hanefi’lerin yerleştiği bölgenin doğu kısımlarında dolaşan konar-göçer bir aşiretti ve koyu bir Hristiyanlık etkisi altındaydı. Onlar arasında da, İslamlığın ne ölçüde yaygın olduğunu bilemiyoruz. Anladığıma göre Hristiyanlık etkilerini kişiliğinde taşıyordu ve kafiyeli düz yazı biçiminde kutsal sözler kaleme alıyordu. Hz Muhammed’in ölümünden sonra aşiretinin büyük çoğunluğunu Müslümanlara karşı kışkırtmasından anlıyoruz ki, aşiret içinde epey etki ve nüfuz sahibiydi.
Hz Muhammed, Mekke’nin alınışından on ay sonra Kuzeye doğru yeni bir sefer düzenledi. Bu yeni hareketin anlamı ve amacı neydi? O sıralarda Humus’ da kuvvet yığınağı yapan Heraklius’la gerçekten çatışmak niyetinde miydi? Yani, daha sonra haleflerinin başarıyla yürüttükleri fetihleri başlatmak mı istiyordu? Ceatani ne düşünürse düşünsün , biz buna olasılık veremiyoruz. Sanıyoruz ki sınır şeyhleri karşısında Mu’ta yenilgisinin acısını çıkarmak ve yandaşlarına doyurucu bir ganimeti bölüştürmek emelindeydi. Fakat güçlü bir düşmanla çatışacağını hesapladığı biliniyor: alışılmamış büyüklükte bir ordu hazırladı, bazı kaynaklar bu orduyu 20, hatta 30 bin kişilik bir kuvvet olarak tanımlarlar, bunda abartma payı olduğu gerçektir. Peygamber ayrıca çeşitli kimselerden alışılmışın üstünde para topladı. Ve her zamanki tavrının dışına çıkarak seferin hedefini ve amacını da önceden açıkladı. Bedevilerve Medine’de yerleşmiş Müslümanlar sürekli bir savaş havası içinde yaşamaktan yorulmuşlardı. Refah ve zenginlik içinde yaşamak, eriştikleri rahatın tadını çıkarmak istiyorlardı, bu yüzden peygamberin peşinden gitmek işlerine gelmedi. Düşmanın kuvveti biliniyordu ve yol epey uzaktı . Sefer hazırlığı iyi yapılmamıştı, üstelik mevsim elverişli değildi. Bunaltıcı bir sıcak vardı ve yiyecek su sıkıntısı askerlerin belini büküyordu. Yalnızca yürüyüş yapılabiliyordu. Ordu sık sık konaklayarak Medine’nin 400 km,ötesine kadar yürüdü. Tebbuk’da, yani Bizans İmparatorluğunun başladığı sınırda durdu. Orada on gün kaldılar. Aslında böyle güçlü ve kalabalık bir ordunun orada konaklaması, başka bir deyişle varlığı bile bir başarı, Hz Muhammed’in kudretinin ifadesiydi.Çevredeki küçük prenslikler bu kudretten ürktüler ve peygamberin yanına koştular, anlaşmak istiyorlardı. Böylece Eyla kralı Yohanna ile anlaşma yapıldı: Eyla Kızıl Denizin kuzeyindeki en uç noktaydı. Eski tarihin ünlü yeri Elat’!tı bu. Kral Yohanna Hristiyandı ve göğsünde altın bir haç taşıyordu. Hz Muhammed’e her yıl 300 dinar vergi ödemeyi kabul etti. Gene o bölgenin üç Yahudi prensliği de vergi ödemeyi kabul ettiler. Hz Muhammed, Halit ibn Velid kumandasındaki yüzlerce kişilik bir öncü kuvveti Dumat vahasına yollamıştı. Halid oranın Hristiyan kralını Tebbuk’a, Hz Muhammed’in huzuruna getirdi. Bu kral da vergi ödeyecekti. Kuzeydeki bu başarılardan sonra savaşa girmeden geri dönen Hz Muhammed sıcaktan bunalmış ordusunu Medine’ye ulaştırdı.
Peygamberin hangi nedenle tasarladığını kesinlikle çözemediğimiz Tebruk seferinden dönüşte islamın gücü ve varlığı alabildiğine önem kazanmıştı. Müslüman kaynakların belirttikleri gibi , tüm Arabistan’ın O’ nun egemenliği altında birleştirildiğini söylemek abartmalı olur. Fakat Arabistan’ın hemen her bölgesinde, Bizans sınırlarından Yemen’e, Kızıl Deniz kıyılarından İran körfezine kadar her yanda müttefiklere, yandaşlara ve casuslara sahip olduğu bir gerçektir. Doğrudan doğruya söz geçirdiği alan ise hayli geniş bir alandı. Müslümanlık Bedevi aşiretlerinin çoğunda yaygınlaşmıştı. Peygamber zengin ve kudretliydi. O’nun tepkisi hesaba katılmaksızın Arabistan toprakları üzerinde her hangi bir işe girişmek olası değildi.
Müslüman dünyası içinde O’na karşı kurulan muhalefet cephesi de hayli semizlemişti. Cirene ganimetlerinin bölünüş biçimi , hoşnutsuzluğu iyice artırmıştı. Dünkü düşmanlara verilen armağanlar, bağışlanan mal ve mülk eski Müslümanları kızdırmıştı. İşte Mekke’nin alınışından sonra o zamana kadar Müslümanlığın büyük düşmanı durumundaki Kureyşliler, aniden yeni Devlet düzeninin en nüfuzlu , en gözde kişileri durumuna gelmişlerdi. Eski günlerin çilekeş Müslümanları işte bu sonradan gelmelere tanınan haklar ve bağışlanan zenginliklerle kirletiklerine inanıyorlardı. Bir zamanın en büyük düşmanı sayılan Ebu Süfyan , şimdi peygamberin en yakınlarından biri durumundaydı. Kendi soyunun ve ailesinin bireylerini Devlet düzeninin en parlak görevlerine getiriyordu. Oğlu Yezid Teyme valiliğine atanmış, sonradan Müslümanların halifesi olacak Muaviye ise peygamberin katipliğine verilmişti.
