- 261 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
KISIR DÖNGÜ
Zaman değişti, mekânlar, anlayışlar ve fakat kaderi değişmedi bu ülke insanlarının. Dilediğinizce gidin geriye, gelin şimdi de güne ve bakın. Değişenleri varsa da hayatın çeşnilerinde, milletin hak ettiği sunumlara erişmedeki çetin mücadelesi daima eksik kalmış. Millet yarım bırakılmış, sahiplenmek bir yana tüm zorlukları yıkılmış üstüne ve şu soruları sordurmuş bizlere: Devlet mi millet için, millet mi devletine gerekir?
Bir yandan “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın.” (Şeyh Edebali) diyen büyük bir hümanizmanın dillendiricisi olan tarihimiz, öte yandan da tüm nimetlerine belli zümreleri layık görürken ülkesinin, öte yandan da büyük bir milli kesimin erişmesini istemez gibi ve bilerek veya bilmeyerek adeta barikatlar kuruyor insanlarının önüne. Sonuç itibariyle de “Bir lokma ve bir hırka.” Felsefesinde buluyoruz kendimizi.
Küçüklüğümüzden beri beslene geldiğimiz değerlerden biri de israf etmenin ne denli yıkıcı olduğu, yasaklandığı, haram edildiği gerçeğidir. Elbette israf kötüdür, yıkımdır, emeğe saygısızlıktır, sosyal adaletin tecellisine de negeldir. Ve fakat, ülkenin imtiyazlı kesimlerinin ta ki 1922`lerde kaldırdıkları saltanatı halen sürdürüyor almaları da akıl alacak gibi değildir. Bir ülkenin yönetimi ile halkı arasındaki uçurum, kendimi bildim bileli aşılmış değildir. Bu zihniyetle de aşılacağı da yoktur.
Yönetimin başına gelenlerin doldurdukları o çok imtiyazlı zeminler, onların başına ya bir şeyler getiriyor veya bunu konjonktürü öyle kullanmak keyfiyetiyle kendileri böyle tercih ederek, bir kast sistemindeki gibi aşılmazlık duvarı örüyorlar milletin önüne adeta.
Babası işçi olanın çocuğu işçi, memurun çocuğu memur, futbolcunun çocuğu futbolcu ve sinema sanatçısının çocuğu da oyuncu oluyor. Bundan ala bir kast olabilir mi? Devlet ile millet yan yana bu şekilde hakkaniyetle gelebilir mi? Her beş yıldaki seçim imtiyazımızla bu gerçekleri değiştirebilme gücümüz var mı? Zîra iki, üç okka patatese ve birkaç çuval makarna ve veya kömüre geleceğini pazarlayanlarla yeni ufuklar açılabilir mi bu ülkede. Bunları dillendirirken hiçbir politik kaygıyla yazmadığımı, apolitik bir duruşun düzleminde ve sesli konuştuğumuzu farz edelim. Gerçekten de hiçbir siyasiyi tanımam, tanışmak ve ya yakınlaşmak gibi bir gayem de yoktur.
Bildiğim bazı şeyleri bu anlamda yazmayı kendime görev bildiğim için yazıyorum. Almaya`ki Hans`ın, ABD`nin Micheal`inin ve Fransa`daki Louise`in insanca yaşamaya ne kadar hakkı varsa, bizim ülkemizin Alperi`nin, Abdullah`ının, Zeynep`inin, Zeyno`sunun, Dursun`unun, Aliye`sinin de en az onlar kadar hakkı vardır. Zira, bu toprakları bize vatan yapan şanlı tarihimizin mimarları, o gençlerin bir vakit hayat dolu dede ve ninelerinin o kötü günlerdeki terle, kanla ve canla ortaya koydukları eşsiz mücâdele, bu hakkı kimsenin keyfiyetine bırakamaz. Hiçbir yönetim erki bu milletin çocuklarının nemalanması gereken her şeyde hakkı olduğu konusunu tarışmamalıdır bile. Eğer bu noktalarda bir sıkıntı varsa, bu durum cidden üzerinde durup düşünülmesi gereken, tarihi perspektiften nelerin çıkarılıp çıkarılamadığının tartışılması gereken bir durumdur.
