- 460 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
CİN ÇIKMAZI
(Latekmen’den Büyüklere Masallar)
Alt bahçeden çıkıp ev önüne geldi. Havada Mart sıcaklığı vardı. Toprak bellerken yorulmuş, hem de terlemişti. Üstü başı toz toprak içindeyken eve girilmez; çünkü karısı kızıyordu. Piknik masasına oturup seslendi; "Ümmüü!" Ondan kahve yapmasını isteyecekti. Evden ses gelmedi. Kapı açılıp bakan da olmadı. Bir daha seslendi. Arkasından bir kez daha... Cevap veren, kapıya gelen olmadı. İçi tık tık etti o zaman. Ya duymadı, ya da yoktu ama... Öldü kaldı mı acaba! Meraklandı. Merdivenleri çıkıp baktı. Televizyon açık, kendi kendine konuşuyordu ama seyreden, dinleyen yoktu. Taş odaya baktı, beyaz odaya baktı, banyoya baktı; karısı Ümmügülsüm hiçbir yerde yoktu. Nerede acaba? Yakın bir komşuya kahve içmeye gitmiş olsa giderken görürdü. Oysa görmemişti. Hemen telefona sarıldı. Telefon çaldı çaldı, açan olmadı. Bir daha çaldırdı, bakan olmadı. Ardı sıra üç kez aradı ama duyan olmadı. İçi tık tık etti, aklı gitti geldi. Bu, hayra alamet bir durum değildi...
Büyük oğlu bir gün gelip, "polis olmak istiyorum" dediğinde; "olmaz!" deyip kestirip atmıştı. "Eli silahlı olan ya öldürür, ya da ölür. Ben senin öldürmeni de, ölmeni de istemiyorum." Hem anası, hem de babası böyle olmaz deyip diretince, üstüne basa basa öldürmekten, ölmekten söz edince O.devrim, çok istediği polislikten vazgeçmişti. Aydın’a gitmişti sonra, Menderes Üniversitesine. Lakin bir sene bile olmadan valizini kapıp gelmişti. "Ben iktisatçı olmak istemiyorum." demişti bu sefer. Asker olacakmış. O zaman anası; "Al Polisi vur askere" dememişti. "İş aleti belindeki silahı olan biri ya öldürür, ya da ölür. Ben senin öldürmeni de, ölmeni de istemiyorum" dememişti. Kaç yılda kaç kişi öldürdü bilmiyor ama üç yıl önce ölüsü gelmişti. Al bayrağa sarılı tabutunda; "Şehit Piyade Yüzbaşı Oğuz Devrim Atasoy." yazıyordu. O zaman hiç ağlamamış, bir damla gözyaşı akıtmamıştı. Saçını başını yolmamış, kendini yerden yere vurmamış, bir yudum feryat figan yapmamıştı. "Başın sağ olsun" diyenlere, "Dostlar sağ olsun" dememişti. "Oğlun şehit oldu, sen de şehit anası oldun; ne mutlu sana" diyen bol yıldızlı komutanlara; "Vatan sağ olsun" dememişti. Başını yana eğmiş, bulanık bir noktaya bakan donuk gözlerle öylece suskun kalmış; o günden sonra da hiç konuşmamıştı. Ona, "kafayı yedi fakirim, yazık! Allah kimseye evlat acısı vermesin" dediler ama o konuşmadığı gibi denilenleri de duymadı...
Hem Ümmügülsüm, hem de eşi Beytullah; ikisi de emekli öğretmendi. Şehir hayatı sıkınca gelip köye yerleşmişler, temiz hava bol güneş; yedi senedir köydeydiler. Birisi çiçekleriyle, birisi kuşları böcekleriyle yaşayıp gidiyorlardı. Bahçeleri var; ekip dikiyorlar; besleyip sulayıp büyütüyorlar, sebzelerini meyvelerini yiyorlar, fazlasından eşe dosta da veriyorlardı...
