Siirt’te bir yaz günü
Siirt’te bir yaz günü
Bir pazar sabahı; dışarı çıktım, güneş, pırıl pırıl, doğuda, yeni yükseliyor gökyüzünün açık maviliğine. Batıda ise, belli belirsiz yarım ay görünüyordu. Tatlı bir ilkyaz sabahının güneşi altında pırıl pırıl yanan güzel, geniş Üniversite bahçesine ve daha yukarılardaki fıstık bahçelerinin olduğu Tillo yolundaki tepelere uzun uzun baktım. İçimde nedensiz ve tarifsiz bir mutluluk yola düşüyorum; "Güres Caddesi"nin devamı olan Üniversite Caddesi’ne yöneliyorum. Siirt’te –özellikle hafta sonları- beni çeken kentin ortasında, saklı, gizemli bir yer var: “Kızlar Tepesi.” Oraya gideceğim ama, tepeye çıkan şehrin içindeki en kestirme yollardan değil, kentin en dış mahallelerinin ortasından geçen cadde boyunca yürüyüp geniş bir kavis çizerek gitmek istiyorum; böylece, hem yürüyüş güzergahımı uzatarak spor yapmış olacağım, hem de çevreyi seyredeceğim.
Yol boyunca yürürken etrafı seyrediyorum; sanki hiç tanımadığım bir şehre bakar gibiyim. Etraftaki tarlalara yüksek yüksek binalar yapılmış; yine “bitişik nizam”, yine içlerinde en az birer odaları penceresiz, yani kör ! Güneşin en yoğun olduğu bir şehirde güneşsiz, ışıksız evlerde yaşamak!.. Karadeniz fıkrası gibi… Daha binaların dış sıvaları yapılmadan, kapı-pencereleri takılmadan, hatta üst katların tuğlaları bile örülmeden giriş katlarındaki dükkânlar, mağazalar, kafeler, lokantalar faaliyete geçmiş bile, inşaat devam ediyor; şaka gibi... Oysa daha 8-10 yıl öncesinde buralarda sağlı sollu ekin tarları olduğu söyleniyor. Dün denilebilecek kadar kısa bir süre önce, 2-3 yıl öncesinde, o zamanki adı Meslek Yüksek Okulu olan Üniversite, Güres Caddesi’nin bittiği noktadan daha ötede, kentin tamamen dışındaydı. Şimdi ise, Güres caddesinin devamındaki cadde kilometrelerce Batı’ya doğru uzanıyor, Üniversitenin bulunduğu alan kentin merkezi oldu. Siirt’te son 4–5 yıldan beri çok hızlı bir yapılaşama var ve kent, tıpkı Samsun’un Bafra ovasına, Ankara’nın Polatlı ovasına, İstanbul’un Sakarya ovasına, Adana’nın Çukurova’ya, Didim ve Milas’ın Söke Ovası’na, Diyarbakır, Bisimil, Batman’ın tarım ovalarına doğru uzaması/genişlemesi gibi, Türkiye’nin, belki de tüm dünya ölçeğinde, en verimli tarım toprağı olan Siirt ovasına doğru genişleyip büyüyor; civardaki dağlar çırılçıplak ve bomboş duruyor. Oysa, Eski Siirt olarak bilinen yerleşkenin görece verimsiz bir yamaca kurulduğu çok net görülebiliyor. Aynı şekilde, çok çok eski bir yerleşke olan Tillo da kireçli, kayalık bir dağa kurulmuş. Yani, Siirtlilerin ataları dağa yerleşip ovayı ekerken, onların çocukları ovaya ev yapıp gurbette ekmek arıyor. Bu, sadece Siirt’e özgü bir olgu değil, hemen tüm Türkiye’de durum bu. Neden toprağın gerçek değeri olan ürün verimini değil de, toprağı betona dönüştüren, yani değersizleştiren “rant”ı değer olarak görüyoruz !?