Tebruk seferi sırasında muhalefet cephesi gerçekten önemli bir bunalımın başlıca yaratıcısı olmuştu. Çok kimsenin, peygamberin emrine karşın sefere çıkmadıklarını görmüştük. Medine’de oturan bir Yahudinin evinde gizli toplantılar yapıldığı biliniyor. Örneğin Ali Medine’de kalmıştı. Acaba gerçekten söylendiği gibi, peygamberin emriyle ve ailesine göz kulak olması için mi bırakılmıştı? Yoksa? Bir kaynak, gitmemekte direnenlerin sefere katılanlar kadar kalabalık olduğunu savunur. Sefere katılanlar arasında bir muhalif vardı. Hatta bunlardan birinin Kuran’a yakından vakıf olanlara karşı şöyle ateş püskürdüğü söylenir; ’’Aramızda midesine en fazla düşkün, en dedikoducu ve savaşta en korkak olanlardır.’’ Sefer dönüşünde, bir muhalif grubunun peygambere suikast tasarladıkları ve tabii Allah sayesinde muratlarına eremedikleri yazılmıştır. Fakat gece vakti ve yüzleri örtülü olarak ortaya çıkan bu adamların kimler olduğu bir türlü öğrenilememiştir.
Tebbuk seferi sırasında 60 yaşlarında olmalıydı. Hicretin 8. yılında söylentiye göre iki evlilik daha yapmış ama her iki evlilik de sonuçsuz kalmıştır. Söz konusu kadınların ikisi de, biri delirdiği için, öteki de babası Müslümanlar tarafından bir çarpışma sırasında öldürüldü diye kendilerine el sürdürmemişlerdir. Ve peygamber ister istemez boşanma yoluna gitmiştir. Anlaşıldığına göre o sıralarda, peygamberin on karısı bulunmaktaydı. Gene bu sıralarda zevcelerinin en yaşlısı Sevda’yı başından atmak istediğini biliyoruz. Sevda kırkını çoktan bulmuştu, ve bu yaş bir Arap kadını için gerçekten ileri sayılmaktaydı. Nitekim boşandı da peygamber ama Sevda O’na şöyle yalvardı: ’’Benimle yorulmanı istemiyorum ki ben. Hakkımı ve sıramı Ayşe’ye devrediyorum. Bütün istediğim, kıyamet günü zevcelerin arasında bulunmaktır.’’ve peygamber, bu koşulla, kadını yeniden aldı.
Ve nihayet yaşlanan peygamber, en derin isteklerinden birinin gerçekleştiğini de görecekti: Hatice’den sonra aldığı eşlerden hiç biri erkek çocuk vermemişti kendisine: ama ona hediye edilmiş beyaz tenli siyah kıvırcık saçlı güzel bir Kıpti kızı vardı: ismi Mariye idi kızın: peygamber’in nikahsız karısıydı ve bir erkek çocuk doğurmuştu. Adını İbrahim koyduğu bu çocuğa büyük umut bağladı peygamber: oğlanın büyüyünce , yapıtını sürdüreceğini düşünüyordu kuşkusuz. Ama ne yazık ki,çocuk henüz on yedi aylıkken öldü, sütten bile kesilmemişti daha. Peygamberin, Hatice’den olma iki kızının ölümü de bu çağa rastlamaktadır: Zeyneb, söylendiğine göre bir Mekkeliden yediği tekmenin sonucu çocuk düşürürken: Osman’ın karısı Ümmü Külsüm deTebbuk seferi sırasında eceliyle ölmüştür.
Peygamberin harem hayatı yeniden sorun olmaya başlamıştı. Kıskançlık yaratmamak için karılarını sıraya koymuş ve her gece birini ziyarete koyulmuştu. Sonradan bu yöntem, tüm Müslümanlarda bir kural haline gelecek ve İslam Orta Çağının o ciddi hukukçuları bu sırayı ayarlamak, koşullarını ayrıcalıklarını ortaya koymak için koca koca kitaplar döktüreceklerdir. Çünkü bizzat peygamber, kendi koymuş olduğu sırayı bozmaktan çekinmemiştir. Bir gün, Ömer’in kızı Hafsa babasını ziyarete gitmişti, tam o anda peygamberin isteği kabardı, dayanamayıp Mariye’yi Hafsa’nın kulübesine çekti. Ama Hafsa’nın erken döneceği tutmuştu, durumu görmesiyle: ’’Benim kulübemde haa...Hem de gözlerimin önünde . Hem de öz yatağımda..’’ diye inleyerek ağlamaya koyuldu. Canı iyice sıkılan prygamber bundan böyle Mariye ile ilişkide bulunmamayı vadetti karısına: şart olarak da yalnızca, olayı öteki hanımlara çıtlatmamasını söyledi. Ama Hafsa tutamadı kendini, gidip Ayşe’ye açıldı. Ayşe bunu fırsat bildi . Bütün harem gibi oda nefret ediyordu Mariye’den. Ve iki ortak , Hafsa’ya verilen sözle alenen övünmeye başladılar. Peygamber öfkelendi , harem hukukunu ayaklar altına alarak, tüm bir ayı yalnızca Kıpti sevgilisiyle geçirmeye karar verdi.
Kararın etkisi korkunç oldu. Şimdi bu koca bina , Hafsa’nın sinir krizleri ve Ayşe’!nin dedikoduları yüzünden allak bullak olmuştu. Bir söylentiye göre, Ömer sonradan şöyle anlatıyordu olayı:
’’O sırada Bizanslıların bize saldırmak için atlarını nalladıkları söylentisi dolaşmaktaydı. Her iki günde bir peygamberi ziyarete giden dostum, o gün de O’nu ziyaret etmişti. Akşam dönerken, kapımı yumrukladı. Şöyle bağırdı: ’’Uyumanın sırası geçti, uyan.’’ Ürkerek dışarı çıktım ve bana şöyle dedi: ’’Korkunç bir şey oldu’’ Ben de dedim ki : ’’Ne oldu? ’’Allahın elçisi karılarını boşadı.’’ Hafsa’nın yanlış bir şey yaptığını anladım. Sabaha kadar gözüme uyku girmedi. Şafak sökerken elbiselerimi giyip peygamberin evine gittim. Hafsa’nın odasına koştum, iki gözü iki çeşmeydi. O’na dedim ki: ’’Ne diye ağlıyorsun? Ben sana dememiş miydim çeneni tut diye? Allahın Elçisi topunuzu birden boşadı mı şimdi? O da bana şöyle dedi: ’’Bilmiyorum. Sonra dayanamadım ve peygamberin yukarda bulunduğu odaya gittim. Genç zenci kölesine şöyle dedim: ’’ Ömer’in girmesi için izin iste’’ Köle içeri girip peygambere söyledi. Sonra dışarı çıktı ve bana dedi ki: ’’Söyledim, ama cevap vermedi’’ Gidip dışarda biraz oturdum. Sonra dayanamadım ve yeniden yukarı odaya çıktım. Genç köle oradaydı ve ona dedim ki: ’’Ömer’in girmesi için izin iste’’ Köle girdi ve söyledi. Ben tam uzaklaşıyordum ki, köle arkamdan seslendi ve bana şöyle dedi: ’’Allahın Elçisi seni kabul edecek.’’ O’nu selamladım . Sonra ayakta durarak , O’na şöyle dedim: ’’Karılarını mı boşadın?’’ Gözlerini bana kaldırdı ve şöyle dedi: ’’Hayır’’ Gülümsedi. O gülümseyince ben de oturdum. Sonra odaya baktım ve Allah tanığım olsun , serpilenmiş üç deri parçasından başka bir şey görmedim.
