Pütge-Çayören'in Tarihi ve Kültürü Hakkında Bir Deneme
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Pütge-Çayören’in Tarihi ve Kültürü Hakkında Bir Deneme
İnsanın, kendi psikolojisini görsel olarak hayal edebilen bir yeteneği vardır. Eskiyi yaşıyorum şimdi, yakın zamanın içinde ben de varım. Şimdi veya eskiden, önümden veya uzağımdan gelip geçen ve belleğimin kaydettiği her şey tarihtir, benim için. Tarih, geçmiş zamanda olan olayların incelenmesi, bu olaylarla ilgili bilgilerin toplanması ve ilan edilmesi, yani yazılmasıdır. Buna göre tarih, insan varlığının maddi yanıyla ilgilidir. Bir Türkmen köyü olan Pütge-Çayören’nin Cumhuriyet Devrimi öncesi tarihi, Anadolu’daki herhangi bir köyün tarihi gibi, belirsiz, dipsiz bir boşluk, ama bilinmeyen zamanlardan beri ana dillerinin Türkçe olduğunu dedelerimizin/ebelerimizin konuştukları dilden biliyoruz. Onlar da kendi dedelerinden/ebelerinden öğrenmişlerdi Türkçe konuşmayı, ama dili Türkçe olan insanlar Pütge’ye ne zaman ve nereden gelmişlerdi? bilmiyoruz.
Bir toplumun duyuş ve düşünüş birliğini oluşturan, gelenek durumundaki her türlü yaşayış, düşünce ve sanat varlıklarının tümü kültür olarak adlandırlıyor. Başka bir söylemle, kültür, toplumların kendilerine özgü olan ve gelecek nesillere aktardıkları maddi veya manevi her şeydir. İnsana ilişkin bir kavram olarak kültür, tarih içerisinde yaratılan bir anlam ve önem sistemidir. Kültürün taşıyıcısı ve yeni nesillere aktaran dildir. O halde, Pütgeliler ezelden beri Türkmen kültürünü yaşıyorlar ve yeni nesillerine aktarıyorlardı.
İnsan sadece maddi bir varlık değildir, bir de maddi olmayan yanı vardır, işte bu maddi olmayan tarafı ya da özü “ruh” olarak tanımlanır. Bilim dilinde "ruh", beynin faaliyetleri sonucu oluşan algıların ve davranışların tümüdür. Öz ise, “bir kimsenin benliği, temel varlığı” olarak tanımlanır. Felsefe terimleri ile anlatmak istersek, diyebiliriz ki, her nesnenin bir varoluşu ve bir de özü vardır. Öz, bir nesnenin özelliklerinin değişmez bir bütünüdür; varoluşu ise evrenin içinde gerçek olarak bulunuşudur. "Varoluş, özden önce gelir" ve her bir kimseye bir öz kazandırmayı sağlayacak özgürlükle özdeştir; "insan ne ise o değildir, ne olmuşsa o’dur." Bunu şu şekilde de söyleyebiliriz: İnsan kendini kendi inşa eder; daha önce kazandığı bazı belirlenimlerin el verdiği ölçüde kendine biçim verir, kendini oluşturur. Yani, bizi insan türüne bağlayan, evrensel ya da türsel özümüzü yaratamayız; ancak, bize özgü olan, başka hiç kimsede bulunmayan bireysel özümüzü seçebiliriz. Bizim doğuştan gelen özgül özümüz -"hayvan"-ve- “insan” – biz olmadan belirlenmiştir; biz insanız, ama hangi insan olacağız’? " Bu kısaca şu anlama geliyor; önce insan vardır, şu ya da bu olması daha sonra gelir"(Jean-Paul Sartre: Varoluşçuluk nedir?).
İnsanın şu ya da bu olması, yani nasıl bir insan olacağı yani “kişiliği “ ve “ kimliği” içinde yetiştiği toplum tarafından, yani toplumun kültürü ile belirlenir/biçimlenir. Çünkü, doğumdan ölüme kadar diğer insanlarla etkileşim içinde olmamızın kişiliğimizi, benimsediğimiz değerleri ve davranış biçimlerimizi etkileyeceği kesindir. İçinde doğduğumuz ve olgunluğa eriştiğimiz toplumun kültürel ortamı davranışlarımızı o kadar çok fazla etkiler ki, kendimizi toplumun bizler için önceden hazırlamış olduğu bir kalıba döküldüğünü kesin olarak söyleyebiliriz. İnsan doğduğunda kimliği yoktur, kimliği zaman içinde- toplumun kendisi için önceden hazırlamış olduğu kalıpta-oluşur. Özetle, insan diğer insanların içinde “insan” olur; tek başına insan, “insan “ değildir; herhangi bir canlıdır.
