- 401 Okunma
- 5 Yorum
- 6 Beğeni
Nun
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Nun (*)
Her şey bir balıkla başladı. Herşeyi alt üst eden o balık… Hayır, aslında her şey ondan çok önce başlamıştı. Ama o balıkla karşılaşmamız bir dönüm noktasıydı. Sonradan anlasak da…
Hava kararmıştı. Buz gibi soğuk suyun içinden balıkları çıkardı satıcı. O esnada hayatları değiştiren o olay gerçekleşti. Herşeyi olduğu gibi anlatıyorum, hiçbir şey katmadan. Arkamda kekeme bir ses duydum. Uzun boylu, geniş yüzlü, bıyıklı hafif esmer bir adam; “Ne kadar” diye sordu? Balıkçı fiyat söyledi. Yanında küçük bir çocuk vardı. Satıcı kendisine parası yoksa bile iki tane balık verebileceğini, eline para geçince ne zaman isterse ödeyebileceğini söyledi son derece insancıl bir yaklaşımla. Mevsimlik göçebe işçi hafifçe gülümsedi “para yok” dedi. Balıkçı bu kez “para istemiyorum” dedi, yavaşça ama yüksek bir sesle söylemişti bunu. Adam gülümseyerek yüzlerce balığın dolu olduğu kocaman akvaryuma gözlerini dikmiş bakıyordu. Yanıt vermiyordu. Satıcı sıradaki müşterinin balıklarını temizlemek için dükkanın içine girdi. O anda bir şey farkettim, bir balık cama yaklaşmış gözlerini adama dikmiş bakıyordu. Adam da aynı şekilde balığın gözlerinin içine bakıyordu. Yoldan geçmekte olan arkadan gelen başka bir kişiyi hissederek adam bir adım sola kaydı. Bunun üzerine balık da adama göre sola doğru kayarak tekrar karşısında durdu. Şaşkın bakışlarla bir süre bu sahneyi izledim o soğuk kış gününde. Eliyle bana balığı işaret etti. “Anlamadım” diye yanıt verdim. Adam sağa doğru dönüp yürümeye başladı. O sırada balıkçı tekrar dışarı çıkmıştı. Adamın arkasından seslendi “Para istemiyorum, iki tane balık vereyim”. Göçebe işçi kafasını çevirdi hafifçe ama yürümeye devam ediyordu: “Para yok” dedi. Balıkçı “Anlamıyor mudur nedir, para istemiyorum gördün ya” dedi bana. Benim kafam ise karmakarışıktı, balıkçıya dönerek “Şu balığı da yakalayıp tartsana” dedim. Adam eline ağkepçeyi alırken “öldürme bir kovaya koy, su doldur” diye de ekledim. Balıkçı biraz şaşırarak güldü. “Canlı mı götüreceksin abi?” diye sordu. Düşüncelerimi biraz toparlayıp “Evet, o adama vereceğim, kovayı yarın getirsem sorun olmaz değil mi?” diye sordum bende. Biraz sonra balık su dolu kovanın içinde, elimde yürüyordum. Adamın peşinden koştum. Yanlarına ulaştığımda çok şaşırdılar. Adam bir parkta oturmuş sessizce başı öne eğik bekliyor, ben ise ayakta dikilmiş öylece duruyordum. Çocuk elini suyun içine sokuyor balığa dokunuyordu. Benim gözlerim boşluğa bakıyordu. Küçük çocuk kovanın içinde yavaşça dönmekte olan balıkla oynamaya çalışıyordu. Biraz sonra kafasını kaldırarak “Baba bu balık çok üzgün” dedi. Şaşırarak babasından önce ben girdim araya; “Nereden anladın, üzgün olduğunu” diye sordum. “Çünkü ağlıyor,” diye yanıtladı. Suyun içindeki bir balığın gözyaşını nasıl gördüğünü sordum, bunun mümkün olmadığını anlattım. Orada söylemedim ama kendi kendime de düşünüyordum, balıklar ağlar mıydı ki? Yani en azından bilimsel açıdan ele alındığında fizyolojileri buna uygun muydu? Sonra buna kafa yormanın gereksiz olduğunu düşünerek çocuğa yaptığım açıklamaya geri döndüm. Gözyaşını suyun içinde görmek mümkün değildi. “Ama kafasının suyun dışına çıkarmıştı” diye yanıtladı. “Suyun içinden çıkarmış