Hafsa olup biteni Ayşe’ye anlattığı vakit peygamber küplere binmiş ve: ’’Bir ay onları ziyarete gitmeyeceğim.’’ demişti. Bu öfke, Allahtan azar işitmesine yol açacaktı. Sözünün üzerinden 29 gün geçmişti ki, peygamber ilk olarak karısı Ayşe’yi ziyarete gitti. ’’Bizi tam bir ay ziyarete gelmeyeceğine yemin etmiştin. Oysa ben iyice saydım: ’’Bu gün 29 gün etti.’’ diye karşıladı Ayşe kendisini Ve peygamber cevap verdi: ;’’Evet ama bu ay 29 çekiyor.’’ Gerçekten de öyleydi.
Allah, bu evlilik krizine müdahale etmekte gecikmedi. Elçisini ilgilendiren hiç bir şeye kayıtsız kalamaz olmalıydı. Ve bu kez de peygamberi ,içgüdülerine boyun eğmeyen Mariye’yi terketmeye boyun eğdiği, bu yersiz ödünü verdiği için kınıyordu.
(TAHRİM SURESİ 3. AYET) Abdülbaki gölpınarlı meali.
Ey peygamber, zevcelerinin rızasını arayarak ne diye Allahın sana helal ettiğini kendine haram ediyorsun ve Allah bağışlayan ve acıyandır. Gerçek ki Allah yemininizi çözmeyi size meşru kılmıştır. Ve Allah velinizdir ve O her şeyi bilen ve hikmeti çok olandır.
Hani peygamber zevcelerinden birine bir sır tevdi etmişti de zevcesi bu sözü başkasına haber vermişti. Allah da bunu peygambere açınca peygamber bu olayın bir kısmını açıklamış bir kısmını söylememişti. Peygamber bunu zevcesine haber verince o: Kim haber verdi bunu sana demişti ki: peygamber de demişti ki: Her şeyi bilen ve her şeyden haberi olan haber verdi.
İkiniz Allaha tövbe ederseniz hayırlıdır ama peygamberin aleyhine yine birleşirseniz onun yardımcısı Allahtır...
Umulur ki sizi boşarsa Rabbi ona sizin yerinize sizden daha hayırlı müslüman inanmış itaatli tövbe eden ibadette bulunan feragatli dul ve bakire eşler verir.
Toptan boşanma tehditi, bir aylık bir ziyaret kesme gösterisiyle de desteklenince, etkisini göstermiş ve zevceleri Tanrısı tarafından bu denli desteklenen peygamberin olur olmaz şeylerle canını sıkmaktan vaz geçerek, onu dilediği gibi davranmakta serbest bırakmışlardı.
Gene de Mariye’yi,bu kıskanç kadınların çemberinden kurtaramak, dışarı çekmek gerekiyordu. Peygamber Medine’nin yukarı mahallesinde bir ev tutup kadını oraya taşıdı: yanına da, mutfak için gerekli suyu ve odunu taşımak üzere kıpti bir hizmetçi verdi. Dilber rakibelerine doğrudan doğruya kötülük etmek zevkinden yoksun kalan ’’kıdemli’’ zevceler cephesi, bunun üzerine herkesin gözünden ırak yaşayan iki Mısırlı arasında ’’bir takım’’ ilişkiler bulunduğuna ilişkin haberler yaydı ortaya. Bu dedikodulara bir zaman göğüs geren peygamber, sonunda işkillendi ve Ali’yi, durumu yerinde saptamakla görevlendirdi. Ali, kılıcı elinde öfkesi yüzünde, teftiş bölgesine geldiği vakit zavallı köle korkudan hurma ağacına tırmanmaktaydı. İlk narada da ağaçtan yuvarlandı ve elbisesi dallara takıldığından çırılçıplak düştü yere. Ali onu gördü ki köle hadımdır ve değil koskoca peygambere , bir karıncaya bile zarar vermez. Bu da Allahın işi olmalıydı.
Ertesi yıl zilhicce ayında peygamber, hac’ca katılmak istemedi. Hac doktirinini henüz tam ayrıntılarıyla saptamamıştı ve ayinlere dinsizler le birlikte ve dinsizler gibi katılmak zoruna gidiyordu. Törene başkanlık etmek üzere Ebu Bekr’i yolladı. Ama Ebu Bekr henüz yola çıkmıştı ki , Ali dörtnala yetişti kendisine: on vahyin emirlerini getiriyordu peygamberin damadı, ve bu emirlerin uygulanmasına da nezaret edecekti. Vahye göre, dinsizler bundan böyle hacca katılamayacaklardı. Ulu Tanrı dört aylık bir süre tanımıştı dinsizlere. Bu dört ay içinde Müslümanlığa geçmeyenler ya da Hazreti Muhammed’le özel bir anlaşma yapmayanlar, düşman muamelesi görecekti. Dinsizlere son olarak o yıl hacda müsamaha gösteriliyordu.
Nitekim bir yıl sonra, Hicret’in 10. yılının zilhicce ayında, hac ayinlerini bizzat yöneteceğini ilan ettirdİ. Bir yıldırım gibi yayıldı haber, ve her kes bu tarihsel olaya katılabilmek için Mekke’ye koştu.
Bütün karıları ve tüm ünlü yoldaşlarıyla yola çıkan Hazreti Muhammed, 5 zilhicce de Mekke’ye vardı. Ümre borcunu devesinin sırtında ve coşkun kalabalığın ortasında eda etti. Mekke’yi ziyareti her hangi bir yolculuk gibi geçti. 8 Zilhicce de hac törenleri başlıyordu ve herkes gözünü peygambere dikmişti; çünkü ayinler sırasında Peygamberin takınacağı tavır bundan böyle yasal örnek yerine geçecekti, taş attı, kurban kesti. 10 Zilhicce günü, geleneğe uyarak saçlarını kazıttı. Tören sırasında defalarca kalabalığa seslendi ve kendisine vecd içinde cevap veren müritleriyle konuştu.
