- 651 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
TÜRKİYE’NİN DEPREM ANAKRONİZMİ VE JAPONYA OLAMAMA PROBLEMİ
Bu ülkenin anlayış sistematiği, büyük oranda din kaynaklı algı veya telakkilerden beslenmektedir. Yüzde doksan dokuzunun Müslüman olduğu söylenen bir ülkede, zaten bu algı ağırlığının dışında, sosyolojik açıdan daha değişik bir anlayış beklenemezdi. Ancak deprem denilen yıkıcı etkilere sahip bir olay söz konusu olduğunda, bu algı ağırlığındaki niteliğin sorgulanması, yeniden masaya yatırılması ve çok daha farklı bakış açılarına kapı aralanması kaçınılmaz görünmektedir. Çünkü diğer İslam topluluklarında olduğu gibi, Türkiye halkında da “din-deprem, afet-tedbir” ilişkileri bağlamında hatalı birtakım algı ve anlayışlar bulunmaktadır. Bu hatalı anlayışın önde gelenlerinden biri de, geleneksel Müslüman anakronizmidir.
Anakronizm; kısaca geçmişteki kişi, obje veya olayların olduğu gibi yerinden koparılması ve bugüne aynen adapte edilmeye çalışılması olarak tarif edilebilir. Aslen Grekçe olan, dilimize Fransızca aracılığıyla taşınan “Anakronizm” kelimesinin, Türkçeye “Zamanköklemcilik” şeklinde geçmesinin uygun olacağını düşünüyorum. Bugün Müslüman toplulukların büyük çoğunluğu, çift yönlü bir anakronizm yaşıyor. Birincisi, günümüzde ne kadar reddi mümkün olmayan bilimsel ve teknolojik gelişme varsa, hemen onları alıp bin dört yüz sene öncesine gidiyorlar ve bu gelişmeleri Kur’an’a veya hadislere onaylatmaya çalışıyorlar. İkincisi ise bunun tam tersi… Bin dört yüz sene önceki Kur’an veya hadis metinlerini aynen yerinden koparıyorlar, günümüze ait bilimsel verilerin üzerine eklemleme gayreti içerisine giriyorlar. Böylece birtakım hatalı anlayış alanları oluşturup, bunların içerisinde dönüp duruyorlar. Bu da, onların hemen her konuda az okuyup kıt düşünmesinden, Kur’an’ı “ilkeler” kitabı değil de “ilimler” kitabı gibi görmelerinden, dolayısıyla dinî metinleri skolastik birer ütopyaya dönüştürmelerinden kaynaklanıyor.
Öteden beri, “deprem” denildiğinde Müslümanların en önde gelen anakronizm başvurularından biri, bu jeolojik olayı, hemen Kur’an’da geçen Ad, Semud, Lût ve Medyen gibi eski peygamber kavimlerinin başlarına gelen afetlerle ilişkilendirmeleri, böylece olayı sadece “günah ve ceza” kavramlarıyla ele alıp değerlendirme yoluna gitmeleriydi. Bir de bu değerlendirmeyi yaparken, olayı sadece "cinsellik" üzerinden temellendirme çabası içerisine girmeleri, sonuç itibariyle oldukça klişeleşmiş şöyle bir suçlama ile karşılaşılmış olmasıydı: “İnsanlar, Allah’a çokça isyan ediyor, olanca günah işlemekten geri durmuyorlar. Fazlasıyla açılıp saçılıyor, türlü azgınlık ve sapkınlıklara dalıyorlar. Kat kat binalarda, kadın erkek karmakarışık plajlarda büyük günahlar işliyorlar. Nihayet Cenabı Hak da “Siz misiniz o azgınlık ve sapkınlığı yapan! Alın cezanızı, görün gününüzü!” diyor; olanca gazabıyla bu sapık ve günahkârları helak ediyor...” Ancak olaya böylesi bir anlayışla bakıldığında, işin ucunun nerelere gittiği hiç mi hiç hesaba katılmıyordu. Dahası dinle doğrudan hiçbir alakası olmayan “deprem” gibi jeofizik bir olay, böylesi bir bakış açısıyla değerlendirildiğinde, sanki Allah’ın en çok gazabını çeken günahkâr ve sapık toplumlar, depremlerin en yoğun görüldüğü “Japonya, Türkiye, ABD, Filipinler, Haiti, İran, Nepal, Peru ve Endonezya” gibi ülkelermiş şeklinde bir sonuçla karşılaşılıyordu. Dolayısıyla Allah’ın rızasına en uygun yaşayan, günah veya sapkınlıklardan kendilerini en çok koruyan toplumlar da, depremlerin neredeyse hiç görülmediği “Almanya, Hollanda, Fransa, Belçika, Nijerya, Mali, Sudan, Gana, Uganda ve Mozambik” gibi Avrupa ve Afrika ülkeleriymiş şeklinde tuhaf ve irite edici bir sonuç çıkıyordu. Tabii böylesi bir anlayışın ne kadar mantıki tutarlılıktan uzak olduğu ve ne kadar din dışı genellemelere dayandığı, izah etmeye gerek duyulmayacak kadar ortadaydı.
