İnancın Maddi Temelleri-2
Güneş, Nil Nehri ve Eski Mısır Uygarlığı
Güneş’e tapınan –bilinen- ilk toplum günümüzden yaklaşık 5000 (beş bin) yıl önce görkemli bir uyagrlık kuran Eski Mısırlılardır. Eski Mısırlılar, güneş de dahil, bir çok tanrıya taparlardı. Güneş (Ra) ve Nil Nehri bu tanrıların en önemlilerindendi. Nil, Yunanca "nehir yatağı" anlamına gelen ’Neilos’ sözcüğünden gelmektedir. Nil Nehri, dünyanın en uzun nehridir (6.650 Km). Antik Mısır Dili’nde, Nil Nehri "büyük nehir" anlamına gelen “İteru” diye adlandırılmıştır.
Eski Yunan tarihçisi Herodotos (M.Ö.484-425) Mısır’ı ziyaret etmiş, orada birkaç yıl kalarak çok önemli siyasi, tarihi, coğrafi, sosyolojik, antropolojik ve sanatsal gözlemlerde bulanarak bunları MÖ 430’da klasik Yunanca İyonik lehçesi ile yazıdığı ve Türkçe’ye “Herodot Tarihi” olarak çevrilen “Historia” adlı eserinden öğreniyoruz. Herodot, Güneş ve Nil arasındaki ilişkiyi şöyle yorumlamıştır:
“Hatta gene bana öyle gelir ki, güneş Nil’den çektiği suyun hepsini yağmur olarak yağdırmaz, bir bölümünü de kendisi için saklar. Kış yumuşadığı zaman, güneş yeniden gökyüzünün ortasındaki yerini alır ve o zaman öbür ırmaklardan da su çeker. Öbür ırmaklar o zamana kadar büyük su kütleleri taşırlar, çünkü ülkelerini sulayan ve yol yol sel yatakları çizen yağmur sularıyla büyük ölçüde beslenirler ama yazın yağmurdan yoksun oldukları ve ayrıca güneş tarafından da emildikleri için suları azalmaktadır: Nil tersine; suyunu güneş çeker, yağmur beslemez bir tek o vardır ırmaklar arasında, suları yazın değil de kışın çekilen. Demek ki gerçekte, bütün öbür akarsular kadar o da güneşin etkisi altında kalmakta, ama kışın yalnız onun suları azalmaktadır. İşte bu olayı güneşe bu düşünce yoluyla bağlıyorum" (Herodot Tarihi, İş Bankası Yayınları, s: 129).
Kuşkusuz, Güneş-Nil ilişkisinin bu yorumunda Heredot’un bizzat kendi gözlemlerinin yanı sıra, yüksek bürokratlar ve aynı zamanda teknokratlar olan Mısır rahiplerinin anlattıkları (teknik yorumları) da vardır. Yani, Mısır’ın rahipleri-teknokratları Mısır’ı yaratanın Güneş ile Nil Nehri’nin olduğunu -yaşamasal deneyimlerinin sonucu- sezgileriyle kavrayabiliyorlardı. Bu nehrin hayat verici özelliği sayesinde Mısırlılar Nil vadisinde yerleşmiş ve yağmur mevsimlerine bağımlı kalmadan nehirden sağladıkları suyla tarım yapabilmişlerdi. Zamanında dünyanın en önemli uygarlıklarından birisinin ortaya çıkmasında büyük payı olan Nil Nehri için Heredot, “Mısır, Nil’in armağanıdır” demiştir. Onun yıllık taşkınlarıyla bağlar, bahçeler, tarlalar, sulanmış, dahası bu taşkınları hesaplamak ve böylece olağanın üzerinde bir verim almak için matematik ve bugün kullandığımız takvim geliştirilmiştir. Firavunlardan başlayarak bu coğrafyaya egemen olmuş hemen her krallık, nehre olan minnetlerini, saygılarını, sadakatlerini belirtmek için nehrin kıyılarına görkemli anıtlar, piramitler, mezarlar inşa etmişler. Sadece firavunlar, krallar değil, tüm mısır halkı için çok büyük bir öneme sahip ve mısırlılar ona minnetlerini ifade etmek için şarkılar yazmış, kurbanlar adamıştı. Tarihçi Ernst H. Gombrich, bu konuda şunları söyler:
“En ihtişamlı döneminde Eski Mısır’ın sınırları. Nil nehrini merkez alarak genişleyen devlet, etrafı çöllerle ve doğal engellerle çevrili olmasına rağmen, son derece güçlü bir medeniyet kurabilmişti. Bunun temelinde Nil’in aralıksız sağladığı suyun bereketi vardı.”