Törenler sona erer ermez Medine’ye döndü peygamber. Doğduğu kenti bir daha görmek nasip olmayacaktı kendisine. Sonu yaklaşmıştı artık. Ve bu hac ziyareti, Müslümanların belleğinde, bir ’’veda haccı’’ olarak kazılı kalacaktı.
Gerçekten de iki ay sonra hastalanmıştı. Tam yeni bir askeri karar aldığı sıraydı. Gene kuzeye Bizans sınırlarına doğru bir sefer söz konusuydu. Ürdün’deki küçük kasabalardan birine baskın verilecekti gene. Ve sadık kölesi ve evlatlığı Zeyd’in aynı bölgede , Muta’da ölümünün öcü alınsın diye, ordu kumandanlığına Zeyd’in, Habeş köleden olma oğlu Usame atanmıştı. Basık burunlu bir zenciydi bu, ve henüz pek gençti.
Bel ki hac yorgunluğundan ötürü, belki de yoldaşlarının mezarını ziyaret ettiği gecenin sonucu olarak, peygamber bir süreden beri ateşlenmekte ve baş ağrısı çekmekteydi. Öylesine canı yanıyordu ki, haykırdığı oluyordu. Ama gene her gece bir karısını ziyaretten geri kalmıyordu. 26 Mayıs 632 günü Üssame’yi çağırmış ve seferin kumandasını ona verdiğini tebliğ etmişti. Günlerden salıydı. Perşembe günü, sefer sırasında taşıyacağı sancağı teslim etti. Üssame’ye ve son talimatını verdi. Az sonra yatağa düştü. Ve öteki zevcelerinden, Ayşe’nin kulübesinde kalmak için izin istedi. Kafası sarılı bir halde, Ali ile Fadl İbn Abbas’ın omuzlarına asılarak ve ayaklarını sürükleyerek gitti, Ayşe’nin oraya. Gelir gelmez de yine Devlet işlerine daldı, mektuplar yazdırdı, kararlar alıp tebliğ etti. Genç Üsame’nin atanmasının yol açtığı dedikodular ulaştırıldı kendisine. Anlaşıldığına göre bu arada, sürüklene sürüklene de olsa bir iki kez, evinin avlusundaki vaaz yerine dek gidip konuştu. Kafası hep sarılıydı ve, söylentiye göre öyle laflar etti ki müminler telaşa kapıldı. Dediğine bakılırsa , Allah, bu dünya ile öteki dünya arasında bir seçim yapmasını söylemişti kendisine: ve O öteki dünyayı seçmişti. Ve bu sözler üzerine Ebu Bekr ağlayarak haykırmıştı: ’’Senin yerine biz veririz canımızı, biz ve çocuklarımız’’ Yumuşak bir sesle: ’’Kendine gel Ebu Bekr.’’ demişti Peygamber Sonra da Uhud’da ölenler için dua etmiş ve seferin kumandasını Üssame’ye verdiğini herkesin önünde tekrarlamıştı. Üssame o sırada birliklerinin başında Medine kapısındaydı ve sıkıntı içinde gelecek haberi bekliyordu.
Gün geçtikçe azıtıyordu hastalık. Peygamber zaman zaman baygınlık geçirmekteydi. Çevresindekiler zatürreden kuşkulanmaktaydılar . Ama O,Allahın kendisini insani bir hastalığa yakalatmayacağını söylüyordu. Şeytanın saldırısına uğramıştı, dediğine bakılırsa. Anlaşıldığına göre zaman zaman da dört yıl önce Hayber’de bir an için ağzında gevelediği et parçasını hatırlıyordu. Gene bayıldığı bir sıra, karılarıyla amcası Abbas, bir Habeş ilacı verdiler ağzına. Ve peygamber kendine geldiğinde öfkesinden çılgına döndü:hatta gene söylentiye göre, etrafında bulunan kim varsa aynı ilaçtan içirmeye zorunlu kıldı. Daha sonra Üssame geldi kendisini ziyarete. Ama artık konuşamıyordu peygamber. Önce gökyüzüne kaldırdığı elini delikanlının omuzuna koydu. Üssame’nin dediğine bakılırsa , peygamber kendisi için dua etmişti. Günlerdir, onun yerine ve onun yönergesine uygun şekilde, Ebu Bekr yönetmekteydi namazı.
8 Haziran 632 günü sabahleyin kendisini bayağı iyi hissetmişti peygamber. Hatta sabah namazı sırasında kalkmış ve Ayşe’nin kulübesine kapı yerine geçen perdeyi aralayarak eşikte görünmüştü. Avluda sıraya girmiş abdest almakta olan müminleri büyük bir sevinç ve heyecan kaplamıştı. Ve Hazreti Muhammed onların bu halinden duygulanarak gülümsemişti. Orada bulunan bir tanıktan nakledildiğine göre, yüzü, her zamankinden bin kat daha güzeldi. Ve peygamberin iyileştiği haberi bir anda bütün kente yayıldı. Zevceleri derhal taranmaya koyuldular. Ebu Bekr fırsattan istifade, kentin uzak bir mahallesinde oturan karılarından birini ziyarete seğirtti, Çoktandır ihmal etmişti kadıncağızı:Ve Üssame, ordusuna, harekete hazır olmasını emretti.
Ama Hazreti Muhammed, yatağına döndükten sonra gitgide biraz daha fenalaştı. Genç karısının kucağında yatmaktaydı. O sırada Ayşe’nin yeğenlerinden biri girdi hastayı ziyaret için, ağzında kürdan yerine yaş bir dal parçası vardı. Arabistan’da o sıralar herkesin içinde de olsa dişlerini temizlemek normal bir işti. Ve Ayşe, kocasının gözlerini kürdana dikmiş olduğunu gördü. Kürdan isteyip istemediğini sordu kendisine. Peygamber güçlükle cevap verdi: istiyordu evet. Yeğeninin ağzındaki kürdanı çekip aldı. Ayşe, daha da yumuşasın diye bizzat çiğnedikten sonra kocasına uzattı. Ve peygamber, son bir gayret gösterip dişlerini temizledi.
Biraz sonra sayıklamaya başlamıştı. Ve söylediğine göre, müminlerini eğri yoldan esirgeyecek bir şeyler yazmak için kalem istemişti. Bunun üzerine hazır bulunanlar büyük bir şaşkınlığa kapıldılar. Bir hastanın yazacağı şeye güvenmek ne dereceye kadar yerinde olurdu? Bu yeni metin Kuran’ı yalanlayacak olursa, müminler arasında ikilik çıkmaz mıydı? Kendisinden geçmiş bir adamın , peygamber bile olsa, sözüne uymak doğru muydu acaba? Tartışma çok geçmeden öylesine gürültülü bir hal aldı ki, yazmaktan caydı peygamber ve içerdekilere çıkmalarını işaret etti.