Kısacası, yürüdüğüm caddenin kenarlarında bir tek aşina tarla, bir bildik rüzgâr yok. Yeni Üniversite yerleşkesi (kampus) de Havaalanı yanında, Kezer ırmağına yakın bir yerde -kadimden beri pamuk ve buğday ekilen- ovaya kuruluyor diye duydum, ne kadar doğru bilemiyorum(NOT: Siirt’ten ayrılmadan önce faaliyete geçtiğini biliyorum) Türkiye’de kentleşme sadece burada andığım kentlerle sınırlı değil, hemen tüm Türkiye kentleri, kasabaları, ilçeleri tarım yapılan ovalara doğru genişliyor. Devlet de, TOKİ kurumuyla, bu işin başını çekiyor. Yerleşim yerine dönüştürülen tarım ovası bir daha eski haline getirilemez. Yani, bu yol geriye dönüşü olmayan bir yoldur.Türkiye’de her yıl -göçmenler/sığınmacılar hariç-nüfusa bir milyon yeni kişi ilave oluyor ve -her nedense- ülkeyi yönetenler, "En az üç çocuk yapın" diyerek nüfusun daha da artmasını istiyor/teşvik ediyorlar. Bir yandan nüfus hızla artarken, diğer yandan tarım alanları hızla küçülüyor. Eğer, çözümsüzlüğün içinde çözüm aramak “paradoks” ise, bu, bir “paradoks”tur. Türkiye’de çok sayıda ziraat, şehircilik ve mimarlık fakülteleri var, neden geleceğin yok edilmesine karşı durmuyorlar? Yoksa onlara danışılmıyor mu?
Üniversite yurtlarını geçince, sola dönen caddeye yöneliyorum; daha caddenin başında keskin bir taze gübre kokusu genzimi yakıyor. Cadde boyunca yolun sağında solunda iki katlı çatısı olmayan, damlarında güneş enerjisi ile sıcak su üreten aygıtlar olan evler var. (Siirt’te kamu binalarının dışında kiremit ya da saç çatısı olan bina yok, tüm binalarda güneş enerjisi ile su üreten sistemler var. Bazı binaların damında onlarca sayıda olabiliyor.) Bu evlerin alt katlarında veya bahçelerindeki özel damlarda koyun sürüsü ve inekler beslendiğini biliyorum. (sokaklarında hiç köpek görmedim, çok ilginç!). Hemen her evin bahçesinin bir köşesinde, ya da kapı önündeki bir boşlukta derme çatma yapılmış silindirik küçük bir yapı gözüme ilişiyor. Yakınına gidip bakıyorum; ekmek ve bazı yemekleri pişirmek için özel olarak yapılmış bir ocak; tandır. Yol boyunca bazı noktalarda yeni yürümeye başlayandan 8–9 yaşına kadar ve çoğunluğu erkek olan çocuk kümeleri bağrış çağrış içinde çeşitli oyunlar oynuyorlardı. İlkokul çağındaki bir grup çocuk da misket (bilye) oyunu oynuyordu; aynen 40 yıl önce Ankara’nın gecekondu bölgelerinde aynı yaş grubundaki -çoğu kez içlerinde benim de olduğum- çocukların oynadığı biçimde ve aynı heyecanla/gerilimle oynuyorlardı, hayretler içinde bir müddet onları izledim. Konuşmalarından tek bir kelime bile anlamadığım halde çocukluğumu hatırladığım için biraz da duygulandım.
Yürüdüğüm caddenin Kurtalan Caddesi’ne açılacağı noktaya yakın bir yerde iki katlı villa tipindeki bir evin bahçesinin taş duvarı dikkatimi çekiyor; bir sanat eseri gibi. Cep telefonumun kamerasıyla fotoğrafını çekiyorum.
Aslında, ne Aydınlar Caddesi’nin üst tarafında kalan eski yerleşkede, ne ovaya doğru genişleyen yeni Siirt’te ve ne de Tillo’da taştan ya da mermerden yapılmış görkemli bir konak veya mabet, tiyatro, hamam, kütüphane, han,vb kamu binası yapısı göremedim. Çok eski bir tarihi olan Ulu Cami’nin bile, minaresi dışında, iç ve dış yapısında, süslemesinde estetik bir görünüm yoktur.
Kuşkusuz, eski dönemlere ait bir sanat eseri onu yaratan toplumu düz bir yazıdaki ayrıntılı betimlemelerden çok daha iyi tanımlar/anlatır, yani o toplumun karakter özellikleri hakkında doğruya yakın çok değerli bilgiler verir. Aslında, sadece Siirt’te değil, tüm Mezopotamya’da Mısır-Grek-Roma anıtsal yapıları gibi hiçbir yapıya rastlanmaz. Bunun nedeni ne olabilir? Mezopotamya’da taş, mermer ve granit yok mu? Siirt çok eski bir kent ve “Siirt Taşı” olarak bilinen bir mermer türüne sahip. Siirt Taşı’nı sözünü ettiğim kenar mahallenin ortasından geçen, üzerinde yürüdüğüm caddenin bazı yerlerine -özensiz olarak- döşenmiş kaldırım taşları olarak gördüm. Oysa, ne kadar güzel bir taş. Neden bir evin merdivenlerinde, banyo ve mutfak zemininde, bir kamu binasının duvar süslemelerinde, bir kafenin zemin karoları, bir kasabın tezgâh üstü olarak görülmez?