İnsan duygusal bir varlıktır. Duygu, bireyin ruh halinde biyokimyasal ve çevresel etkilerle oluşan karmaşık psikofizyolojik bir değişimdir. Duygu, bir olay, kimse ya da nesnenin insanın iç dünyasında oluşturduğu, uyandırdığı yankı, etki, tepki, izlenimdir. Duygular; tutum ve davranışlarla birlikte düşünceleri de etkileyen içsel durumlardır ama vücuttan dışa doğru yansıyan bir hareket anlamına gelir. Duygu, his, güdü ve düşünceler birbiriyle sürekli etkileşim halindedir. Özetle, duygular insanın özünü, yani ruhunu yansıtır. İnsanın özünü yansıtan duygular mutluluk, şaşkınlık, korku, öfke, iyi-kötü hissetme, sakin-gergin hissetme, acı-zevk hissetme, mahcup olmak, kıskançlık, suçluluk, utanç, övünç gibi duygulardır. Bunlardan öfke, korku, merak, sıkıntı, neşe, şaşkınlık, iğrenme ve üzüntü insanın kişilik ve karakterinin yansıması olan ve davranışlarımızı oluşturan temel duygulardır. Bunlar dilsel ve kültürel farklılıklara bakmaksızın, insanın doğuştan sahip olduğu biyolojik kodlu duygulardır. Utanma, sıkılma, gurur, suçluluk, kibir, kıskançlık gibi sayabileceğimiz pek çok duygu insanın doğuşunda olmayıp, içinde bulunulan toplumsal değerlere göre sonradan şekillenen, başka bir ifadeyle içinde bulunduğu kültürel, sosyal, eğitsel yapı sonucu sonradan edindiği duygulardır ve bunlara “öz bilinç duyguları” olarak adlandırılır. Örneğin, bir çocuk doğduğu ilk yıllarda saf/temiz dir, bencillik, kıskançlık, egoizm gibi duyguları daha sonraları ailesinde ve /veya çevresinde (mahalle, çalışma hayatı, okul, vb) görür/benimser ve bu durum sınıflı toplumun özelliğidir. Her toplumun ahlaki değerleri kendi gelenek ve kültürel yapısına göre belirlenir. Örneğin ortaklaşa üretim ve tüketim gibi komünal değerlerin başat olduğu toplumlarda bireysel şeylere tenezzül etmek ayıptır. Örneğin, bir ulus toplumunda herkese ait olan limanlar, araziler, madenler, vb değerler çok çeşitli yollarla ve kılıfına uydurularak bazı kişler veya sülalelere veriliyorsa veya bir köy topluluğunda herkesin yemesi için pişirilen kurban aşının veya etinin, can-gün görme, ölünün kırkını çıkarma gibi kutsal yemeklerin bazı kişiler tarafından çalınması ya da paketlenerek evlerine götürülmesi toplum tarafından ayıplanır. Ayıp, ahlaki değerlere ters düşme durumunda utanç ve onursuzluk nedeni olarak düşünülen durum ya da davranıştır. Böylesi bir davranış salt görgüsüzlük olarak değerlendirilemez, insani kimliğini yitirme anlamına da gelir. Bazı ahlaki prensipler evrenseldir ve insan olma kimliğini tanımladığı için dünyanın her yerinde benzer reaksiyonlar alır. Yukarıdaki örnekte verilen bir topluma veya bir köy ya da mahalleliye ait bir şeyi çalan/çalanlar toplum/topluluk tarafından açıkça ayıplanmıyor, o toplumun ya da köy veya mahallenin yöneticileri tarafından uyarılmıyor, hatta cezalandırılmıyorsa bu tür davranış bozuklukları o toplumda/toplulukta yayılma eğilimi gösterir. Çünkü, insanda bazı davranışları örnek alma, modelleme veya kopyalama eğilimi vardır. Sonuç olarak, bütün bunlar duyguların, düşüncelerin, tutumların ve davranışların insanın yaşamında iç içe olduğunu gösterir. Böylece de, kimi kültürlerde daha çocukluktan itibaren nezaket kültürü adı altında “yararlı” veya “zararlı” diye tanımlanan duygulardan hangisini göstermesi gerektiği öğretilir. Aynı kültürün içinde yoğrulanlarda da duygu durumları farklı olabiliyor; bazıları hırsızlığı normal bir eylem olarak görürüken, başkları bunu onursuzluk olarak görebilir.
