- 452 Okunma
- 1 Yorum
- 2 Beğeni
Güzide:
Güzide hanım yarım kalan çocukluk ve gençlik yıllarını arayan sıradan her hangi bir kadındı. Taçsız kraliçe olarak anılmasına yol açan aşklarını zaman zaman çevresindekilere anlatmaktan hiç çekinmezdi. onun aşıkına benzere aşklara, şiirler yazılıp, besteleyen vardı.
“Seni hiçbir zaman incitmeyecek biriyle olman imkansız. Bu yüzden acıya değecek olanla ol.”derdi.
Çocukluğuna aşırı özlem duyan bütün insanlar gibi Güzide’nin ilişkileri de çocukça idi. Olgunlaşmak sadece bir fiziksel değişimdi.
Bu tip insanlar için çocukluğunda ellerinden tutup parka götüren anne baba figürü, hemen hemen aynıdır.
Ufak bir kırılma yaşadıklarında işe hemen çocukluklarına geri dönerler. Gençlik yıllarını sevenler için de aynı şeyleri söyleye biliriz Hayatları boyunca beyaz saçlarını siyah ile ödüllendirmek en haz aldıkları şeydir.
Kimse benim doğrularıma karışmasın diye ve tersini söyleyenlere ise tuhaf bir biçimde tepki göstermez, sessiz kalırlar.
Bu gibi durumlarda topluma uygun yaşamanın kurallarını çiğner geçerler .
Kedinin "pisliğini kıymetli bilip gomesi kabilinden! Aynen Güzide hamin bu davranışlarındaki gibi.
Güzide hanım bu yaşadıklarıyla ruhen hesaplaşmaktan kaçınsa da.İstanbul âşıkların şehridir. Çok heyecana gelemez ama yaşadığın her heyecanın da en büyük izleyenidir.
Aleniyet söz konusu olunca renklerin yalancılığı ve ışıkla karanlığın iyi geçinip gitme hikayesi başlar.
Attığı her adımı birilerinin izine basarak yürüyenlerin tek doğru açıklaması, bir ömür boyu kendi eksiklerini kapatmak için sürekli bir çanta gibi taşınan kadınlar ve erkekler vardır. Ebeveyn sevgisinden yeterince nasibini alamayanların tek çözümü ise çocukluk ya da ergenlik dönemlerine içten içe bir husumet duymalarından geçer. Kısaca yaşını terse çevirme hastalığı başlar. Kendini o yaşta hissetmek için yaşına uygun birini seçer mi? Hayır! Halen yirmisindedir o. O yüzden onun arzuladığı sadece yirmilik aşkın birinin gelip diğerinin gitmesidir.
Güzide hanımın annesi Balkan göçmenidir soy seceresini gayet iyi bilir. Anadolu’dan gelen baba tarafını hiç tanıma şansı olmamış. Kendi deyimiyle “Allah ona kimseyle akrabalık bağı nasip etmemiş. Keza akrabası olan varsa da kendiliğinden unutulup gitmiştir.”
Çocukluğu bütün çocuklar gibi düşe kalka geçmiş olsa da öğrenim hayatı diplomalarını salon duvarlarına asacak kadar başarılı geçmişti. Bir devlet kurumdan emekli olduktan sonra haftanın belli günlerinde Anadolu yakasında yaşayan biricik kızı Meltem’e gidip onunla zaman geçiriyordu.
Ne yazık ki ülkedeki ekonomik kriz onu da etkilemiş, özel aracıyla değil son yılın en önemli eserlerinden biri olan Marmaray’ı kullanmaya başlamıştı.