Adı Yusuf Deniz olan küçüğü birgün çekip geldi. Günlerden Cumartesiydi. Neşesi her zamanki gibi yerindeydi. Yüzünde güller açmış gibi gözleri pırıl pırıl, espirili dili gene aynı yerindeydi. Anasını sevgiyle öptü. Yanağından makas alırken anasına; "Ümmüü, nabıyon gız!" dedi. "Daha gonuşmuyon mu? Gonuşmuyon mu hala?" Anasının yüzü gülümsedi. "Ha şöyle..." dedi ona. "Yetmedi mi, goca goca üç sene geçti be! Gonuş artık." Anası başını attı. "İyi, tamam, öyleyse yaz. Bir kalem, bir kağıt vereyim sana; ben şunu istiyom, ben şuraya gidiyom; ver babama okusun. Bilsin adam. İyi olmaz mı?" Anası, olabilir gibisinden dudak büktü. Sonra Deniz, gitti babasına sarıldı; "Naber baba! Yok bi yaramazlık..." Çizgisiz yapraklı bir defter, bir de kurşun kalem getirip verdi anasına. "Yaz bakiim!" Anası gene gülümsedi. Oyun gibi bir şey, bunu sevmiş, hoşuna gitmişti sanki. Kalemi eline alıp dizleri üzerine koyduğu deftere yazdı; sonra onu Deniz’e verdi. Deniz anasının yazdığını okuyunca sevindi, ona bakıp göz kırptı. Sonra kağıdı uzatıp babasına verdi. "Oku bakiim." Babası okudu. "Anacım ne yazmış baba ?"
"Hoş geldin çocuğum!"
Yarın Pazar oldu, Deniz gitmedi. Sonra Pazartesi oldu, gene gitmedi. Salı, Çarşamba, Perşembe... Üç gün, beş gün, yedi gün; evden çıkıp gitmedi. Beytulah, eline kalemi alıp yazdı; "Bu çocuk neden gitmiyor eşim?"
Ümmügülsüm, ona cevap yazdı; "İşi bırakmış..."
"Gene mi?"
Yedi içti, yattı kalktı, gezdi tozdu derken haylazın aylaklığı upuzun oldu. Beytullah, kızdı sonunda. "Def-i bela." dedi oğluna. Hayatı boyunca hep iyi baba olmuştu. Dövmemiş sövmemiş, kötü söz söylememiş, özgürlüklerine kısıtlama getirmemiş, ne olursa olsun şefkatini esirgememişti. Doğru mu yapmış, yanlış mı; bunu bilemiyordu. Sonunda biri kendi başına buyruk gidip asker olmuş, özgürlük savaşçısıyım deyip dağa çıkmış bir bölücüye kendini öltürtüp gelmiş, bu ise bir başka alemdi. Adam gibi doğru dürüst çalışmıyordu. Bir işe girse en fazla beş ay; alıp ceketi geliyordu. Gün boyu eşek gibi yatıp uyuyor, sonra gecelerin efendisi kesiliyordu. "Biz de insanız ulan! Bizim de canımız var öyle ya! Onca hengameden kaçıp geldik buraya. İzole olduk, soyutladık kendimizi. Adam gibi giyinip kuşanıp insan içine çıkmıyorum. Çıkmıyorum, çünkü bir türlü insan olmayı becerememiş evrimsiz insanlar hasta ediyor beni. Tamam, o dert değil, ben bu şekilde mutluyum, şikayetim yok. Ama agan öldü gitti. Şehit olmuşmuş muş. Bundan sonra Cennet-i alemde gül gibi yaşayacakmış. Yaşasın, bir kıskançlığımız yok. Gül gibi karısı burada dul kaldı, o orada Hurilerle yatıp uyuyacakmış. Uyusun beni alakadar etmez ama bunu karısına kim nasıl anlatacak? Anan bu yüzden kafayı yedi, yuttuğu kafayı midesinden kim çekip çıkaracak? Şimdi desem sana; ulan eşek oğlum, hakaret. Sana değil, eşeğe hakaret. O çalışıyor. Vur semeri sırtına, yükle odunu; yürüyüp gidiyor. Ekmek parasını kazanıyor. Sen ne oldun böyle? Bu halin ne! Ana baba parası yerim, bana ne elin bitmez tükenmez işinden mi diyorsun. Tamam, ye. Ölünceye kadar ye, kıskançlığımız yok ama artık evlenmen lazım. Kendine ait bir evin olması, karın olması, çocuklarının olması lazım ama ilk önce bir işin olması lazım. İçki var, cigara var, ulan sende ot bile var. Yemediğin bok yok. Böyle ol diye mi besleyip büyüttük seni? Böyle ol diye mi okutup eğittik seni? Bizim anamız babamız da böyle miydi? Biz de el bebek, gül bebek miydik? Sevgi şefkat, nazlı biricik miydik? Siz gibi Üniversitelere mi gittik? Def-i bela Deniz, def-i bela! Yettin artık! Yettin de arttın bile. Sık cıvata, yağla dişli; ben makine miyim? Beynim elektronik, kalbim plastikten mi? İnsan sabır taşı olsa bile çatlar be!"
