- 355 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
MİLLETİN ÖZÜ, GÖRÜNEN YÜZÜ
Hangi zemininden bakarsanız bakın, devletin şefkatini de öfkesini de hissetmediğiniz yerde bu boşluğun asla ıskalanmadığını görürsünüz. En büyük ve devasa bir organizasyon olarak devlet, neden hayatla bütünleşirken eksik kalır o halde? Acaba şu devlet algımızda ve zihinde onu konuşlandırdığımız yerlerde mi bir sıkıntı var? Bu ve benzeri soruların muhatapları olan nesne ve anlayışları birlikte ele alırken, devlet dediğimiz görünen yanıyla somut ve işleyiş ve etkileriyle de soyut anlamlara ev sahipliği yapan, yapması da gereken bu yapıda bizim, bilzerin rolü nediri de bulmalıyız sanırım.
Her başımız derde düştüğünde sıklıkla yinelenen şu meşhur söylem "Ya devlet başa, ya kuzgun leşe." ifadesi, devlete rağmen bir sosyal hayatın olamayacağını dile getiren, onun kudretini ve işlevlerini vurgulayan ne de güzel bir sözdür. Öyle ya, ortaklaşa benimsenmiş yasalarıyla, kabul görmüş değerleri ve bunları işleten, bu faaliyetlerin takibini ve değerlendirmesini yapabilecek donanımdaki yetkilendirilmiş üyeleriyle devlet, kuşkusuz hayatımızın vazgeçilmez bir ögesi. İyi de bunca içiçelikle hayatın kendisi gibi ve hatta ona dizayn da veren, onun sürmesi için tedbirler alan devlet neden daha dinamik, daha kararlı ve daha etkin şekilde hissettiremez kendini. Bazı durumlarda onun şefkatli yüzünü olmadık yerde ve olabildiğince de abartılarıyla gören, yaşayan ve algılayan, takdir ederken bizler, ne oluyorda tam da orada ağırlığını eksiksiz hissettirmesi gereken kimi yerlerde onu oldukça pasifize edilmiş ve adeta kağıt üzerinde hapsolunmuş yoksunluğuyla sınanıyoruz. O klişe cümleler dökül müyor mu dilden. Devlet nerede, bu işleri kim düzeltecek vb. Bizi aşan her yer ve durumda arkalanmak, kendimizi güvende hissetmek ve yeri geldiğinde de o muhteşem devlet kudretini tüm ihtişamıyla görmek isteriz değil mi? Sosyal devlet olmanın bir gereği de olan bu durum, bazı durumlarda ne yazık ki söylendiği haliyle can bulmayabilir. Bu tür anlarda kendimizi değersiz hisseder, çaresizlik içinde tükenen insanlardan biri oluveririz. Tam her şey bitti, işler artık düzelmez derken, geç de olsa yine devletin tüm unsurları ile oracıkta varlık bulduğunu ve bizler için harekete geçtiğini anlarız. Yeniden motive olur ve hayata daha başka bakmaya, geleceğe dair ümitler beslemeye devam ederiz.
Sağlıktan, spora, eğitimden iletişime, ticaretten hukuka kadar hayatın tüm sahalarında olmazsa olmazımızdır devlet. Kendi elyle yetemediği ve veya hayata dair sunumların kiminde bu işleri özel teşebbüslere devrettiğinde dahi kontrol hep devletin elindedir. Kısacası, bir vatandaş olabilmek, arkasında hayal gücünü aşan bir kudretin hakkaniyetle çalıştığını ve kendimiz için var olduğu gibi, bizlerin inanç ve gayretleriyle de varolmaya devam edeceğini bilmek büyük bir esin kaynağıdır kuşkusuz. Kurallara uyduğumuz ve işimizi, rollerimizi bu büyük yapılanma içinde asgari şartlarda icra edebildiğimiz ölçüde onunla barışığızdır. Bir kurumun kurumsallaşması için en azından çeyrek asra yakın bir mazisinin olması ne denli önemli ve güven verici ise, devletin de sağlam dayanaklara dayanması ve yine o kudretinin özünü varlık nedeni bildiği milletinden sağlaması da aynı derece önemlidir, hayatidir. Hoşa gitmeyen bazı uygulamalarda dillere pelesenk ettiğimiz o “Burası Muz Cumhuriyeti mi?” söylemi, devlet kavramına ve yapısına ne büyük atıflarda bulunduğumuzun da ilginç bir göstergesidir kuşkusuz.