kafasını, elbetteki her tarafından sular süzülür” diye itiraz ettim. Sonra derin bir sessizliğe gömüldük. Biraz sonra adam “Ben o balığı yiyemem artık” dedi. İtiraz etmek istedim ama konuşmak için ağzımı açtığımda ben de aynı fikirde olduğumu farkederek vazgeçtim ve tek kelime etmedim. Biraz daha sustuk. “Ne yapayım öyleyse?” diye bu kez ben sordum. Çocuk net bir yanıt verdi, “Onu evine geri gönder”. Evet herkes evine geri dönmeliydi. Ama nereye götürecektim? Sonra aklıma bir fikir geldi. Aldığım diğer balıkların sarılı olarak durduğu poşetin üzerinde balıkçının telefon numarası vardı. Dükkanın henüz kapanmamış olduğunu düşünerek hemen aradım. Gerçekten de balıkçının çırağı açtı telefonu. Ustanın namaza gittiğini söyledi. Şansımı deneyerek çırağa sordum. Balıkları satın aldıkları alabalık çiftliğinin adını ve yerini söyledi. En az otuz kilometre uzaktaydı. Gecenin bu vaktinde gitmek son derece anlamsız ve gereksizdi bir balık için. Tam teşekkür edip kapatıyordum ki, çırak tekrar konuştu, “Birkaç tane de ırmak balığı atmıştık bugün sabah. Ustanın dayısı ağla yakalamış, sazanları tezgahta kendisi satmak için almış ama alabalıkların sayısı az olduğu için bize getirdi. Henüz canlı oldukları için akvaryuma bıraktık biz de. Ne oldu ki abi?” Çırağı geçiştirecek birkaç cümle söyledim. Telefonu kapattığımda neşem yerine gelmişti. Nasıl bilmiyorum ama anlamıştım veya öyle olmasını umduğum için hiç şüphe duymadan inanmıştım; o balık ırmaktan gelenlerden biriydi. “Gidip balığı ırmağa salabiliriz” dedim. Çocuk “Yaşasın” dedi, sonra da sordu “Bu baba balık mı, anne balık mı”? Ben “bilmiyorum, belki de oğul balıktır,” diye yanıtladım. Sonra düşündüm Kızılırmak nerden baksan yirmi dakika… Hem gece oluyor artık, dağ yoluna mı çıkacağız? Kendi kendime “Hiç gerek yok,” dedim. “Derenin suyunu salmışlar, yeteri kadar su akıyor. Dere de ırmağa kavuşuyor biraz uzakta olsa da”… İlçenin dışında bir yerde bırakacaktık Kanak deresine balığı, bu saatte daha başka bir şey de gelmezdi elimizden. Yapabileceğimiz bu kadardı.
O kış günü balığı, yarımay ışığı altında soğuk suya saldık. Irmak yönüne doğru uzaklaştığını gördük. Nereden bilebilirdik? Sırrın balıkta olduğunu… Ama doğru olanı mı yaptık? Galiba… Her sorunun kesin bir cevabı olmak zorunda değildir. Bazen o soruların cevabına yıllar sonra rastlarsınız, bazen de cevaplar sorudan bile çok uzun zaman önce verilmiştir de farkına çok sonradan varırsınız. Hatta o cevap sizin doğumunuzdan ötesine bile uzanabilir. Sır balıktaydı…
Ah balık…
Yunus Peygamber yaşadığı kenti terketti, çünkü yapayalnızdı, kimse onu anlamıyordu. Kimse dinlemiyordu. Sonra karanlıkların içinde bir gemiye bindi. Her yer karanlıktı. Yine yalnızdı… Sonra lakabı Zünnun (balık sahibi) oldu. Yunus Peygamber öldü ama adı o balıkla anılıyor bugün bile. Yoksa hokkanın da mı sahibiydi? Elinde kalem mi vardı? O yüzden mi dayanamadı zulme? Çabuk pes etti? Terketti vatanını, Yaradan’ın gitme diye uyarmasına rağmen.
(*): “Nun” Arapça’da bir harfin adıdır, bu okunuşu ile “balık” demektir, şekli ise üzeri açık noktalı bir kabı andırır ve hokkayı simgeler aynı zamanda. Kalemin yazmasını sağlayan mürekkebin kabı…
__________________
© Deniz Karakurt
Her hakkı saklıdır. Kaynak belirtmeden alıntı yapılamaz, yayınlanamaz, paylaşılamaz.