Sonra Y.Deniz, babasına küsüp gitmişti. Belki de kızıp gitmişti. Ölüp dirilmeyenden sonra bir de gidip gelmeyen başı içindekine girip çöreklenince Ümmü kadın daha da kötü olmuştu. Artık Pisikiyatrik ilaç par etmiyor, uyku ilacı bana mısın demiyordu. Yatsa yorgan altında tepinip duruyor, gece boyu ev içinde uyurgezer gibi dön ha dön yapıyordu. Kacasına durmadan, "bul onu, bul onu!" diye yazıyordu. Beytullah karısına; "bul onu demek ne kolay, sanki hafiyeyim ben!" demiyordu. Hafiye olsa kaç yazar, adam telefonu bile açmıyor. Açmak bir yana, telefon hiç çalmıyor. "Ya fırlatıp engin denize attı, ya da Baron adamın birine sattı" demiyordu. Öyleyken bile hayat arkadaşı koskoca kadına çocukmuş gibi bakıyor; bırak usturupsuz laf etmeyi, öyle sert sert bile bakmıyordu."Ümmü ben taş adam oldum artık" demiyordu ona. "Bedenim taş, beynim taş, yüreğim taş" demiyordu. "Yüreğim taş benim Ümmü! Taş değil Granit. Sinirlerim taş. Taş değil Granit. Sabır küpüm toprak değil demir, yıldırım çarpsa bile çatlamaz" demiyordu. "Senin oğlun öldü de benim ölmedi mi? Senin oğlun kaybolup gitti de benim ki yerin dibine girmedi mi?" demiyordu...
Yola çıkıp terlikli ayaklarını sürükleyerek Şazimet ablaya gitti. Karısı orada yoktu. O gün hiç gelmemiş. Dönüp Semihalara gitti. Orada da yoktu. Semiha: "Sevdalara gitmiştir o." dedi. "Börek yapmış, çörek yapmış, kek yapmış; çay da demlemiş. Beni de arayıp çağırdı ama işim var. Kesin oraya gitmiştir."
"Kara sevdaya mı?"
"İlahi Beyti Beycim, Sevda kara değil ki! Bildiğimiz kumral bir kadın..."