Tekrar konumuza, Pütge’nin Tarihi ve Kültürü’ne dönecek olursam; geçmişte olanlar değiştirilemez, ama en azından bunların üstüne konuşabiliriz. Anadolu, hemen her taraftan gelen göçlerin kavşak noktasında olduğu için, bugün olduğu gibi geçmişte de birçok ırkın, etnik topluluğun olağanüstü karıştığı ve harmanlandığı bir coğrafyadır. “Irk” sözcüğü insanın dış yapısal özelliklerini belirtmek için, “etnik” sözcüğü ise kişinin içinde yoğrulduğu kültürün biçimlendirdiği iç yapısal özelliklerine tanımlamak için kullanılmaktadır. Anadolu’daki etnik topluluklar içinde Türkmenler -inançlarını da içeren birçok etmenden dolayı- çoğunlukla dağlara, ormanlara yerleşmek zorunda kalmış, bu nedenle daha dağınık ve çoğunlukla anlaşılmaz, daha geniş kapsamlı, daha çelişkili, daha bilinmez, önceden kestirilemez, daha şaşırtıcıdır. Bir Türkmen köyü olan Pütge’de insanların dış görünüşleri (fenotip:ırk) çok farklıdır; çok uzun, çok kısa ya da orta boylular; kartal burunlular, hokka burunlular, Doğu Asya burunlular; yeşil gözlüler, siyah gözlüler, çekik gözlüler; açık tenliler, koyu esmerler, sarışınlar; siyah düz saçlılar, siyah kıvırcık ya da dalgalı saçlılar, hatta kızıl saçlılar ve daha birçok farklı dış görünüşte olan insanlar yaşamışlardır/yaşıyorlar. Örneğin, annem’in baba tarafından sülalesine “lazgiller” deniliyor ve bu sülale genelde açık tenli, bazıları kızıla çalan sarışın ve göz renkleri ela veya kahverengidir. Laz etniğinin yaşadığı coğrafya Doğu Karadeniz ve Kafkasya’dır. Annem’in ataları nereden, ne zaman Pütge’ye geldiler? Annem Leyli, gençliğinde (35-40 yaşlarında ortadan biraz uzunca boyu, ince ve biçimli vücuduyla gerçekten zarif bir kadındı. Uzun yüzleri, kartal burnu, kumral teni, ela gözleri ve siyah saçlarıyla bir Türkmen’e değil, Kafkasya etniğine benziyordu. Babam Gaccey Garip, yuvarlak yüzü, küt burnu, hafif çekik gözleriyle bir Moğol melezine benziyordu. Babam’ın ebesine (babaanne) “Gaccey” denilirmiş. “Gaccey” Kürtçe’de kız çocuğu demekmiş. Bir söylentiye göre, Gaccey‘in annesinin annesi(anneanne) Ermeni imiş. Pütge’ye çevredeki başka Türkmen Alevi köylerinden ve “Atma Uşağı” olarak bilinen Kürt Alevi köylerinden gelinler gelmiştir, bunların kızları da köydeki erkekler ile evlenmişlerdir. Bu köylerden Pütge’ye çoban, hizmetkâr, içgüveysi olarak gelen erkekler de köydeki kadınlarla evlenmişler, onların da kızları köydeki erkeklerle, oğulları da köydeki kızlarla evlenmişlerdir. Sonuç: Tam anlamıyla genlerin karışması/harmanlanmasıdır. Ama, bunun ne zaman başladığını bilmiyoruz, hala sürdüğünü görüyoruz. (Anne ve babanın özelliklerinin çocuğa geçmesini sağlayan biyolojik şifrelere “GEN” denir.)