Ancak Müslüman dünyanın; deprem gibi jeofizik bir olayı, genel çerçeve itibariyle böylesi muvazaalı bir anlayışla değerlendirmesi, bir yönüyle mazur görülebilirdi. Çünkü Kur’an’ın, eski kavimlerin helakiyle ilgili “günah ve ceza” kavramlarına yaklaşımı, neredeyse tamamen buna yakın bir mantalitenin üzerine oturuyordu. Ne var ki Kur’an’ın, eski kavimlerin helakini böylesi bir anlayıştan yola çıkarak izah etmesi, kültür tarihi (antropoloji) açısından bakıldığında gayet doğal kabul edilebilirdi. Çünkü o devrin; deprem, sel ve fırtına gibi büyük ölçekli jeofizik ve meteorolojik olaylarla ilgili izah öncülleri, sadece “günah ve ceza” bağlamından ibaretti. Dahası olay veya olguların izahı, daha çok bilimötesi sayılan veya metafizik kokan tümel tanımlar üzerinden yapılabiliyordu. Bundan böyle o devirde “kalp krizinden ölmenin” izahı, sadece “yüreğine bir ağrı girdi, eceli geldi ve öldü” şeklindeki sözlerle ifade edilebilmekteydi. Dolayısıyla bin dört yüz sene önceki bir doktorun böylesi bir ölüm olayını, “koroner yetmezlik” veya “kalp krizini tetikleyen nedenler” ile ilişkilendirerek izah edememesi kadar doğal bir şey olamazdı. Bu ne kadar doğal ise, Kur’an’ın müminlere, “zemin etütlerini iyi yapmaları” veya “fay hatlarını dikkate almaları” gibi, günümüz jeofiziği ile ilgili kavramlarla uyarmaması da o kadar doğal sayılabilirdi.
Müslümanların burada yanılgıya düştükleri husus; dünya çok ilerlediği ve ilerlemeye devam ettiği hâlde hep aynı yerde kalakalmalarıydı. Dolayısıyla deprem, sel ve fırtına gibi jeofizik ve meteorolojik olaylar vuku bulduğunda, ilk müracaat ettikleri bahanenin “günah ve ceza”, ya da “azgınlık ve azap” odaklı olması, böylece zımni bir kurnazlıkla kendi kabahat ve tedbirsizliklerinin suçunu başkalarının üzerine atma gayreti içerisine girmeleriydi. Tabii bunu yaparken Kur’an’ın “Siz önce kendinize bakın!”(1), “Yeryüzünü imar edin”(2), “Dürüst olun”(3), "Çalıp çırpmayın"(4) emirlerini hiç duymuyor, “Allah’ın en sevdiği kişi, işini en sağlam yapandır”(5) anlamındaki hadisi hiç akıllarından geçirmiyorlardı. Dahası inşaatlarını sağlam yapmıyor, kafalarını yapılması gereken işlere yormuyor, gereği gibi önlem almıyor, daha vahimi demirden ve çimentodan çalıyor, görev ve sorumluluklarını hakkıyla yerine getirmiyorlardı. En nihayet, altı yedi şiddetinde bir depremle yaptıkları hileli ve çürük binalar başlarına yıkılınca, bunun suçunu da; ya Ad, Semud, Lût ve Medyen kavimlerini hatırlayıp bunların devamı olduklarını iddia ettikleri cinsel sapkınlara, ya da “takdiri ilahî” deyip Allah’a yüklüyorlardı. Sonuç itibariyle başta Allah’a olmak üzere hep başkalarına iftira atmış, attıkça esas “yapmaları gereken işleri” savsaklamış, savsakladıkça da başları deprem ve sel gibi doğal olayların yıkıcılığından kurtulamamış oluyordu.