Öyle sıradan bir gün yine karşıya kızının evine gitmek için metro istasyonları arasında çekirge misali zıplıyordu. Bir iki durak gitmişti ki bitişik koltukta oturan genç bir adam kulaklarına usulca eğilip "Trans mısınız," dedi! Böyle bir soru ile karşılaşmasına şaşırmış bir o kadar huzursuzlaşmıştı.O estetik harikası burnundan derin derin nefes alıp veriyordu. "Sakin, "dedi iç sesi ona. Önce beyin hücrelerinden geçen sözcükleri bir güzel suzup bütün çirkinliklerin posasını da bir kenara ayırdı. O güzel dudaklarını az sağa sola yayıp büzerek gözlerini genç adımın gözlerine sabitledi. "Nereden çıkardınız bunu?" dedi.
Genç adam: Güzide hanımın bedenini dışarıya karşı koruyan o bez parçaları üzerinde yokmuş hissi ile bir kez daha inceledi. Tam onu trans gösteren özelliklerini sıralayacaktı ki kafesinden yeni kaçmış bir çift gözün halen ona dik dik baktığını gördü. Hem suçlu hem güçlü olmanın bir alemi yoktu. Ortamı yumuşatacak bir fikir bulması gerekiyordu. Bir kadınla bu şekilde konuşmak doğru değildi. Dillendirdiği konu çirkin ve abesti.
Genç adam cevap vermekte çekinceli davranınca Güzide hanım, omuzlarını dikleştirip sarf edeceği cümleleri için kendisine cesaret telkin etti. Tanımadığı birinin ona bu şekilde bozuk cümleler kullanmasını hazmedemiyordu. Oysa evden çıkmadan az önce aynada bütün bedenini incelemişti. Dışarı çıkınca neyi, neresi değişmişti anlam veremiyordu. Yoksa kafatasını kaplama zahmeti veren o iki üç tel sarı saçları mıydı sebep?
İç sesine dayattığı her sorusu geri tepip "yahu bırak sen gayet normal bir kadınsın ,"diyordu; kendi kendine. Ama asıl bu cümleyi kullanan kişinin bu yakıştırmayı nasıl ona uygun gördüğünü öğrenmek için de adeta can atıyordu. Koltuğa hafifçe yaslanıp genç adama o buz gibi bakışını tekrar dikti. "Çok pardon beyefendi… Trans olduğumu nereden çıkardınız,"dedi.
Genç adamın sorulan soruya dönüşü de yedi şiddetinde bir deprem etkisi beklenirken ağzından çıkan her kelime uyku mahmurluğunda söylenen cinstendi. Ne dediği pek anlaşılmıyordu.
Genç adam anlaşılmadığını hissetmiş olmalı ki sözlerine biraz çeki düzen verip tatlı bir ses tonuyla Güzide hanımın kulaklarına bir daha eğildi "Şu kalabalıkta sizi size nasıl tarif etmemi istersiniz ?" dedi ve Güzide hanıma metrodan inince Üsküdar’ın o muazzam kokusu eşliğinde bir kahve içmeye davet etti ve bir şairin dizelerini sıraladı:
"hep aynı ezgideyim
ama
kaval kemiğimin sesi koyun sürülerine iyi gelmiyor
düşük ayar dinliyorum iç sesimi
hist! kalbin hırsız geziniyor buralarda
duymasın onu çok sevdiğimi alınır
çünkü bedeni ruha hafif insanların gelip şiirlerime
nam salmasına kahredip
usulca fıstık kabuğundan kız kuleme taşınıyorum"
Bu şairlik deneyimi, yeraltı treni dışı bir kahve ile midelerin ödüllendirilmesi, belki de hayatı boyunca bir kez eline geçecek böylesi bir fırsatı değerlendirme açısından çok kıymetli bir girişimdi.
Yeminleri tutan dilleri sormuyorum.akıp giden nehirlerin çığlığını da aklının takıldığı yerdeyim desem aşka yönümü hele ki hiç
hiç bilmemekteyim
Konuşuldukça birkaç kelime o kişinin içinin okunması için başlıca etkendi.
Tabi dikkat edilmediğinde sonuç ne olur. Bir kahvenin hatırı kırk yıl mı?.. Bizim buradaki kahve hatırı bir saat içinde işleme girmişti! Güzide Hanımı muazzam deniz manzarasından alıp genç adamın yatak odasından içeri dalmıştı!