Etnik grupların birbirleriyle nasıl karıştıklarına ve Pütge ile ilgili bir örnek olarak “Atma Uşağı, ya da kısaca “ Atmalı” olarak bilinen Kürt- Alevi köyleri ile ilgili bir rapordan söz etmek istiyorum. Cemal Şener’in, Alman Feldmareşal Moltke’nin “ Türkiye Mektupları” adlı kitabından aktardığına göre, Atma köylülerinin kökü Maraş’ın Pazarcık ilçesinde yerleşmiş olan “Atmalı” adındaki Türkmen aşiretidir. Feldmareşal Helmuth von Moltke 1835-1839 yılları arasında Osmanlı ordusunda askeri öğretmen ve tahkimat uzmanı olarak Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da çalıştığı dönemdeki izlenimlerini “ Türkiye Mektupları” adlı kitapta toplamıştır. Bu kitapta “Atma Aşireti" için şunları yazmıştır:
“Pazarcık ovasını geçtik. Bu ovada üç Türkmen kabilesi : Atmalı, Kılıçlı, Sinemilli’ler konaklamıştı. Bu üç kabile halkı 2000 çadırda oturuyordu. Reşit Paşa, en nüfuzlu Kürt beylerinin akıllarını başlarına getirdikten sonra bu Türkmenler de hükümete karşı olan sevgi ve bağlılıklarını ilan etmişlerdi ve 400 kese akçelik ( 20.000 florin) bir salyan ( yani vergi) ödüyorlardı.” (Cemal Şener: Alevilerin Etnik Kimliği (yazı dizisi), Cumhuriyet Gazetesi: 20.12.2002.) “... kendilerinin de, komşularının da kabul ettiği gibi Pazarcık Kurmançları Türkmen asıllı olup, içlerinde Çiğil Türkleri de vardır. Burada iki uruk ( boy- aşiret) vardır. Bu iki boy “Atmalı” ve “Sinemilli” boyudur”.(Mehmet Eröz’den aktran Cemal Şener: Agy) Ancak, zaman içinde bunlar Kürtleştiği, en azından dil yönünden farklılaştıkları görülür. “ Kılıçlılar kah Yörükan taifesinden, kah Türkman Ekradı (Türkmen Kürtleri) taifesinden” sayılmaktadır. (Cevdet Türkay’dan aktran Cemal Şener: Agy )
“Atmalı” soyadı ile ilgili bir anım: Siirt’te özel bir hastanede çalışırken, birgün laboratuvara verdiği kan numunelerinin sonuçlarını yorumlatmak için genç bir hasta geldi, bilgisayardan yazdırdığım hastanın sonuç raporunu imzaladım ve yorumladım. Hastanın soyadı “Atmalı” idi. Nereli olduğunu ve Alevi olup olmadığını sorduğumda; “Samsunluyum, Alevi değilim” dedi. Malatya’nın Arguvan ve Arapkir ilçelerinin köylerinde de “Atmalı” olarak bilinen insanlar yaşıyorlar, onlarla irtibatınız var mı? diye sorduğumda da, “ Aslında, bizim atalarımız Maraş tarafından gelmiş, başka bölgelere de gidenler olmuş, ama hiçbiriyle irtibatımız yok,” demişti.
Bu örnekler bile Anadolu’da ve onun bir parçası olan Pütge’de ırkların ve etnik grupların nasıl karıştığını/harmanlandığını ve tek bir etnik topluluk haline geldiğini çok açık göstermektedir. Buna göre, Pütge’de tek bir ırktan söz edilemez, ama tek bir etnikten, Türkmen etniğinden söz edilebilir. Yukarıda değinildiği gibi, insan doğduğunda oradaki kültür kalıbının içine düşer; aile, akrabalar/arkadaşlar, evlilik gibi doğal, okul ve askerlik gibi zorunlu ortamlar kişinin duygularını, inançlarını, dil başta olmak üzere bütün bireysel değerlerini ve düşünce dünyasını yapılandırır. Pütge’de doğan herkes Pütge kültür kabının içinde yoğrulur, Pütgeli olurdu.
Tüm bu farklı ırklardan ve farklı etniklerden genlerinin karıştığı Pütge köyünde yaşayan insanların etnik özellikleri aynılaşmıştır. Türkçe konuşurlar(Kürt asıllılar Kürt şivesiyle Türkçe konuşurlar), Alevi inancını yaşatırlar, tarımsal üretim ve hayvan besiciliğiyle uğraşırlardı. Kadınların elbiseleri benzer basmalardan, giyim tarzları aynıydı; günlük giysileri genelde fistan, tuman (dar şalvar), salta (kısa ceket, mont), öylük(peşgir) idi ama bazı kadınlar entari olarak adlandırılan üç peşli bir elbise giyerlerdi. Düğünlerde “düürşüler” üç peşli gutmu veya seten ile bunun üzerine çuha salta (kısa ceket, mont) giyerlerdi. Erkekler pantolon-ceket, başlarına da şapka giyerlerdi, köyde hiçbir zaman şalvar, başına takke veya puşu (cemadani) giyen erkek olmamıştır. Cumhuriyet Devrimi ile birlikte Batı Uygarlığı’nın sembolü olan şapka erkekler arasında çok değer verilen bir giysi oldu. Halkın ayırt edici özellikleri ve takdir ettiği değerlerin simgeleri de güzeldir. Kadınlarda uzun saç, erkelerde kısa saç takdir edilirdi. Kız çocukları ve henüz evlenmemiş kızlar saçlarını ortadan ikiye ayırarak tararlar, başlarına da saçlarının ön tarafı görünecek şekilde başörtüsü bağlarlardı, bazıları saç örgülerine “belik” denilen yünden örülmüş, siyah renkte, ucunda püsküller olan, birbirine yatay atkılarla bağlanmış üç dört kalın ipten oluşan bir aksesuar bağlarlardı. Evli kadınlar ise gelin olduklarında henüz babaevindeyken başlarına “fes” denilen etrafı boncuklarla süslenmiş bir kep giyerler, bunun üzeri de “puşu” denilen siyah-kırmızı-beyaz çizgi renklerden oluşan bir bez sararlardı, fesin ön tarafı görünecek şekilde yine başörtüsü bağlarlardı. Kadınlar ev halkına yün çorapları örerlerdi, ev halkının elbiselerinin yırtılan yerlerine yama yaparlar, çoraplarının sökülen yerlerini gözerlerdi(gözemek: cağlarla sökülen yeri iple örerek kapamak). Tüm köy halkı Osmanlı döneminde çarık, Cumhuriyet döneminde lastik ve plastik ayakkabılar giyerlerdi. Aynı ziyaretlere aynı saygıyla görüşürler, dileklerde bulunurlardı. Aynı yemekleri, aynı masalarda, aynı iskemlelere oturarak yerlerdi. Düğünlerde, bayramlarda ve ziyaret gününde kızlar/kadınlar ellerine kına yakar, bayramlık elbiseleri, pırıl pırıl, işlemeli önlükleri ve renkli başörtüleriyle çiçek açmış gibi donanırlardı, halaylarda kadın-erkek el-ele, kol-kola, omuz-omuza birlikte oynarlardı.
