- 346 Okunma
- 3 Yorum
- 4 Beğeni
HAYDİ DİBEK BAŞINA
HAYDİ DİBEK BAŞINA
Bu başlık, benim için çocukluğumdan günümüze kadar gelen ve gürül gürül akan bir nehir gibi süreklilik içinde yarım asrı geçen gurbet hayatımda; hem gündüzümü, hem de rüyalarımı süslüyordu.
Bizim köyün ikinci olarak kurulduğu bu yer; gerçekten coğrafi olarak çok güzel bir yerdi. Üç tarafı açık, sanki başını Çökelez Dağına yaslamış, ayaklarını da Büyük Menderes vadisinin Değirmen Deresine uzatmış bir yiğidin, yattığı yerden; Beşparmak Dağlarına, karşısında Şalvan Dağına, bu iki dağın arasından çok uzaklarda olan Ak Dağ’a, yönünü Çal’dan tarafa dönünce de Akkent’e doğru bakabilir.
Bir ressam olarak hangi ayda, hangi taraftan köyümüze bakınca renklerin değişen ve etkileyici durumunu bizzat izlemişimdir. Ağustos ayında ikindi vaktinde, köyümüzün Avdal Tepesi ile Baklan tarafına bakınca; bağların koyu yeşil yapraklarına kırmızı toprağın nasıl bir uyum sağladığını görebilirsiniz. Yeşil yaprakların arasında gittikçe mavileşen ve açık renklere dalga dalga oluşan adeta bir denizi görebilirsiniz.
Akşam güneşi Çökelez’in Kızlar Sivrisi’ni aşıp veda etmeye hazırlanırken; dağın üzerinden ışıklar çizgi çizgi Beşparmak Dağlarına ulaşırken; Erikli’nin gölgesiyle köyün Tarlabaşı’ndan yukarısının renklerinin etkisi o kadar hoş ki yazıyla ifade etmem gerçekten çok zor. Bu renkleri uzaktan izleyebilmek için kaç kez Çalca Tepesi’ne gittiğimi pek saymadım. Bir de Büyük Menderes’in öbür tarafındaki Şapçılar Köyü’nden hem kuşluk vakti, hem de ikindi üzeri köyümüzü, aynı zevk ve renk coşkusuyla izleyip hafızama alabildim
Bu yazdıklarımı belki herkes benim gibi hissedemez: Onlarda bulunan başka yeteneklere göre olan görüntü ve doğal sesleri ben de görüp, duyup aynı şekilde yaşayamam. Köyümüz, Antik Dönemden kalma Değirmen Deresi’ndeki bir yerleşim merkezinin kalıntılarından çok yararlanmıştır. Köyün aşağı yukarı her yerinde bu Antik Döneme ait taşları görebilirsiniz.
Bir İyon türü sütun kaidesini biraz oyarak; yaşlı bir demircinin, kızgın demire su vermek için kullandığını görmüştüm. Hatta simetrik kıvrımları olan yine bir sütun başlığı; bir kahvehanenin giriş kapısında yıllarca görev yapmıştı… Bir çok evin duvarında bu Antik Dönemden taşlar vardı. Hatta Orta Pınar’ın hayvanları sulamak için ahırlarından (yalakları) birkaçı da içleri oyularak bu taşlardan meydana gelmişti.
Aşağı Çeşme’nin yine ön kısmında yivli taşlar vardı. Yukarı Caminin avlusunda özellikle üzeri geometrik şekillerle işlenmiş kapı büyüklüğündeki mermer taşı; köylüler yazın getirdikleri meyve ve ikramları koymak için adeta masa olarak kullanıyorlardı…
Köylünün son durağı olan Musalla Taşı da kesinlikle Antik Dönemden kalma çok düzgün bir taştır. Başka yerleşim yerlerinde böyle bir musalla taşına rastlamak mümkün değildir. Bunlardan başka her bir mahallenin uygun bir yerinde bir binek taşı, bir kazan taşı ya da bir dibek bulunurdu. Anamın, bir gün haşhaş gevreği yapmak için; Dişçi Yusuf’un evinin girişinde bulunan yivli bir sütundan yapılmış olan dibekte; elindeki soku ile nasıl çalıştığı hala gözlerimin önündedir.
