- 376 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Kıbrıs Türk Öykücülüğu Üzerine
KKTC Lefkara EDEBİYAT Şöleni YENİ İskele Söyleşisi
08 MAYIS 2023
Saygıdeğer meslektaşlarım, sevgili öğrenciler, öncelikle Lefkara Edebiyat Şöleninde bizleri yalnız bırakmadığınız için hepinize teşekkür ediyorum. Sizlerle olmak benim için büyük bir mutluluk.
Dilerseniz önce kendimi tanıtarak başlayayım.
1964 yılında Kadirli’de doğdum. 1976 yılında ailem ile birlikte Kıbrıs’a göçmen olarak geldim.
1983 yılında Mağusa Namık Kemal Lisesi’nden mezun oldum.
1984 yılında Erzurum Atatürk Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’ne girdim. 1988 yılında mezun oldum.
1990 yılında öğretmenliğe başladım. Çeşitli okullarda Türk Dili Ve Edebiyatı öğretmenliği yaptım.
“Güzel Bir Dünya” , “Mesela Başka” ve “Gecenin Karanlığında Üşümek” adlı üç öykü kitabım yayınlandı. Bunun yanında “Baba-Oğul”, “Folklorcunun Bir Günü” “Sevgili Amcam”, “Ormanda”, “Acil Servis Mağusa” “Emanet”, “Sevgisiz Sevgi” adlı tiyatro eserlerim vardır. Bunlardan “Folklorcunun Bir Günü” Kıbrıs Türk Devlet Tiyatroları tarafından, “Sevgili Amcam” adlı oyunum da Türksoy tarafından Türk Dünyası 20. Yılı dolayısıyla hazırlanan Almanak adlı kitapta yayınlandı..
2006 Nisan-Mayıs aylarında Kıbrıs Edebiyatçılar Birliği ve Kıbatek Vakfı tarafından Ortaklaşa Düzenlenen Mapolar Öykü Yarışmasında “Emanet” adlı öyküm ile üçüncülük ödülü aldım.
“Son Dua” adlı öyküm de TMT’nin 50. Kuruluş yıldönümü nedeniyle düzenlenen öykü yarışmasında ikincilik ödülü aldı.
2009 temmuz ayında Turizm Çevre ve Kültür Bakanlığı Kıbrıs Türk Devlet Tiyatroları Genel Müdürlüğüne atandım. Bu görevi 6 sene yaptıktan sonra müşavirliğe geçtim.
2011 yılında Kıbrıs Türk Devlet Tiyatroları’nda yönettiğim “Karanlık İşler” adlı oyun ile İstanbul Direklerarası Seyircileri Derneği tarafından En İyi Yönetmen ödülünü aldım.
Çeşitli dergi ve gazetelerde yazılarım, şiirlerim ve öyküleri yayınlandı. Çeşitli gazetelerde köşeyazarlığı yaptım.
Gezi yazılarım, şiirlerim, film senaryolarım var. Fırsat buldukça yazmaya devam ediyorum.
Halen Müşavir olarak görevimi sürdürüyorum...
Şimdi asıl konumuza dönmek istiyorum. Bu gün size Edebiyat, edebiyatta öykü ve Kıbrıs Türk öykücülüğü hakkında düşüncelerimi anlatmak istiyorum.
Edebiyat, dili en güzel şekliyle kullanarak, duygu ve düşüncelerimizi etkili olarak anlatma sanatıdır.
İnsan, düşünen, konuşan bir varlıktır. Diğer canlılardan ayrılan en önemli farkı budur. İnsanın düşünce alanı sınırsızdır. Bu düşüncelere hiç kimse gem vuramaz. İçindeki bu düşünceler, duygular, bir çalkantı halindedir. Dışarı fışkırmak için can atarlar. Tıpkı, deniz sularının, kıyıları dövmesi gibi. Adeta özgürlüklerine kavuşabilmek için çıldırırlar.
İşte bu fışkırmalar sayesinde duygular, düşünceler, en ince, en nazik bir biçimde kaleme dökülürler. Kendi dilinin kurallarını çok iyi bilen bir edebiyatçı da düşünce ve duygularını hamur gibi yoğurarak onlara can verir. Edebiyatçının üslubuyla, tren vagonları gibi arka arkaya gelen kelime ve cümleler sayesinde bu fikirler, hayat bulurlar. Okuyucuya büyük zevk verirler. Bunlar, sonra edebiyat ürünleri olarak karşımıza çıkarlar. Biz bunlara, şiir, roman, öykü, masal, tiyatro gibi isimler veriyoruz.
Bu türlerin hepsi de kendi içinde apayrı bir değer taşır. Hepsinin de ortak amacı, okuyucuya zevk vermek, okuru eğlendirmek ve bunun yanı sıra ona bilgi vermektir. Bu özellikleri taşıyan eserler ölümsüzdür. Yüzyıllar sonra bile aynı zevk ve heyecanla okunurlar. Bunlar edebi eser adını alırlar.
Bu edebi eserler, hep bizi, insanı anlatır. İnsanın günlük yaşamı zaten başlı başına bir macera değil midir?
Geçim kavgası, insanın çilesi, çekilen sıkıntılar, yapılan haksızlıklar, düşkün insanlar, kötü yola düşmeler, içki, kumar, eroin, esrar, ölüm, açlık, kavgalar, yanlış evlenmeler, köy hayatı, köyden, büyük şehre göç ve bunun verdiği sıkıntılar, evden kaçmalar, daha neler, neler…
Yaşama mücadelesi veren insanın her anı büyük bir olaydır. Attığı her adım, yaptığı her iş sayfalarca kitap tutacak bir öyküdür, bir romandır. Her insanın muhakkak bir hayat hikâyesi vardır. Bu hikâyelerden geniş ölçüde fayda sağlayabilir insan. İnsanın yaşadığı her olayda mutlaka çıkarılacak, alınacak bir ders vardır. Önemli olan yanlışı yerinde tespit edebilme ve onu anında telafi edebilmedir. Böylece insan, aynı hataya bir daha düşmediği gibi uyarıcılık görevini de üstlenmiş olacaktır.
O halde “ÖYKÜ Nedir?” sorusuna cevap arayalım:
Yaşanmış ya da yaşanabilen olayları, belli bir süre ve yer içinde, kahramanlarını da belirterek anlatan kısa yazılara öykü denir.
Öykünün amacı, toplumdaki olayları okuyucuya aktarmak ve kişilerin sorunlarını dile getirmektir.
Küçük öykü türünün yaratıcısı olarak Rönesans Dönemi’nin en önemli sanatçılarından biri kabul edilen Boccacio sayılır.
Veba salgınından kaçan on kişi bir villaya sığınır. Bunlar, tüm dünya ile irtibatlarını keserler. Tam 10 gün burada kalırlar. Vakit geçirebilmek için de her biri onar tane öykü anlatacaktır.