Okul önünden geçip alt yola düştü. Çeşme ötesindeki eve gelince demir kapı önünde durup dikildi. Oradan Sevda geline seslenecek, "Ümmü ablan sizde mi Sevda?" diye sor edecekti. Başını kapı üzerinden uzatınca bir baktı ki Ümmü orada, erik ağacının altında. Koltuğa oturmuş, sırtı sırtlığa dayalı, başı geriye sarkmış, bacakları apaçık, öyle yayılmış; uyuyordu. Hem de usul usul horluyordu. Ondan başka kimseler de yoktu. Konuşmayan dilsiz birinin yanında kim ne kadar durur; kalkıp gitmişler. Üzüldü bu duruma. Uyuyup kalmış beyinsel engelli bir kadının kontrolsüz yayılmış bacakları üstüne birisi getirip bir pike, bir hırka gibi şey atmamış olan komşulara istemese de kızdı. Seslendi. Bir kere, iki kere; Ümmü duymadı. Kapıyı itip yanına gitti; "Şşşt şşşt!" duymadı. Çünkü ölü gibi uyuyordu. Onu şimdiye dek böyle hiç görmemişti. Hatta ne zamandır uykusuzluk çekiyordu, bu durum hiç normal değil. Ne yapacağını bilemedi. Sırtlayıp götüremezdi ya!
Onu orada bırakıp çaresiz eve geldi. Odasına girip çekmeceye baktı; tansiyon ilacı, şeker ilacı, tansiyon ve şeker ölçüm aletleri, psikiyatrik ilaç, uyku hapı; her şey yerli yerinde, aksi bir durum yoktu. Çünkü iki sene kadar önce bir avuç hap yutmuş, hastaneye yetiştirilip midesi bağırsakları yıkanıp temizlenmeseydi belki de şimdi yaşamıyor olacaktı. Öyle intihara meyili vardı ki, bu yüzden onu yalnız bırakıp hiçbir yere gidemiyordu. Çünkü korkuyordu.
Su ısıtıp kendine üçü bir arada yaptı. Terasta oturup kahve sigara içerken içine kurt düştü. Çekmecedeki ilaçların yanında daha önce hiç görmediği küçük bir şişenin varlığını hatırladı. Esansa ya da hacı kokusu muydu acaba! Fırlayıp içeri gitti. El kremi kutusu yanında minik bir şeydi o. Kapağını açıp baktı, içinde sıvı bir şey vardı. Burnuna götürüp kokladı. Ne esans, ne hacı yağı, tuhaf bir kokusu vardı. Yanında da kan almak için parmak delici o sivri uçlu yaylı alet vardı.
Şişenin üzerinde minik harflerle yazılmış sarı renkli bir etiket vardı. En üstündekini okuyabildi. Büyük harflerle "Viç İksir" yazıyordu. Gözlüklerini takıp devamını okudu. Aynı bilinen yasal ilaçlarda olduğu gibi firma adı, ruhsat tarihi ve numarası, üretim yeri gibi şeyler yazıyordu. "Hayret" der gibi dudak büktü. Nedir, ne işe yarar? En iyisi araştırıp soruşturmak lazım. Bilgisayarı açıp Gogula sordu; karşısına renkli bol resimli, bol yazılı oldukça şatafatlı koca bir sayfa çıktı. Emir Kosoviç, Altarnatif Tıp Merkezinin sahibiymiş. Merkez; Riva yolu, Cin Çıkmazı, Beykoz adresindeymiş. Yani İstanbul’da. Şubeleri, bayileri, danışma ve tedarik merkezleri varmış. İksirle ilgili kısımda upuzun bir prospektüs vardı. Ne için ve nasıl kullanılır? Ne süreyle kullanılır? Etken maddeleri, faydaları ve yan etkileri nelerdir? Okudukça okudu. Koka, Haşhaş, Kenevir, Selvi Otu, Bonsai; şaşkınlıktan az kalsın küçük dilini yutuyordu. Ulan bunların hepsi uyuşturucu! Kolesterol, kan şekeri, tansiyon, kalp rahatsızlıkları, Merkezi Sinir Sistemi rahatsızlıkları, Panik atak, Depresyon, Anksiyete, Beyinsel işlev bozuklukları; faydaları sayılamayacak kadar çok, zararları ise yok denilecek kadar azmış. Ulan bunlar hepsi bitki ama...
Evden çıkıp sigara ağzında bir telaş tekrar Sevdalara yollandı. "Ümmü kalk, Ümmü kalk! Duymuyordu. Omuzundan itekledi, yanağını çimdikledi, saçını çekti; Ümmü sonunda kendine geldi. Gözlerini açtı ama bön bön bakıyordu. Sanki başka alemlerden çıkıp gerçek aleme gelmeye çalışıyordu. "Kalk gidelim, evde uyursun..."
