YAL
YAL..
Bir toplumun başına ne geldiğini bilememesi başına gelmiş en büyük felakettir bence. Herkes öz değerlerinden uzak celladına aşık edilmiş bir şekilde yaşıyor. Ne idik , nerden geldik,ne olduk, ne yapıyoruz sorusunu kendimize soramıyoruz sorduğumuzda da cevabını veremiyoruz.Bol bol selfi çekip, Kapicino içiyor, çekirdek çıtlatıyoruz..
Hatırası olan son nesil olduğumuz için bende ileride belki okunur diye karanlığa bir mum yakıp bırakmak, kapiçino tadından, selfi canbazlığından biraz uzaklaştırmak istedim bugün..
...
Yal nedir biliyormusunuz?
Bilemezsiniz tabi bu çook eskilerde olan bir şeydi..
Zerzavatın, meyvenin zedelisi eziğinin, ekmek, yemek artıklarının sırf bu iş için ekilen fiğ otunun karışımından hayvanlar için hazırlanan dopingli mükemmel organik sulu yemdi..
En zevkli yanı ise yiyen hayvanları seyretmekti.
Bir şapırtıdır gider sonunda getirene minnetli bakışlarla tatlı tatlı yalanılırdı.. Yal bence israfın değerlendiği en güzel eylemdi. Şimdi ki çöp bidonlarının yanından geçerken gördüklerime içim gidiyor..
Her şeyi az çok kestirirdim de aklıma hiç gelmezdi bir gün koyun,kuzu, ineğe mala, davara hasret kalacağımız. Bazen yürüyüş yaptığımız patika yollarda inek mayısını, keçi gıldiğini gören çocuklar çok acayip bir nesne görmüş gibi "aaaa hayvan kakası" diye burnunu tutup iki metre uzaktan durarak gösterdiği şeylerinin içinde geçti geldi çocukluğumuz, gençliğimiz.
Yani yetmişli yıllarda o zamanlarında tarım ve hayvancılıkla uğraşan tipik bir Anadolu kasabasıydı yaşadığımız Kemah.
Çarşısı, saatçisi, marangozu, terzisi, nalbantı, kitapçısı, semercisi, friksiyon yapan berberleri, gazete bayiisi, memur kulübü , tenekecilerine kadar her türlü esnafı; kışlık, yazlık sineması, kaymakamı, belediyesi, mapushanesi, mezbahası, aynı binada altlı üstlü bir ilkokulu ve ortaokulu olsa da büyük bir köy görünümündeydi.
Akşamı da bir başka olurdu. Güneş; Zoğanın sırtından aştın mı çoğu evlerde bir ahur telaşı başlardı. Bir yandan eve dönüş yolunda danasına düşkün ineklerin böğürtü sesi, öte yandan pinine girmekte direnen tavukların gıdaklamaları duyulurken; diken tarlasında zincirine bağlı unutulduğunu ikide bir hatırlatan eşeğin anırtısı, sokak köpeklerinin yerli yersiz havlamalaması, akşam sonrası anlaşmış gibi çırcır böceğinin cırlaması, gurbağaların vıraklaması birbirine karışırdı. Bunların üzerine marşandiz treninin taşların bedenlerinde yankılanan sesi cila olurdu..
Yollar mal, davar gübresinden geçilmezdi, ama biz hiç bunun farkında olmazdık. Çünkü doğallık hayatımızın her anında vardı.
Mesela, beş mahalleye her yıl mutlaka mal çobanı tutulur ekseriyet aynı insanlar bu çobanlık işini yapardı.
Bekliminki Garnılı Zeynal, Göğüsbağını Brastikli Piro, Karşıbağı, Vartolular, Gedük mahlesini, Ezo Dede, Çarşı mahallesini de Çoban Hadice yapardı .