Köyün iki tane yaklaşık birbirine benzeyen farklı bir biçimde olan başka dibek taşları vardı. Daha beyaz olan mermerden oyulmuş dibek, doğduğum eve çok yakın ve Yukarı Cami’nin ikindi gölgesinde ihtişamla gururla yerinde duruyordu. Bu iki dibekte köylüler , özellikle keşkeklik buğdayları, dört gencin ellerinde tuttukları uzun saplı soku denilen bu dövecek ile belli bir ritim eşliğinde sırayla dibeğin içine vuruyorlardı. Adeta “Ya Allah Hu!” der gibi ritim seyredenleri manevi olarak çok etkilerdi.
Keşkek, bizim oralarda düğün, bayram, mevlit gibi dini ve geleneksel günlerin özel yemeğiydi. Eskiden düğünler en az üç gün sürerdi. Düğünün ilk günü, ikindiden sonra ya çalgıcılar eşliğinde, ya da hocalarla beraber bu meşhur iki dibekten birisine gidilip; hazırlanan buğdaylar keşkek haline dönünceye kadar dövülürdü. İşbilen bir kadın da orada bulunurdu. Gençler ara verdiğinde dibeğe yaklaşıp; buğdayları eliyle kontrol eder ve “ikicik daha vurun!” derdi. Keşkek düğünlerin adeta bittiğini bildiren de bir yemekti. “Bu düğünün de keşkeği yendi” dendi mi; düğün zahmeti bitti ve bir yuva daha kuruldu anlamına gelirdi.
Yukarı Cami’nin köyün merkezine bakan duvarının dibindeki dibeğin; benim hayatımda çok önemi vardır. Doğduğum evin karşısında olan bu koca dibek taşına, ameliyat olup bastonlarla yürümeye başladığımda üzerine çıkıp oturamazdım. Oturan çocuklara da çok imrenirdim. Yaşım ilerlediği zamanlarda; artık, ben de, gayret edip zar zor çıkarak bu dibek üzerine oturabiliyordum.
Özellikle bayramlarda biz çocuklar camiden çıkacak büyüklerimizi bu dibek yanında beklerdik. Hocanın vaaz ettiği kürsü ile bu dibek arasında bir duvar, bir de kökü caminin içinde bulunan bir asma vardı. Bu taraftaki cami duvarında bulunan pencereleri süsleyen asmanın dallarına konan kuşlar, asmanın altında ve bu koca dibeğin etrafındaki biz çocuklar, adeta cıvıl cıvıl ötüp, konuşur ve bağırırdık. Bir kaç kez camiye bayram namazına gelmiş olan cemaatten biri pencereyi açıp bizlere “Çocuklar susun! Gürültü yaparak hocamızı yanıltacaksınız!” diyerek ikaz ederdi. Birkaç dakika susardık ve ardından yeni gelenlerle seslerimizi daha da yüksek perdelere çıkarırdık…
Bayramlık elbiselerini giymiş olan bu çocuklar; camiden çıkanların elini öpüp, kimi şeker, kimi de para verirdi. O zamanlar sarı, bakır ve beyaz madeni paralar vardı. Saymaların Mustafa, ruhi bunalımları olan bu amcaydı ve çocukları çok severdi. Kerim Ahmet, bakkalın oğluydu. Bize dibek başında “Sayma Mustafa, babama bir kese para bozdurdu. Camiden çıkınca çocuklara dağıtacakmış” deyince; bütün çocuklar, bayram namazı bitiminde Sayma Mustafa amcanın çıkmasını bekliyorduk.
Diğer büyükler camiden çıkınca; akraba ve komşularıyla bayramlaştıktan sonra evleri istikametine doğru gidiyorlardı. Fakat, biz çocuklar tıpkı kara tren gibi ard arda sıralanıp; Sayma Mustafa’nın çarkçılık yapmaktan yıpranmış elini öpüyorduk. Onun elini her öptükten sonra “Maşallah aslanım!” deyip Mustafa amca, ya bir sarı veya kırmızı onluk, çok iyi tanıdıklarına sarı veya beyaz yirmibeşlik veriyordu. Parayı alan çocuk, hemen el öpme kuyruğuna geçiyordu. Mustafa amca gözlerini ovarak, bir arkadaşa; “Saydım, sen altı defa elimi öpüp bahşiş aldın. Artık bundan sonra parasız öpersen, bak elim burada!...” deyince, herkes evinin yolunu tuttu.