Eve gelince o şişeyi gösterdi; "Bu ne Ümmü?" dedi. Ümmü, bilmezmiş gibi dudak büktü. "Bu şişe senin m?" Ümmü, onun değilmiş gibi kaş attı. "Ama senin ilaç çekmecendeydi." Bilmem, oraya nasıl gelmiş der gibi yaptı. Adam, defteri kalemi uzattı; "Yaz." dedi. "Bundan mı kullandın sen? Sana kim verdi bunu? Her şeyi yaz bana." Ümmü yazmadı, gidip yerine yattı. Ona, "yat, zıbar!" demedi. "Bir yanda Devrim, bir yanda Deniz, bir de sen; bitirdiniz beni!" demedi. Kolay kolay demeyecek, sabretmeye devam edecekti. Dayanabildiği kadar. "İnceldiği yerden kopsun, tükendim ulan!" bunu ne zaman der, bilmiyordu. Kolunu sıyırıp bakmış, bileğindeki bileziklerden bir eksikti. İçinden, "satmış" dedi ama bunu nasıl yapmış, bilemedi...
Bu İksir denilen şey masum bir ilaç olabilirdi. Çünkü etken maddelerinin hepsi bitkiseldi. Rahatlatır, ferahlatır, uyarır, keyif verir, bedensel ve beyinsel güç verir, kötü düşünceleri uzaklaştırıp insanı iyi düşüncelerle kucaklaştırır vs. ama ya içine kimyasal bir şey kattılarsa! Bir laboratuvara götürüp analiz yaptırmak lazım. Bunu yapmazsa hiçbir zaman rahatlayamayacaktı...
Riva yolundaki Cin Çıkmazına gelince taksiden indi. Beykoz’a kadar otobüsle gelmiş, oradan taksiye binmişti. Yol boyunda tabela vardı ve ok işaretiyle yön gösteriyordu. Kosoviç Alternatif Tıp Merkezi. Riva yolu ormanlıktı. Buraya Kuzey Ormanları, yani İstanbul’un Akciğerleri diyorlardı. Ormanı yırtıp yol yapmışlar. Buradan öteye yürümesi gerekiyordu. Sağı solu Kestane ağaçlarıyla kaplı yolda yürürken hep düşündü. Neden Cin çıkmazı? Tamam, burası bir çıkmaz sokak. Sokak bile değil, birilerinin özel yolu.Özel mülkün oraya kadar gidip kalacak, ötesi yoktu belli ama neden yürek çıkmazı, ciğer çıkmazı gibi bir şeyler değil de Cin Çıkmazı? İşkillendi...
Sekiz yüz, bin metre kadar yürüdükten sonra oraya vardı. Ormanı, yani İstanbul Şehrinin ciğerlerini yırtıp atmışlar, koca bir alana kale gibi yüksek taş duvarlar içinde saray gibi bir şey yapmışlar.
Kendisini kapıdaki görevli karşıladı. Selamaleyküm, aleykümselam. Görevliye, Emir Kosoviç’le görüşmek istediğini söyledi.
Görevli:
Randevun var mıydı? " dedi.
Beytullah:
"Yok." dedi.
"Randevun yoksa görüşemezsin."
"Hay Allah, bunca yolu boşuna mı geldim şimdi."
"Hayırdı bey amca, direk Kosoviç dedin, onunla ne görüşecektin?" Beytullah, cebindeki İksir şişesini çıkarıp gösterdi. Görevli: "Haa!" dedi. "Bitti miydi?"
"Benim değil bu, eşimin. Az kullanılmış, dolu sayılır. Kendime de almak istiyorum ama bazı kuşkularım var. O yüzden şey ettiydim.. Yani, Emir Beyle yüzyüze görüşmek istedim. Kosoviç. Türk değil mi o? Kosovalı mı acaba!"
