- 258 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
Yazmanın Dayanılmaz Zorluğu
Yine akşam, perdeler hüzünlü iniyor pencereleri saklamak için. Geriye terkedilmiş bir gökyüzü ve kalıyor bir başına yüreklerin son sözü …
Üzücü bir durum bu! Yüreğe delik delen bir burgu, indikçe derinlere acıtır geceyle … Yıldızlar ve ay eşlik eder bize, nazlı bir hanımefendi gibi süzüle süzüle …
Yazmak, bu şartlar altında, kendini konuşturarak suskunluğunu protesto etmek ve kelimelerle konuşmak! Güç bir işmiş meğer. Gerçekten, elimde son model pahalı Pelikan bir dolmakalem ve kağıtlara dizmeye çalıştığım harflerin dramı. Önümde kareli yapraklar, defter yok artık masamın üzerinde. Eski yazma stilinin yerine geçen iki bilgisayar ve bir de tabletim dolma kalemle inatlaşırcasına ve kıyasıya mücadele ediyorlar birbirleriyle … Her nesne kendi nesnelliğinin önemini vurgulayarak tıkıyor beynimin işlevini durdurmak ve dondurmak için. Evirip çeviriyorum, içimdeki sevinci mürekkebin gözyaşlarıyla satırlara dökmek için. Hafızam zayıflamış, ipliğim pazara çıkmış, bu günde akşam olmuş ve kestaneler o simsiyah yeşil yapraklarıyla kestane yürüyüş yolunu baharın ferahlığıyla donatarak „albenisiyle“, yaz beni diyor, yaz ustam. Oysa ben, yorgunum, bitkinim ve suskunum, belkide kelimelere derin bir dargınlığım var. Nedensiz serzenişler, içimde ki şiirsel gelgitler, ömrünü yollarda geçiren ben, nasıl bir ben olduğunun bilincinden bilincine koşarken, bilincini kaybeden olarak duruyorum bir bankın önünde. Ve yazmanın inceliğini sorguluyorum masanın başında o anları sorgularken. Kızıyorum kendi kendime: „İki cümleyi biraraya getiremeyen, saatlerdir düşünen ben!“ Acı gerçeğimi kabullenmenin korkusuyla yüzleşirken, yazmanın bir yetenek mi, yoksa bir öğrenim biçimi, ya da bir özenti mi olduğu konusunda kendimle hemfikir olmamanın izdırabının senfonisini karalıyorum aslında. Ben ki, elinden geldiği kadar zamanının büyük bir bölümünü okumaya ayıran ve bunun için kafa yoran bir kafasız olarak sorguluyorum kendimi. „İnce fikirlerle uğraşmak, incelik ister“, eksikliğimi biraz olsun kafamda hafifletmek için. Okuduğum nice eserlerden edindiğim tecrübelerin tercümanı olmak için mücadele verirken eriyorum aradığım, ama bulamadığım kelimeler arasında. Hatırlamıyorum, ik okuduğum kitapların bazılarını, ama sözde olgunluk çağıma girerken çocuk olduğumu yeniden keşfetmenin yoksulluğunu yaşıyorum sessizce … Endişeli düşünceler doluyor içime … çünkü okuduğum bazı binlerce sayfalık cinayet sergüzeşteleri, B. Chartland’ın aşk kitapları ve daha sonra gelen genel klasikler gitmiyor düşüncelerimin özünden. Bazen parlıyorlar, bazen sönüyorlar, …
Öyküler de yer alan olaylar bazen son derece önemsiz gibi betimlensede, olup biten her şeyin önemini doğrudan doğruya yansıtıcı bilinç kullanan kimse, o kişinin anlayış biçiminden kazanılan bir gerçektir. Bura da yansıtıcı bilinç görevini yapan aslında betimleyici, eğitim görmüş, zeki ve duyarlı bir kimse olmalıdır. Göze görünen her şey edebiyatın ve yazmanın konusu olduğu gibi her şey, olaylar, kişiler, diyaloglar, dış çevre, karekter betimlemeleri, kahramanlar, betimleyicinin onu gördüğü biçimde kılı kırk yararak ince eleyip sık dokuyan, karşısındakilerin en önemsiz gibi görünen söz ve davranışlarını, tavırlarını, giyim tarzlarını, yürüyüşlerini, sosyal ilişkilerini, okudukları yayınları büyük bir dikkatle ve titizlikle değerlendiren, yorumlaya ve hatta hiç bir detayı gözden kaçırmamamk için uğraşan ve bunları bilincinin ince süzgecinden geçirerek yapılan bir yazım eylemidir yazmak.
Onun „dayanılmaz zorunluluğu“ işte asıl burada saklanmaktadır. Yazan, her ne kadar her şeyi kendine göre değerlendirmiş olsa bile, diğer yandan da, betimleyicinin yerleştirdiği bir takım ayrıntıları ise okuyucunun betimlemeyi dıştan bakarak, daha nesnel bir bakış açısıyla değerlendirme olanağına sahip olur. Bunun sonucu, betimleyici kendi gerçek yüzünü görerek, bir beklenti uğruna ömrünü boş bir bencillikle geçirdiğini anlamasından çok önce, okuyucu, betimleyicinin nasıl bir insan olduğunu, hatalarının ve yanılgılarının ana kaynaklarını da öğrenme imkanı vererek, eksikliklerinin nereden kaynaklandığını öğrenir. Bu yüzden zordur yazmak. Yorar yazanı, etraflıca araştırma yapmadan bir konu üzerine abanmak.
Betimleyici, aslında kendini bir ırmağın suyuna bırakarak salında etrafı seyrederek dilediği yere gidebilmektir. Dalgalar isterse başından aşarak onu döndüre döndüre suyun deli akışlarına bıraksa da, o ölüm korkusunu yenerek ölüme yürümektir kurduğu cümlelerinde. Hele bir de konular veya konu bizleri sıcak soba başına toplayarak soluk kesici, çekici, akıcı ama, korkunç değilde heyecanlı bekleyişlerle veya belirsiz sonuçlara sürüklüyorsa bu betimleyicinin muhteşem tümcelerinde sahnelediği eşsiz bir dans edişidir kahramanlarının. Çünkü betimlenenin içimizden birisinin olduğunun bilincine varınca, garip, ilginç, sıradan veya enteressan bir durum arz ederek, evin, evdeki eşyaların, duvarların, kapının mıncığından koluna kadar, oturulan koltuğun, minderin, somyenin, sedirin, kilimin, halının, döşeğin, savanın ve daha başka serilen her nesnenin bir kulanım aracı olarak bizde bıraktığı izlenimleri okuruz. Duvarda ki, sade bir sıva türü bile, solmuş dizayinleriyle sadeleği ifade edeceği gibi, korkunç şekillere de dönüştürülerek hortlak bir betimlemeyle korkulu fobilere de sebep olabilir.
Bunun temel nedeni betimleyicinin konuyu işleyişinde ki, dilin sadeliği kadar kurgulama gücünü, yazmanın dayanılmaz hafifliğinde anlaşılır bir dille sofraya servis etmesinde ki katkı gücünün sarsılmazlığında yatar. Asıl sürükleyicilik işte burada konunun kalbine inerek kalplere dokunacak yaratıcılığı sergilemek olarak vermektir betimleyicinin görevi. Edebiyat, içinde bulunduğu ortamı, en sade bir dille anlatırken onu yaşatmaktır aslında betimlemeleri yaparken.
Akşamınız betimleyici huzurlar eşliğinde geceye gark olsun
Sosyolog Hasan Hüseyin Arslan - Köln Frankfurt arasi yolculugumdan 28.04.2023
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.