Özetle, Mısır uygarlığının temelinde de- tıpkı Hint Uygarlığı’nın temelinde kutsal Ganj ve kutsal İndus nehirlerinin bereketinin olduğu gibi- Nil nehrinin bereketi vardır. Eski Mısırlılar hayatlarının kaynağı olan Güneş’i ve Nil Nehri’ni tanrılaştırıp tapınmışlardır.
Güneş Tanrı ve Modern Gökbilim
Bugün, eskilerin sezgiyle buldukları hayatın gerçek kaynağını biz onların başlaştıkları uygarlık sürecinin birikimiyle; “ bilimsel bilgi”yle biliyoruz. Biliyoruz ki, güneş yaşamın kaynağıdır, başka bir söylemle güneş olmazsa yaşam olmaz. Çok özet olarak; güneş enerjisi topraktaki maddelere aktarılır; bitkilerin besleneceği moleküller oluşur, böylece güneş enerjisi bitkilere aktarılır; bitkiler büyür-gelişir. Bitkileri (karbohidratlar, bitkisel proteinler, bitkisel yağlar) hayvanlar yer, bu kez güneş enerjisi hayvansal moleküller (proteinler, yağlar) şeklinde depolanır. Bunlara “yüksek enerjili moleküller” denir; güneş enerjisi bu moleküllerde elektron denilen enerji yumaklarında depolanır. Bitki ve/veya hayvansal besinleri (molekülleri) insanlar yer, Örneğin, insanın bütün fonksiyonları(düşünme, yürüme, görme, duyma, hissetme, vb ) hayvansal veya bitkisel besinlere dönüşen güneş enerjisnin insanda zincirleme reaksiyonlar sonucunda yaşam enerjisine dönüşmesi ile mümkün olur. Kısacası, güneş enerjisi canlılarda o canlıya özgü enerjiye dönüşür ve canlılığı sağlar.Yani güneş bitkiye, insana , hayvana ve tüm canlılara hayat verir. Kısacası, canlılığın kaynağı güneştir, güneş yok=hayat yok.
Eski toplumlardan bazıları güneşe taparlardı. Güneş, Eski Mısır ( İ.Ö. 3000-üç bin-) ve Eski Yunan( İ.Ö. 1200) gibi yerleşik (uygar) toplumların yanında Türk-Moğol göçebe (arkaik) toplumlarda da kutsaldı. Örneğin, bir Moğol kabilesi olan Kara Hitaylar ile Uygur Türkleri’nin bir kısmı güneş’e taparlardı. İnsanın güneşe olan hayranlığı, yoğun sevgi ve tapınması “güneşmerkezli evren” modelinin ve modern uzay biliminin doğmasına neden olmuştur. Güneşe olan yoğun ilgi, bugün uzaya yerleştirilen "uydular" aracılığıyla iletişimi sağlayan televizyon, cep telefonu, vb araçarı pratik yaşamımıza sunan modern gökbilimin (uzaybilim) doğmasını da sağlamıştır. Son 30-40 yıldır tanık olduğumuz uzay bilimleri Nicolaus Copernicus(1473-1543)’un 400 yıl önce ortaya koyduğu çalışmalarla olanaklı olmuştur. Copernicus, geometrik yalınlık arzusunu karşılayan bir gezegenler sistemi bulmaya girişmişti, 1543’de “Kürelerin Dönmeleri Hakkında” adlı kitabı yayınlayarak bilimin dikkatini uzaya çevirdi. Katolik bir papaz olan Copernicus, o güne kadar geçerli olan “yer-merkezli ” düşünceyi tersine çevirerek “güneş-merkezli” uzay düşüncesini yerleştirdi. “Yermerkezli sistem”in kurucusu Eski Yunan bilgesi Ptolemaios(MS 150) idi. Bu sisteme göre dünya evrenin merkezinde ve hareketsiz dururken, Ay, Güneş, gezegenler ve yıldızlar onun çevresinde eş merkezli bir sistemle, saydam küreler içinde dönüyordu. Copernicus’un kuramı (MS 1543) ise Ptolemaisos’unkini ters çeviriyordu; Güneş hareketsizdir, dünya ise iki yönlü hareket eder; günde bir kez kendi etrafında, yılda bir kez de Güneş’in etrafında döner.