Aynı türküleri, aynı deyişleri dinlerlerdi. Ezelden beri Cemlerde Dedelerin çalıp söylediği Şah Hatayi, Pirsultan Abdal, Kul Himmet’in deyişlerini, 1960 öncesinde Taş plaklarda Davut Suları’yı, 1960 ’dan sonra çanta radyolar ve plaklar çıkınca da Feyzyullah Çınar, Mahmut Erdal, Ali Ekber Çiçek, Abdullah Papur gibi Diviriği-Erzincan-Arguvan yöresinin ozanlarını dinlerlerdi. 1970’li yıllarda, tüm Divriği köylerinden şehirlere yoğun göç başlayıp köylerdeki evler viraneye, tarlaların ve binbir hevesle ve büyük emeklerle tasarlanıp yapılan bahçelerin metruk bir konuma dönüşmesini türkülerine konu edinen Mursal’lı ozan Ali Kızıltuğ’u dinlerlerdi. Türküler Pütge-Çayörenlilerin duygu durmalarını etkilerdi; kimisi hüzünlenir, kimisi coşar, kimisi de yarınlara umutla bakardı.
Kültürü ve etnik kökeni hakkında bu kadar ön bilgiden sonra bir Türkmen köyü olan Pütge-Çayören’in ruhunu, yani özünü nasıl tanımlayabiliriz? Çayören köylüleri de Anadolu’da ya da dünyanın başka bir yerinde yaşayan herhangi bir topluluk/ toplum gibi sınıflı bir topluluktur. Sınıflar (tabaklar) önceleri ailenin sahip olduğu hayvan sayısı ve tarlaların büyüklüğüne göre belirirken ve sınıflar arasında uçurumlardan çok yakınlıklar varken, son kırk elli yıldan beri büyük şehirlerdeki mülklere (ev, dükkân, işletme, vb) veya parasal büyüklüğe göre oluşuyor ve keskin farklılıklar görülüyor. Parça bütünden bağımsız olamaz, kültürden kültüre farklılık görülse de Pütge-Çayören köylülerinin ruhsal yapısı da tüm Anadolu köylülerinin, özellikle Türkmenlerin ruhsal yapısına az çok benzerlik gösterir. Yakup Kadri Karaosmanoğlu, “Yaban” adlı romanında Türk köylüsünün ruhunu şöyle tanımlıyor:
“Türk köylüsünün ruhu, durgun ve derin bir sudur. Yalçın bir kaya mı, balçık yığını mı, bir yumuşak kum tabakası mı keşfetmek mümkün değildir. Türk ülkesi denilen bu engin ve ıssız dünya içinde bir garip yalnız kişidir.” (Not: Yaban adlı roman 1930’larda yazıldı, bazı Türk ve Rus düşünürlere göre, bu romanda Türk köylüsünün içinde bulunduğu maddi ve manevi çöküntüyü çok gerçekçi biçimde anlatılması/ betimlenmesi Köy Enstitüleri’nin kurulmasında öncü bir rol oynamış, hatta kılavuz olmuştur.)