"Türk Türk. Ama kökleri oradaymış galiba."
"Bunlar yasal mı çalışıyorlar? Yani ruhsat filan... Bu şişede yazdığına göre var gibi sanki. Patent almamuş olsalar böyle nasıl olur..."
"Tabii ki yasal. Koca bir tıp merkezidir burası. Öyle olmasa koca koca devlet adamları gelip giderler mi?"
"Devlet adamları mı; kim?"
"Mesela Vali, Kaymakam, Emniyetçiler. Mesela Particiler. Vekiller, Bakanlar..."
"Bakanlar mı? Hangi Bakanlar?"
"Mesela birisi, şu fotoroman Bakan. En çok o. Mesela Kovit Bakanı geldi, Hukuk Bakanı geldi. Yatıp altı ay sonra uyanan, uyandığında gözleri ışılayan bile... Emir Beyin bunların hepsiyle çekilmiş fotoğrafları var. Yardımcısını gördüm ama Reis Beyi hiç görmedim. Fotoğrafını da görmedim. Demek ki, o gelmemiş. Belki çok eskiden açılışa gelmiş olabilir ama... Gelmiş olsa açılışta fotoğrafı olmaz mı?"
"Vay anasını!"
"Sen bunu neden sordun ki? Yani yasal mı filan... "
"Merak. Bir de şey var; hani Kenevir, Haşhaş, Koka, Selvi Otu, bilmem ne mantarı filan..."
"Hepsi bitkidir onların. Ot yani. Yetiştirilmesi yasak değildir. Sadece ilaç sanayisinde değil daha dünya kadar yerde, dünya kadar amaçla kullanılırlar. Hepsi de çok yararlı bitkilerdir."
"Yani, öyledir. İnternete bakıp araştırdım da... Mesela, benim sıkıntılarım var. Psikiyatriye gittim, Panik atak deyip ilaç verdiler ama pek işe yaramadı sanki. Sonra Depresyon dediler, ağır Depresyon. Başka bir ilaç daha verdiler. Sonra Anksiyete dediler, bilmem ne bozukluğu. Bunların hepsi Beyinle ilgiliymiş. Beynin bir yeri çok mu çalışıyormuş ne... Bazen kriz geldiğinde içim daralıyor, daralmış içimdeki sıkışmış ruhum sanki kanatlanıp püf edip ağzımdan çıkmak istiyor. Uçup gidecek gökyüzüne. Ölecekmiş gibi oluyorum. Bu ilaçtan ben de alabilseydim kendime..."
"Ee, kolaay..."
"Nasıl kolay? İçeriye sokmuyorsun ki!"
"Sen bunca yolu boşuna geldin bey amca! Bunlar çok büyük, bütün memlekete yayılmışlar. Örümcek ağı gibi. Hani durgun bir suya bir taş atarsın da dalgacıklar halka halka yayılır ya, işte öyle. Bunların her şehirde şubeleri var. Bayileri. Sen nerden geldin?"
"Trakya’dan."
"Hangi şehirden?"
"Kırkkilise."
"...!?"
Kırkkimesne."
"...!?"
"Lozengrat."
"Sen Makedonyalı mısın?"
"Kırklareli, Kırklareli. Senin adın neydi?"
"Cumali..."
"Şaka yaptım Cumali kardeş. Şaka şaka..."
"Ha, anladım. Dövmeci Ferit var orda. O sizin şehirde. O senin işini halleder."
"Dovmeci mi?"
"Dövmeci..."
"Şubelerin hepsi dövmeci mi?"
"Yok. Çeşit çeşit. Eczacı var. Mobilyacı var. Hemşire, Öğretmen, Doktor... Hakim, Savcı bile var. Çeşit çeşit..."
"Bizimkisi dövmeci..."