Elbette zor zamanlarda bir ve beraber olacağız. Büyük millet olabilmenin ön koşulu budur. Ve fakat, egemenliğin bölüşümünde siyasetin diline ve ellerine adeta pelesenk olan şu yandaş mevzuu asla hakla, hakkaniyetle bağdaşır şey değildir. “Biri yer biri bakar, kıyamet ondan kopar.” Sözü ne de güzel özetliyor bu durumu değil mi? Mademki ecdadımız bizlerin daha güzel bir hayata erişmesi için kendilerini feda ettiler kutsi davaları adına, halen neyin kavgasını yaptırılıyor bu millete, kime karşı bu kavga, soruları çözüm bulmak zorunda değil midir?
Bir Ortadoğu coğrafyasının zemininde yaşamak gerçekten de zor. Bu anlamda dünyanın pek çok güç odağının adeta tiyatro zemini haline gelmiş bu kadim topraklarda, güçsüz kalanların yaşama şansı da yoktur, olmamıştır da. Ve fakat, her yanında bolluk ve bereketle gıpta edilen ülkemiz, niçin daha medeni şatlarda bir hayatı insanına sunamamaktadır. Bu durum böyle midir yoksa, milletin hakkı olan kaynaklar farklı şekilde mi kullanılmaktadır? Dedik ya, babam zamanında da aynıydı manzara, ben baba oldum, yine aynı manzara. Hiç haz duymadığım şu “sosyete” sözcüğü gerçekten de son derece iticidir. Devlet, yönetim erkini öyle kullanmalıdır ki, ortalama kültürü de ortalama geliri de arzu edilen o huzur sevilerine çıkarmış olabilsin. Bundan sonra zaten sosyete yerine, sosyal topluluklar sözcüğü kullanılabilir sadece. Birilerinin daima elit olması da aykırı bir durumdur bu anlamda. Bir asrı aşkın süre önce ortadaki mücadelede sosyete değil milletin kendi vardı. Astı da üstü de aynı şeyi düşünüyor, aynı nefesle nefesleniyor, aynı soylu kanı akıyoyordu toprağına vatanın.
Gazi Mustafa Kemal`i anlamak mevzuu geliyor burada akıllara. Mustafa Kemal`in baktığı pencerede çiftçi ezilen değil, efendiydi. Yine bu manzarada öğretmen gerçek anlamda her yönden yetişmiş ve toplumun kaderini ellerinde şekillendiren gerçek bir metadordu. Ortaya konulan her bir yenilik, bir üst gelir grubu adına değil, milletin tümünü kapsaycı, kucaklayıcı şekilde hayat buluyordu. Ve özetle, yapılan, alınan, satılan ve hayata dair ne varsa halk içindi, zümreler için değil.
Üç bir yanı ve denizle çevrili ülkemizin deryalarında, bizi nefeslendiren alabildiğine engin gökyüzünde ve onun yeşilinin tonlarıyla cümbüşe devrilen ormanlarında, tarihte bize akseden arkeolojik zenginliklerinde, mutfak kültüründe kendimizi bululamıyorsak, aidiyet duygumuzu sorgulamamız gerekmez mi? Bir Alman ailesi, Karadeniz`in eşssiz güzelliklerini benden çok görebiliyor, Van`ın zengin ve bol çeşitli, şifalı kahvaltılarını benden çok tadıyorsa, milli futbol maçımızın heyecanını resmi kanallardan izlememde sorunlar yaşanıyorsa, lig takımlarımızın kadroları adeta dünya karmasına dönmüşler ve otuz yıldır tutkunu olduğum futbol takımından da sırf bu nedenlerle sıtkım sıyrılmışsa, elimdeki oltayla Akdeniz`in sakin bir kutusunda balık avlamama özel mülkler engel oluyorsa,… sizce de bir şeyler ciddi anlamda yanlış değil midir?
Giderek uçurumlara neden olan bu durum bir noktadan sonra da millet ile devlet bütünleşmesi noktasında bazı kırılmalara da yol açabilecek ciddi bir tehlikedir. Esasında bizler tarih boyunca daima özgür kalmayı başarabilmiştik. Ve fakat her ne varsa, bir türlü egemen olma şuuruna erişemedik veya buna engel olundu. Yüzyıllar öncesiyle sonrası arasındaki benzerlik ne de manidardır aslında. Demokrasi bilincinin henüz yeterince olgunlaşmamış olması veya onun zahmetsizce bizlere bahşedilmesidir belki de nedeni. Evet, özgürlüğümüz için bedelleri fazlasıyla ödedik her demde. Onun içindir ki hürriyetin tadını da değerini de biliyoruz. Ne yazık ki egemen olma tecrübemiz sadece yönetim erkinin ve etrafının dar çerçevesiyle sınırlı kaldığından ve onların da bu hakkı paylaştırmak gibi bir öncelikleri olmadığından, “kast” gerçeği olmasa da kasti bir şekilde egemenlik haklarımızın sorgulanması gerekiyor sanırım.