Pütge’de bu ırksal farklılıklar ve etnik aynılık Pütge kadınlarının ve erkeklerinin karakterlerini, kişisel öykülerini, insani yanlarını, erkekliklerini/dişiliklerini, dayanışmalarını, doğal güzelliklerini yani maddi varlıkları ile ruhsal durumlarını, başka bir söylemle maddi olmayan özlerini gerçekçi bir şekilde yansıtılabilir mi ? Kuşkusuz onlar da yaşamlarında yoksulluğu, ağır iş altında ezilmeyi yaşıyorlar; üzüntüyü, neşeyi, özlemi, coşkuyu, hırsı, korkuyu hissediyorlar; geriye dönüşler, hesaplaşmalar yapıyorlardı. Bunları bazıları sözlerle ifade ediyorlar, bazıları da el kol hareketleri, yüz mimikleri, göz işmarları gibi vücut diliyle sergiliyorlardı. Bazıları hayalciydi, konuşmalarında, davranışlarında bu hal hemen göze çarpardı. Bazıları kederli, somurtkan, hasta gibiydiler. Bu durum onların yürüyüşlerinden, yemek yiyişlerinden, fersiz konuşmalarından hemen anlaşılırdı. Bazıları da sanki birisiyle konuşuyormuş gibi kendi kendilerine konuşurlardı. Feleğin çemberinden atlayanların çoğu sessiz, içlerinde nefret derecesine varmış bir düşmanlık besleyen, ümitlerini, beklentilerini açığa vurmaktan hoşlanmayan insanlardı. Bunlar hem bedensel hem de ruhsal çöküntüye uğrarlar, kocayıp yaşlanırlardı sanki, orta yaşlarında kelimenin tam anlamıyla enkaz yığınına dönüşürlerdi. Günlük sıradan yaşamlarında hemen hepsi görmek için görüyor, işitmek için işitiyor, dokunmak için dokunuyordu, böyle bir bilinçlilikti o zamanki. Oysa, sevdalandıklarında görmeden görüyor, işitmeden işitiyor, dokunmadan dokunuyorlardı. Bu durum, içe işleyen bir bakışa, sevgi dolu, güven verici bir söze susamış varlığın aşk ile yeniden varoluşudur... Kara sevdaları, tutkulu aşkları, yasak aşkları olanların bazılarının gülümseyişlerinde, gizli hoşlanmalardan iç mutluluğunu yansıtan gözlerindeki parıltılara kadar bütün halleri onları hemen ele verirdi, ama bazıları da saklamasını bilirdi ama yine de yıllar sonra ortaya çıkardı.
Yukarıda, insan duygusal bir varlık olduğu, insanın özünü, yani ruhunu duyguların yansıttığı vurgulanmıştı. Erkek ve kadının duyguları, yani ruhsal yapısı birbirinden farklıdır. “Kadın” veya “erkek” sözcükleri günlük dildeki yaygın kullanımıyla hem bireyin biyolojik (yaradılış) anlamda dişi veya er (erkek) oluşunu, hem de toplumun bireye sunduğu rolleriyle anlam kazanan kadın veya erkek oluşu ifade ederler. Fakat, bu sözcüklerden anlam kazanan biyolojik yapı ile biyolojik yapıda temellenen toplumsal boyut birbirlerinden çok farklı şeylerdir. Biyolojik olarak her birimiz “er” ya da “dişi” olarak doğar ve doğuştan gelen bu özelliğimiz tüm yaşamımız boyunca değişmez. Buna karşın, cinsiyetimizin toplumsal boyutu doğuştan gelen bir özellik değil, toplum tarafından yapılandırılan bir özelliktir. Pütge-Çayören’in kadınları toplumun kendilerine biçtiği hem erkek gibi kuvvetli/yiğit olma(ekin derme, tarla sulama, odun kesme, çaşur kırma, keven alma, gerektiğinde çift sürme, vb), hem de dişi olma (karılık ve annelik görevleri) rollerini yerine getiriyorlardı. Duyguların insanın iç dünyasında oluşup dışa yansıdıkları ve duyguların oluşumunda biyokimyasal etkilerin yanı sıra çevresel (içinde yaşadığı toplum) etkilerin de rol oynadığından yukarıda söz edilmişti. İşte Pütge-Çayören’in kadınlarının duyguları da toplumun kendilerinden beklediği hem yiğit(çalışkan), hem de dişi olmasına göre oluşup dışa yansıyordu. Bu bağlamda, Pütge-Çayören’in kadınları geçmişin ve yaşadığı yılların yaralarını taşıyan ve davranışlarında, kararlarında yaralarında izler olan kadınlar olmalarına karşın, tarlalarda ne iyi, ne de kötü, ne sevinçli ne de kederli, sadece birer makine gibiydiler. Gün yeniden vurunca tarlalara; arpa yolarlar, tumlarda ot tarlalarda ekin dereler, çaşur kırarlar, keven alırlar, çayırlada ot bükerler, aruslarda kes kırarlardı. Tarlalarda kimisinin yanında beşikleri olurdu. Bazan esen sert rüzgar ekin bağlarını, yonca pırnatlarını, kes destelerini dağıtır, bazen ağlayan çağaları ya da kısa süreli