Güzide hanım içindeki çocukluğu büyütmeme kararını en çok da sokak hayvanlarında kullanmaya bayılırdı. Büyük şehirlerde Sokak hayvanlarına verilen sevginin ne kadar doğru olduğu konusuna bir açıklık getirmek gerekir. Hele ki böyle durumlarda!
Örneğin bir kırsalda hayvan beslenmenin amacı çok nettir. Kişi evinde kedi beşler ki kemirgenlik özelliği ve tiksindirici görüntüsü tiksinti yaratan fareyi yakalasın diye. O ise sokak kedileri her martta hazla sevişip daha çok üremesinler diye alıp alıp veterinerde kısırlaştırırdı. Doğurduğu yavruya sahip çıkamayacaksa kısır olmalıydılar.
Güzide hanımı en iyi tanımlayan ve halk arasında sıkça dile getirilen su deyim ifade eder: "Mahalle yanar orospu saçını tarar.” Kendi doğruları konusunda hem ısrarcı hem de dünya dolusu yalanı görmezden gelen bir yapısı vardı
Güzide hanımın bakımını üstlendiği huysuz annesinin mal varlığı sayesinde bir eli yağda bir eli balda yaşam tarzıyla varlıklı ve kalburüstü bir hayatın gözde şahıslarından biriydi. O sebeple birileri tarafından kazanılmış paraları çok basit nedenlere harcamaktan kaçınmıyordu. Hatta bu harcamalarına rahmetli babasından bağlanan dul ve yetim maaşı da destek sağlıyordu.
Aslına bakılırsa zengin hayatı hem var hem yokların içinde bir o yana bir bu yana yuvarlanması demekti.
Bütün evinin harcamalarını annesi üstlenirken; o kendisine bol kepçe merhameti ile sonu gelmeyecek bir dünya kurmuştu. Çocukları onun genç erkeklerle yaşadığı ilişkilerinin farkındaydılar. Fakat söyleyecek bir söz bulamayınca susmayı tercih ediyorlardı. Güzide ise halinden gayet memnundu. Çünkü gençliğinde onun yaptıklarının benzerini yaşamış bir annenin kızıydı. Ya biz böyle bir ilişkiyi çevremizde görmedik aman aman ne kadar yanlış diyen birinin olmayacağını o da biliyordu.
Güzide hanım kendi kazancı olmayan serveti küçük küçük parçalar halinde cinsellik yaşadığı bıyıkları yeni terlemiş ergenlere yedirmiş, yedirmeye de devam ediyordu. Ergenlerle olan ilişkisine gerekçe göstereceği kadar çok sebep sayabilirdi ki! İlk başta çocukluk ve gençliği yer alır, sırayı belki de doğrusunu söylemek gerekirse evliliğinde yaşadığı travmalara ondan sonra gelirdi.
Yaşı evcilik oynamasına uygun olduğunda o evdeki huzursuzluğu dışarıda unutacağını düşünmüş olmalı ki ilk yaptığı hareket büyüdüğünü kanıtlamak için geceleri dışarıya çıkmaya başlamıştı. Bolca güneş alan oyun parklarını değil de los bar köşelerini tercih ediyordu. Bol alkol alıp yarı ayık birlerinin köyünunda uyandığını kimselere demiyordu. Hep ailesinden kötü hallerini gizleyeceği bir kız arkadaşı olması, yök efendim gece kız arkadaşımda kaldım yalanlarını ise peş peşe tekrarlıyordu.
Neyle besleniyordu içindeki korkusuzluk denilmesin diye, az sıcaklık his ettiği adamın o evlik teklifine hemen evet demişti, o acelecilikle aralarında iki kişilik nisan takma merasimi bile yapmışlardı. Düğün törenine ise sadece birkaç eş dost davet edilmişti. Bilinen bir sözdür, baba evinden gelin çıkarken annenin kızına "sakin pervazsız pencereye çıkma düşersin" demesi. Evet, annesi onun bir çocuk olduğunu biliyordu. Giydiği beyaz gelinlik ve yanındaki kırk beşlik adamın bir önemi yoktu. Bir var ki her şey hazırdı. Talimat verdiği gibi yatak odasının her bir objesi mavi renkle benzenmiş ve odanın içine yayılan los ışık ise klasik bir müzikle taçlanmıştı.