İşte bu on kişinin on günde anlattığı toplam yüz öykü “Dekameron” adlı kitapta toplanır. “Deka” Yunancada on anlamına gelmektedir. “Emara” da gün demektir. Böylece kitabın adı “10 Gün” anlamına gelecektir. Eserdeki on kişinin, on gün boyunca anlattığı öykülerin toplamı yüz olacaktır. Yazar Boccacio, bu yüz öykü ile günümüz öykücülüğünün temelini de başlatmış olur böylece.)
Ahmet Kabaklı, öyküyü anlatırken “ömrün bütününden kopmuş bir yaşama kesitidir, hayatın küçük bir kısmıdır” der.
Nedir insan hayatı? Uzun bir çizgi değil midir? Upuzun bir ömür. Upuzun bir hayat. Upuzun bir yol…
Bu yolda nelerle karşılaşmaz ki insan? Ağlama, gülme, sevinme, üzülme, felaketler, yıkılmalar, düşmeler, kalkmalar, aşklar, sevgiler, ayrılıklar, daha neler neler… Her günü, her anı ayrı bir macera, ayrı bir heyecan, ayrı bir çile değil midir insanın?
İşte bu çileleri ayrı ayrı dile getirmek, kaleme almak ciltlerce eserlerin meydana gelmesini sağlayacaktır.
Öykü de bu iş için biçilmiş kaftandır. En uygun türdür. Öykünün kısa olması, ilgi çekici olması, sürükleyici olması, gereksiz anlatımların, abartıların bulunmaması bu türün sevilmesine ve çabucak benimsenmesine yol açmıştır. Bu anlamda da öykü türü çok sevilmiş ve edebiyat alanında ön safhalara geçmiştir diyebiliriz.
Türk Edebiyatı’nda ise öykü daha yeni sayılır. Sanatçılarımız, öykü ile Tanzimat Dönemi’nde tanışırlar. İlk öykü kitabımız, Emin Nihat’ın 12 parçadan oluşan “Müsameretnamesi”dir. Bu eser, uzun kış gecelerinde, eşin dostun anlattığı öyküler şeklinde düzenlenmiştir.
Kısa zamanda öykücülerimiz tekniklerini geliştirerek, Batı seviyesine ulaşmayı başarmışlardır bu alanda. Yazarlarımız, arka arkaya eserlerine hayat vermişlerdir.
Önceleri Türk edebiyatında öykü yerine anlatılan Mesnevi türünde kaleme alınan eserler bulunmaktaydı. Leyla İle Mecnun gibi, Yusuf İle Züleyha gibi, Tahir ile Zühre gibi, Kerem İle aslı gibi, Arzu İle Kamber gibi halk hikayelerimiz öykü yerine anlatılmaktaydı. Ve bu hikayeler halk arasında çok sevilmekteydi.
Kısa süre içinde Türk okuyucusu öykü ve romanı çok sevmiş ve onu benimsemiştir. Yazarlarımız ilk denemelerini verdikten sonra bu alanda da kısa sürede başarıya ulaşmışlardır.
1571 yılından beri Kıbrıs’ı vatan eden Türkler, buraya yerleşmiş, burada kökleşmiş ve yüzyıllar içinde kendi duygu ve düşüncelerini kaleme dökerek edebiyatın her alanında eserler vermeye başlamışlardır. O günden bu güne de meydana getirdikleri eserlerle Kıbrıs Türk Edebiyatını oluşturmuşlardır.
Türkler arasında oldukça eski bir geçmişe sahip olan öykü türü Kıbrıslı Türkler arasında da benimsenmiş ve çok sevilmiştir. Şüphesiz bu süre içinde edebiyatın her dalındaki ürünler halkımız tarafından okunmuş ve taktirle karşılanmıştır.
Türkiye’de başlayan yenileşme hareketleri Kıbrıs’ta da benimsenmiş ve takip edilmiştir. Zaten Türkiye’de meydana gelen edebiyat türlerinin Kıbrıs’ta olmaması düşünülemezdi. Çünkü Kıbrıs Türkü daha o zamanlar Türk Edebiyatını kendilerine rehber edinmişti. Türk edebiyatının Kıbrıs’ta takip edilmesi bilinen bir gerçektir. Özellikle İstanbul edebiyat çevresi takip edilmiş ve bütün türlerde örnekler verilmiştir.
Araştırmacı yazar Ali Nesim’in “Kıbrıs Türk Edebiyatında Sosyal Konular” adlı eserinde öykücülerimizin, daha 1930’lu yıllarda çeşitli karakterler ve olaylarla toplum sorunlarına değindikleri belirtiliyor. Bu tarihten günümüze kadar çok değerli eserlerin kaleme alındığı söyleniyor. Nesim, yazarlarımızın en büyük kaynağı olarak “halk”ı gösteriyor.
Öykücülük de Kıbrıs Türkleri arasında 1890’larda kendini gösterdi. Osmanlı Türk edebiyatı örnek alınarak öykü ve roman alanında örnekler verilmeye başlanmıştır. İlk örnek olarak 1897 tarihli Ahmet Tevfik Efendi’nin yazdığı “Bir Manzara-i Dilguşa” adlı öykü bilinmektedir. Akbaba adlı bir dergide yayınlanan bu öyküden daha önce bir kitaba rastlanmadığı için Kıbrıs Türk öykücülüğünün başlangıcı olarak 1897 kabul edilir.
Bu eserin ardından Kıbrıs’ta ilk öykü kitabı olarak 1908 de yayınlanan Ahmet Nuri Müdürzadenin “Gülünçlü İbret-amiz Hikayeler” adlı eseri olmuştur. Geceleri hoş vakit geçirmek amacıyla okunan bu eser içerik olarak hayvan masallarını ele alıyordu. Rumcadan tercüme edilmesi batı kökenli olduğunu göstermektedir.
Kıbrıs Türk öyküleri arasında 1912-1913 Balkan Savaşının Osmanlı Türklerinde açtığı yaralara ve Türklerin uğradığı zulümlere karşı, İngiliz baskısı ve yönetimi altında olsa bile tepki gösteren yazarlarımız vardır. 1. Ve 2. Dünya savaşlarının Kıbrıs’ta yarattığı ekonomik sıkıntılar, savaş hali, psikolojisi edebiyatın gelişmesine darbe vurmuştur. O dönemde yayınlanan “İrşad”, “Davul” ve benzeri dergilerde yayınlanan öyküler, Kıbrıs Türk Edebiyatının ilk örnekleri sayılmaktadır.
1908 yılından 1939 yılına kadar Hikmet Afif Mapolar’ın “Son Çıldırış” adlı uzun hikâyesini yayınlamasına kadar başka öykü kitaplarına rastlamıyoruz. Ancak çeşitli gazete ve dergilerde çıkan pek çok öykü ile karşılaşıyoruz.
Mapoların, öykü ve efsanelere olan ilgisi çocukluktan çıkıp gençlik dönemlerine girdiği dönemlerde başlar. Dinlediği efsane ve öyküleri kendi hayal gücüyle yoğurup yazıya döker.
Hikmet Afif Mapoların kitap haline getirdiği iki öykü kitabı vardır. Bunun dışında efsaneleri ölümünden 8 yıl sonra 1997 de Harid Fedai Tarafından Kıbrıs Efsaneleri adıyla basılmıştır.