Gittikçe güçsüzleniyor ve birbirini tutmayan laflar ediyordu. Ayşe’nin kucağındaydı hep. Ve karısı, peygamberin başının aniden ağırlaştığını sezdi. Kocasına baktı. Gözlerini tavana dikmişti, Bakışları sabitleşmişti. Bir kaç kelime döküldü dudaklarından, Ayşe: ’’Sen ey yoldaşların en yücesi, ve ulusu...’’ dediğini işitir gibi oldu: ve anladı ki Cebrail aleyhisselam Hazreti Muhammed’in karşısında bulunmaktaydı. Hemen sonra da, kocasının öldüğünü fark etti. Kafasını tutup kaldırdı. yastığın üzerine bıraktı yavaşça: ve elleriyle göğüslerini dövüp başını yumruklayarak avazı çıktığı kadar haykırmaya koyuldu. Peygamberin öteki karıları da haberi derhal almış ve Ayşe’yle çığlık yarışına girişmişlerdi. Vakit ikindi üzerine yaklaşıyordu.
Korkunç bir şaşkınlık çökmüştü ortalığa. Şüphesiz ki ne müritleri , ne de peygamber, kendisini hiç bir zaman ölümsüz olarak düşünmemişlerdir. Ama hiç kimse de onun bu kadar erken ve bu derece beklenmedik bir şekilde öleceğini aklından geçirmiyordu. Kendisi de dahil herkes, geçici bir hastalığa tutulduğuna inanmış durumdaydı. Gelecek için hiç bir hazırlık yapılmamıştı ölümü açısından. Ve akılları bulandıran da buydu zaten. Nasıl olur da Allah, Elçisine önceden bildirmeyebilirdi bunu: ve nasıl olurda müminleri bu kararsızlık içinde bırakabilirdi? Örneği, öncüsü, geleceği ve eşi bulunmayan bir bina kurmuştu peygamber. Ve kendisi ortadan yok olunca, kurduğu bina da temelinden sarsılmaya koyulmuştu.
Ömer kabul etmiyordu peygamberin öldüğünü. Evin avlusunda dikilmiş, dört bir yandan akın eden müminlere ve deli gibi koşup gelen askerlere, Muhammed ölmedi diyordu. Musa nasıl Sina dağına çıktıysa, peygamber de bir an için Allahın huzuruna gitmişti. Ve dönecekti çok geçmeden, ve öldüğü haberini yayanların ellerini ve ayaklarını kestirecekti. Bu arada Ebu Bekr girdi soluk soluğa . İlk iş olarak Ayşe’nin kulübesine daldı, cesedin üzerindeki harmaniyi kaldırdı: eğilip efendisinin ve yoldaşının yüzünü öptü. Sonra avluya çıktı ve Ömer’i yatıştırmaya uğraştı bir süre. Başaramadığını anlayınca ahaliye döndü ve otoriter bir sesle: ’’ Ey insanlar, dedi, Muhammed’i sevenler bilsinler ki Muhammed ölmüştür. Ama Allahı sevenler ve Allaha inananlar bilsinler ki, Allah ölmez, Allah yaşamaktadır. ’’ Sora da Kuran’dan, bu konuda kesin hüküm veren bir ayet okudu:
Muhammed bir resulden başka bir şey değildir. Ondan önce nice peygamber gelip geçti. Ölürse veye öldürülürse gerisin geriye mi döneceksiniz?
Gariptir bu ya, hiç kimse hatırlamıyordu bu ayeti. Ama herkesi etkiledi ayet. Hiç bir şüpheye yer yoktu artık. Ömer yere devrildi. Doğruydu evet, peygamber ölmüştü.
Her şey çatırdıyordu sanki . Hazreti Muhammed’in kudretli kişiliği sayesinde birbirine bağlanan topluluklar, bir anda ve her biri kendine özgü tepkileriyle birbirlerinden ayrılıp tek başlarına boşlukta kalmış buldular kendilerini. Bir ideolojiyle tohum halindeki bir Devletin iç içe kaynaşması üzerine kurulmuş olan Müslüman cemaati, bu sarsıntıya dayanabilecek miydi? Birazcık olsun siyasetten nasibi olanların karşısına çıkan ilk sorun buydu işte. Ve bu kimselerin başında da: peygamberin hemen siyasal bir öğreti haline gelen imanının ve yönetici fikirlerinin dolaysız mirasçıları olan danışmanları vardı. Gerçekten de Hazreti Muhammed’İin ölümüyle Arap toplumunda gücünü hala koruyan anarşi eğilimlerinin yeniden başıboş kalacağını görmek için ileri zekalı olmaya hiç de gerek yoktu. Bedeviler İslamı yadsıyarak Medine’nin vesayetinden sıyrılmaya kalkışacak, Yamama peygamberleri de Hazreti Muhammed’in macerasını kendi hesaplarına bir kez daha denemeye girişeceklerdi. Yapıta el koymak ve sürdürmek için sağlam bir nüve şarttı. Yoksa herşey yıkılabilirdi.
Bir nüve vardı ama bin parçaya bölünmüş bir haldeydi. Medineliler, özellikle de Hazrec kabilesine mensup olanlar: öteden beri kıskandıkları Kureyş göçmenlerinin şimdi kendilerini onlara başkan olarak kabul ettirmek isteyeceklerini sezmekteydiler. Peygamber ölmüştü, ve bu yabancılara boyun eğmek için hiç bir neden kalmamıştı ortada. Beni Saide aşiretinin ambarında toplanarak, öz çıkarlarını en iyi nasıl koruyabilecekleri konusunda sıkı bir tartışmaya girdiler. Aralarında en nüfuzlu kişilerden birini Sa’d ibn Übeyde’yi Medine reisi seçmeye karar verdiler. Hazreti Muhammed’in evinde bulunan Ebu Bekr haberi alır almaz öteki iki siyaset adamını , Ömer’le Ebu Ubeydeyi de toparlayıp ambara koştu. Medineli Avs kabilesinin reisi de yetişip katıldı yolda onlara. Öteden beri Hacreclerle çekişmekte olan Avslar, kentte iktidarın rakiplerine geçmesini kattiyen istemiyorlardı. Telaş ve şaşkınlık Medine’deki öteki kabilelere de sıçramıştı ve hiç biri kendilerinin yokluğunda alınacak bir kararın kurbanı olmaya niyetli değildi. Akşam karanlığı çöküyordu Medine’ye, ve tüm bu insanlar Ayşe’nin küçük kulübesinde yatan cesedi unutmuş gibiydiler.