yaz yağmurları çalışmaktan alıkordu onları. İlkbahar-Yaz aylarında çoğu zaman sabahın güneş ışınları dağların, tarlaların yüzünü aydınlattığı zaman, güneş ışınlarının bir göl yüzeyinde yansıması gibi yüzleri parlar, çalışma şevki gelirdi hepsine. Zaman zaman tarlalarda rengarenk kelebekler görünür, alacakargaların, serçelerin ve bozkırın geniş yüzünde ötüşen kınalı kekliklerin sesleri kulakları okşardı. Akşam olup, gün çoktan bir anıya dönüştüğünde evlerine gelirler ve durmadan dinlenmeden evdeki işleri (ekmek pişirme, ahır görme, çorap/kazak örme, elbiselerin yırtıklarına yama yapma, derelerde buğday yıkama, sogku döğme, tarhana yapma, yarma kaynatma, bulgur çekme, çamaşır yıkama, vb) yaparlardı. Yaz aylarında gece yarısı ay tepeden sarkmış ışıklarıyla harmanları aydınlattığında tüm ev halkıyla birlikte yığılmış çeçleri makineye verirler, seklemlerle buğdayları eve, hararlarla samanları samanlığa taşırlardı. Tarlalarda/dağlarda çalışırken hırslı, sert olmalarına karşın gündelik ev yaşamlarında şakacı, komik, verici, sevecen ve duyarlılardı. Ama, bazılarının bu sakin davranışlarının gerisinde, dizginlenmiş tutkuların ya da şiddetli bir öfekenin varlığı sezilirdi. Söz konusu tutku çok içli bir türkü ile kendini seyrek açığa vurur, öfke ise konuşmasının havasına kapıldığı zaman, hızla elini kolunu oynatışı, elindeki orağı, baltayı veya başka bir aleti tehditvari sallaması, ya da ansızın çakıp sönen bir bakış biçiminde gerçekleşirdi. Onlarınki ekin tarlalarından bahçelere, evlere çalışmayla/ çabayla, bazan yoklukla/yoksunlukla, huzursuzlukla; bazan da varsıllıkla, huzurla dolu bir ömür...Onların çoğu şimdilerde yok, öldüler; ölenlerin her biriyle birlikte çocukluğumdan bir parçayı da kaybetim o gün ...Ama o güzel sesleri, sohbetleri, hangıltıları kulaklarımda, endamları gözlerimde, yolda yürüyüşleri, düğün halaylarındaki oynayışları belleğimde ...Yattıkları yer en sevdikleri çiçekler; nergiz, narpuz, peygamber çiçeği, anugh koksun...
Bilinmeyen zamanlardan yakın zamana kadar tarımla uğraşan ve yaşamı boyunca çok çalışan, çok hırpalanan, çok aldatan/aldatılan, çok öfkelenen, çok sevilen ve sevdalarını onurla taşıyan Pütge’nin kadınları/erkekleri hayatı dolu dolu yaşıyorlardı. Oysa şimdi, kadim-tarım kültürü /köylülük değerleri ortadan kalktı, onlarla beraber geriye geçersizlik ve boşluktan başka birşey kalmadı ve köy eski köy değil, köylüler de eski köylüler değil artık; yeni mekanlara yerleştiler ve yeni nesiller çok eğitildiler, bilgilendiler; bilgi kaderi değiştirir. İnsanın mekanı değişince doğal olarak zihniyet de, bellek de değişir. Özetle, eski kültürel bağlar zayıflayınca, hatta çoğu kez kırılınca herkes biribirine yabancılaştı, sonuçta Pütge-Çayören’in uzak tarihi bilinmezliğini korurken, kültürü farklılaştı; eski özü (ruhu) kayboldu.
Özetle, Pütge-Çayören köyü hakkında yazdığım yazılarda artık çoğu unutulmuş olan Pütge-Çayören’in -bilebildiğim kadarıyla- sosyolojik ve ekonomik yapısını, dilini-kültürünü, inancını, sanatını ve tüm bunları içeren yaşam biçimini güncelleyerek, yani geçmişi günümüze taşıyarak yeni nesillerle buluşturmak için çaba sarf ediyorum ve bundan mutluluk duyuyorum. Ama, sen, ey Çayörenli okuyucu… Dinle beni dinel! Bu anlattıklarım eskiden oldu, çok eskiden, ne zaman olduğunu hatırlamıyorum bile. Ama her şey dün olmuş gibi, dün gördüğüm bir rüya gibi aklımda ve hayatımın en değerli anıları. Siz de geçmişin anılarını, altın gençliğinizi, tasalı/tasasız günlerinizi geri çağırın kalbinizden, yeniden canlandırın onları, yeniden Pütge-Çayören’in o coşkulu, sevinç dolu ve üretim yapılan günlerine dönün; yaşama sevincinizi çoğaltın. Bununla birlikte, buraya kadar anlattıklarım arasında gereksiz ayrıntı saydığınız her şey de, bizi geleceğe götüreceği, orada gerekeceği için anlatılmıştır. Yeri gelince hak vereceksiniz bana. Adı üstünde, geçmiş çok gerilerde kalmıştır, ama anlatmadan duramadım, elden ne gelir. Sıkıldıysanız, rica ederim bırakın okumayı!