Hikmet Afif Mapolarla aynı devrede öykü yazan sanatçılarımızdan biri de İsmail Karagözlü’dür. O, “İsmail Edip Anlar” takma ismini kullanmıştır. “Saadet Yolcuları”, “Yarın Asılacağım”, “Sarı Mektuplar” adlı öyküleri bulunmaktadır.
Başlangıçtan bu yana öykü alanında yüzlerce yazarımız bulunmaktadır. Bu alanda adından söz edebileceğimiz başlıca yazarlarımızı şöyle sıralayabiliriz: Esat Faik Muhtaroğlu, Argun Fadıl Korkut, Samet Mart, Arif Feridun, numan Ali Levent, Bener Hakkı Hakeri, Mehmet Kansu, İsmail Bozkurt, Ali Nesim, Mustafa Gökçeoğlu, Osman Güvenir, Hakan Yozcu, Bekir Kara, Özden Selenge, Sabahattin İsmail, Ulus Irkad, Orkun Bozkurt, Bedia Balses, Dervişe Güneyyeli Kutlu...
İsmini hatırlayamayıp sözünü edemediğim diğer yazarlarımızdan özür diliyorum.
Öykünün insan yaşamında ayrı bir yeri vardır. Öyküler insanı hayal dünyasında dolaştırır, insanın zihninin gelişmesini sağlar. İnsana hayatı öğretirken, çeşitli dersler de verir. İnsan, aldığı bu ders neticesinde geleceğine yön verir.
Şu ana kadar 3 öykü kitabı yayınladım. Öykülerimi önceleri kafamda düşünce olarak tasarladım. Beynimde defalarca kurguladıktan sonra kaleme döktüm. İlk öykü kitabım “Güzel Bir Dünya” adıyla yayınlandı.
Her insanın güzel bir dünyada yaşamak, güzel ve temiz bir çevrede yaşamak, hatasız, kusursuz, yalansız bir dünyada yaşamak tek hayali, tek düşüncesi değil midir? Hangimiz böyle bir dünyada yaşamak istemeyiz. O nedenle ilk kitabıma “Güzel Bir Dünya” adını verdim. Günlük konuları, yaşadıklarımı, gördüklerimi anlattım.
Durmadım. Bıkmadan usanmadan yazmaya devam ettim. Her gün yazdım. Aralıksız yazdım. Öyle ki yazmak artık bir tutku haline geldi. Yazmadığım günler kendimde bir eksiklik meydana getiriyordu.
Uzun bir çalışma sonucu ortaya çıkan ikinci kitabıma “Mesele Başka” adını verdim. Kitaptaki öykülerimden birine isim olan bu başlığı, kitaba da isim olarak vermeyi uygun buldum. Çünkü herkesin değişik bir problemi, başka bir meselesi var. Bu meseleleri sanat iddiasında olmadan anlatmaya çalıştım. Öykülerin, güzel, doğru ve topluma faydalı olması için uğraştım. Okuyucunun ondan ders çıkararak, yaptığı yanlışları görmesini, düşünmesini ve düzeltmesini istedim. Dil olarak, günlük dilin özelliklerine dikkat ettim. Herkesin anlayabileceği sade bir dil kullanmaya özen gösterdim.
Her şeyden önemlisi tarafsız olmaya, gördüklerimi, yaşadıklarımı güdümsüz olarak anlatmaya çalıştım.
Yazdığım öyküleri zaman zaman tekrar gözden geçirerek düzeltmeler yaptım. Her defasında mutlaka düzeltilecek bir kusur buldum. Böylece en doğruyu, en güzeli bulmaya yöneldim.
Kitabımı hazırlarken insanın başından geçebilecek olayları, eleştirici bir gözle anlatmaya çalıştım.
Öykü türünü neden seçtim?
Sıkışık bir yapıda yazılan öykülerin daha yoğun bir etkisi olmaktadır. Üstelik öykülerin okunmasına ayrılan zaman, daha azdır. Böylece okuma alışkanlığının pek olmadığı toplumumuzda okuma alışkanlığının artacağına da inanıyorum.
Çevremde tanıdığım insanların hayatlarını kaynak olarak aldım. Bunların başından geçen bazı olayları gözlemci bir edayla anlatmaya çalıştım. Güzel Türkçemizi çok sevdiğim için elimden geldiği kadar sade bir dil kullanmaya özen gösterdim. Herkesin anlayabileceği, kimsenin sıkılmayacağı, günümüzde yaygın kullanılan kelimeleri seçmeye dikkat ettim.
Bana hep “Yazmaya ve üretmeye nasıl başladınız? Öykülerinizde ne anlatırsınız?” diye soruyorlar. Onlara şu cevabı veriyorum:
Aslında lise ve üniversite yıllarında küçük küçük karalamalarım oluyordu. Ama öyle çok iddialı değildim. Üniversiteden rahmetli hocam, Prof. Dr Muhan Bali kompozisyon derslerinde yazılarımı beğenmiş ve beni odasına çağırmıştı. “Yazıların akıcı. Kendine has bir üslup yakalarsan ilerde iyi bir yazar olursun. Yazmaya devam et. Ne olursa olsun bırakma” demişti. Onun bu sözleri benim için rehber oldu. O gündür bu gündür yazmaya çalıştım. Yazıyorum…
İnsanın günlük hayatı yazı yazmaya büyük bir kaynaktır. Ben, yazmak için hiç zorlanmadım. Aslında yazmak çok kolay bir iş değil. Hele köşe yazarları için bu daha da zor. Çünkü her gün yeni konular, değişik malzemeler bulmak zorundasınız. Her konuya eğilmek zorundasınız. Her gün aynı şeyleri yazarsanız okuyucuyu bıktırırsınız. Tekdüzelikten kurtulamazsınız. Bu nedenle her konuda bilgi sahibi olmak ve her konuda bir şeyler yazmak zorundasınız. Bu da okuyucunun hoşuna gider.
Okuyucunun sizi bilgili görmesi onu etkiler. Değişik konuları ele almanız ona heyecan ve zevk verir. Her gün sizi büyük bir heyecanla bekler. “Acaba bu gün ne yazdı? Hangi konuya eğildi?” diye merak eder. Başka arkadaşlarıyla yazınızı tartışır. Bu da okuyucu sayınızı artırır.
Ben, yazıya öykü ile başladım. İnsan, düşünen bir varlıktır. Diğer canlılardan ayrılan en önemli yanı budur. İnsanın düşünce alanı, ufku geniştir. Sınırsızdır. İçindeki duygular, bir çalkantı halindedir. Bunlar bir şekilde dışa akseder. Çünkü içerde duramaz. Dışarı çıkmak için can atarlar. Tıpkı denizin dalgalarla kıyıları dövmesi gibi. Özgürlüklerine kavuşabilmek için adeta çıldırırlar.
Edebi eserlerin ortak amacı okuyucuya zevk vermek, onu eğlendirmek ve ona bilgi vermektir. Yazar, kendi dilini ustalıkla kullanarak duygu ve düşüncelerine hayat verir. Etrafındaki olaylar onun için bir kaynaktır.
