- 303 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
FIRINCI
Mahir odunları üç tekerlekli hamal arabasına yükledikten sonra, kulübesine giderek elbiselerini değiştirdi. Kalın siyah paltosunu giydi. İç cebinde sigarasının olup olmadığını kontrol etti. Diğer cebinde parası vardı. Hakçinne ile parasının olduğu iç cebini iğneleyerek kapattı. Kapıyı çekip çıktı. El arabasının arkasına geçerek ardiyenin önünden ayrıldı.
Yarım saate yaklaşan bir mücadeleden sonra gideceği fırının önüne geldi. Arabasını fırın duvarına yaslayarak içeri girdi. Fırının sıcaklığı bedenini, ekmeklerin kokusu benliğini sardı. Kapıyı kapattığında kışı geride bıraktığı hissine kapıldı.
Kapı iki zıtlığa perde olmuştu. İnsanın ruhundaki tezatlıklar gibi bulunduğu ortamda da gelgitler oluyordu o an. İyilik ile kötülük, varlıkla yokluk, cennet ile cehennem… Kapı araf gibiydi. Dış mekândan azade bahara girişti ekmek kokusuyla.
Tercih etmektir kapı. Ardında sakladığı âlem için girizgâh, geçilecek geçit; ardında kalınacak surdur, akabedir kapı. İnsan kapı misali tercihleriyle insandır. Tercihleri yönlendirir yürüdüğü yolda, ne zaman nerede bulunduğu belirler çoğu zaman yaşadıklarını. Gülistanda ciğerlerini gül kokusuyla dolduran da insandır, şaraphanede ciğerlerini boğmaya çalışan da…
Ayakta durduğu fırında bedenindeki gevşeme, ruhundaki rehavet artıyordu. Fırından çıkan taze ekmeğin kokusu ona açlığını hatırlatmıştı. Kırmızı ateş tuğlaları ile örülmüş fırın duvarının ortasında bir insanın sığabileceği genişlikteki fırının ağzı, içerisinde yanan ateş, ateşin karşısında kabaran ekmekler Mahir’i kendine çekmişti.
Fırıncının elindeki uzun ekmek küreği fırına bir girip bir çıkıyor, usta elindeki küreğini bir saz ustasının elindeki mızrabını ustaca kullanması gibi ahenkle ve yerli yerinde kullanıyordu. Ne bir aksama ne bir duraksama vardı hareketlerinde. Adı gibi mahir di kürek ustası. Ateşin karşısında ekmekle beraber ruhunu pişiriyor hissi uyandırmıştı karşısında dikilen oduncuda.
Ateşle terbiye ediyordu hamuru. Ateşi düşündü bir an, demire şekil veren, kıvama getirip tav veren oydu. Suyu kaynatıp toprakta aş yapan oydu. İnsanın yarasına dağ olup şifaydı kimi zaman. Cehennemde korku olup insanı terbiye eden de oydu. Yüreğe düşüp aşk olan da oydu, dağlayıp gönlü mecnun eden de o...
Küreğinin üzerindeki ekmekleri fırının ateşine teslim edip geri çeken usta fırının kapağını kapatıp Mahir’e döndü:
一 Hoş geldin delikanlı.!
Eline tutuşturulmuş sıcak somun ekmeğini alarak sokağa çıktı. Koltuğunun altındaki sıcak ekmekle Ulus meydanına doğru yürüdü.
Fırından biraz uzaklaştıktan sonra, koynunda sakladığı parayla, önünden geçtiği bakkaldan avuç içi kadar zeytin aldı. İzbe bir binanın arkasına dolandı. Duvar dibine çömelerek sırtını duvara yasladı.
Gazete kağıdına sardırdığı zeytinleri karın üzerine koydu. Koltuğunun altındaki sıcak ekmeği kucağına koyarak karnını doyurmaya başladı.
Duvar dibindeki haliyle kendini garip hissetti. Kuytu bir köşede karnını bile gözlerden ırak doyurmaya çalışması kimsesizliğin emaresi diye düşündü. “Ankara’ya gelmekle yanlış mı yaptım?” Gözlerinden yaşların süzüldüğünü hissetti.
Şehrin ortasına yaprak misali tek başına düşen bir insanın akıbetini şehrin rüzgârı belirliyordu. Savrulurdu insan kimsesizliğin duvarlarında caddeden caddeye, sokaktan sokağa... Düşenden ancak düşkünün haberi olurdu. Sendeleyerek yürüyenin ayağına çelme takmak için köşe başlarında binbir suratlı bekleyenler nöbet başındaydı. Şehir haramilerin gece koyduğu kanunlarla hüküm sürüyordu.
Hülyaları sırtında, arzuları dimağında, ayakları kaldırımlarda Çıkrıkçılar yokuşuna doğru yürüyordu. Mahir, ağızlardan burunlardan çıkan buharların berheva olduğu ağır aksak tırmanışın sessiz fertlerinden biriydi.
Hamalların sırtlarındaki küfeleriyle top top kumaşları taşıdığı dar ve uzun tepeye doğru ıssızlığı soluyordu yokuşun her iki tarafı. Ağır ağır çıkıyordu birkaç yolcu. Yokuş dik, zemin karlı, bedenler zayıf, yolculuk meşakkatliydi…
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.