Devlet olarak zikrettiğimiz bu vazgeçilmez, kiminde hükümet sözcüğü ile de karştırılır. Hükümet, siyasal yollarla yönetim erkini elde etmiş bir yapının devleti yöneten kadrosu anlamında olup, devlete göre daha sığ anlamdadır. Devlet köklü, siyasetten çok daha derin ve geleneği ile, günü ile geleceğe dair misyonu ile oldukça hacimli bir yapı iken, hükümet daha kısa ömürlü, daha sığ ve kısa vadeli bir yetki birimidir. Hükümet bir anlamda devletin görünen yüzü ve onu bir süreliğine sevk ve idare edendir de. Ancak, hükümet devlet demek değildir. Bu büyük bir yanılgıdır. Zira, hükümet politiları o günlerin bazı değişimlerine göre şekillenebilir ve ani değişimler gösterebilirken, devletin asırladır vazgeçilmeyen, terk olunamayn kimi değerleri olduğu gibi, asla taviz verilemez kırmızı çizgileri de vardır.
Yukarıda değinmeye çalıştığımız şey, demokratik yapılarla yönetilen milletlerin, devletin gücünü elinde tutan hükümetleriyle ve onun kadrolarıyla sevk ve idare olunuşudur ki, bu yönetim erki insanları her yönden mutlu etmeyebilir. Bu durumda yasalara göre geçmesi gereken süreden itibaren yeniden halkın iradesine dönülerek, ya mevcut hükümetin devamına, ya da feshine karar alınabilir. Tam da bu nokta, devlet algımızın olumlu veya olumsuz değişimine yol açabildiği gibi, memnuniyetlerin çokluğu durumunda da büyük bir desteğe de evrilebilir. Hükümetlerin nereden itibaren keyfiyeti ortaya koyabilecekleri ve nereye kadar da kemiyeti muhafaza edecekleri yine yasal zeminde belli ve açık şekilde belirlenmiştir.
Kendisine karşı vatandaşlık bağı ile ta doğumdan itibaren bağlılığımız bulunan, yine kendi içerisindeki eğitim kurumları ile yine kendini anlatmaya çalışan ve nihayetinde de devletin devamlılığını sağlayabilecek donanımda insanları eğitmeyi öngören devlet, nerelerde hata yapıyor ki, işler o hayallerimizdeki hayatla bir türlü örtüşemiyor? Okullar çatısı altında bize çalışmayı, planlı olmayı, çok yönlü olmayı, kendimize hedefler koymamızı ve her yönden tam bir gelişim sağlamamızı dikte eden anlayışı, yetişkinler olarak onun içerisinde farklı roller alırken bazı çelişkileri yaşıyor olmamızın bir açıklaması var mı acaba? Bir hastanede hasta rolünde hizmet talebimiz en ideal şartlarda cari olurken, bir başkasında bizi o kuruma bu rolle gitmiş olmamıza pişmen ettiren de nedir? Aynı biz, bir tatil yolculuğu esnasında yolculuğun farklı kilometrelerinde yeterince şahsiyet kazanamamış insanların ellerinde adeta egolarını tatmin ettikleri asfalt üzerindeki terörlerinin mağduru olabilme riskini yaşarken, bu durumu en normali ile ilgili birimlere bildirmemize karşın, neden gereken uyarılar, müeyyideler hayata geçmiyor. Bu suistimaller zinciri hayatın çoklu zeminlerinde biriktiği anda içten içe bir devlete küsme, devlete olan güvenin zedelenmesi gibi tehlikeli durumlar ortaya çıkıyor?