Yazmak için öncelikle bir birikimin olması gerekir. Gerekli birikim olmazsa başarı olmaz. Yazarın bu birikimi önceden elde etmesi gerekir. Bana göre birikim üç şekilde elde edilir. Okuyarak, dinleyerek ve görerek.
Bu üç özelliği başaran ve dilini de kusursuz kullanan bir yazarın başarılı olmaması için hiçbir neden yoktur.
Ben, öykülerimde genellikle çevremdeki kişilerden etkilenerek yazdım. Gördüklerim, dinlediklerim ve okuduklarım bende bir birikim yaptı. Olayları zincir halkaları gibi düzenli bir şekilde arka arkaya getirerek bu işi başarmaya çalıştım.
Farkındaysanız birikimin üzerinde çok duruyorum. Birikim olmazsa olmaz. Hani elinize boş bir bardak alırsınız. İçi boştur. Size bir şey vermez. Fakat içine su doldurursunuz damla damla. Biraz sonra bardağın içinde su birikir. Son damla da düşünce bardaktan su dışarı taşar. İşte yazmak da buna benzer.
Etrafımızdaki olaylar benim için bitmez tükenmez bir kaynaktır. İnsanlara bakmak yeterli oluyor. Çünkü her insanın bir macerası var. Her insanın bir hikâyesi var. Onları dinlemek, onları anlamak ve görmek yetiyor. Geriye sadece dili kullanmak kalıyor. Dilinizi de ustalıkla kullanıyorsanız iyi bir öykücü olabilirsiniz.
Ben neden öyküyü seçtim?
Sıkışık bir yapısı olan öyküler daha etkili oluyor. Bunların okunmasına ayrılan zaman da daha az oluyor. Bir romanı elinize aldığınızda günlerce sürebiliyor. Okuyucu bundan korkabilir. Zaten toplum olarak okumayı nedense pek sevmiyoruz. Bu doğru değil. Okumak gerekiyor. Ne olursa olsun okumadan vazgeçmemek gerekir.
Öykülerin okunması daha az zaman almaktadır. Okuyucu okumaktan bıktığı zaman veya yorulduğu zaman, bir-iki öykü sonra bırakabiliyor. Parça bölünmemiş oluyor. Üstelik böyle kısa kısa okumalar her gün yapılırsa bunun insana okuma alışkanlığı kazandıracağına da inanıyorum.
Ben, önce usta yazarları taklit etmekle işe başladım. Bu, bana hocamın nasihati idi. Ben de uyguladım. Daha ziyade Ömer Seyfettin, Sait Faik Abasıyanık, Refik Halit Karay, Tarık Buğra, Yaşar Kemal, Tarık Dursun K. gibi yazarları okudum. Onların hikâyelerine benzer yazılar yazmaya çalıştım. Tabii onlar sadece alıştırma ve uygulama çalışmalarıydı.
İnsan zamanla kendi üslubunu buluyor. Kendi yazı şeklini yaratıyor. Farkında dahi olmadan bir çizgi yakalıyorsunuz. Geriye baktığınızda önceki yazdıklarınıza gülüyorsunuz. O yazılanlar, basit ve çocukça geliyor. “Bunları ben mi yazdım?” demekten kendinizi alamıyorsunuz.
Öykülerimde daha ziyade yaşanmış olayları anlattım. Etrafımdaki insanların başından geçenleri veya kendi yaşadığım olayları dile getirdim. Bunu yaparken de sade dil kullanmaya, halkın konuştuğu dili kullanmaya özen gösterdim.
Hayatta insanın başından o kadar çok olay geçiyor ki bunları yazmakla, anlatmakla bitiremezsiniz. Çünkü yaşam insan için bir mücadeledir. İnsanın yaşamı hep ileriye dönüktür. Her geçen gün de yeni olayları beraberinde getirmektedir. İnsanın yolu zor ve güçlü bir yoldur. Çetin bir kavgadır.
Daha sonra tiyatro eserleri yazmaya başladım. Çünkü bu alanda KKTC’de gerçekten bir eksiklik var. Oyun yazarı sayılacak kadar az. Neredeyse hiç yok. Birkaç ismi geçmiyor. Özellikle okullarda oyun bulma sıkıntısı çekiliyor. Ben öğretmenliğimde bu konuda çok sıkıntı çektim. Çözümü de “Kendin yaz kendin oynat” şeklinde buldum. Bu da beni oyun yazarlığına itti. Geriye dönüp baktığımda 7 tane tiyatro oyunumun olduğunu gördüm. Bunlardan “Sevgili Amcam” isimli oyunum ülkemizin birçok okulunda oynandı. Daha bu sene Lefkoşa Türk Maarif Koleji oynadı. Oyuncular çok başarılıydı. İzleyenler oyunu çok beğendi. Kahkahalara boğuldular.
Bunların yanı sıra şiire merakım var. Şiiri çok sevdiğim için şiir yazmadan olmazdı. Genelde hece ölçüsü kullandım. 8’li hece ölçüsü ile duygularımı dizelere döktüm. Aşk, sevgi, doğruluk, dürüstlük, vatan sevgisi gibi temaları ele aldım.
Gezip gördüğüm yerleri de kendi dilimce anlatmaya çalıştım. Böylece gezi türünde yazlarım da oldu. Bunları “Mesele Başka” adlı eserimde yayınladım.
Son olarak “Gecenin Karanlığında Üşümek” adlı öykü kitabım yayınlandı. Yine sade bir dil kullandığım bu eserimde de KKTC’nin birçok bölgesinde başımdan geçen olayları anlattım. Yazmak derya gibidir. İçinizdeki istek ve heves bitmedikçe yazma isteğiniz de bitmiyor. Yazdıkça yazıyorsunuz. En iyisini, en doğrusunu, en güzelini yazmak için çabalıyorsunuz. Bu çaba sonucunda da ortaya sizden sonra gelecek nesillere miras bırakacağınız eserler ortaya çıkıyor.
İzninizle, bir öykü ve bir şiirimle bu söyleyişimi bitirmek istiyorum. Beni sabırla dinlediğiniz için hepinize teşekkür ediyorum.
“Asla unutamadığım köy öğretmenlerim
Sayın Fevzi Derat ve Sayın Mukaddes Derat Hocalarıma”
K ö y Ö ğ r e t m e n l e r i
Her ikisi de öğretmendi. Yeni mezun olmuşlar, öğretmenliğe ilk adımlarını atmışlar ve hemen evlenmişlerdi.
Öğretmenlik yapmak için ilk nakillerini almışlar, yeni okullarını görmek için yola düşmüşlerdi.
Güvercinlik adında bir köyün ilkokulu idi yeni görev yerleri. Güvercinlik, Gazimağusa’nın 12 km kuzeyinde Lefkoşa Anayolu’nun biraz içerisinde bir köydü. Yerleşime yeni açılmıştı. 1975 yılında Türkiye’den gelen göçmenler ikamet ediyordu burada.