Oysa, - bazılarını defalarca gidip gördüğüm- Anadolu’nun güneyinde ve batısında taş, mermer ve granit kullanılarak yapılmış olan Aspendos, Side, Efes, Hierapolis, Kyzikos, Patara, Perge, Asos, Miletos, Magnesia, vb. Eski Yunan-Roma antik kentlerinin kalıntılarındaki tiyatro binaları, kütüphaneler, çarşılar(agora), hamamlar, hipodromlar, mezarlıklar, vb yapılar -binlerce yıl önce yapılmalarına karşın- bugün bile ayaktadırlar ve onlardaki mermer sütunlar, lahitler, heykeller, duvar süslemeleri, mezar kitabeleri, taş kaldırımlar seyredenleri hayran bırakırlar.
Kurtalan Caddesi boyunca postaneye kadar yürüdükten sonra postanenin yanından sola giden sokağa sapıyorum, yukarı doğru 40-50 metre gittikten sonra bir sol daha yapıyorum ve önümdeki küçük yokuşu da çıktıktan sonra Kızlar Tepesi’ne ulaşıyorum. Kızlar Tepesi, kentin tam ortasında küçücük ve sanki doğal değil de, toprak yığılarak yapılmış yapay bir tepecikmiş gibi duruyor. Bu tepenin üstündeki konum çok ilginç ve Güres Caddesi tarafından gidilip de çocuk parkının olduğu alana çıkınca, birden Botan nehri yönünde gözler önüne serilen büyük düzlüklere, geniş ufuklara bakmaya ve amfi tiyatronun en üst sırasına oturup Tillo tarafındaki yeşil tepeleri seyretmeye doyum olmuyor...
Tepenin ortasından geçen yolun iki yakasındaki kafelerde çay, kahve, tost, meşrubat, vb yiyecek içecekler sunuluyor ve sürekli Türkçe/Kürtçe müzikler çalınıyor. Okey, satranç, tavla oyunları da oynanıyor. Ama, yaz günlerinde kitap okumak için bu kafelerin ağaç gölgelerinin altındaki kuytu köşelerden daha iyi bir yer olamaz diye düşünüyorum ve bu düşüncemi başta Herodot’un Historia(Tarih) ve Mihail Şolohov’un “Durgun Don” kitapları olmak üzere onlarca kitabı okuyarak gerçekleştirdim. Kafelere daha çok genç nesil geliyor, aralarında kızların da olduğu üniversite öğrencileri çoğunlukta gibi. Bazen kızların erkeklerle okey ve tavla oynadıklarını da görüyorum. Kimse kimseyi rahatsız etmiyor, en kalabalık olduğu gün bile –şaşılacak kadar-sakin oluyor. Küçük tepenin her yanı akasya, çam, zakkum, leylak ve daha birçok ağacın dallarıyla örtülmüş durumda. Böyle saklı, sakin, gizemli ve güzel bir yer her kentte kolay kolay bulunmaz gibime geliyor. Kısacası, “Kızlar Tepesi” çok hoşuma gidiyor, burasını çok seviyorum. Bu kentsel projeye katkısı olan herkese teşekkür ediyorum.
Kafelerden birinde en koyu göleler altında olan bir masaya oturuyorum, fincanda çayım geliyor. Çantamdan Meksikalı yazar Octavio Paz’ın “Yalnızlık Labirenti” adlı romanını çıkarıyorum. Aslında, bu bir roman değil, Güney Amerika yerlilerinin sosyolojik-psikolojik analizi gibi. Okudukça Anadolu insanıyla yakın benzerlikler kuruyorum. Özellikle, Meksika’dan ABD’ye iş bulmak umuduyla giden göçmenlerin davranışlarını/ düşüncelerini, Anadolu’nun bir köyünden İstanbul veya Almanya’ya gidenlere benzetiyorum. Ama, en çok da kendimle aynılık buluyorum ve “bu adam sanki beni anlatıyor gibi, “ diyorum, kendi kendime.