Yukarıda değinilen bir yönüyle devlet bir çatının tümü olduğu gibi, temsil ehliyetini elinde bulunduran bir kişi de olabilir. Bu yetkilerle donatılmış insanların kendilerine verilen yetki kudretini yeterince anlayamamaları veya o zeminlerin gerektirdiği duruşun ve rollerin kendilerine ağır gelmesi, elbette büyük sorunları da beraberinde getiriyor olmalı. İlçe yönetim erkini elinde bulunduran ve bunun eğitimini almış, stajını da yapmış bir kaymakam, göstereceği mesleği duruşla, o ilçe çalışanlarına, ahalisine, esnafına velhasılı halkına çok daha fonksiyonel ve şefkatli bir devlet anlayışı de sunabilir ya da insanları mesleği hazdan uzaklaştırarak, tüketerek azap dolu bir hayatın öznesi de olabilir. Şimdiye değin ve görevim gereği birlikte çokça masa başında toplantılar halinde olduğumuz, kiminde halı sahalarda da top koşturduğumuz kaymakamlarımızla farklı deneyimlerimiz oldu elbette. İsmini asla unutmayacağım ve şahsi maneviyatına saygıyla muamele edeceklerim de oldu içlerinde, bunun aksi his ve düşünceleri beslediklerimiz de. Oysa her biri aynı işler için yetkinleştirilmiş, yetkilendirilmişlerdi. Farkları neydi o halde?
Devletin resmi veya özel herhangi bir müessesindeki işlemlerinizden sonra oradan ayrılışta yüzünüzde tebessümle gezmeniz de mümkün; yüzünüz ekşimiş, gururunuz kırılmış olarak çıkmanız da. Devletin verdiği her yetkilendirmede aranan kıstasa bir gözart isek, buradaki sorunu daha iyi yakalayabiliriz sanırım. Özetle konu keyfiyet mi, kemiyetmi konusuna dayanıyor. Elbette devlet camiasında işlerin yürümesi, kemiyete göre olmalıdır. İşi o makamın verdiği keyfiyetle yapmaya kalktığımızda farklı ve istenmeyen bir devletin yüzünü sergilemiş oluyoruz. Oysa, kişilerin her kim ve hangi makam olurlarsa olsunlar yetki ve sorumluluklarını kullanırken keyfiyet gibi bir lüksleri olamaz, olmamalı da. Burada bir keyfiyet ille de olacaksa, kimseyi küstürmeden, kimseyi ayırt etmeden ve herkesin yararına olabilecek tercihlerle bazı nüanslar ortaya konulabilir.
Herkesi kucaklamadıkça, herkeste o beklenen ; adalet, eşitlik, özgürlük, güven gibi olmazsa olmaz duygu ve düşünce ortaklığını sağlayamadıkça, devletin kudretinin de artması ve veya bu kudretin hayatı daha nitelikli bir yere konuşlandırması elbette beklenemez. Devlet ondan yararlanan ve varlığını yine kendisinden aldığı milletine karşı asli olarak sorumludur. Zira, millete rağmen bir devlet anlayışı son derece sakattır. Milletin bütün unsurlarını kucaklayan, onu oluşturan bireylerinin bütün taleplerine elden geldiğince seçenekleriyle karşılık bulan, insanların her yönden gelişimlerinde aracı olmayı, onlara doğru seçenek ve zeminleri sağlamayı başarırken, onlar arasındaki bağların da kuvvetlenmesi yönündeki fonksiyonlarını ihmal etmeyen bir devlet, geleceğe de güvenle yol alabilecektir.