Öğretmenlerimiz, bu köyü hiç bilmiyorlardı. İlk defa geliyorlardı buraya. Sadece Gazimağusa’ya yakın olduğunu duymuşlardı. İkisi de Lefkoşalıydı.
Lefkoşa Mağusa yoluna girip ilerlediler. 45 dakika sonra Mağusa’ya yaklaştılar. Şehre 8-9 km uzaklıkta yol kenarında Güvercinlik levhasını gördüler. Yavaşlayıp sağ tarafa doğru döndüler.
Yol, toprak ve taşlı bir yoldu. Adanın yolu asfalt olmayan ender köylerden biriydi. 3 km kadar toprak yolda ilerlediler. Taş dolu yolda yavaşça ilerlediler. Köy, nihayet göründü. Bir tepenin üzerine kurulmuştu.
Köy girişinde bir yokuş vardı. Yavaş yavaş bu yokuşu çıktılar. Yol, küçük bir yarım daire çiziyordu. Yokuşu çıkar çıkmaz köyün ilk evleri görünmeye başladı. Kerpiç evler, beton evler iç içe geçmişti. Bakımlı bir köy görünümü yoktu. Köy yolu toprak olmasına rağmen, köyün içi tamamen asfalt kaplı idi. Bu güzeldi. En azından kötü bir görüntü yoktu.
Sokaklar neredeyse ıssızdı. Arada sokakta oynayan yalın ayaklı çocuklar görünüyordu. Bazen de ellerinde kovalarla su taşıyan kadınlar görünüyordu. Bunlar köy meydanına gelen ve halka su dağıtan tankerden su alıyorlardı. Demek ki köyde su sıkıntısı yaşanıyordu.
Köy meydanına geldiler. Birkaç tane genç meydanda sohbet ediyorlardı kendi aralarında. Onlara okulu sordular. Gençler, okulu tarif ettiler. Az ileride köyün sonuna doğru ilerleyeceklerdi. Okul karşılarına çıkacaktı.
Köyün hiçbir alt yapısı hazır değildi. En başta su yoktu. Temizlik için su gerekti. Bırakın temizliği, içmeye su bulamıyordu köylüler. Haftanın belirli günlerinde Gazimağusa Belediyesi’nin gönderdiği su tankeri ile idare ediyorlardı. Hatta su alırken, bazen kavga dahi çıkıyordu.
Köyde hiçbir vasıta yoktu. Şehre gidecek olanlar, erken kalkıp 3 km yürüdükten sonra anayola varıyor, oradan buldukları araçlarla şehre iniyorlardı. Peki, acil hastası olanlar ne yapıyordu? Durum onlar için çok zordu. Bu nedenle mümkün mertebe hasta olmamaya dikkat ediyorlardı.
Köyde bir binayı kahvehane yapmışlar, akşamları orada toplanıyorlar, köyün sorunlarını tartışıp çözüm bulma yolunu arıyorlardı. Köyde televizyon da yoktu. Adeta dünyadan uzak bir şekilde yaşıyorlardı. Medeniyet, sanki bu köye uğramamış, hiç selam vermemişti. Köyde henüz bir düzen sağlanamamıştı. Herkes sefil, herkes yoksuldu.
Köy, ikamete yeni açıldığı için köylülerin bir işi de yoktu. Göçmen oldukları için, ayın belirli günlerinde hükümet, bu insanlara yiyecek yardımında bulunuyordu. Yağ, un, şeker, pirinç, makarna, fasulye, nohut, konserve balık ve süt gibi erzak dağıtıyordu. Ama bu durum nereye kadar sürecekti?
Fevzi Bey ile Eşi Mukaddes Hanım, köye girdiklerinde adeta bir harabe köy ile karşılaştılar. Şaşkınlıktan ne yapacaklarını bilemediler. Çünkü köy bakımsızdı. Yokluk her haliyle köyde kendini gösteriyordu. Biliyorlardı ki bu durumun düzelmesi uzun sürerdi. Neticede kendileri de bu köyde yaşayacaklar ve bu köyün bir parçası olacaklardı. Hele de köyün bu kötü durumunu görünce iyice şaşkına dönmüşlerdi. Bu sıkıntılara, dertlere ve yokluğa kendileri de katlanacaklardı? Buna nasıl göğüs gereceklerdi bilmiyorlardı.
Okula geldiklerinde şaşkınlıkları bin kat daha arttı. Okul demeye bin şahit isterdi. Bırakın duvarların boyasını, sıvalar dökülüyor, demirler pas tutmuş, iskelet gibi görünüyordu. Sınıflara üç beş masa konularak bir sınıf havası verilmişti. Duvarda bir kara tahta bile yoktu. Kara tahta olmayan bir yerde tabii ki tebeşir olması beklenemezdi.
Ne yapacaklardı? Bu kadar yoklukta nasıl eğitim verebileceklerdi? Okul sorumlusu Koray öğretmenle görüştüler. O da göreve başlayalı birkaç gün olmuştu. İşleri çok zordu. Ama umutluydular. İyimserdiler. Bu zorluğu aşacaktılar. Kendilerine güveniyorlardı. Çünkü meslekleri öğretmenlikti. Kutsaldı. Elbette bu güçlüğün üstesinden geleceklerdi. Gelmek zorundaydılar. Yoksa köy öğretmeni olmanın hiçbir önemi, hiçbir özelliği kalmayacaktı.
Koray öğretmen, “İşlerinin zor olduğunu” söylüyordu. Ama yapacaklardı işte. Oturup uzun uzun konuştular. Uzun ve kısa vadeli plan ve projeler yaptılar. Bir liste hazırladılar. İhtiyaçları, eksikleri kalem kalem tespit ettiler. Bakanlığa giderek bunları temin etmeye baktılar. Birçoğunu buldular. Bulamadıklarını da kendi imkânlarıyla hallettiler. Tanıdıkları işadamlarına, ticaret ile uğraşan kişilere, marketlere, kırtasiyelere gittiler. Onlardan yardım aldılar.
Öğrencilerin hiçbirinde okul kıyafeti yoktu. Kimilerinin ayağında terlik vardı. Kimileri kendilerine büyük gelen ayakkabılar, pantolonlar veya gömlekler giyiyordu. Masum, gariban öylece gelip gidiyorlardı okullarına. Önce bunlara kıyafet bulunacaktı. Sonra defter, kalem, silgi, çanta gibi zaruri ihtiyaçlar giderilecekti.
Okulun suyu yoktu. Su temin edilecekti. Sağlıklı denebilecek bir tuvalet yoktu. Derme çatma bir tuvalet vardı. Çocuklar sağlıklı değildi. Öğrencilerin hepsi bir sağlık kontrolünden geçirilmeliydi. Doğrusu yapılacak çok, ama çok iş vardı. Bunları hep bir plan çerçevesine koydular. Zamanla hepsini çözeceklerdi…
Koray öğretmen, Mağusalı olduğu için arabası ile gidip geliyordu. Onun için köyde kalma sorunu yoktu. Ama Fevzi Bey ve Eşi için durum öyle değildi. Onlar Lefkoşalı olduklarından her gün gidip gelemezlerdi. Her ikisi için de bu, zor olacaktı. O nedenle köyde kalmak zorundaydılar.