Bunların dışında bir de şu liyakat meselesi var ki kan dondurur. Onuncu kere en yüksek puanları alabilmesine rağmen bir türlü yukarıdaki keyfi karar mekanizmasını aşamayan, farklı alandan binlerce yetişmiş gencimiz, ne yazık ki, kendilerini takdim edecek bir referansa ihtiyaç duyuyor. Burada da kimin kime yakınlığı fazla ise ilgili makama onlar getiriliyor. Bu hatalar yapılırken de işin, statünün, makamın gereği olan ;yetkinliğe, tecrübeye, bilgiye ve kısacası liyakate haiz olup olmadıklarına da bakılmıyor bile. Bu durum böyle devam ederse, devlette nitelikli kadrolarda; işlerin aksamasına, sorunların giderek büyümesine, daha büyük kargaşaların çıkmasına alışık olmalıyız değil mi?
Makamlar doğru ellerde işler, hayat verir, değer üretebilirler. Keyfiyetle verilen yetki ve makamlarsa ancak ölüm getirir. Bir otobüsü dahi yıllardır onun kahrını çeken muavine teslim etmekte tereddüt eden sivil ve akli anlayış, nasıl olurda devlette daha ciddi ve hayati konularda böylesi bir tercihe yönelir? Doğrusu anlaşılır bir şey değildir bu. Düpedüz katletmektir devleti bu. Düşünsenize, yeterince tecrübesi, bilgi olmayan bir mühendisin nükleer santralda iş kapmış olmasını. En ufak hatasının bedeli sizce neler olabilir? Devlet yönetimizde amca, dayı muhabbeti olmamalıdır. Orası ailecek ikbal kazanılacak bir zemin değildir. Akılla, sağduyuyla, doğru insanların doğru zeminlerle, mevki ve makamlarla buluşturulması gereken bir erktir. Umarım işler daha kötüye gitmeden birileri devlet aklını doğru yerlere konuşlandırır da “çalışanların da, emekçilerin de ve emeklilerin de elmaları kızarır” diyelim. Birilerini sırtından, karnından, kan bağından veya can bağından beslenerek hak etmedikleri yerlere gelen ve rahatsızlık duymayan insanlar ne de çirkindirler. Onlar en başta empati yoksunudurlar. Emek düşmanı, fazilet noksanı, kısacası dalkavuklardır. Erdemli insanların her şeye karşın bu zeminlere kayırma yoluyla değil de emekleriyle gelmek istemelerini büyük bir saygı ile karşılıyorum. Onlar, önlerinde düğme iliklenmesi gereken esaslı, soylu bir duruşa da sahiptirler çünkü…
Bizler bir eğitimci şuuruyla ve siyasete kesin bir mesafe koyarak, yetişmekte olan nesillere hakkı ve hakkaniyeti velhasılı ;emeğin, bilgeliğin, çalışkanlığın ve değerlerin cümlesinin vazgeçilmezlerimizi olduğunu her fırsatta dile getiriyoruz. Umarım, eğitim sistemimizdeki ciddi sorunlara da bir el atılır da okur-yazar olmadan mezun olan öğrenci ayıbından da kurtuluruz, diyorum. Acı ve fakat gerçek bir durum bu. Niteliğimizdeki artışın yegâne adımı eğitimden geçecektir kuşkusuz. Hiç olmazsa bu zeminde siyasi manevralar yerine; esaslı ilmi ölçeklerle, yine çağın gereklerine göre ve fakat nitelikten asla taviz verilmeden sürdürülen çalışmalarla gerçek manada kültürü özümsemiş, değerlerle donanmış ve belli sahalarda da liyakatlı bireyler yetişebilecektir.
