- 222 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Beyaz Melek 8. Bölüm
Sonraki gün ya da bir sonraki gün Doktor Ercan’ın kediyle karşılaşmasını anlatmam lazım. Çok ironik bir andı. Çünkü Mırnav’ın ölümünden zevk alması ve zalimce eğlenmesi gereken tek kişinin o olması gerekirken durum bunun tam tersine dönmüştü. Doktor Ercan Mırnav’ı sapa sağlam hastane koridorunda gezerken görünce önce bir duraksadı.
Sonra o kötülük akan gözlerini açıp kapattı. Sonra gördüğü şeyin kötü bir kâbus olmadığını anlamış olacak ki stetoskopunu ağzına götürdü ve öylece kaldı. O haliyle kalemi ağzına götürmüş bir öğretmen gibiydi. Dimdik duruyordu ama içinde bir şeylerin yıkıldığından emindim. O lanet kedi hala yaşıyordu. İçinde öldürme isteği ve Tanrıyı oynama düşüncesi olan birisi için yıkıcı bir durumdu. Çünkü Allah’ın cezası savunmasız bir kediyi bile öldürememişti. Evet İçinden geçenler ve yaşadığı çöküntünün bu olduğunu biliyor bu durumu adeta hücrelerimde hissediyordum. Büyük bir zevkle Doktor Ercan’ın içten içe çöküşünü izledim. Uzaktan ona doğru manalı manalı baktım. Ve sadece bir anlığına gülümsedim. Hayatımın en derin hazzını aldığım gülümsemem buydu diye bilirim. Hani derler ya içimin yağları eridi resmen.
Doktor Ercan Kedinin hikmetini asla bilemedi. Mırnav’a bir aracın çarptığını biliyordu sadece. Ona doğru yürüyüp ‘Mırnav’ı gördüğün için mutlu değilsin sanırım?’ demek geçiyordu içimden. ‘İşimiz sadece teşhis koymak ya da tedavi etmek değil. İşimiz hastaları mutlu etmek özellikle çaresizce ölümü bekleyen hastalarımızı. Onları sakin tutmalı ve üzmemek için her şeyi yapmalıyız. Gerekirse bir kediye bile katlanmalıyız. Almila belki de ölecek ya hani!’
Ama bunları söylemenin duvara konuşmak gibi bir şey olacağını bildiğim için Ercan ile konuşmadım. O artık benim için doktor değildi. O kötü olaydan sonra benim için sadece Ercan’dı. Doktor kelimesini onunla bir daha aynı cümlede kullanmadım. Yaşım ileriydi ve bana kimse ona doktor diye hitap etmediğim için bir şey diyemezdi.
O hafta işler hep sıkıcı geçti. En azından kendi adıma sıkıcıydı. Hava durumu da pek iç açıcı değildi. Sanki bir güç Melek Bilen’in ani ölümü için yeryüzünü ve oradakileri cezalandırıyor gibiydi. Özellikle Büyükada çevresinde sis vardı. Bu sisli hava tıpkı 13 Mart 1998 günü yaşanan o garip hava olayına benziyordu. Büyükada bir döngüye girmiş ve kara büyünün etkisindeymiş gibiydi. Oraya dair tuhaf şeyler duymuştum. Ama Büyükada’ya dair anlatılacaklar sanırım benim görevim değil.
Tüm bunların dışında o hafta her şey iyi gidiyor gibiydi. Almila yatağında kedisiyle sevgi dolu bir gün geçirmiş, onunla ve şaklabanlıklarıyla eğlenmiş ama çoğunlukla tedavisi için sürekli kan vermesi ve ilaç alması gerekmişti.
O günün mesai bitimine doğru Sağlık Bakanlığından geldiğini belirten bir heyeti karşıladık. Söylediklerine göre yaşam destek ünitesindeki hastaların durumlarını öğreniyor ve maliyet hesaplaması yapıyorlardı. Yaşam destek ünitesindeki hasta sayısının Sağlık Bakanlığın bütçe içerisindeki payının hatırı sayılı bir meblağ olduğunu söyleyip duruyorlardı.
Hastanenin toplantı salonunda gelen heyeti ağırladık. Gelenler arasında bir kadın vardı. Algılarım o günlerde gayet açıktı. Bunun nedeni Melek Bilendi. O günlerde bunu kendime itiraf edemiyordum ama kendimde değişimler olduğunu sezinliyordum. Algılarım o kadının bir derdinin olduğu yönündeydi. O kanaldan girersem Kadir Kara’yı hayatta tutabileceğimi hissedebiliyordum. Diğer erkek olan, yani şişman ve soğuğa rağmen sürekli terleyen daha katı biriydi.