Aslında, “Güneşmerkezli Evren” kuramını ilk ileri süren kişi Eski Yunan bilgesi Aristarchus (M.Ö. 310-230)’tur. Aristarkus, güneşin ve diğer gök cisimlerinin dünyadaki gibi topraktan, taştan olduklarını, kutsallıklarının olmadığını söylemiş ve güneşin sabit olduğu ve dünyanın güneş çevresinde çembersel bir yörünge izleyerek döndüğü iddiasını da ortaya atmıştı. Yani, Aristarchus, güneşi mitsel düşünceden bağımsız değerlendirerek günümüzdeki geçerli düşünceyi düşünebilmişti. O’nun bu düşüncesi, yaklaşık 1800 yıl sonra ve bu kez mitsel düşünceden kök alan bir değerlendirme ile kanıtlanmıştır. Arsitarkus’un ortay attığı “Güneşmerkezli Evren” düşüncesi, Nicolaus Copernicus (1473– 543), Tyhco Brahe (1546-1601), Giordano Bruno (1548-1600), Galileo Galilei(1564–1642:) ve Johannes Kepler(1571-1630) tarafından daha da geliştirildi. Ancak bu düşünceyi rayına oturtan bilim adamı, gezegenlerin yörüngelerinin daire değil, elips şeklinde olduğunu keşfeden Alman gökbilimci, fizikçi ve matematikçi Johannes Kepler’dir. (Not: Bir din adamı olan Giordano Bruno, dünyanın güneş etrafında döndüğünü söylediği için Kilise’nin verdiği karar gereğince 1600 yılında Roma’da odun yığının üstüne bağlanıp diri diri yakılarak öldürüldü. Modern mekaniğin kurucusu Galileo Galilei, Bruno ile aynı düşüncede olduğu ve “Tanrı’nın dili matematik,” dediği için yargılandı. Bruno’nun sonunu bildiği için okul arkadaşı Papa VIII. Urban‘ın önünde diz çökerek ,” Benim iki kızım var, ikisi de rahibe ve ben de Meryem Ana Kilisesi’nin kapısının köpeğiyim,“ diyerek yalvardı ve böylece yakılmaktan kurtuldu, ama tüm hayatını ev hapsinde geçirdi.) Aristarkus, güneşi fizik kuralları ile ele alır. Oysa, modern gökbilimin kurucuları Nicolaus Copernicus, Galileo Galilei ve Johannes Kepler fiziki dünyayı anlamak için oluşturdukları kuramlar (teoriler), fizikötesi (metafizik) kaynaklıdır; Üçü de güneşe tapıyorlardı. Doktor, matematikçi ve aynı zamanda da Katolik papaz olan Nicolaus Copernicus’un (Kopernik), günmerkezli kurama inanmasının temel nedeni, kendi deyişiyle, “ bütün evreni aydınlatan ışık kaynağı için merkezden daha iyi bir yer olamaz.” Kepler de, tıpkı Copernicus gibi, Günmerkezli sistem düşüncesini Güneş’e olan hayranlığından dolayı savunuyordu. Copernicus ile aynı nedenlerden ötürü; Güneş, O’na göre, Tanrıyı simgeler; yaratılmış Evren’de kendini dile getiren Yaratan’ın (Tanrı’nın) simgesi, evrenin görülür Tanrı’sıdır; bunun içindir ki, evrenin merkezinde bulunması gerekir. Aslında bu düşünce Kepler’e göre, evrenin yapısının anahtarıdır. Onun evreni, Güneş’e göre sıradüzenle yapılmış, kendini orada engin bir simge olarak dile getiren Yaratıcı’nın(Tanrı’nın) uyum içine düzenlediği bir evrendir. (Alexandre Koyre: Bilim Tarihi Yazıları, s: 51-125. TUBİTAK yayınları )
Bu sitede yayınlanan “İnancın Maddi Temelleri-1” adlı makalemin son paragraflarını buraya kopyalıyorum:
“Dinler/inançlar, toplumların ortak bilinçaltının yansımalardır. Başka bir söylemle, dinler-inançlar insanın temel güdüleri olan beslenme, barınma ve güvenlik, yani modern ifadeyle ekonomi-politik ile somutlaşırlar; varlık kazanırlar.”
Sonuç olarak; Güneş + Nil Nehri = Hayat ve Görkemli Eski Mısır Uygarlığı. O halde, asıl kutsal hayatın kendisi ve doğal olarak, onun sürekliliğini sağlayanlar da..
Dr. Sadık Top (Gacceygaripoğlu)
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.