Yukarı Caminin yanındaki Koca Dibek, süt beyazdı. Musalla Taşının olduğu yerdeki dibek ise çok açık mavili kül rengindeydi. Bu ikinci taşın yanında bir duvar ve gölge veren bina olmadığı için, güneşlik bir konumdaydı. Yukarı Caminin yanındaki Koca Dibek, asmalı cami duvarının gölgesinde olduğu için, özellikle ikindine doğru çocukların oyun yeri, satıcıların pazar meydanı, kadın erkek yaşlıların orada bulunan eski bir sırığa oturup; gelen geçeni izledikleri bir dinlenme mekanıydı. O yıllarda her evden ortalama dört beş çocuk, oyun ya da iş için evlerden dışarıya gitmek için; “Haydi dibek başına!” diye bağırarak oraya gelirlerdi.
Pandemi sürecinde ağır bir hastalık geçirince; büyük korkularım oldu. Ortalık da doğru ve yanlış bilgiler yan yana dolaşıyordu. Hastalığı ağır geçirdim ve çok şükür sağlığıma yavaş yavaş kavuşurken; bazı yan tesirlerin olacağı hakkında bilgiler işitmiştim.
Dirsekten rahatsız olan sağ kolum titriyordu. Çocuklar da bu durumu fark etmişler ve “Acaba şu hastalık mı?” diye düşüncelerini söylüyorlardı… Her iki kolumda, özellikle sağ elim çok titriyordu. İçimde “acabalar” o kadar çoğaldı ki yağlıboya resim yapabilmek rüyalarıma giriyordu.
Arefe günü herkes henüz yatağında uyurken; usulca kalkıp tekerlekli sandalyem ile gerekli işlemleri yaptıktan sonra sehpamın başına geçtim. Kuruyan boyaları temizledim 30x30 cm büyüklüğündeki kare formundaki küçük bir tuvali aldım.
Hammamizade Dede İsmail Efendi’nin eserlerinden olan müzik kanalını açıp; kendi sanat gezegenime doğru yola çıktım. Fırçayı boya ve yağla hal ettikten sonra tuvalde gezinirken elimin titrediğini üzüntüyle yaşadım. Resmi yaptıkça elim de titremeyi yavaşlattı. Ne yapayım derken içimden yüzlerce çocuk “Haydi dibek başına!” diyerek bağırıyordu. Koca Dibek’in resminin ilk çalışmasını hafızamın bir köşesinden çıkarıp, tuval üzerine yağlıboya resmini yaptım. Bu resimle bayramınızı kutlayarak sevinç ve ümitle sizlerle paylaşmanın mutluluğunu yaşıyorum. Sizlere de aynı sevinçleri bütün kalbimle diliyorum.
Halil GÜLEL
Düsseldorf / 12.05.2021
YORUMLAR
Siz hep sanat gezeginine çıkın ve yüreğinizle resmedin güzellikleri.
O ışıktan nice renkler çıkar?
Su gibi akan yazılar çıkar ve okudukça hiç bitmesini istemezsiniz.
Çok çok güzel bir anlatım, yazmaktan ziyade yaşamışsınız ve okurken biz de yaşadık o güzelliklerin içinde kaybolurcasına;
Ressam kalemindeki yürek bakışına şahit olduk.
Gökkuşağının renkleri bile kendiliğinden oluşmuyor ki...
Doğduğu, çocuk olduğu, büyüdüğü toprakları bu kadar bilgece anlatarak, ruhumuza dokunmak ancak ayakta alkışlanır. Güzel yürekler, güzel görürlermiş zaten. Taşları bile dile getirmişsiniz. Daha ne olsun...
Kaleminize, yüreğinize sağlık olsun
Ömrünüz uzun olsun.
Selâm ve dahi sonsuz saygıyla...