Kandillerin ve meşalelerin aydınlığında süren tartışma uzadıkça ateşleniyor, ateşlendikçe de büsbütün arap saçına dönüyordu. Medinelilerden biri, bir tanesi Kureyşte, öbürü Mekkelilerden olmak üzere iki başkan seçilmesini önermişti. Hazır bulunanların çoğu, bunun cemaati bölünmeye ve tabii yıkılmaya itmek anlamına geldiğini sezdiler. Hepsi bir ağızdan konuşuyorlardı, hatta itişip kakışmalar da eksik değildi. Bir son vermek gerekiyordu bu kargaşalığa. Bulanık bir şekilde de olsa bütün bu insanlar, sistemin yıkılmasının kendileri için amansız bir felaket olacağını anlamışlardı. Ve görmüşlerdi ki, hiç bir Medineli, bırakın koca Arabistan’ı,kendi küçücük kentinde bile tam bir otorite sağlayamaz. Medineli, olmayan kabileler, her şeyden önce kendi kabilesinin çıkarına çalıştığından haklı olarak şüphe edecekleri bir insanın ardından nasıl giderlerdi? En uygun aday gene de, öz kabilesinden kopup buraya gelmiş ve uzun göçmenlik dönemi boyunca bizzat kendi kabilesiyle mücadele etmiş olan Kureşlilerden biriydi. Merhumun düşüncesinin en önde gelen mirasçılarından biri geçmeliydİ başa evet. Ve Ebu Bekr, Ömer’in ya da Ebu Ubeyde’nin seçilmesini önerdi. Ölçülü ve zekice konuşmaları, bu gibi kritik anlarda soğukkanlılığını koruyabilişi, tüm hazır bulunanları derinden etkilemişti. Çabuk öfkelenmesiyle ün yapmış olan Ömer, kendi adının tedirginlik yarattığını görünce, Ebu Bekr lehine feragat etti Ve gecenin geç saatlerinde Ebu Bekr, Allahın Elçisi’nin vekilliğine halifeliğe seçildi. İslam yıkılmamıştı.
Bu arada ailesinin bireyleri, yani damadı Ali, amcası Abbas, manevi oğlunun oğlu Üssame ve kölesi Şükran, Hazreti Muhammed’in cesedinin çevresinde toplanmış bulunmaktaydılar. Peygamberin manevi mirasını kendi kalanlarının, Kureyşli Abd Menaf’ların lehine çevirmenin çaresini düşünüyorlardı. Ama Talha, Zübeyr ve adı bile irkilti uyandıran Ebu Süfyan’dan başka yandaşları yoktu. İyi niyetli haberciler, Beni Saire’lerin ambarında olup bitenleri dakikası dakikasına yetiştiriyordu onlara. Ve güçsüzlüklerinden ötürü bir kat daha öfkeleniyorlardı. Belki de intikamlarını daha sonra almayı tasarlıyorlardı. Nitekim Ebu Bekr’i aylarca halife olarak tanımadılar. Ve o gece, alabildiğine anormal ve hiç beklenmedik bir iş yaptılar. Büyük ölünün , şianına yaraşır bir törenle Baki mezarlığına, oğlu İbrahim’in kızı Rukiye’nin ve sayısız yoldaşının yanına gömülmesi gerekirdi. Çok daha önemsiz nice kimseler parlak törenlerle gömülmüştü oraya. Ama öyle anlaşılıyor ki, Ali, Abbas ve dostları, cenaze alayını yönetecek olan Ebu Bekr’in peygamberin tartışmasız halefi olarak kabul edileceği bir törene meydan vermek istemiyorlardı. Ali ile dostları da peygamberi hemen o gece , ölmüş olduğu kulübenin içine gömmeye karar verdiler. Ortaklarından birinin yanında uyumakta olan Ayşe’ye bile haber verilmedi: Ebu Bekr’in kızı değil miydi? Hemen bir çukur kazıldı kulübeye, ceset alel acele yıkandı ve üç harmaniyeye sarıldıktan sonra çukura yerleştirilerek üzerine toprak atıldı. Kureyşli Muhammed ibn Abdullahın işi böylece bitmişti.
Ama İslam peygamberinin işi bitmemişti henüz. Tüm insanlar, artlarında bir ad bırakmak ve ölümsüzlüğe ermek için çırpınır. İdeoloji kurucularıyla Devlet kurucuları bu yarışta herkesten daha şanslıdırlar. Onların edimleri ve onların fikirleriyle doludur tarih. Ve Hazreti Muhammed, hem bir ideoloji hem bir Devlet kurucusudur. İsa ile Karlman, O’nda bir tek aynı varlık haline gelmiş gibidir.
Hayatı sona ermişti evet. Zaferi yeni başlıyordu. Peygamberin ölümünden 15 gün sonra Üssame, kendisine verilmiş olan görevi yerine getirmek üzere Suriye sınırlarına doğru yola koyulmuştu. Sefer ertelenemez demişti Ebu Bekr. Ve kumandanlığa bir başkasının atanmasına da şiddetle karşı çıkmıştı. Allahın Elçisinin emri, ölümünden sonra da dinlenmeliydi. Aynı yılın Eylül ayında Halid başkaldıran Arapları yenmek üzere harekete geçiyordu. Ve aynı Halid bir yıl sonra Pers imparatorluğuna saldırırken, Ebu Bekr tarafından akıllıca bir kararla general atanan Ebu Süfyan’ın oğlu Yezid’i Bizans imparatorluğuna ilişkin Palestin topraklarını istila etmekteydi. Arap barışı, gördük ki, kabilelerin savaşçı enerjisini boşaltacak ve onlara yaşama kolaylığı sağlayacak bir dış alanı zorunlu kılmaktadır. Araplar Mezepotamya’daki yerleşik halklara daha öncede kaç kez saldırmışlardı. Talihleri yaver gittiğinde, istila ettikleri ülkelerin üstün uygarlıkları tarafından çabucak özünlenen küçük Devletler kurmuş çok geçmeden de kudretli dünya Devletlerinden birinin tebası durumuna düşürmüşlerdi. Talihleri yaver gitmediği zamanlardaysa, geri püskürtülmüş, ya da kılıçtan geçirilmişlerdi. Ama bu kez arkalarında sağlam bir Devlet , içlerinde erimeyi reddeden bir ideoloji bulunmaktadır. Ya önlerinde? Bozgun halinde bir Sasani imparatorluğu ile, son zaferlerine karşın kendini toparlayamamış zayıf bir Bizans imparatorluğu . Ve hemen her zaptettikleri yeri, yüzyıllardan beri baskı altında ezilmiş halkların desteğiyle zaptettiler. En güçlü ordular bile dayanamadı karşılarında. Çünkü kuvvetliydiler, kararlıydılar ve birlik halindeydiler.