Ayrıca Müslüman toplulukların deprem olayıyla ilgili yaptıkları diğer yanlış; depremi “afet” kategorisi içerisine sokmalarıydı. Oysa afet, insanlığın tüm kudret ve önlemini alt edecek güçte fevkalade büyüklükteki olay ya da hareketlerin genel tanımıydı. Mesela çok büyük bir yanardağın faaliyete geçmesi, etrafındaki yerleşim birimlerini lavlara gömmesi, on veya daha yukarı şiddetteki depremlerle köylerin ve şehirlerin sarsılması, beş veya on metre yükseklikte kar yağması, buna bağlı olarak dağ büyüklüğünde çığların kopması, tufanı andıran sellerin veya toprak kaymalarının meydana gelmesi, elbette afet cümlesinden birer olgu olarak değerlendirilebilir. Bunun dışında periyodik yer hareketi nev’inden, insan önlem ve iradesiyle baş edilebilecek ölçekte dokuz veya daha az şiddetteki depremler birer afet değil, âdet sayılmalıydı. Dolayısıyla aynen insanoğlunun geğirip hapşırması veya belinin kütürdemesi gibi fizyolojik birer olgu olarak görülmeli, aynen Japonya’da olduğu gibi “alınan tedbirler” sayesinde, hiçbir şey olmamış gibi hayat devam etmeliydi.
Aslında İslam, bin dört yüz sene öncesinin şartları içerisinde, kendini dünyaya endeksleyen ve fevkalade iddiaları olan bir dindi. Müslümanlar ise bugün, dünyayı sadece kendi kafalarının içerisindeki daracık din algısı kadar küçültmenin derdindeydi. Bundan böyle ayet ve hadisler üzerinde uzun uzun etütler yapıp kafalarını yormak istemiyorlardı. Çünkü bunu yaptıkları an büyük risk almaları, ellerini taşın altına koymaları gerekiyordu. Oysa Müslümanlar, yeryüzünün en risk kaçkını toplulukları idiler. Dolayısıyla aynen Japonlar gibi yedi sekiz şiddetindeki depremlere karşı hazırlıklı olmaları, bilimsel ve teknolojik önlemlerle çok sağlam ve estetik şehirler inşa etmeleri gerekirken; ortalık yerle bir olduktan sonra “kader, imtihan, ibret, ders, takdir, ecel” gibi dinî kavramlara sarılıyor, vicdanlarını rahatlatmanın yollarını arıyorlardı. Daha kötüsü, sağa sola sapık deyip ona buna kara çalmaktan kendilerinin ne hâle düştüklerinin farkında bile değillerdi. Esas yoldan çıkmaların şahı konumunda bulunan “algı sapıtımı, akıl teslimiyeti, özgürlük gaspı, kişilik erozyonu, doğruluk kaybı, düşünce yoksulluğu, anlayış zikzaklığı, ahlaki çöküntü” gibi inhiraf ve sapmaların üzerinde hiç mi hiç durmuyorlardı. Bundan böyle İslam coğrafyasında meydana gelen depremlerin yıkıcılığı; ahlak çöküntüsü, erdem mahvoluşu, dürüstlük yıkılışı oranında artıyor; öldürücülüğü yüksek, korkunç bir yıkım tablosuyla karşılaşılmış oluyordu.
