- 395 Okunma
- 3 Yorum
- 1 Beğeni
Mutluluk Acının Yokluğudur
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Doğa ve insan sürekli bir devinim, değişim, oluşum ve yenileşimle, başkalaşımla içidedirler. Saniyeler dakikaları, dakikalar saatleri, saatler günleri, günler ise ayları oluştururlar. Ayların birikimiyle yıllar, kocaman yıllar, sonsuz yıllar ortaya çıkar. Dünya kendi ekseni etrafında dönerken gece ve gündüzler meydana gelir. Güneş doğup ve batarken gökyüzü sarı kızıl bir renge dönüşerek çesitli şekillere bürünerek rüyalarda bile görmediğimiz, ressamların tuvallerine, tablolarına konu olan esserle ortaya çıkar. Çıkarır, bu renkler bize havai renklerin tadını solumamızı söyler. Mavidir tonları, kızıldır şafakları ve geç ikindilerinde akşamların da, mavinin her türlü tonu belirleyicidir gökyüzüne hakim olan. Oraya dikkatli bakan herkes, ama herkes kendine göre bir tonunu bulur, bulabilir mavinin. Huzuru aramak istersek, istiyorsak, içsel bir sükuneti, kendi icimizdeki maneviyatta arıyorsak mutlaka bu arayışı başımızın üzerinde geniş bir alana, yayılmış, hacmi ve kütlesiyle hep aynı yerde sabitmiş gibi bizi yanıltan, ama sürekli dönen gökkubbe de renkler sevdası yaşanır. Burada acıyı, kederi, hüznü, saplantıyı, gamı, tasayı, umutsuzluğu, mutsuzluğu, sevgisizliği ıstırapları yokeden bir güç vardır kaşımızı kaldırıp derin derin onu seyretmeyi biliyorsak eğer. Mavi, renk olarak bir çok bilimadamını, yazarı, şairi, edebiyatçıyı, sosyologları, pedagogları, psikologları, siyasal bilimcileri, tarihçileri, mimarları, tasarımcıları, dizayncıları ilgilendirerek evlere, duvarlarımıza kadar giren bir renk olmuştur yaşantımızda huzuru bize bahşeden.
Sabahın oluşuyla birleikte gecenin korkunç karanlığı yerini güneşin bin bir türlü renk cümbüşüne bürünerek içimizi ısıtan hoş bir berraklık sarar dünyayı. Gece yıldızlarla ve ayla aydınlatılır, bulutlarla yaşlı bir yüze dönüşür. Bazen bir gün de böyle olabilir ama, bu farklı bir karanlıktır. Bunu başka bir dille ifade etmek gerekirse, ölüm ve hastalık, hastalık ve sağlık arasında ki kırmızı çizgi gibidir. Çok hassas, ama bir o kadarda açıktır. Günümüz insanının göremediği yada gösterilmedigi bu değerler bütünü mutlu olma yolunda ilerleyen cümlelerinde anlatılacaktır bu yazının. Elimden geldiği ölçüde.
Günümüz insanının şıpsevdililiklerine, benliğinin boyunduruğu altında tek bir değer sağlayıcılık haline geldiği: “Benim için en iyi olan, herkes için de en iyisidir” mantığının hakim olduğu hedonoistik toplum yapısı hakim sınıfların da en iyi kullandığı bir yoldur. Bu günümüz insanlığına kapitalizmin vurduğu en ağır bir darbedir. Burada illada bir sınıfa, bir dine, bir etnik gruba ve milliyete ait olmamıza da gerek yok. O, egoizim her topluma girmiştir kendine has zehiriyle… hangi şey, kşisel çıkarlarımıza hizmet ediyorsa, etik bir ahlaki değerden bağımsız olarak, o şey bizim için iyi bir davranış biçimi sayılıyor. Daha kötüsü ise benliğimizin üzerinde bizi uyaran biro torite, ahlaki bir değer yoksa, etik bir anlayıştan yoksunsak, yoksun bırakılmışsak, bireyselliğimizi öne çıkarmışsak genelin çıkarlarını değilde, bireyin çıkarlarının öne çıktığı bir toplumsallık meşruyet kazanarak çoğul yanlızlar üreten mankurlaşmış bir tolum oluyoruz/olmuşuz. Doğrular ve yanlışlar, iyiler ve kötüler hakkında nesnellik ölçütler