TUTKU
TUTKU
Daha yirmili yaşlardaydı. adı güzel ama fonksiyonu az bir taşra okulundan mezun ol-muştu. Köyden gelmişti. Yine köy gibi bir yerdeydi okulu. Karşı cinsten biri ile karşılaşsa terler, yüzü kızarır, eli ayağına dolaşırdı. Konuşamaz, adeta dili tutulurdu. renkli gözlü bir yetmiş boylarında zayıfça, yakışıklı da sayılırdı aslında. Köy terbiyesi almış taşralı bir gençti.
Ülkesine karşı sorumluluklarının bilincindeydi. ‘’Bayrağın dalgalandığı her yerde’’ görev almaya hazırdı ama zamanın yöneticileri o yıllarda öğretmenin bu tür okullarda değil de üniversitelerde yetiştirmelerini planlamışlardı. Bunun için gerekli kanunları ivedilikle çıkarmışlardı. (1973)
Zeki, yoksul köy çocukları için bir umuttu Köy Enstitüleri ve İlköğretmen Okulları. Zaman içinde binlerce mezun vermişti. Köy Enstitüleri kapatılıp İlköğretmen Okulu adını aldığında Yüksek Öğretmen Okullarının da öğrenci kaynağıydı. Zamanın yöneticilerinin öğretmenin üniversitelerde yetiştirilmesi fikri kanun haline gelince okullarının, sınavla girilen okuldan başka hiçbir özelliği kalmamıştı. Devlet büyüklerinin oyun içinde kural değiştirmeleri (İlköğretmen Okullarının Öğretmen Lisesine çevrilmesi) çok zorlarına gitmişti. Bu haklarını geri alabilmek için ülke çapında ‘’boykot’’ bile yapmışlardı. Her birinin memleketinin geleceğine dair hayalleri vardı. Yurt sevgisi o kadar ileri düzeydeydi ki, ‘’Bayrağın dalgalandığı her yerde’’ göreve almaya hazırdılar.
Onlarca akranlarını gerilerde bırakarak sınavla girdikleri okulları, yıllarca düşledikleri ‘’öğretmen olma’’ hayallerini gerçekleştirmeye yetmemişti. Yeni umutlara yelken açmak için büyükşehirlerin yolunu tutmuştu birçoğu. Zamanın zorlukları yetmezmiş gibi bir de büyükşehirlerde karşılaştıkları olumsuz insan davranışları karşısında donup kalmışlardı. Ailelerinden ve okudukları okullarında aldıkları terbiye böyle şeyleri hoş görmezdi. Tiyatro veya sinemalarda görüp izledikleri bu gibi karakterlere bile çok kızarlardı. Çocukluklarından bu yana ‘’ayıptır, günahtır, yazıktır’’ gibi telkinler ile büyümüşlerdi.
Okullarında da bu gibi davranışlara ödün verilmezdi. Bu gibi kişiler sevilmezdi ama kolay kolay da harcanma yoluna gidilmezdi. Kişiyi kazanma yolları aranırdı. Bütün yollar tıkandığında gerekli ceza verilir, okulla ilişkileri kesilirdi.
Gördükleri olumsuzluklar vicdanlarını sızlatsa da aldıkları terbiye, içinden geldikleri kültür seslerini çıkartmaya, müdahale etmeye yöneltmezdi onları. Ürkeklik başa belaydı. ‘’Yapma etme, sus, konuşma! Büyüklerin işine karışma,’’ telkinleri ile yetişmişlerdi her biri. İş böyle olunca, yeni yaşam alanı olarak seçtikleri büyükşehirlerde yaşamak biraz daha zordu böyleleri için.
İyi kötü kendilerine bir iş bulsalar da hep akıllarında yılların hayali ‘’öğretmenlik’’ vardı. ‘’Öğretmen olabilmek için, niçin bunca zorluklara katlandık!’’ gibi sorgulamalar da geçmezdi akıllarından. Yaptıkları iş çok daha kolay, mali getirisi çok daha fazla işleri olsa bile, akıllarında hep ‘’öğretmen’’ olmanın bir yolun bulmak vardı. Sevdalıydılar öğretmenliğe...
Biraz şanslı olanlar hayallerindeki öğretmenliği elde etseler de bu hayalini gerçekleştiremeyip; gardiyan, postacı, marangoz, kütüphane memuru, ticaret erbabı gibi işlerde çalışıp emekli olanlar da vardı.
Aradan geçen yarım yüzyıllık zamana rağmen halen bu insanların kafalarında bir rüya gibi taşıdıkları ‘’Öğrtetmen olma duygusuna iten neydi?’’ diye sorası geliyor insanın ister istemez...
16 Mart 1848 yılından bu yana geçen öğretmen yetiştirme serüvenimizin içinde geçen İlköğretmen Okullarından, Öğretmen Liselerine geçişin hazin sonuçlarını anımsatmak üzere geçmişe bir yolculuk yaptık. ‘’Sürçi lisan etmişsek affola’’ diyor, eğitimin ‘’Yazboz tahtası’’ olmadığını ilgili, ilgisiz herkese bir kez daha hatırlatmak istedim...
Sağlıcakla kalın...
Salih KOÇ
16 Mart 2023 / Avcılar-İst.
[email protected]
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.