Dövmeci Ferit nerededir? Hangi Cehennemde? Bu yaştayken dövmeciyle ne işi olsun ama lazımdı işte, mecburiyet. Deniz’e sorsa o akıllı telefona bakıp adresi eliyle koymuş gibi bulurdu ama yoktu. Gideli dört ay olmuş, yoktu. İmi timi bellisiz, sanki sırra kadem basmış. Yer yarılmış da içine kaçmış.
Yürüyüp Tırnova Caddesindeki Gökay’ın yerine gitti. Top Akasya ağacının altındaki banka çöküp garsondan çay istedi. Belki burada dövmeci itini bilen birileri vardır. Daha çay gelmeden yanına Çingene eşgalli bir seyyar satıcı geldi. Omuzunda tıka basa dolu şişko bir çanta vardı. Elindekileri gösterip; "Kaliteli, markalı çoraplar. Hem de dikişsiz. Üç çifti yirmi lira. Sudan ucuz. İhtiyacın var mı Hacı Amca!" deyip konuştu.
Az kalsın, "siktirme şimdi Hacı Amcasını, zaten canım burnumda!" diyecekti. Böyle bir laf bir eğitimciye hiç yakışır mı? "Yok!" dedi sertçe. "İstemez..." O da ekmek peşinde ama öfkelenmişti ister istemez. Çıkarıp sinirli sinirli bir sigara yaktı. Bu arada çay geldi. Satıcı hala başında, çekip gitmiyordu. "Yok kardeşim, istemez dedik ya! Benim bir çuval çorabım var. Haydi git şimdi. Git, gez dolaş. Başka yerde..."
Satıcı:
"Ben onu biliyorum." dedi, damdan düşer gibi.
"O da kim?"
"Sen Deniz’i aramıyon mu?"
"Sen nerden biliyorsun Deniz’i?"
"Gardiyan Seçkin var ya, hani sizin köylü..."
"Ee?"
"Geçenlerde konuşurlarken ondan duydum, senin oğlan Cezaevindeymiş."
"Hapse mi düşmüş?"
"Yok, Hacı Amca öyle değil. Cezaevinde ama hapis değil. Korkma, öyle bir şey değil."
"Ne demek şimdi o?"
"Git kendin gör. Kendi gözlerinle..."
"Nerdedir bu Cezaevi denilen yer?"
"Eskiden te şurdaydı, Çarşının göbeğindeki Candırma Karakolunun dibinde. Ama şindi yok. Kaldırıp Kasaba dışına taşımışlar..."
Kapı üstündeki duvarda koca koca harflerle "Kırklareli Ceza ve İnfaz Kurumu" yazıyordu. Sürgülü demir kapının bir başında Oğul Yusuf Deniz, bir başında da kayınço Şenol vardı. Üstlerinde tuhaf bir üniforma, bellerinde de tabanca vardı. Şen şakrak, neşeli bir şekilde birbiriyle konuşuyorlardı. Onları değil ama tabancaları görünce kan beynine sıçradı. Onlar da karşılarında onu görünce heyecanlandı. Hafif bir telaşa kapıldılar.
"Ne işiniz var sizin burada, dayı yeğen?"
"İş baba, iş..." dedi Deniz. "Hani çalışmıyorsun diyordun ya bana! İşte sana iş! Hem de Devlet Kapısında... Bu kapı var ya, hani önünde durduğun demir kapı; işte o Hapishane Kapısı değil, Devlet Kapısı! Sevinmedin mi?"
"Öldüm geberdim. Kim aldı seni bu işe?"
"Bu işi Ferit Abi ayarladı..."
"Dövmeci mi o?"
"O işte. Nerden bildin?"
"Hay onun anasını avradını... Telefonun nerde senin?"
"Yok."
"Ne demek yok?"
"Yok işte, yoksa yok demek. Telefon yok, dert yok baba! Ne arayan, ne soran. Yok..."