Bu ülke bizim. Bizi kabul edebilecek bir vatan da yok. Devletin kimseleri küstürmeden ayrıştırmadan ve siyasi çıkarları yeri geldiğinde bir kenara koyarak vatandaşın sorunlarına eğilerek onların yanında olma gayreti, nitelikli insanlarına sunumları ve emeği ve çalışkanlığı takdir edişiyle daha yaşanılabilir bir zemine geçebilmek elbette mümkündür. Dünün yanlışlarını bir kenara bırakırsak, içerde ve dışarda güçlü bir Türkiye için, günü birlik ikballer yerine onlar yıl sonrasını projeksiyonuna almış ve bilimsel dayanakları olan hedeflerin milletle birlikte inşası, nimetlerin paylaşımının yine her türlü sıkıntıda devletinin yanı başında duran milletiyle paylaşımı hepimizin ivedilikle beklentisidir. Büyük olabilmek ne sayıda ne de makamdadır. Onu büyük kılan şey, içindeki ;fazilette, erdemde, adaletinde saklıdır. Bizler büyük bir medeniyetin unsurlarıyız.
Ben ile başlayan yollar asla bize çıkmamıştır. O benlerin egoları uzun sürmeyecek bir saadeti verse de, bizler daimi olandan, paylaşarak artandan yanayız. Sofralarımızda türlü nimetlere erişirken, memleketten bazı manzaraların boğazımızda düğümlenmesinden bıkmış durumdayız. Asgârî müştereklerde her bireyin kendini en güzel ifade edebileceği, saygınlık kazanmış olduğu, adalete de güvenle sırtını yaslayabildiği bir hayat umudumuz var. Buradaki çıkarım biz anlayışı içinde kendini gören, görmek isteyen herkesi kapsamaktadır. Falan esnafın, filan müdürün, başkanının yakını olunması muhabbetlerinden ortaya çıkan çirkinlerle ve hele ki, “Ben kimim, biliyor musun?” gibi üçüncü dünya ülkeleri ilkelliğinden kalmış argümanlarla anılmak istemiyoruz. Bu tür statükolarını, makam ve güçlerini insanlara dayatan küçük insanlardan, onların zavallılığından bıktık artık. Sıradan bir Avrupa ülkesindeki gibi koruma ordusuna ihtiyaç duymayan ve haklin girip çıktığı zeminlerde boy gösterebilen, makam ve gücün verdiği konforla egosuna mağlup olmayan, sizinle aynı masada hayata dair şeyleri ortaklaşabilen karakterli eğitilmişleri istiyoruz.
Buradan değerli bir makam sahibi anne ve balara da şunları söylemeden geçmemek gerekir. Oğlum, kızım hele bir savcı olsun da görün siz. Yahutta “ Oğlum rütbeleri alınca yanına varılmaz artık.” İşte bu çirkin ötelemeler, makam ve iktidarın daha sahibi olunmadan kirletilmesi, rencide edilmesi, asıl amacından uzaklaştırılması değil midir? Doğru söylemlerin ne kadar önem arz ettiğini anlamanın vakti geçmesin lütfen. Evet, bazı rollerin sahibi olabilmek hedefi büyük özverileri gerektirir ve bu hedeflerine ulaşabilenleri de tebrik etmek gayet insanî bir durumsa da, makam ve gücün vermiş olduğu sorumlulukları hatırlatmak yerine, onların toplum üzerindeki nüfuzlarını öne kaymak çok büyük bir vefasızlık olmaz mı? İnsanlara yukardan yukardan bakan kaymakamları da gördük, insanları kucaklayanları ve bu yüzden halen vefa ile anılmakta olanları da. Diğerleri ise asla yüreklerde ve akıllarda iz bırakmadıkları gibi, bizler gibi binlercesinin ancak beddualarından nasiplenmişlerdir. Zira o makam ve güç, insanlara inmek için fırsat, bozulan ahengi onarmak için en güzel bir zemindir.
Geleceğimizin de bu manada büyük olabilmesi, nicelikten ziyade topluma yöne veren, adalet ve eşitlik duygularında ortaklaştıran, yaşayan değerlerimizle, nitelikte can bulacaktır. Ümidimiz bizci anlayıştadır. Onunla ;daha bir insan kalmak, artmak, gerek bu coğrafyada ve gerekse de bütün cihanda en anlamlı ve asil şekilde yankılanabilmek, gıpta edilir olmak dileğiyle.
Oğuzhan KÜLTE
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.