Belki tam birlik halinde değil. Çünkü İslamdan önce var olanların yanı sıra İslamla birlikte ortaya çıkmış olan klanlar, topluluklar ve menfaat şebekeleri de, her an birbirlerini parçalamaya hazır beklemekteydiler. Ama bir umacıdan korkar gibi, bölünmekten korkuyorlardı: ve Arap kitlelerinin büyük kısmı, cemaat başkanının arkasında, bu başkanı beğensin beğenmesin, bir araya gelmekteydi. Sıradan kervan güdücüsü peygamberin , Mekke’deki evinde bir kaç yoksulu toplayıp fikirlerini aşılamaya koyulduğu tarihten bir yüz yıl sonra aynı peygamberin torunları, Loire kıyılarından İndus kıyılarına , Poiters’ten Semerkand’a uzanan bir dünyaya kumanda etmekteydiler.
Bir Arap imparatorluğu kurulmuştu. Ve bu imparatorluğun başında, peygambere en çok karşı çıkmış olan Kureyş kabilesinden Ebu Süfyan’ın ailesi, yani Emeviler vardı. İmparatorluğun en büyük örgütleyicisi de, Ebu Süfyan’ın oğlu Muaviye oldu. Yalnız Ebu Süfyan’ın oğlu değil aynı zamanda Hind’in oğlu. Uhud akşamında peygamberin amcası ve Allahın aslanı Hazreti Hamza’nın bağrını deşerek böbreğini çıkarıp çiğ çiğ yemeğe özenecek kadar İslama kin beslemiş olan Hind’in . Can düşmanlarının şeref şan ve servet kazanması uğruna didinmişti sanki peygamber. Kendisini kovmuş olan Kureyş’e koca bir imparatorluk armağan etmişti. Çoğu devrimlerin sonucu!
Ama fikirlerin de kendi öz hayatları vardır: ve bu hayat, gerçekten devrimcidir. Papirüs üzerine, kağıt üzerine yada Kuran’dan olduğu gibi yassı deve kemikleri üzerine yazılıp da insanların belleğine bir kez yerleşmeye görsün fikirler: kendilerini kullanmış, kanalize etmiş ve kurulu düzen için tehlikeli buldukları yanlarını örtbas etmeye girişmiş Devlet ve Kilise yetkililerinin şaşkın, öfkeli ve aciz bakışları önünde işlerini görmeye devam ederler. Yobaz Palestinlilerin karşısına Tevrat’ın sözleriyle dikilir İsa. Çürüyen cumhuriyetlerde muhalifler dökülür ortaya pıtrak gibi: ve hepsi de, idarecilerin karşısına ellerinde birer İnsan Hakları Bildirgesi’yle çıkarlar. Kendisini susturmak isteyen sarı sosyalist kodamanların önüne Lenin , Marx’ın en ateşli fikirleriyle tutuşan sayfaları serer. Ve Stalin’in baskısı altında bulunan muhalifler, Lenin’in söylevlerini okurlar haykırarak. Ve böylece tarih, hiyerarşilerin zaptetmek isteyip de başaramadıkları kaynayan bir canlı kuvvetler şelalesi halinde akar gider.
Bu İslam için de böyle olmuştur. Allah’ın tartışma götürmez kelamı olan Kuran, gelecekteki kuşaklara, belirli bir tarihsel anda adaletsizliğe ve baskıya karşı isyan duymuş ezik bir adamın mesajını aktarmaktaydı. Bu bulanık metinlerden yer yer , kudret sahiplerine savrulmuş tehditler, insanlar için adalet ve eşitlik çağrıları fışkırmaktaydı. Ve bir gün başka adamlar geldi, bu sözleri alıp birer silah yaptılar. Araplar ilk başlarda dinlerini zorla kabul ettirmeyi denememişlerdir. Tam tersine , İslama intisap etmek isteyenlere kem gözle bakacaklardır. Çünkü Müslüman olmak : vergiden kurtulmak, kazançlar safına sızmak ve böylece de her Müslümanın payına düşen börekten iki kez pay almak demektir. Ama ne var ki, Müslümanlığa girmeyi önlemenin çaresi yoktur. Ve İslama katılanların dalgası git gide büyüyerek sonunda önüne geçilmez bir hal aldı. Persler, Suıriyeliler , Mısırlılar, Gotlar, Grekler ve daha niceleri akın akın Araplara bağlandılar, Arap saydılar kendilerini ve gerçekten Araplaştırdılar. Ama asıl bunların yanı sıra çok daha kalabalık kitleler, Müslüman oluyorlardı.
Ve Araplaşmış olsun olmasın yeni Müslümanlar çok geçmeden Arap hegemonyasını kaldıramaz oldular. Kutsal metinleri, peygamberin ve eski Arabistan’ın tarihini daha iyi öğrendiler. Araplardan, Arap filolojisini ve Müslüman teolojisini kurdular. Bağlı oldukları ulusların kültür hazinesinden yararlanarak, teknikleri ve modelleri birbirine karıştırıp, İslam sanatını, İslam bilimini, İslam uygarlığını yarattılar: Bu kollektif yaratma, eski ilkelliklerinden artık sıyrılmış olan Araplar da katılıyordu. Ama aynı Araplar, fethettikleri insanların kendileriyle eşit varlıklar olduğunu kabul etmek zorunda kalmışlardı. Daha güzeli: Böyle bir eşitliği zorunlu kılan devrimci hareketin zaferi. Arapların bu halklar üzerindeki zaferini sağlayan aynı değerler adına başarıya ulaşıyordu. Bu devrimci hareketin bayrağı Kuran, ve kefili ise bizzat peygamberdir. Ve yüzyıllar boyunca İslamı sarsan nice başka herekette gene aynı kaynaktan güç alacaktı.
Bütün bunların temelinde: şüphesiz her yeni çağın isterleriyle uyumlu olarak yeni yaştan düşünülüp değişikliğe uğratılmış bir biçimde, bir vakitler Muhammed ibn Abdullah’ın zihnini kurcalamış olan fikirler yatmaktadır. Başarılı ve başarısız tüm bu hareketler, haklı yada haksız, doğru yada yanlış tüm bu görüşler, son kertede, evet Kureyşli yoksul bir aileden gelme silik bir kervan güdücüye dayanıyor. Bu adamın katkısını mirasını : ve insanlık tarihinde, bu adam yaşadığı ve anlata geldiğimiz gibi yaşadığı için değişikliğe uğrayan şey’i bir tamam saptamak, değerlendirmek olası mıdır?