Dr. Sadık Top (Gacceygaripoğlu)
Mart 2023-Van
YORUMLAR
Pütge-Çayören'in tarihi, sosyolojik yapısı , kültür ve gelenekleri ile ilgili aydınlatıcı yazınız, yararlanacağımız çok kıymetli bilgileri bilincimize sundu.
Akıcı, sürükleyici, yetkin, zengin ve güçlü kaleminizden yazınızı özümsemek bizler için çok değerli.
Kutlarım yürekten.
Saygılarımla.
bohun
Makalemin değerini yücelten sözlerinize teşekkür ediyorum.
Selam ve saygılar gönderiyorum.
Dr. Sadık Top
Bazı çalışmalar ağır roman gibidir yani anlaşılması için dikkatlice okunması yorumlanması gerek işte insana dair bir gerçek a dan z ye kadar analiz çok beğendim kutluyorum
bohun
Takdirleriniz için teşekkür ederim.
Selamlar
Dr. Sadık Top
Sayın Top, tarif ettiğiniz coğrafyanın sosyal ve kültürel yaşamına önemli bir kapı aralamışsınız. O kapıdan içeriye davet edilmek çok değerli ve bana da bir okuyucu olarak çok iyi geldini vurgulamak isterim.
Sadece o da değil; Pütge-Çayören'i adeta evimiz kıldınız, akraba oluverdik oğluyla, kızıyla, amcası ve teyzesiyle. El ele tutuştuk; birlikte çaliştık, yedik ve içtik...
Pedapojik bir yöntemle gerilere gidip tarihsel dokuları incelemeniz, konunun içeriğine önemli bir bütünlük ve perspektif sunmakta. Enteresan olan diğer bir ayrıntı yine "neden ve sonuç" perspektifinden yola çıkarak, dünden bugüne gelişin engebeli yollarını gözler önüne sermenizdir, harmanlamanızdır. Yani biz okuyucular için anlaşılır kılmanızdır.
Bu yazınız beni sadece entelektüel olarak değil, duygusal olarak etkiledi; çünkü köylülerin günlük yaşamları, gelenek ve görenekleri bana çok tanıdık geldi. Pütge- Çayören'lerle ortak bir "kaderin" çocuğu olabileceğimi düşündüm. Sanırım bu da kendi etnik kökenimin yazıda geçenlerinkiyle aynı olmasından kaynaklanıyor olmasındandır...
Evet, bütün bu yazdıklarınız tarihtir. Unutulmaması gereken kültürel değerler.
Bilinçli bakan bireylerin, toplulukların zihinsel belleklerinde barındırması gereken gerçeklerdir... Ayrıca sizinki gibi güçlü ve bilinçli kalemlerin direnciyle etnik gurupların varlığına ses olunacağı yadsınamaz... (Dün akşam diğer yazılarınızı da gözden geçirdim. Hepsi de çok kıymetli. Onlara tekrar döneceğim...)
Çok teşekkür ediyorum bu edebi değeri yüksek ve emek verilmiş kıymetli eseriniz için.
Ve umuyor ve diliyorum ki yazmaya devam edersiniz.
Çokça tebrikler, saygılar ve selamlar, efendim.
bohun
Bugüne kadar değişik İnternet sitelerinde tarihsel ve kültürel derleme, deneme, araştırma konularında yüzden fazla makale yayınladım, ama bu kadar ne ben, ne de yazdıklarım övüldü; çoğunda hakaretler, hatta tehditler aldım.
Benim için çok değerli olan takdirleriniz için teşekkürler ediyorum. Yazınızı saklayacağım.
Onore olduğumu tekrar belirtmek isterim.
Dr. Sadık Top
Tüya
Daha iyi yorumlanmayı hak eden bir emek var ortada...
Çok üzüldüm hakaretli yorumlar almanıza. N'aparsınız... cehalet ve inkar, yaşamın ve gerçeklerin en büyük düşmanıdır her daim...
Tekrar teşekkürler, saygılar, selamlar, efendim.
bohun
Değerli yorumunuz için teşekkür ediyorum.
Ben de selam ve saygılarımı gönderiyorum.
Dr. Sadık Top