Bu arada kırk beşlik eşinin dindarlığı tutmuş oturma odasının bir köşesine seccadeyi sermiş namaz kılma faslına geçmişti. Güzide hanım çoktan yatak ucuna kıvrılıp kendi kıyılarına kendini demirlemiş bir küçük tekne idi sanki, hiçbir fırtına onu o tatlı uykusundan uyandıramazdı.
İlk gece yorgunluk bahanesi ile geçmiş ancak ikinci geceye bir isyan çıkmıştı! Kırk beşlik eşinin önü kucaklamasıyla yatağın üzerine bırakası bir oldu.
Bir sevilme hikayesinin genelde roman ve öykülere gizlendiğine şahitlik eden bir kendisi vardı.
Sonra sabri devreye girdi. Kabus dolu günler alışkanlıklarından biri oluverdi. Eşinin bencilce istekleri onun çocukluğundan parçalar koparmaya başladıkça o inat etmiş büyümemeye.
17 Ekim gecesi özel bir hastane odasında bir ‘çocuk arkadaş’ doğurmuştu. Park özlemini ve oyuncaklarını paylaşabileceği biri vardı artık hayatında. Ne güzel, artık yalnız da olmayacaktı.
Güzide hanımın o körpe bedeni eşinin istediği zaman emrinde idi, istemediği anlarda ise yerini sözlü tacizlere bırakıyordu
Bir insanın korkuları büyüdükçe o korku bedenin bir o kadar da küçülmesine yol açar. Korkan kişi korkusunu tetikleyen kişiye karşı acil savunma mekanizması geliştirmek için bir yol arar. Güzide hanım da bir çözüm peşindeydi. Yaşadığı evi kiraya verip annesinin bulunduğu binada bir daireye taşınmalıydı. Taşınma fikrini önce kocasına sonra annesine söylemesi gerekiyordu. Böylece annesi, eşinin bu tacizlerden haberi olur ve bu işkenceden kurtulurdu.
En nihayetinde öyle de olmuştu. Taşındıklarının ilk haftası Güzide hanım ev toparlamadan bitkin bir halde düş almak için kendini banyo atmıştı. O sırada küçücük olan bebeği ile annesi ilgileniyordu. Kadıncağız bir ara banyoya girmek zorunda kalmıştı. O maviş gözleri kızının üzerinde fotoğraf makinesinin flaşı gibi arda arda patlamıştı. Kızının bedeni mosmor irili ufaklı çürüklerle doluydu. Annesinin gözyaşları hıçkırıkla karışmış, "Bunu sana nasıl yapar" diye haykırmıştı. Durumu annesine anlatması yarım saati almıştı ancak bu işkenceyi yapana kişiye beş yıl sesini duyuramamıştı.
ama durum Güzide hanımın tahmin ettiği gibi gelişmemişti. Annesi tarafından korunacağını beklerken tam tersi olmuş, genç ve dul bir kadının yaşamını kendince analiz eden annesi zamana bırak düzelir fikrini savunmaya başlamıştı.
Başka çözüm aramaya girişti. İlk önce psikiyatrist bir tanıdığından destek alma konusunda kendilerine yardımcı olacağını söyledi. Ne var ki bu öneri onları dokuz ay bir arada tutabildi sadece.
Artık hayatıyla ilgili kararı kimseye bırakmamak gerektiğini geç de olsa anlamıştı. Ve o muhteşem gün sonrası dul kadınlığını arkadaşlarıyla bir türkü barda kutlama kararı almış bebeğini annesine çok rahatlıkla teslim edebilmişti.