"İnsanı yaşat ki devlet yaşasın." anlayışı ile olması gereken devlet duruşunu en güzel şekilde ifade eden Şeyh Edebali, insana rağmen devletin olamayacağını da anlatmak istemiştir. Aidiyet duygumuzun yoğunca yaşandığı bir devlet, herbirimizden aldığı ilhamla daha da güçlü bir devlet demektir. İnsanlarını türlü şekilde yoksulluğa, gelecek kaygısına, haksızlıklara ve güvensizliklere iten bir devlet ise, yarını için o büyük yıkılışa gün sayan devlet demektir. Her birimizin onu nasıl anladığı ve okuduğu, yorumladığı ne de önemli değil mi? Hal böyleyken, yerinde kurumsal ve yerinde de bireysel temsillerle öne çıkan devlet yapılanmasının doğru kişilerin ellerinde, liyakatle, uzmanlığa ve tecrübeye saygıyı öne çıkaran, yetenekleri vazgeçilmez unsur olarak gören duruşu, bizi de bizden sonraki kuşağı da daha aydın yarınlara götürecektir. Kaosların yaşandığı ve çoğu kurumunun makamlarını doldurmaktan aciz insanların eline bırakıldığı, işlerin ağır aksan ve türlü büroksasilerle kısır döngüye evrildiği bir devlet ne kendisine o beklenen saygıyı görür ne de varlık nedeni olduğu milletine karşı görevini yapmış olur.
Devletin yönetim erkinin ne olduğundan ziyade, onun hayata nasıl dokunduğunun, bireyi nasıl algıladığının daha önemli olduğunu anlayabildiğimiz şu noktada, devletteki ciddiyetin ortak bir konsensüsten beslenmesi gerektiğini, vatandaşın çekingelerinin genel anlamda devletin de çekingeleri ve yine vatandaşın hedeflerinin devletin de hedefleri olması gerektiğini anlarız sanırım. Bu bir manada ülkü birliği de demektir. Aynı ülkülere sahip bireyler güçlü bir milleti, bu ülkülere saygıyla eğilen bir devlet ise, geleceğe varoluşu besler doğal olarak.
Türlü zorluklarla yüzleştiğimiz hayatın içinde aç, susuz kalırız da devletsiz olamayız. Çünkü o bizim en mühim, en güvenilen, yarınlara açılan kapımız ve en büyük aidiyet duygusunda ortaklaştığımızdır. Farklı görüşler, hedefler olsa da ortak devlet anlayışı vazgeçilmezdir. Bir vatandaş olarak her ne zeminde ve her ne statüde olursak olalım, devletin bir yüzü de biziz aslında. Hal böyleyken, onu en olması gereken yanları ve fonksiyonuyla harekete geçirmek, gereken yerde o hayati hassasiyetleri doğru okumak ve toplumsal yaşamın sekteye uğramaması veya en azından çok az hasarla bazı sorunların hallinde ona en ideal duruşu katmak anlamında her birimiz sorumluyuz. Devletin bazı uygulamalarından şikayet etme lüksü genel mahiyette bir hak ise de sözü edilen sorunların nasıl çözülebileceğini de dile getirmek daha önemli bir söylem ve haktır kanaatindeyim. Zira, sorunların sıfırlandığı bir hayat olamayacağına göre, onlarla doğru açıdan yüzleşen ve devletin sunduğu o enstürmanları yine devlet aklıyla doğru şekilde işe koşmak da her birimizin yararına olacaktır.
Çalıştığımız kuruma dair bazı haklı eleştirilerin olması, bizim işlerimizle ilgili farklı hassasiyetlerin gözetilmesi talebi olarak anlaşılmalıdır. Ciddi manada bir ihanet veya suiistimal olmadıkça, eleştirilere açık bir duruş, esneklik ve çözümden yana tavır, devletin işleyişindeki heyecanı artırdığı gibi bunun olumlu yansımalarını da ondan beslenen tüm bireyler fayda sağlama ve güven besleme bakımından derinden hisseder, yaşarlar. Milletiyle barışık, onun hassasiyetlerini doğru algılayan, onun olmazsa olmazlarında daima yanında duran ve her anlamda hoşgörü ve verdiği güvenle takdir edilen bir devlet yapısı elbette güçlü, kalıcı da olacaktır. Farklılıkların kaynaşıp bir vücut olduğu, farklılıkların zenginliğe büründüğü devlet anlayışı hep arzu edilen değil midir? Devletin sağlıklı yaşayış ve işleyişinde ille de hep o birilerinin üzerine yüklenmek yerine, kendimizden başlayarak yapıcı bir tutumla, samimiyetle bu yükün bize düşen kısmını taşımak azmimiz yani işini en iyi yapan olmamız her şey için gereklidir ve yeterlidir de. “Vatanını en çok seven, işini en iyi yapandır.” Anlayışı ne de güzel özetliyor bu durumu.