Yönetmelik manyağı olduğu belliydi. İnisiyatif alamayan o korkunç devlet memuru kafasında olan tiplerdendi.
Havalar soğumaya başlamıştı ve bu durum toplantı odamız içinde sorun oluşturuyordu. Hastane masraflarını en aza indirmek zorunda kaldığımız günlerdi.
Konuyu umutlarımızı yitirmediğimize getirdim. Kadir’in bir şansının olabileceğini söyledim. Evet, durumunda bir değişiklik yoktu ama bunu bir doktor içgüdüsüyle söylüyorum, diye belirttim. Para ve hayat karşısında tavrım her zaman hayattan yanaydı. Tüm meslek hayatım boyunca yaşam desteğine bağlı hastalarım için son ana kadar direndim. Bunun vicdani tatminini kendi öz benliğimde eledim.
Bütün bu tavrımı yaşam desteğine bağlı hastalarımız için ve onların acısını en derin karanlıklarda yaşayanlara bir ışık olabilmek için takınıyordum. Orada o yatakta yatan ölüme mahkûm hastaların katlanması gerekenler o kadar acı biriktiriyordu ki… Bu durumu ancak vicdan sahipleri anlayabilirdi. Heyetteki kadının adını şimdi pek hatırlamıyorum ama o kadının gözlerinde o vicdanı hissetmiştim. Ve sanırım o toplantı boyunca beni ve Kadir Kara ve nice yaşam destek ünitesine bağlı insanları anlayabilen tek kişi oydu. Kadir Kara için şimdi bile ona minnet borçluyum.
2000 yılının ocak ayında, yani ben Bayındır Hastanesinden emekliye ayrılıp İkinci Bahar Huzurevindeki görevime başladıktan sonra Kadir Kara için ferman verilmişti. Ben ayrıldıktan sonra Bayındır Hastanesinin yaşam destek ünitesinin sorumluluğunu evet sizlerin de tahmin ettiği gibi Doktor Ercan’a vermişlerdi. O katil ruhlu adam hep bunun peşindeydi. Öldürmenin dayanılmaz tadını, kan kokusunu almış bir köpek balığı gibi almıştı.
O hastaneye tekrar gitmem gerekiyordu. Bu defa bir doktor olarak değil Beyaz Melek olarak gidecektim. Kadir için gidecektim. Çünkü o iyilerdendi. Özünde saflık ve masumluk vardı. Bu saf iyilik kömürün içerisindeki elmaslar kadar değerliydi.
Senaryomuz hazırdı. Huzurevinde sıradan bir gün geçirmiştim. İlaçlarını alan huysuz bir yaşlı adamdım. Ama o gün nasıl olmuşsa başım dönmüştü ve sendeleyip merdivenlerden yuvarlanmıştım.
Bayındır Hastanesine Kadir Kara için girişim işte böyle bir senaryo üzerine kurulmuştu. Oraya kadar bizim Turuncu Tırtılla gitmiştik.
Sabaha karşı Ercan’ın fiş çekme seremonisi gerçekleşecekti. Elimi çabuk tutmalıydım. Bir an önce Kadir’in bulunduğu yaşam destek ünitesine girmem gerekiyordu.
Öğrendiğim kadarıyla o aşağılık herif o gün mesaisi bitmesine rağmen evine gitmemişti. Geceyi orada geçireceğine her türlü bahse girebilirdim. Ercan’ı atlatmam gerekiyordu. Eğer beni görürse beni tanırdı. İşimi riske atamazdım.
Hastane bahçesinde bulunan acil kısmından içeriye girdik. Tiyatroculara taş çıkarır bir role girmiştim. Beni hemen gözlem altına almışlardı. Rolümü iyi oynamıştım. Saatin geçmesini ve Kadir’in yanına gidebilmek için bekliyordum. İlk fırsatta Kadir’in yarı ölü bedeninin olduğu yaşam destek ünitesinin olduğu yere gidecektim.
Ortalık sakinleşince fırsatta ayağıma gelmiş oldu.