Saat öğleden sonra ikiye doğru üstümdeki gölge açılmaya başlıyor; güneş tepemde, Batı’ya yürüyor ve gökten sanki ateşler iniyor. Ağaçların altında bunaltan sıcaktan kaçmaya karar veriyorum, çantamı toparlayıp kafeden çıkıyorum. Saat iki bucuk civarında Güres Caddesi’nin Aydınlar caddesi ile kesiştiği noktadayım, ordan yürüyerek üniversiteye yakın yerdeki evime gideceğim.
Güres: Cadde mi, meydan mı?
“Güres Caddesi” yaklaşık bir kilometre uzunluğunda, 20-25 metre genişliğinde , gündüz araç trafiğine kapalı bir alan. Yaz kış hiç fark etmez, özellikle öğleden sonarları, Güres Caddesi çoğunluğu erkek olmak üzere insanlarla dolup taşar. Bu insanların giyimlerini, boylarını, vücut görünümlerini, saç ve göz renklerini, yürüyüşlerini, şakalaşmalarını, kendi anlayışıma göre güzel olup olmadıklarını, etrafa tükürmek, vb kişilik/davranış özelliklerini kendimce incelerim. Aslında, Güres’i anlatmak, bir bakıma Siirt’i anlatmaktır. Çünkü Siirt, Güres Caddesi’nde yansır. Örneğin, Mezopatamya halklarının genel olarak esmer tenli, siyah kıvırcık saçlı ve siyah gözlü olduğu düşünülür/imgelenir. Ben de Siirt’te gelirken böyle bir fiziki görünüşle karşılaşacağımı sanmıştım, ama tam tersi bir görünüşle karşılaştım: Güres’te çok net izlenebildiği gibi, Siirt halkının ezici çoğunluğu açık tenli, saçları düz, saç renkleri açık sarıdan kızıl renge kadar geniş bir yelpazede yansıyor ve renkli gözlüler; bugüne kadar gezdiğim hiçbir kentte Siirte’ki kadar yeşil gözlü insan görmedim, ne kadar güzel...Siirtliler sıcak bir bölgenin insanları olmaktan daha çok, yaz aylarında Akdeniz ve Ege sahillerine akın eden Kuzey Avruplaılara benziyorlar. Benim güzellik anlayışıma göre, genelinde, “güzel” bir halk.
Siirt’te yaşadıklarımı, yaşayamadıklarımı, gördüklerimi, anlatılanları, okuduklarımı, izlediklerimi, dinlediklerimi, yazılmış olanları ve tüm bunlara dayanarak kurguladıklarımın hepsini bir bütünlüğe oturtamıyorum. Dolayısıyla, bu tanıtım denemesinde, Güres’in birçok özelliği eksik ve öznel (subjektif) kriterlerden dolayı da yanlış olacak. Bu nedenle, Güres Cadesi’nin sosyal, ekonomik, siyasal, kültürel özelliklerini sosyolog veya sosyalantropolglara bırakmak en iyisidir diye düşünüyorum. Bununla birlikte, Güres’in bazı özellikleriden kısaca söz etmekten geçemeyeceğim: Güres, Doğu’dan Batı’ya yaklaşık bir kilometre uzunluğunda, 20-25 metre genişliğinde, iki tarafında bitişik nizam apartmanlar, dükkanlar olan bir cadde. Aslında burası bir cadde değil de, sanki iki tarafında 8-10 katlı apartman yüksekliğinde duvarlar örülmüş ve duvarları aynı zamanda ev, dükkan, büro olarak kullanılan bir labirent gibi. Cadde araç trafiğine kapalı, ama dükkanların önündeki ağaçların altı araba park yeri olarak kullanılıyor; esnafın prestij/ statü sorunu herhalde ? Araba, motosiklet ve bisiklet trafiği o kadar yoğun olur ki, yürürken hep sağıma, soluma, önüme, arkama bakmak zorunluğunu hissederim. Çünkü, bir kez bir bisikletli bana çarptı, yere serildim ama yara almadan kurtuldum. Ama çok daha ciddi çarpmalara tanık oldum.
