Fantastik Devrilmedeki Evrilmelerin Küllenmiş Tozları
Uyuyacaktı, başının içindeki Tanrılar izin vermedi. Kimileri Tanrı demeyi yeğliyorsa da o Tanrılar demeyi daha uygun buluyordu. Buluyordu çünkü arıyordu. Daha evvel zaman içinde de aramışlardı. Ne çok demişlerdi, hep demişlerdi. Tekilin içinde saf bulunur muydu ki yalan söylüyorlardı. Tanrı safsa Tanrılar da saf olurdu. Tanrı tek bir kütle, hacim, boşluk, şekil, düşünce, renk olamazdı ya. Aslında Tanrılar hiç bir şey olmamalıydı, eğer bir şey olmuş olsalardı Tanrı olamazlardı. Tanrı veya Tanrılara olamayandan da bir şey istenilmezdi. Oysa hiç durmadan isteniyordu. Tanrıların kendilerine faydası neydi? Hiç düşünmemişti Tanrıların faydası neydi? Tanrıların mecbur olması düşünülemezdi, öyle düşündürmüşlerdi eskiler. Ah o Tanrılar hakkında ne çok demişlerdi, hep demişlerdi. İçindeki eski düşüncelerin temeline hiç ulaşamıyordu. Zamanı ölçemiyordu hiç bir şey. Mekanı mağara içinde gibi tanımlıyorlardı. Ama ne mağara. Çünkü mağaradan başka bir şey bilmiyorlardı ve daha kendi türünden kimse mağaranın dışına çıkamamıştı. Çıktım diyenler hayal ve düşünceden ibaret olan renk şekil, hacim, kütle, boşluk, ses gibi bahsediyorlardı. Hayali ve düşüncesi olmayanlar da başkanın hayal ve düşüncesine inanıyor, iman ediyordu sanki. Hiç böyle şeyler düşünmemişti daha evvel, çünkü o sadece söyleneni ve yazılanı söylüyor ve yazıyordu. Zaman ölçülemediği için evvelin ve ahirin konusunu açmak kendini akıllı görüp diğerini akılsız görmek demek oluyordu.
Hikayesi güçlü müydü Tanrıların? Bu güç yüzünden mi Tanrı olmuşlardı. Tanrılığın nesini, nasılını, kimini, niçinini bilemiyordu türü. Türü çok aciz bir türdü. Bir parmağıyla kafasını kaşımanın matematiği, geometrisi, fiziği, kimyası, biyolojisi, edebiyatı, tarihi ve kültürü nasıl yazılıp anlatılabilirdi ki. Anlatılamazdı. Anlatılamadığı için gerçek hayal ve düşünce içindekilerin bu yaşam formuyla her zaman bir sorunu olmuştu. Bu da bu yaşam formu içindeydi. Normu olmayan bir yasanın özelini genel kılmak namümkündü. İşte o kadar çaresizdi hayaller de düşünceler de.
Eylemin özne gerektirdiği ile Tanrının öznesiz nesnesiz ve fiilsiz kabulüne yaklaşmak Tanrının hiçlik içinde kaldığının bir kabulü olmalıydı. Değilin değilin sadece değildir oysa. Sıfırın var kabul edilmesiyle matematik bu güne kadar gelebilmişti, oysa sıfır gerçekte yoktu. Yokluğun kabulü varlığı temsil eder haldeydi. Bu hal hiç mi hiç değişmemişti, değişemez miydi hiç, bu sorunun cevabı aynalarda bulunamazdu. Yansıtmak hep yanıltırdı gerçeği. Belki de gerçeğin kabulüydü sadece gerçek algısı hayalin ve düşüncenin. Bin gözlü bin kulaklı ne görebilirdi, ne duyabilirdi oysa gördüğü ve duyduğu varsayılırdı. Sanki insanlık ve dünya kültürü bir varsayımdan ibaretti.
Anlayamıyordu, anladığını sandığı zamanlar çoktan geride kalmıştı, dinde kalmıştı, önceki nesillerde kalmıştı, dünde kalmıştı ve hareket etmiyordu, hareket ettirmeye çalışanlar ise vahşileşiyordu ve bu Tanrının içindeki Tanrıların Tanrısının da çaresiz olduğunu göstermeye yetiyordu. Bin gözlü nasıl biri göremez, bin kulaklı nasıl biri duyamazsa insan da öyle idi, Tanrıları gibi...
Tek veya çok Tanrıları kavga ettirmeye çalışan zavallı bir yaşam türüne aitti. Bir tür ki her şeyi kendinden yansıtıyor her şeyi kendinde görüyor olduğunu sadece varsayıyordu.
Bir başkayı memnun etmek için başkanın hayal ve düşüncesine uygun bir yönelim sağlamak mecburiydi ki buna ikna deniliyordu. Tanrıyı ikna edemedikten sonra Tanrıları, Tanrıları ikna edemedikten sonra Tanrıyı ikna etmek ise imkansız bir muamma oluşturmuştu. İnsanlık kültürü bu muammayı çözememiş ve çözeceğe de hiç benzemiyordu. Çözdüm, bildim, buldum, oldum veya öldüm diyen her ses, renk, biçim, boşluk gibi her bir şey en büyük yalancıydı. Yalanlarla kurulu sözlerle yalanlar öyle büyütülmüştü ki gerçeğe yer kalmamıştı ne zamanda ne de mekanda.
Tanrıların sevgisi de bir varsayım üzerine kurulu sevginin, bir başka için yaşamak olduğunu su üstüne çıkarmıştı. Bu su üstüne çıkan sevgi de belki sevginin kendisi değildi. Olsa olsa sevginin sevgilileri olabilirlerdi. Robotlar gün dediğimizde yerini almaya başlarken yavaş yavaş insanlık kültürü çoktan robotlaşmıştı. Aralarındaki bariz fark ve değişiklikler bile ilk düşünce ve hayal için bir şey ifade edemezdi. Sadece ve sadece bir şey ifade ettiğini söylenebilir ve yazılabilirdi ki bu da en büyük yalana biricik bir yalan daha eklemek sayılabilirdi.
Tanrının veya Tanrıların incindiği durumlarda Tanrı veya Tanrıların incittikleri önemsiz bir hiçlik bir yokluk kabul edilmiştir. İşte bu yüzden Tanrı veya Tanrılar düşüncesinde kalan her tür vahşi idi. Vahşilik başkanın başkalaşmasına müsaade etmemek değil miydi ki zaten. O yüzden zincir bağlantılar kurulmamış mıydı zaman içinde insan ve insanlık arasında.
Bağlantısızları bağlamaya çalışanların ne ömrü yetmiştir ne de hayali ve düşüncesi gerçek olabilmiştir. Tozdan ve külden meydana geldiği varsayılan en sert cisimlerin bile zincirleri bağlantısız olmuşken, bağlanmak en büyük zulümlerden biri değil midir? Belki en büyük ve en vahşi zulümün ta kendisi değil midir?
İnsan türü ne kadar da Tanrılarına bağlı bir tür idi. Bu yüzden asla Tanrılarına ulaşamayacakları varsayılmalıdır. Ulaşamayacakları varsayıldığında yolun ve yönün de bir değeri kalmıyor. Ulaştıkları varsayılsa bile ulaşılanın kendi içindeki girdapları da vahşileşmekten başka bir şey bırakmıyor.
Sevgililere sevgilerimizle.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.