Odamdan çıktım ve koridoru geçerek dikkatlice yaşam destek ünitesinin olduğu alana geldim. O soğuk koridoru geçip yaşam destek ünitesinin olduğu yere geldiğimde, geçmişte yaşadığım şeyler gözümde canlanmaya başlamıştı. Beyaz çizgili mermerler başka dünyalardan yansıyan birer ışık huzmesini hapsetmiş gibiydi. Gün ışıkları tuhaf şekilde çekiliyor, kırılıyor ve ürkütücü bir hal alıyordu. Bu koridor bende her zaman korku ve ürperti uyandırırdı. Yaşam destek ünitesinin olduğu alana soluk mavi bir kapıdan girilirdi. İçeride ne olduğu ne olacağı ve ne olabileceği neredeyse kesindi. Şans benden yanaydı ya da Kadirden yanaydı. Çünkü Doktor Ercan ortalarda görünmüyordu. Alim Kara oğlunun yatağının başında eşi ve diğer oğluyla çaresiz ve acı dolu bir bekleyişe geçmişlerdi. Bir idam mahkumunun son anlarına tanıklık ediyor gibiydiler.
On ikiyi geçe Kadir Kara’nın olduğu yoğun bakım ünitesinin önünde durmuş onu gözlüyordum. Alim Kara ölümcül bir yara almış gibiydi. Bu durum karşısında hissettiğini gayet iyi tahmin edebiliyordum.
Sabaha karşı güneş doğarken işlem gerçekleşecekti. Fazla vaktimin olmadığını biliyordum. Zaman Kadir Kara için çok uzaklardaki bir bekçi kulübesinin belli belirsiz titreşen ışığı gibi bir görünüp bir kayboluyordu. Ama o ışık benim için bir güneş kadar güçlüydü.
Yanlarına vardığımda beni tanımamaları için elimden geleni yaptım. ‘Merhaba.’ Dedim. Kadir’in, gözleri yaşlı annesi Afife Kara bana doğru baktı. Bilmiyorum belki de kadınların mucizeleri daha önceden hissetmek gibi bir kabiliyetleri var. Çünkü Afife Hanım beni görünce gülümsemişti. ‘Merhaba.’ Dedi ve bana nasıl yardım edebileceğimi sorduktan sonra bana doğru yaklaşarak koluma girdi.
‘Sizden bir şey isteyeceğim ama ne olur beni sorgulamayın.’ Dedim. Kadir’in kardeşi İbrahim huzursuz bir bakışla bana bakıyordu. Benim gibi yaşlı bir bunağın onlara nasıl yardımcı olabileceğini sorgular bakışlarla bana bakıyordu. Alim Kara ise yüzünü buruşturmuş bir halde orada ne işim olduğunu düşünüyor gibiydi. ‘Lütfen.’ Dedim. ‘Fazla vaktimiz yok.’
Afife Hanım’ın gözleri kıpkırmızıydı. Bana öyle umutla bakıyordu ki o bakışlardaki manayı anlatabileceğim bir şiir okumadığımdan eminim. O bakışların manası ağırdı ve benim onları kaldıracak maddi bir gücüm yoktu. Gözlerimi ondan çevirdim.
‘Beni oğlunuzun yanına yatırın. Ben uyanana kadar lütfen Kadir’in en sevdiği şarkıyı, Dönenceyi biz uyanana kadar tekrar tekrar çalın.’ Dedim.
Alim Bey bana hayretle baktı. ‘Sen…’ dedi. Sesi titriyordu. ‘Sen Kadir’in en sevdiği şarkıyı nereden biliyorsun?’
‘Sus!’ İşareti yaptım. ‘Lütfen dediğimi yapın.’
Fazla vaktimiz yoktu. Sabah ışıkları doğmadan Doktor Ercan gelecekti ve Kadir’in fişini çekecekti.
Çaresizlik insana her şeyi yaptırıyor. Onlar da çaresiz insanlardı. Denemekten bir zarar gelmez, diye düşündüklerinden eminim.
‘Ben işimi bitirene kadar ses çıkarmayın ve içeriye kimseyi almayın.’ Dedim.
Alim Bey ‘Tamam.’ Dedi. İbrahim ve Afife Hanım birbirine sarılmış ağlıyor ve bekliyorlardı.
O gece tıpkı Büyükada’da 1998 yılındakine benzer bir sis bulutu Bayındır Hastanesinin etrafını sarmıştı. Umursamaz bir şimşek göğü yararcasına ortalığı mavi ve beyaza boyadı. Odada bulunan herkes bir anlık korkuya kapıldı. Alim Kara, eşi ve oğluyla eminim olacaklar için içlerinden en temiz dualarını ediyorlardı.
Kadir’in yanına uzandım. Gözlerimi kapattım ve üç ihtimalli bir savaşın içerisine dalmak için koma haline geçtim.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.