Ayrıca, Güres, sosyal faaliyet bakımından da bir caddeden çok, tıpkı Üsküdar, Kadıköy, Eminönü gibi, yılın hergünü, günün her saati binlece insanın devinim içinde olduğu bir alan; meydan. Bununla birlikte, öğleden önce bu alan görece sakindir; dükkanlar yeni yeni açılmaya başlanır, dükkanların önü sürpülür/yıkanır. Bazı esnaf –kankalar herhalde-sabahları kaldırımın ortasında küçük taburelerine oturmuş, önlerine kurdukları bir sehpada büyük bir keyifle kahvaltı ederler, işime giderken onları uzaktan büyük bir keyifle izlerim, bazen de yakınlarından geçmek zorunda olduklarıma, “günaydın, afiyet olsun”, derim; onlar da, “hocam, buyur kahvaltı yapalım" derler, ama hiç rahatsız etmem, yoluma devam ederim. Sabah saatlerinde en çok öğrencilere, işe giden memurlara, işçilere rastlanır. Bir de, çöp bidonlarının başında inek gruplarına ve tabi onların olur olmaz yerlere bıraktıkları moklarına... Fakat, bunlardan daha önemlisi, -öğrenci, esnaf, işçi-memur, okumuş-okumamış, modern giyimli-yerel kıyafetler içinde- kim olursa olsun hiç fark etmez, yeter ki Siirtli olsun; sağa sola fırlattıkları tükürük ya da balgam kümelerine rastlanır, Güres’te. Hemen şunu belirtelim ki, Siirtliler bunu bir kötülük olsun diye değil, farkında olmadan, bir alışkanlık olarak yaparlar. Farkında olmayışları o kadar derindir ki, açık kafede dondurma veya tatlıcının bahçesindeki maslardan birinde tatlı yiyen bir grubun hemen yakınından geçerken büyük gürültülerle boğaz temizlendikten sonra balgam fırlatılır sokağa, fakat bu tam bir rahatlama sağlamamış olursa hemen tekrarlar, dondurmacının veya tatlıcının bahçesinde oturanların farkında bile değildir.
İkindiye doğru Güres erkeklerle dolmaya başlar, hemen hiç kadına rastlanmaz. Erkek kalabalığı giderek insan seline dönüşür. Tüm açık-kapalı kafeler dolar, kaldırımlar taburelerle doludur ve tek bir tabure boş değildir. Hemen hiç tavla, kağıt, okey, vb oyun oynanmaz. İnsanlar çay içip sohbet ederler. Bu, gece geç vakitlere kadar sürer. Tüm Siirt’te olduğu gibi, Güres’te de birahane yoktur. Tüm bu olumsuzluklarına karşın,Güres’i de en az “Kızlar Tepesi” kadar seviyorum.
Amerika’ya birkaç haftalığına gittiğimde, -yalnızlıktan o kadar bunaldım ki- her gün öğle vaktinde, kendi kendime; “ şimdi Güres’te olmalıydım,” diye içimden geçirirdim. Oysa, binlerce insanın akın ettiği bu alanda birkaç esnafın dışında kimseyi tanımam. Kulağıma gelen sözcüklerin, konuşmaların, türkü sözlerinin, esprilerin çoğu Arapça ve Kürtçe olması nedeniyle anlamam. Ama, yine de, her öğlen iş yerim olan hastanede çıkar Güres’in sonundaki evime giderim, bunu sırf Güres’i baştan başa yürümek için yaparım, yarım saat sonra aynı yoldan tekrar işime dönerim. Böylece, yaklaşık bir kilometre uzunluğundaki bu yolu her gün dört kez yürümüş olurum(Hesapladım, Güres’te 14 yılda yaklaşık 20 000(yirmi bin) kilometre yürümüşüm. Ankara-Kars arası bin kilometre.)
Sabah yürüyüşe çıkarken içimi kaplayan mutluluğun nedeni hala belirsiz, ama, olsun.. Yine de mutluyum. Güneşli günler hep mutluluğu mu çağrıştırır, yüreklerde; yoksa bu doğanın küçük bir oyunu mudur? Güneşli günlerin sabahında hep bir telefon mu beklenir? Yalnızca bir telefonun sesini duymayı ümit etmek midir bu yaz gününde içimi kaplayan mutluluğun nedeni ? Kim bilir...
Aref Veleye, Ahib Veleye
Ez nastikım Seart , Ez hastikım Seart
I know Siirt, I love Siirt
Siirt’i biliyorum, Siirt’i seviyorum
Bir de Gülüş’ü...
Dr. Sadık Top
Siirt-11.06.2010