İlk gün şaşkın şaşkın Lefkoşa’ya döndüler. Kendilerine göre ihtiyaçlarını belirleyip ertesi gün geldiler köye. Muhtarla görüştüler. Öğretmenlere ayrılan lojmanın anahtarını muhtardan aldılar. Lojmanı temizleyerek yerleştiler. Muhtar da onlara köylü birkaç bayan vererek yardımcı oldu.
O gün için acil ihtiyaçlarıyla birlikte bir de yatak getirmişlerdi. Diğer malzemeler zamanla taşınacaktı.
O geceyi gaz lambası ışığı altında geçirdiler. Elektriği bağlatamamışlardı. Bir gün sonra o işi de hallettiler. Köyde elektrikten anlayan bir genç muhtarla birlikte geldi. Elektrik direğinden bir kablo ile elektrik bağladılar.
Evde su olmadığı için temizlik tam anlamıyla yapılmamıştı. Muhtar, o konuda da yardımcı oldu. Bir tankerle eve su getirmiş ve su ihtiyacı giderilmişti. Tabii bunlar geçici bir çözümdü. Su, yeteri kadar yoktu. Ancak içmeye, bulaşık yıkamaya yetiyordu.
Mukaddes Hanım, eline süpürgeyi almış ve temizliğe başlamıştı. Ama istediği gibi temizlik olmuyordu. Çünkü imkânlar yok denecek kadar azdı. Ev, bir türlü istediği kıvama gelmiyordu. Etraf, hala toz içindeydi. Mukaddes Hanım ne kadar uğraştıysa da ev, bir türlü temizlenmiyordu. İlla da su gerekiyordu. Evin her yerini su ile bir güzel yıkamak gerekiyordu.
“Bizdeki şansa bak” diyordu Fevzi Bey. “Kurada çeke çeke nereyi çektik?”
Mukaddes Hanım, onu teselli edercesine:
“Üzülme. Başa gelen çekilir. Artık bir sene buna katlanacağız. Birkaç gün sonra alışır gideriz” diyordu.
Aradan birkaç hafta geçmişti artık. Bu düzene iyice alışmışlardı. Evi, yavaş yavaş tertipleyip kıvamına getirmişlerdi. Köylüler de onlara iyice alışmışlardı. Gelip gidenler oluyor, yardım ediyorlar, evlerine davet ediyorlardı. Köylüler ile iyi anlaşmışlardı. Kendilerini sevdirmişlerdi. Onlardan ayrı, uzak kalmıyorlardı.
Hafta sonlarında Lefkoşa’ya gidiyorlar, dönüşte eksik olan ne varsa, onu alıp getiriyorlardı. Bu arada bir de eski bir televizyon uydurmuşlar, eve getirerek dünya ile irtibat kurmuşlardı. Köyde televizyon da olmadığından köylülerden televizyon izlemek için gelenler oluyordu. Kendileri de bu duruma memnun oluyorlardı.
Okulu da hep birlikte düzene koymuşlardı. Sürekli bakanlık ile görüşüyorlar ihtiyaçlarını tamamlıyorlardı. Defter, kalem, silgi, tebeşir, boya takımları, cetveller, bol miktarda top tedarik etmişlerdi. Eğitim, okulda artık resmen başlamıştı. Bakanlık da öğrenciler için okul kıyafeti göndermiş, böylece bu eksiklik de giderilmişti. Artık her öğrencinin bir önlüğü vardı. Ayakkabısız kimse kalmamıştı. Çocukların yüzü gülüyordu. Mutlulukları gözlerinden okunuyordu.
Fevzi Bey’in en çok sevindiği olay da öğrencilerinin çok zeki ve çalışkan olmasıydı. Koray öğretmen de aynı durumdan memnundu. “Bunların içinden ilerde mutlaka önemli mevkilere gelebilecek çocuklar var.” diyordu.
Bir defasında okula müfettiş gelmiş, okulun durumu hakkında bir rapor hazırlamıştı. Bu arada birkaç öğrenciye sorular sormuş, hepsinden de çok doğru, olumlu ve mantıklı cevaplar almıştı. Sınıf içinde hepsine birden teşekkür etmiş, tüm öğrenciler hep bir ağızdan “Sağ ol!” diye bağırmışlardı.
Müfettiş, o kadar memnun kalmıştı ki tüm okul personeline bakanlıktan bir teşekkür kâğıdı göndertmişti.
Koray öğretmen, sabah törende bu teşekkür belgesini tüm öğrencilere okumuştu. Çocuklar alkışlayarak sevinçlerini ortaya koymuşlardı. O gün bambaşka bir ders işlemişlerdi hep birlikte.
Günler gelip geçiyordu. Köylüler de bulundukları ortamı en iyi şekle getirmeye çalışıyorlardı. Önce köyde bir kooperatif kurmuşlar ve kalkınmaya başlamışlardı. Köye bir otobüs alınmıştı. Kooperatif adına birkaç tane traktör alınmıştı. Bir de kooperatif kalkınma bakkaliyesi açılmıştı. Köylüler, ufak tefek ihtiyaçlarını buradan gidermeye başlamışlardı. Artık yok kelimesiyle karşılaşmıyorlardı.
Köyde, gençler arasında, üniversiteye giden bir iki kişi de vardı. Bunlar, liseyi Türkiye’de bitirmişler, sınava girerek okul kazanmışlardı. Tüm yokluklarına rağmen aileleri onları okutmak için çabalıyordu.
Gençler, köyde bir araya gelip vakitlerini en iyi şekilde değerlendirmeye çalışıyorlardı. Aldıkları bir futbol topuyla kendi aralarında boş bir arsada maç yapıyorlardı. Köyde yapacak başka bir iş olmadığı için genelde herkes top oynuyordu. Bazen de voleybol maçı yapıyorlardı. Neredeyse hemen hepsi işsiz olduğu için yapacak başka şeyleri yoktu.
Fevzi öğretmen, kahvehaneye çıktığında bu gençlerle konuşuyor, onlara akıl fikir vererek yol da gösteriyordu. Kendilerine spor yapmalarını, bol bol kitap okumalarını, boş vakitlerini en iyi şekilde değerlendirmelerini söylüyordu. Hatta bir spor klübü kurmalarını teklif etmiş, bunun için de neler yapmaları gerektiğini tek tek anlatmıştı. Gençler de kendilerine söylenileni yapmış ve köyde bir spor klübü kurmuşlardı. Şehirde kaymakamlığa giderek klübün resmi tescilini de yaptırmışlardı.
Fevzi öğretmen, gençlere her türlü konuda yardımcı oluyor, onlara ağabeylik yapıyordu.
Kısa bir süre sonra köyde kurulan Güvercinlik İdmanyurdu Spor Kulübü adını tüm adaya duyurmaya başlamıştı. Futbol takımlarının yanı sıra birçok spor faaliyetleri de yapıyorlardı. Bunların başında voleybol, atletizm ve tekvando sporu geliyordu.