ortaya konulmadığı zaman herkes kendi benliğini kendine rehber alarak bunalımlara sürüklenen hasta bir toplum oluyoruz. Ahlaki değerler ve etik artık toplumsallıktan koparılmış ve kişisel gelişmişlik teşvik edilerek, ayrı bir statü kazanmış, pozitiv değerlerde ayak diremek, değişmemek, sabit kalmak neredeyse başarısızlığa alamet sayılıyor. İçsellik, duygusal ilişkiler kısa ömürlü ve bazen de doğmadan ölen bebek misali çekirdekte bogulmaktadır. Hesapçı bir çıkarcılık ve benmerkezci, doyumsuz, maddi değerlerin ön plana çıktığı kendi kendine yatırım yapan, bununla da asla mutluluğu bulamayan yığınlar sürüsü olan bir tolumsallık sendromu yaşıyoruz. Yatırım sadece benmerkeze yapıldığı için gerisi de benim gibi felsefesiyle mutsuzluğa daha baştan çelme atarak bize ulaşmasını engelliyoruz kendi ellerimizle… Aşk, sevgi, saygı, bağlılık, fedakarlık, sadakat, güven gibi nosyonlar (mefhumlar, kavramlar) duygular talep etmiyor bireyler. Aşk artık benmerkezcilikle ilgili. Kendimi bulmam, kendimi gerçeklestirmem, otonom birey olmam kişisel olarak gelişmem için bana lazım olan şey. Kişisel benliği verilen bua şırı değer, bunu ölçüsüzce ktsamak, samimi ve dürüst iliskilerin altını ve içini oyarak boşaltıyor. Yakın ilişkilerimiz endişelerle yüklü, saplantılarla karşıyı boğan bir bunalım havasında. Yani mavi bir yok yok aradığımız iliskilerde. Çünkü kendimizde mavi göklerimizi siyaha boyamışız. Her yakın ilişki duygusal bir ıstırap riski taşıyan, korkulan bir dokunma türü olmuş. Hep incineceğimiz, kırılacağımız, yaralanacağımız, inleyeceğiz diye kendimizi kendi ördüğümüz dört duvarımız içine hapsetmişiz. Bunun cenderesinden kurtulacak da formüller aramıyoruz ne yazik ki bizler birer birey olarak. Muhtemel infilaklardan korkumuz o kadar büyümüş ki, hemen her şeyi sigortalıyoruz yüreğimizden başka. Evimizin camlarına kadar sigortaladığımız ve sigortalattığımız bir dünya da mutluluk aramak ise “bir genelevinde bakire aramak” hayaliyle kendimizi kandırmamıza müsade edebiliyor ancak. Bu da kendi kendimizin hazin hüsranını hazırlayan bir yıkım olarak bırakıyor yine bizi kendimizle başbaşa… Adeta deyim yerindeyse kendi kendimizi “tavaf eden bir hacı” konumuna düşüyoruz komik bir biçimde. İliskiler muğlak ve bir o kadar da yüzeysel. İliskiler coğrafi devinim ve göçlerden dolayı globalleşen ekonominin çizdiği çerçeve içinde sunulan yöne eksen kayması yaparken ilişkilerde diğerkamlık (özgecilik), sadakat aşınarak, güven mumla aranan bir hal alıyor. Kendini her şeyin merkezi sayan bir birey, kendi benliklerini referans alan insanlar, bir diğerine şüpeyle baktığı için kaos günlük yaşamın merkezine oturmuş bir patron durumuna gelmiş. “Her şeyi var ama gözü doymamış”lar ne aradığını bilmeden günlük hayatlarını idame etmeğe çalışıyoruz. Hep birilerinin bizi kullanacağı, sömüreceği, menefaat sağlayacağı şeklindeki şüphelerimiz, dostluk ve dayanışmanın köküne ayran suyu döküyoruz deyim yerindeyse. Şüphesiz ki, hiçbirimiz karşıdaki insnın aklını okuyacak kadar bir bilgiye sahip değiliz, ama toplumsal hayat asgari bir güven duygusuna, müşterek ortak noktaların, paydaların varlığına ihtiyaç duyar toplumsallığı daha da sosyalleştiremek için. Bu sebeple, biz diğer insanların iddia ettikleri ve gördükleri kişi olduklarına inanmamızı gerektiği gibi tersi olan durum da bizim için gecerlidir.