Hayvanlar, sabahları ahırların kapıları açılıp evden çıkartılırdı. Ya sahibinin yada her gün sıraya konulan biri refakatinde Çobandüzü denen toplanacakları yere gider, hareket saatini beklerdi. Eğer eve yeni alınmış bir sığır varsa onu alışıncaya kadar evden birisi götürür ve akşam geri getirirdi.
Beklim Mahallesi tarafının sığırları demiryolunun altındaki tünelden geçirilerek şoraklıkta, göğüsbağının ki , killik deresinde, şehir ve çarşı tarafı ceza evinin altında Karşıbağın ki sinelerin tepede, Gedik Mahallesin ki de Gedük boğazı altında altında ki çoban düzlerinde toplanırdı.
İkindi sonuna kadar yayılan hayvanlar, çobanların önünde, doymuş halde foşur, foşur soluyarak aceleci adımlarla dönüşe geçerlerdi. Toplanma yerlerine yaklaşınca, sahipleriyle gidenler hariç diğerleri kuyruklarını sallaya sallaya, geçtiği sokaklara, çocukların oyun alanlarına pisliklerini döke döke hiç şaşmadan evinin yolunu tutardı. Hatta karşısına çıkan bir köpekten, eli sopalı bir yaramaz çocuktan ürküp kaçsa bile yine bir şekilde eliylen goymuş gibin sahibinin evine gelir ve ahıra girerdi.
Eğer, evin veya ahırın kapısı kapalı ise burnu ile şöyle bir iter, açılmazsa hafiften möööleyip geldiğini haber verdikten sonra beklemeye başlardı.
Bu hal, hayvanların evlerine alıştıkları kadar emzirmek için bekleşen yavrularına kavuşma duygularını da gösterir. Zaten, kendini seven evin çocuğunu bile gören hayvanların gözlerindeki ışıltı değişir, bir acayip kuyruk sallama ile sevincini sanki belli ederdi.
Ahur işine girişmeden evvel akşam yemeği için sofra hazırlanıp üstüne sofra bezi örtülür, kuru tandır ekmekleri ıslatılmak üzere sofra tahtasının yanına bırakılıp kapı pencere pısik girmesin diye sıkı, sıkı kapatılıp öyle gidilirdi. Olur ya düve bügelek tutup kaçıp dağda kalmış olabilir, inek komşunun yoncasından bir ağız alam derken bir evleklik yere dalmış olabilir. Bu sürede evdekiler aç kalmadan yemeklerini ekmeği ıslatıp yiyebilirlerdi.
Genellikle ahırın kapısı açık olurdu; ama yine de malın gelmesi yaklaşınca emin olmayan evin büyüğü sormuş gibi emir verirdi:
‒ Ahurun gapısını açtınız mı gıııı?
Açık olsa bile en azından bu kaygı giderilsin diye evin gızı iner ve bakardı. İnerken, içine süt sağacağı gapları, kulp takılarak yapılan yal tenekeleride götürürdü. Hayvan daha gelmemişse boş durmamak için bir köşede dayalı duran çok palut meşesi yapılmış sağoğlu denilen çalı süpürgesini alıp şurayı burayı süpürürdü. Hayvanları tek tek mangurlaysrak müsürüne bağlardı.. Ardından yal tenekeleri hayvanın önüne koyulup o büyük bir iştahla yalını yerken süt asması köpüklü, köpüklü sütle dolardı.
Farkında mısınız? Zihnimizdeki sözcükler ölüyor birer birer; ne sela veren var ne cenaze namazı kılan...
Ne yas tutuluyor ne mevlüt okutuluyor.. Gittikce artıyor, yalnızlığımız; farkında değil misiniz?
Evet, atalarınızdan kalan sözcüklere siz de sahip çıkın, göz kulak olun onlara ama evinizin şark köşesinde sergilediğiniz antika eşyalar gibi değil… Kullanarak koruyun onları…
Faruk KÜÇÜKTAŞ 02.02.2023