Fevzi öğretmen futbol takımının ilk antrenörü olmuştu. Haftanın belirli günlerinde onlara antrenman yaptırıyor ve futbolu öğretiyordu. Hafta sonları diğer köylere dostluk maçları yapmaya gidiyorlardı.
Kendi yarattığı bu takımı Kıbrıs liglerine sokmayı istiyordu. Ama bu gençler, böyle bir yükün altından nasıl kalkacaklardı? Ne araçları, ne paraları vardı. Forma, futbol ayakkabıları dahi yoktu. Hakem parasıydı, deplasmana gitmeydi, toptu, formaydı, ayakkabıydı bunların hiç biri yoktu onlarda. Sadece arzu ve istekleri vardı. Ama bunlar da bazen yeterli olmuyordu işte. Biliyordu ki bu durum, tatlı bir hayal olarak kalacaktı belleklerde… Onlar için imkânsız olan maddi külfetin altından hiçbiri kalkamazdı.
Bu kadarı da yapılmıştı ya yeterdi şimdilik bu kendisi için.
Sporun yanı sıra kültürel faaliyetlere de heveslendiriyordu gençleri. Kitap okumalarını istiyordu. Onlara getirip okuduğu kitapları veriyor, değişimli olarak hepsinin okumasını sağlıyordu. Onlar da okuyordu. Şehirden getirdiği günlük gazeteleri okuyunca götürüp kahvehaneye bırakıyordu. Böylece herkes bu gazetelerden faydalanıyordu. Gazeteler, bazen eski oluyordu. Varsın eski olsundu. Okunmamış her gazete yeni sayılırdı onun için. Okumanın sınırı yoktu. Ancak okuma ile insan bir yere varırdı. Bu bilinci aşıladı onlara.
Köyde halk oyunları dahi başlatmıştı. Bir folklor ekibi kurarak gerek Kıbrıs Halk oyunlarından, gerekse Türk halk oyunlarından öğretti gençlere. Gençler de becerikliydiler. Her gösterileni hemen kavrayıp yapıveriyorlardı. Gençlerle çok iyi anlaşıyordu. Tüm gençler ona saygı duyuyordu.
Köyde çok sıkıntılı günler yaşıyorlardı. Ama bu sıkıntılara alışmışlardı. Onlar da köyün bir parçası olmuşlardı. Köylülerle iyi bir iletişim kurmuşlardı. Köylüler sevmişti bu öğretmenleri. Çekilen sıkıntılar aynı olunca onlar da bu köye bağlanmıştı adeta.
Öğrencileri de iyi idi. Ama devamsızlıkları çok oluyordu. “Nerdesin?” diye sorunca alınan cevap hep aynı idi. “Goyun güdmeye gettim öretmenim.” Bunu duyunca gülümsüyordu içten. Eh artık o kadar olacaktı. Köyün başka geçim kaynağı yoktu ki. Tek kaynak hayvancılıktı. Hemen her ailenin beş on kadar koyunu vardı. Ve bu koyunlar mutlaka ovaya götürülüp otlatılması gerekiyordu. Bunu da genelde çocuklar yapıyordu. Bu çocuklar, daha şimdiden sanki geçim sıkıntısı nedir biliyorlarmış gibi ailelerine böyle de olsa yardımda bulunuyorlardı. Fevzi Bey, çok iyi biliyordu ki bunların birçoğu yüksek tahsil yapacak ve bir yerlere geleceklerdi. Makam mevki sahibi olacaklardı. O kapasiteye sahip çocuklar vardı. Bu yüzden bunlarla çok yakından ilgileniyordu.
Son sınıfta okuyan 5-6 kişi vardı ki bunlardan üçü mutlaka başaracaktı. Hakan, Ekrem, Adnan bu kapasiteye sahipti. Dörde gidenlerden de Burhan, Recep, Zeki, Tahir, Mahmut, Cengiz çalışkan öğrenci idiler.
Derslerde hepsi istekliydi. Sorulan her soruya cevap veriyorlardı. Elleri havadan hiç aşağı inmiyordu. Sanki birbirleriyle yarışıyorlardı. İlkokul öğrencileri olmalarına rağmen kapasiteleri daha yüksekti. Ortaokul ve lise dengindeydiler adeta. Veya öğretmenleri hep öyle düşünüyordu…
Bu çocukların heba olmalarını istemiyordu Fevzi Bey. Okusunlar istiyordu. Şu köyden, doktor, öğretmen, avukat, polis, subay çıksındı. Bunların eksik yanları yoktu. Mutlaka okumalıydılar. Bir yerlere gelmeliydiler. Üniversiteye girmeliydiler. Özel bir biçimde ilgileniyordu bunlarla.
Derken koca bir yılın sonuna gelmişlerdi. Son sınıftaki öğrencilerine evinde özel ders vermeye başlamıştı. Her akşam çocuklar evine geliyordu. Fevzi Bey, avluya sandalyeler koyuyor, onlar için özel yaptığı bir tahta üzerinde ders veriyordu. Çocuklar, utana sıkıla öğretmenlerini dinliyordu. Çıt çıkartmadan sessizce derse katılıyorlardı.
Fevzi Bey, gerçekten büyük fedakârlıklar yapıyordu. Bu işe gönüllü olarak soyunmuştu. İşini de sonuna kadar yapacaktı. Eğer çocuklardan biri o akşam derse gelmez de kaytarırsa evine gidiyor, ailesi ile görüşüp anında alıp getiriyordu. Çünkü kolej sınavları yaklaşıyordu. Bütün bu gayreti, çocukların daha iyi bir eğitim yapabilmelerini sağlayabilmekten ileri geliyordu.
Eskiden kolej sınavlarında çıkan soruları sürekli çözüyor, çocukların pratik kazanmalarını sağlıyordu. O kadar çok soru çözmüşlerdi ki artık sorular çocuklara çok basit gelmeye başlamıştı. Benzer soruları anında çözüp doğru cevaba ulaşabiliyorlardı. Bunu gören Fevzi Bey, her geçen gün daha çok umutlanıyordu.
Mukaddes Hanım da hiç eşinden geri kalmıyor, o yaşanan zorluklar içinde çocuklarla ilgileniyordu. Mola saatlerinde çay yapıyor, çocuklara kendi elleriyle yaptığı keklerden veriyordu. Usanmadan adeta onlara hizmet ediyordu. Bu durumdan da büyük bir keyif alıyordu. En azından evin içi dopdolu oluyordu. Onlarla sohbet ediyor, dertleşiyordu. Derdi olanın derdine çareler buluyordu. Çocuklar, kendine karşı çok saygılı davranıyordu. Böylece çektiği sıkıntıları da bir nebze unutuyordu.
Bir gün Fevzi Bey, yüzü kıpkırmızı gelmişti eve. Gözleri adeta şişmişti. Ağlamış bir insanın durumu vardı yüzünde. Belli ki bir şeye canı sıkılmıştı.
Çocuklara “Bu akşam, ders çalışmaya gelmeyeceksiniz” demişti sıkılarak. Bir suçluluk duygusu vardı yüzünde. Sesi bir başkaydı. Ağlamaklıydı. Ses çıkmıyordu sanki ağzından. Sıkıntılıydı. İçi içini kemiriyordu.