Eğer bir toplumda sağlıklı bir birey olmak istiyorsak başkalarına ve dünyaya karşı belli bir güven duymamız, temel bir degerler sisteminde buluşmamız kesinlikle icap eden bir fiil olmalıdır. Ama üzülerek belirtmek gerekirse, günümüzün hakim olduğu ruh iklimi de ekolojik dengeler gibi kirlenmiştir ve kirlenmeğe tüm hızıyla devam etmektedir. Doğanın insanlığa sunduğu bütün güzellikler çıkarcılık ve kar amacı güden sistemlere dönüştügü için günümüz insanı fazlasıyla karamsar, güvensiz, tedirgin, duygusuz, şüpheci, sanatan anlamayan, zevksiz, kaba, okumayan düşünmeyen ve sorgulamayan yığınları yaratmıştır.
Peki insanlar neden durduk yere kendi benliklerini uluyarak önplana çıkarıyorlar? Neden sürekli kendilerine atıfda bulunarak konuşuyorlar? Böyle güven duyulmayan bir çağda ait olma duygusu salama isteyerek buna kendilerini bilinçsizce tesvik ediyorlar. İşte burada yine piyasa kapitalizmi dedigimiz cimasi sömürü sistemi, insanları sadece politik ve kültürel değil, insanların duyygusal hayatlarınıda tari ederek bozuyor ve bu bozulmada benlik duygusunu ön plana çıkarıyor kanımızca. Geçmişe göre yüzdeyüz artan bir degersizlik buhranı yaşıyoruz, yaşatıyorlar biz farkında olmadan egemenler bize. Bu sistem geçmişin değerlerine yaşama hakkı tanımadığı gibi, sosyal hayata rehberlik edecek yeni bir değerler silsilesi de yaratma yeteneginden yoksun olduğu için mankurtlaşma dönemine giriyoruz. Seçkinler ve elitler de aynı cendere içinde sıkışıp kaldıkları için, içinde yaşadıkları evreni kendilerine yararlı kılmanın tek taraflı mücadelesini vererek mutsuzluk kervanına onlarda katılıyorlar bunca zenginliklerine ve bilgilerine rağmen. Altmışsekiz kuşağının ve bu kuşağın dünyayı değistirme hedeflerinin yerini şüpheci, ümitsiz, bikini ve karamsar bir kuşak hakim olmuş. Kendi hayatını kutsayan, efsaneleştiren, kendi benligine taparak anlamsızlık krizlerine sürekli yem olmaktadır ne yazık ki. Hayat bu felsefede “benle” başlayıp “benle” son bulduğu için de günümüzün hasta toplumları türüyor.
Gelişen sadece tarikatlar, dini cemaatler, yobazlık, fanatik ve ultra incili, buna dayalı gericilik, softalık, hacılık, hocalık, imamlık gibi yığınları koyunlaştıran ve nihayetinde bunları istedikleri gibi yönlendiren cemaat liderleri ortaya çıkartmıştır sistem. Ötekini her ne pahasına olursa olsun, fiziki olarak yok etme güdüsü, kameraların önünde allahu ekber diyerek koyun gibi adam bogazlamak maarifet haline gelmiştir. Bu ahval ve şartlarda mutlu olmak elbette kolay olmayacaktır bize düşen görev sadece sorumluluğumuzu insan olarak yerine getirmek ve bunu her platformda dile getirerek daha çok insana plasma olmalıdır. O halde mutluluğu yaratmak, acıdan yoksun, yoksul olamk için bireylerin toplumsal görevlerini yerine getirmeleri bir zorunluluktur. Ve sorumluluk isteyen uzun bir yoldur aynı zamanda. Gelin hep beraber bu yolu ağaçlandıralım taze fidanlar dikerek kenarlarına büyümeleri için.
Saygılar ve iyi bir yıl herkese.
Sosyolog Hasan Hüseyin Arslan - Frankfurt am Main, den 24.12.2012
YORUMLAR
Her insanın dersler çıkaracağı uzun ve manidar bir eser olmuş. Felsefi, sosyo-külturel anlatımıyla insan anatomisi ve herkese bir hayatın özetiydi adeta.
Bu yolu ağaçlandırmayla birlikte sevgiyle de büyütebiliriz; yeter ki insan önce kendisini tanısın ve keşfetsin gerisi kendi gelir hayat...
Güne gelen eseri ve yüreği selamlıyorum