Geleceğe dair bazı güzel temennilerimiz varsa hepimiz adına, bu anlayışı yeşertecek ve sağlam kaynaklardan da beslenmiş asil bir ruhun hayat bulması için gayret edilmelidir. Tarihinden aldığı güçleTürk devlet anlayışı ve aklının, yüksek devlet ön görüsünün yeni nesillerce de benimsenebilmesi ve yaşatılmasında sorumluluk asla bitmeyecektir. Bizden sonra onu temsil rollerini yüklenecek olanlara, o makam ve zeminlerin ne anlama geldiğini, oradan neler beklenildiğini anlatabilmemiz oranında, devletin tüm mekanizmaları da o sağlıklı işleyişi, fonksiyonu kazacaktır elbette. Orada keyfiyetle iş yapılamayacağını, makamların, rollerin gerektirdiği sorumlulukların öncelikli olduğunu ve saygınlık atfedilen şeylerin özünde de yetkilerin nasıl kullanıldığının, nasıl okunduğunun belirleyici olabildiğini anlatmamız gerekmez mi? "Benim oğlum kaymakam oldu ve kapısını açanlar var" söylemi görünüşte masum gibi ise de bu tr pofpoflarla o makamlara gelenlerin ne büyük toplumsal yaralar açabildiklerini sıklıkla gördük sanırım. En azından ben defaatle gördüm bu karın ağrılı manzaraları. "Maşallah rehber öğretmen (psikolojik danışman) olmuşsun. Artık yatarsın, maaşını alırsın" gibilerden söylemlerin de bundan farkı yok değil mi? O makamlar, mesleki ehliyetler babamızın tarlası gibi kullanalım diye mi verilmiştir bizlere? Tersine, "İnsanlara doğru yaklaşımlarda bulunursan; daha öz güvenli, kendi olabilen, kendiyle barışık, eleştirilere göğüs gerebilen ve yapıcı, hayata değer katan bireylerin yetişmesinde senin katkın çok önemli" mi demeli yoksa? Bu telkin ve beklentilerin, devletin hayata dair farklı sunumlarında alacağı şekli belirlemesinde duyarlı olunmasını gerektirdiği su götürmez bir gerçek.
Güler yüzle hastalarını karşılayan bir doktor, tebessümüyle ticaretini yapmaya çalışan ve müşteri memnuniyetini öncelikleyen bir esnaf, dışarıda yaşadığı sıkıntıları sınıfa, okula taşımayan bir eğitimci, meseleleri oldukça masalsı anlatarak insanların algılarını yöneten değil, doğruları en naif şekilde dillendiren bir politikacı, kısacası şeffaf, esnek, hesap verilebilir hizmet anlayışlarıyla hayatı solumak hepimize daha iyi gelmez mi? Kağıt üzerinde bu ve dahasının yazılı olduğu etik unsurların bütün ağırlığıyla şu devlet mekanizmasının özünde yer almasını temenni ediyoruz. Her birimizin güler yüzle muamele görmeye hakkı olduğu gibi, başkalarına sunulan hizmetim sorumlusu olarak da güler yüzle muamele etme sorumluluğumuz var. Ne demiştik, “Ya devlet başa, ya kuzgun leşe.” Bu saygınlığın ediniminde, bu kudretin doğru şekilde yürümesinde, görmesinde, bakmasında alınabilen sorumluluklar, yarınlar için de güven veren duruşlardır. Yaşarsa millet, var olacaktır devlet!
Oğuzhan KÜLTE
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.