Müslüman dünya; bilim ve teknikle donanmadan, işini sağlam yapmayı kafasına koymadan, liyakati esas almadan; bu deprem ahvahlarından, tarihî tekerrürlerden, mutat tökezlemelerden başını hiç mi hiç kurtaramayacak. Bir kere şunu anlayalım: Ehil, liyakat sahibi olmanın dinî literatürdeki adıdır. Bu kavramın yetisi ve yetkinliği o kadar tam ve yerindedir ki, Kur’an’da “Emanetleri (işleri) ehline veriniz”(6) derken, “ehil” kelimesine başka hiçbir süs, sıfat, takı ve meziyet ilavesi yapılmaz. Tek ölçü “ehil/ liyakatli” olmaktır. Yani Kur’an’da “İşlerinizi; sadece Müslüman olan, imam hatip veya ilahiyat fakültesini bitiren, sizin gibi düşünen, partinizden veya bölgenizden olan liyakatliye verin” denilmiyor. Dolayısıyla kim o işe “en ehil” ise ona verin; bu, ister dinli ister dinsiz, ister imam hatipli ister Robert kolejli, ister Konyalı ister Kenyalı olsun, hiç fark etmez denilmek isteniyor. Ne var ki, dinle bu işlere girildiği zaman bir türlü netice alınamıyor. Sanki dinselleşmiş örfün diğer değişik algıları, deprem konusundaki ciddiyeti, alınması gereken önlemlerin evrensel gerçekliğini engelliyor. Bilmiyorum, gen bencilliğimiz mi buna mani oluyor, kültürümüz mü, geleneğimiz mi veya kültürsüzlüğümüz mü, bir türlü işin içinden çıkılamıyor. Maalesef dinin bu yaşamsal değerlerini, en çok dindar olduğunu iddia eden çevreler ihlal ediyor. En hoyrat dünyaperestler, etrafına en fazla “dünya fani” algısı yayanların arasından çıkıyor. En çok zahitlikten, takvadan söz edenler; dünyaya ve mala en kural tanımaz tamahkârlıkla sarılıyor. Sanki en çok diyet yapanlar; bir süre sonra en tıka basa yemek yiyenler, hatta yeryüzünün bütün nimetlerini ellerine geçirmek isteyenler hâline dönüşüyor. Tabi hepsi değil ama ezici çoğunluğu böyle. Şaşırtıcı olan; onların tamahkârlıkları, dünyaperest olmaları veya çok yemeleri değil tabii. Tutarsızlık ve çelişkileri… Peki, çözüm nerede? Hukuk devletinde… İnsan olmayı, her şeyden öncelikli gören bir anlayışın geliştirilmesinde. Kendimizi değiştirmekte… Depreme karşı “kesin” alınması gereken önlemler noktasında, "Japonlaşma" becerisini gösterebilmekte.
Bir de şayet din aklımıza gelecekse, ne olur, bu depremden önce gelsin artık, sonra değil. Öte yandan “Mevla’m korusun” duasını, “Önlem korusun” ifadesinden sonraya alalım bundan sonra. Dahası deprem ve sallamak Allah’ın takdiri ise, sallanmamak ve önlem almak da bizim tedbirimiz olsun. Değilse işimizi sağlam yapmadan, tedbirimizi almadan, teknik imkânları sonuna kadar kullanmadan, depremin doğrudan dinle ilişkilendirilmesi; bilinçsizlik, önlemsizlik veya sorumluluk karşısında çaresizlik gibi saiklerle geliştirilmiş birer savunma mekanizmasından, dahası bin yıldan beri akıl kaçkınlığı, önlem ölgünlüğü yaşayan Müslüman toplulukların cehalet veya acziyet sebebiyle uydurdukları bir anakronizm patinajından başka bir işe yaramayacaktır.
O hâlde, ne zaman deprem denildiğinde, alınması gereken önlemler yerine; "Din, iman, kader, fuhuş, zina, sapıklık, ilahî ceza" gibi İslami kavramlar konuşuluyorsa, kesin orada dinî söylemler üzerinden bir "sorumluluk kaçışı"nın yolu açılmaya çalışılıyordur. Yani teknoloji veya jeoloji ile ilgili önlem veya tedbirsizliklerin kabahati, teoloji ile ilgili kavramlarla kapatılmaya çalışılıyor demektir. Dolayısıyla bugün yedi-sekiz şiddetindeki büyük depremlerden neredeyse hiç zarar görmeyen ülkeler, bu doğal olayı "din"le hiç mi hiç ilişkilendirmeyen memleketlerdir. Japonya bunların başında gelmektedir. Dahası Japon toplumu, böyle bir ilişkilendirme arayışına hiç mi hiç ihtiyaç duymamaktadır. Ne üzülüp ahvah etmektedir, ne birilerini sapıklıkla suçlamaktadır, ne de kaza-kader, zina, fuhuş, suç, ceza gibi dinî ifadeler kullanmaktadır. Çünkü alınan önlemler ve süper sağlam bina teknikleriyle; yedi sekiz şiddetinde deprem olsa dahi, zaman olağan akışıyla devam etmekte, hayat tıkır tıkır işlemektedir.
Mesut ÖZÜNLÜ
1) Maide suresi, 105’inci Ayet.
2) Hûd suresi, 61’inci Ayet.
3) Ahzâb suresi, 70-71’inci Ayet; Hûd suresi, 112’inci Ayet.
4) Bakara suresi, 188’inci Ayet.
5) Beyhakî, Şüabü’l-îmân, 4/334.
6) Nisa suresi, 58’inci Ayet.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.