Tarihçi, pek doğal olarak, işleri çok daha karmaşık bir biçimde göz önüne alır. ’’Eğer Muhammed doğmamış olsaydı, tarihsel durum onun yerine bir başka Muhammed çıkarıp getirirdi’’ şeklindeki bir marksist formülle , işin içinden sıyrılmaz tarihçi. Hayır: Muhammed doğmamış olsaydı, işler hiç şüphe yok ki çok farklı olurdu. Yalnızca iki büyük imparatorluk ve Arabistan ne hale girerdi konusunda bile sonsuz fikir yürütülebilir. 20 yıl sonra gelen başka bir Muhammed, belki de Bizans imparatorluğunu tamamiyle pekişmiş ve çöl kabilelerinin hücumunu başarıyla savuşturmaya hazır bulacaktı. Belki de Arabistan Hristiyanlığı kabul etmiş olacaktı, kim bilir. Gördük ki durum, can alıcı sorunlara kesin çözümler, apayrı bir şekilde sonuçlanabilirdi. Her zar atışı, rastlantıyı bambaşka bir sonuca sürükler.
Ne olmuş olabileceğini bilmiyoruz. Ama ne olduğunu iyi bilmekteyiz. Ve rahatça söyleyebiliriz ki, Hz.Muhammed’in mirası, hatırı sayılır bir mirastır. Olayların zinciri öyle bir şekilde çözülüp düğümlenmektedir ki, Hz.Muhammed’in en basit, en olağan ve kendi çağdaşları bakımından sonuçtan yana en kısır tercihleri bile, henüz doğmamış milyonlarca erkek ve kadın için dev yankılarla yüklü bulunmaktadır. Öyle ki: bizim için büyük önem taşıyan pek çok şey, günün birinde peygamberin Mekke’deki karanlık bir sokağa sapmayışının izlerini taşıyor. Ve Hz Muhammed, Bedr’de ya da Uhud’da öldürülmüş olsaydı: insanlığın genel teknik evrimi ya da daha üretici ekonomik formlarına doğru ilerleyişi, bu ölümden elle tutulur biçimde etkilenmezdi herhalde, ama buna karşılık, Filipinler’den Batı Avrupa’ya nice nice şeyler tepeden tırnağa farklı olurdu!
Müslümanların saldırısına uğrayanların, bu arada özellikle Hristiyanların gözünde Hz. Muhammed, bir numaralı düşman haline gelmekte gecikmeyecekti. Saralı bir sahtekar, iğrenç bir yaratık gözüyle bakılacaktır kendisine. Müritlerinin peygamber hakkında anlattıkları tahrif edilerek ortaya şehvet düşkünü ve zalim, boğazına kadar cinayete ve fenalığa gömülmüş, tek tük fikirlerini yolunu şaşırmış Hristiyanlardan utanmaksızın çalmış ve saf insanları türlü hokkabazlıklarla kendine çelmiş pis bir adam portresi ortaya sürülecektir.
Karşı tarafta ise, durum tam tersinedir: Peygambere olan bağlılık yüzyıllar geçtikçe biraz daha artmıştır. Milyonlarca Müslümana hayat nedenini sağlayan ideoloji, Allah kelamının son taşıyıcısı olan bu eşsiz insanın yapıtı değil midir? Ve Hz. Muhammed böylece Müslümanlar arasındaki ideolojik birliğin kökeni olmakla kalmayacak, sembolü haline de gelecektir. ’’Güneş nasıl aydan ve deniz nasıl bir damla sudan kat kat daha üstünse, Hz. Muhammed de öteki peygamberlerden öyle üstündür. Bütün geçmiş peygamberler tarafından ortaya konan kolyenin en güzel incisi, yaratılan şiirin en ulaşılmaz mısraıdır O...’’
Hristiyanlık O’nda, kötülük ve şehvet düşkünü baş düşmanını: İslamsa ’’yaratıkların en üstünü’’ nü göre dursun: dine inanmayan bir takım başka adamlar, O’nda kendileri gibi düşünen ve eylenen bir insan bulmaya çalışacaklardır. 18. yüzyılın başlarında Boulainvilliers, akla uygun bir din kurucusu olarak selamlamaktadır Hz. Muhammed’i. Voltaire ise O’nu, hurafelerden yararlanarak halkını zafere eriştiren kinik bir sahtekar şeklinde tanımlamaktadır. Bütün ’’Işıklar Yüzyılı’’ nın gözünde Hz Muhammed, doğa ve akıl dininin peygamberidir. Ve Goethe, Hz. Muhammed’e hasrettiği enfes bir şiirinde, deha sahibi insanın en yetkin örneği olarak gördüğü peygamberi derelerin ve çayların Okyanusuna ulaşması için kendisinden yardım beklediği koca bir ırmağa benzetmektedir . Sovyet bilginleri gerici mi, ilerici mi olduğunu hararetle tartışmakta: öte yandan Arap ülkelerindeki milliyetçiler, sosyalistler ve hatta komünistler, O’nu bir öncü olarak selamlamaktadırlar.
Düşüncesi ve eylemiyle dünyayı sarsmış olan bu güzel insan hakkında, aslında pek az şey biliyoruz. Ama tıpkı İsa konusunda olduğu gibi yarım yamalak öykülerin ve doğruluğu bilinmeyen söylentilerin içinde bile: Hz. Muhammed’in , başka hiç kimsede rastlanmayan bir kişiliğinin ışığıyla parladığını görmek olasıdır. Çevresinde toplanmış sıradan adamlar için çarpıcı olan da işte bu ışıktır. Ve ben de bu yazıda işte bu ışığı görebildiğim kadarıyla saptamaya çalıştım. Basit bir kişilik değildi Hz. Muhammed. Allah’ına karşı korku ve aşkla dolu bir dindardı. Ama aynı zamanda ödün vermez bir siyasetçiydi. Sakin ve sinirli, cesur ve ürkek ve açık yürekliydi. Uğradığı hakaretleri kimi zaman derhal unutur kimi zamanda amansızca kin güderdi. Ve öyle bir kuvvet taşıyordu ki içinde koşulların da yardımıyla bu kuvvet dünyayı altüst etmiş bir avuç insandan bir tanesi haline getirdi onu.
Bu karmaşalık, bu kuvvet ve zaaflar karşısında neden şaşkınlığa düşelim yani? İşin ucunda Kureyş kabilesinden Muhammed İbn Abdullah da, bizim zaaflarımızla zayıf, bizim gücümüzle güçlü bir insandı. Sözün kısası kardeşimizdi.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.