Çocuklar sevinmişlerdi o gün dinleneceğiz diye. Ama ertesi gün de Fevzi Bey, “Derse gelmeyeceksiniz” demişti. Ertesi gün de… Daha ertesi gün de…
Neler oluyordu? Fevzi Bey, neden derslere ara vermişti? Neden çocukları görünce yüz rengi atıyor, sıkılıyor, biçimden biçime giriyordu?
Çocuklar anlamışlardı. Yolunda gitmeyen, ters olan bir şeyler vardı. Kendi aralarında konuşsalar da bir cevap bulamıyorlardı. Neydi yolunda gitmeyen bu terslik? Öğretmenleri de bir şey demiyor, bir şey anlatmıyordu. Sanki öğretmenleri kendilerini görünce onlardan yüzünü kaçırıyor, arkasını dönüyordu. Bir suç işlemiş gibi çocuklardan kaçıyordu.
Hafta sonu idi. Bayrak töreni bitmiş, herkes evinin yolunu tutmuştu. Çocuklar, kendi aralarında anlaşmış, okuldan ayrılmayıp öğretmenleriyle konuşmak istemişlerdi. Sessizce Fevzi Bey’in yanına gelmişler ve büyük bir saygı içinde ona sormuşlardı: “Neden derslere ara verilmişti?”, “Kendisi neden kaçıyor bir şey söylemiyordu?” “Bir hata mı yapmışlar veya bilmeden bir suç mu işlemişlerdi?”
Bunların nedenini öğrenmek en doğal haklarıydı.
Fevzi Bey, çocukları dinledikten sonra hiç konuşmadı. Uzun bir sessizlik yaşadı. Çok acı düşüncelere daldı. En nihayet konuşmaya başladı:
“Evet çocuklar. Haklısınız. Ne olduğunu bilmeniz, öğrenmeniz gerekiyor. Hata benim. Hepinizden çok özür diliyorum. Ben, sınav gününü önümüzdeki hafta biliyordum. Meğer geçen hafta sınavlar yapılmış. Dolayısıyla hiçbiriniz sınava giremediniz. Tüm emeklerimiz boşa gitti. Tekrardan hepinizden özür diliyorum. Çok üzgünüm” dedi.
Çocuklar, büyük bir olgunluk gösterdiler:
“Öğretmenim, siz hiç üzülmeyin. Sizin, bizim için yaptıklarınızı biz biliyoruz. Gecenizi gündüzünüze kattınız. Bize bir şeyler verebilmek, bir şeyler öğretebilmek için çok çaba harcadınız. Adeta yoktan var ettiniz. Yaptıklarınızı asla unutamayız. Burası olmazsa başka yer olur. Önemli olan temeli alabilmektir. Siz, bize en sağlam temelleri verdiniz. Sayenizde bilgi dağarcığımız zenginleşti. Çok şey öğrendik. Artık nereye gidersek gidelim başarılı oluruz. Bunu da size borçlu olacağız. Her şey için size teşekkür ederiz. Bize çok büyük şeyler verdiniz. Emeğiniz bizde çok büyük. Üzerimizde hakkınız var. Biz, sayenizde mutlaka yüksek tahsilimizi yapacağız. Size söz veriyoruz.” dediler.
Bu ne yücelikti? Bu ne olgunluktu? Bu ne saygı, bu ne terbiye idi? Fevzi Bey, gururla çocuklarına baktı. Çok duygulandı. Gözünden küçük küçük zerrecikler akmaya başladı. Ama çocukların önünde ağlamak istemiyordu. Kendine hakim oldu. Onlara “Size güveniyorum. Mutlaka başaracaksınız. Yolunuz açık olsun.” dedi.
Artık Fevzi Bey’in tek arzusu, bu çocuklardan hiç değilse bir ikisinin yüksek tahsil yapmış olmalarını görmekti.
Okullar kapanmış, Çocukları mezun etmişlerdi. Bunlar, köyün dalından düşen ilk meyveleriydiler. Gerçekten farklı düşüncelere, farklı yapıya sahiptiler. Mükâfatsız kalmamalıydılar.
Fevzi Bey, onlara bir sürpriz hazırlamıştı. Zengin bir hayırsevere rica etmiş, çocukların bütün masraflarını karşılatarak onları Girne’de yaz kampına göndermişti. Böylece onlara hayatları boyunca unutamayacakları bir yaz tatili hediye etmişti.
Tatil bitince de çocuklar için son görevini yerine getirmiş, onları yanlarına alarak ortaokula kayıtlarını kendi elleriyle yaptırmıştı. Çünkü ailelerinin imkânı olmayacaktı. Belki de götürüp kayıt yaptıran biri çıkmayacaktı. O nedenle işi şansa bırakmak istemedi ve bunu onlara karşı son bir görev olarak kabul etti.
Sıkıntı, dert yüklü bir ders yılından sonra tayini Lefkoşa’ya çıktı. Başlarda zor bulduğu ama zamanla bütünleştiği ve çok sevdiği köyü şimdi geride bırakmıştı.
Bu köye bir daha 15 yıl sonra gelecekti. Bu defa Milli Eğitim Bakanlığı İlköğretim Dairesi Müdürü olarak ziyarete gelecekti.
İlkokul, hala aynı idi. 15 yıl önceki anıları gözlerinin önünden film şeridi gibi geçti. Hemen öğrencilerini sordu.
Hakan, Edebiyat öğretmeni olmuştu. Bu satırların yazarı olarak öğretmenine şükranlarını sunuyordu. Ekrem, biyolog, Adnan, Mahmut, Burhan, Tahir astsubay, Cengiz polis, Recep Doktor, Zeki de profesör olmuştu. Buradan mezun olan daha birçok öğrencisi üniversiteyi bitirmiş ve devletin önemli mevkilerinde görev almışlardı.
Fevzi Bey, hani ayıp olmasa, hani utanmasa bu duyduğu haber karşısında çığlık atacaktı. Sadece içinden: “Biliyordum, biliyordum. Hepinizin okuyacağınızı, bir yerlere geleceğinizi biliyordum. Bana verdiğiniz sözü yerine getirdiğiniz için size çok teşekkür ediyorum. Azmin karşısında hiçbir engel duramaz. Aferin size.” dedi.
Şiirimden bir örnek
NASİHAT
Bir yol beni dinle oğul,
İyi ol, doğrudan kaçma.
Olma kimseye köle, kul
Dürüstlükten bir an şaşma.
Dostunu bil, sev seveni,
Düşünme çekip gideni,
İncitme sana geleni,
Şımarıp haddini aşma.
Fenalardan hep uzak dur,
Dünyanı iyilerle kur,
Dosta sarıl, kötüye vur,
Coşup seller gibi taşma.
Baba nasihati dinle
Doldurma içini kinle,
Dağla yaraların, inle
Efendi ol, bela saçma.
Atan söyler, dünya zalim
Aldırma, oku, ol alim.
Cehaletle yapma talim.
Gönlünü cahile açma.
Hakan Yozcu
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.