Türkülerin çok nadir dinlediği bir aileden geliyordu. kim n bu türküleri sevmesine vesile olmuştu bilinmez ama, Üç kişi gittikleri türkü bardan dört kişi olarak çıkmışlardı. Alkolün şişede durduğu gibi durmamasının birer örneğiydiler. Evin yolunu bulmuş olmanın sevinciyle ışıkları yakmadan birlikte geldiği adamla yatak odasına geçti. Dokunuşları bez parçasından ayrılıp çıplaklıktan yaratılmış bir şekilde nefes nefese kalmışlardı. Bedenin cevap alıp verdiği o anlarda. Birkaç sefer orgazmin ne olduğunu anlamış, sanki kadınlığına yeniden doğmuştu. Bu durumun günlerce sürmesine sesini elbet çıkaramayacağını; bütün gece ilk kez gördüğü ve seviştiği genç adımın işimin ne olduğunu düşünüp durdu. Ne vakit uykunun kollarına kendini bıraktığını hatırlamaz bir yorgunlukla uyuyakaldı o gece. Uyandığında yanındaki erkeği eşi sanmış ve bütün bedenini ondan geriye itmişti. Fakat biraz gözleri gün ışığına alışınca anladı ki yatağına konuk ettiği kişi bambaşka biri olduğunu fark etmişti. İşte tam O zaman ilk yaşlanmama takıntısı başlamıştı. Gencecik bir bedenin cinsellik sunumunu o kadar beğenmişti ki, artık bunu eşi gibi olgun bir erkekle takas edemeyecekti.
Bu ilişkinin devamı gereği bir eli bebeğinin kakalı bezlerini yıkarken diğer eli sevgilisinin akan burnunu siliyordu. Her yanını çocukluk kuşatmış, anne olmayı bırakın, kadınlığını yaşama dengesi bozulmuştu. Annesinin okuldan alıp okula bıraktığı sevgilileri olduğuna şahit bir kadınken kendinden nasıl bir düzgün ilişki bekleyebilirdi ki. Çabuk büyüme hikayesi olan erkekler onu maddi ve manevi olarak kullanıyordu. Aralarında normal olarak herkeste olduğu gibi çok dikleşme ani yaşandığında ise geldikleri gibi sessizce hayatlarından çıkıyorlardı.
Güzide hanım ergen ilişkilerinin toplumca ahlaka aykırı bulunmasından dolayı edindiği bütün arkadaşlıkları tek tek bitirmiş, ailesinin kendinin gördüğü eğitimin kimsede olamayacağını savunması bir kere istenmeyen taraf ilan edilmişti, eskisi gibi arkadaşları da onun ile bir araya gelememeye dikkat ediyorlardı.
Her şey kontrolünde görünüyordu ve gittikçe küçülen erkek arkadaşlarının yaşları, fiziksel değişimlerine başka değişimler ekliyordu. Kendinden küçüklere bile abla derken dünyayı kasıp kavuran korona aşısı onun daha büyük abla olduğunu gösterdi.
Erkekliğe adım atan birinin merakını gideren tek olgun kadın olurken karşılığında bir şeylerin olacağını asla takıntı etmezdi ."Bende olanı yeriz olmayınca da Allah büyük" derdi. Bu arada ipliği pazara çıkmış ve dünya tatlısı ikiz erkek torunları dünyaya gelmişti. İzmir’de Konak semtinde bulunan giyim ve oyuncakçı dükkanlarını mesken edinirken çocukluğuna armağan edilen ikiz torunlarını saklamayı başarıyordu.
Bir kadının doğduğu anın sorgulamasını asla yapmamak gerek
doğan doğuranın halinden anladığı için de olabilir.
Ve özel bir günün verdiği heyecanı bitiren tek cümle "Ben halen doğmadım ki." olurdu.
Mor bornozunun ıslaklığı geçmeyen
Güzide hanım daha kaç ergeni göğsünde uyutur bilinmez ama
kısırlaştırdığı her kedinin günahı elbet bir gün ondan sorulur…
...