"Lan it oğlu it, anan hasta senin. Ulan kafadan kontak çocuk, baban isyanlarda senin. Dayın olacak köpek de burda! Gel gidiyoruz. Hemen soyun. Üstündeki çirkinleri, belindeki acıma bilmezi çıkarıp at. Gelip alsın birileri, soksun uygun bir yerine. Ulan beline tabanca yerine pense, tornavida koy, kurşun yerine vida, cıvata sık. Burada hırsız uğursuz var. Burada eli kanlı katil var. Karı kızan döven arsızlar var. Burada yan yola sapanlardan... Burada yok yok! Bundan başka yapılacak iş mi yok? Sen de mi öldürtmek istiyorsun kendini?"
Dövmecinin mekan uzakta değil şehrin göbeğinde, Hızır Bey Bedesteninin hemen dibindeymiş. Dövmeci, kapıda beliren Y. Deniz’le birini görünce şaşırmış gibi oldu ama belli etmemek istedi. Çünkü Y. Deniz’i tanıyordu. Çünkü çok zamandan beri müşterisiydi. Mekan ekmek teknesi, Deniz ve onun gibiler de un, tuz, maya ve su gibi bir şeydi. Onlarsız ekmek olmaz, ekmeksiz de karın doymaz.
Y.Deniz:
"Yusuf abi bu babam." dedi mekan sahibine
"Memnun oldum. Ben de Ferit. Hoş geldin. Buyur otur şöyle." El işaretiyle yer gösterdi. "Çay kahve, ne içersin?"
"Çay içmem. Kahve içerim ama senden içmem. Şimdi sana hoş buldum desem öyle misin acaba?"
"Ne demek Bey Amca, öyleyim elbette. İşte şurada çalışıp gidiyoruz. Allah bereket versin rızkımız çıkıyor; daha ne olsun. Nankör olmamak gerek."
"Bence nankörün dikalasısın sen.
"Şaka yaptın. Şakacı insanları severim ben. Hayırdır, bir ihtiyacın, bir isteğin mi vardı?"
"Bizim oğlana yapmışsın, güzel olmuş, beğendim. Ben de isterim. Öyle deyip geldim. Mesela şu sol bileğimin altına kocaman bir Maruhana yaprağı. Veya Haşhaş Kozası. Ya da Kenevir fidanı. Zakkum çiçeği de güzel ama onu istemem. Yapabilir misim?"
"Elbette. Biz sanatkarız. Bizde yetenek çok. Desen, çeşit de çok. Mesela Şahmaran. Mesela Denizkızı. Mesela Cin kellesi..."
"Bu çocuğa bu işi sen mi buldun?"
"Yani... Yardımcı oldum diyelim. İnsanlar birbirine hep yardım etmiş. Hep etmeli ki insanlık ölmemeli."
"Hapishane Müdürü senin dayın mı?"
"Sayılır. Yani Müdür değil ama Müdür Yardımcısı dayım. Yani annemle kardeş değiller ama... Anlarsın, Ankara’dan dayım. Bakan Beyle bağlantısı vardır."
"Senin de onunla bağlantın var. Neyse..." Cebinden minik şişeyi çıkarıp gösterdi; "Bunu karıma sen mi sattın? Kendisinden yirmi bir bin lira mı aldın?"
Bunca kinayeli sözden sonra dövmeci bozulmuş olması lazım ama hiç öyleye benzemiyordu. Herif kaşarlanmış. Utanmış olması lazım ama hiç utanmışa benzemiyordu; çünkü yüzündeki deri çarıklaşmış.
"Bu delikanlıya da mı sen sattın? Parası yoktu da elindeki telefonu mu aldın? Parası yoktu, sonraki gelişinde telefonu da yoktu; para kazanıp sana taşısın diye bir de iş mi buldun? Ne güzel insanmışsın sen. Ver elini öpeyim desem benden çok küçüksün. Çete çete. Organize organize. Mafya, Siyaset, Ticaret. Kendime de bir şişecik isterim ama parasını sana değil dayına veririm... "
Beytullah, açmış ağzını, yummuş gözünü sayıp sıralayıp duruyordu. O anda da acı acı öten siren sesleri duyuldu. Sesler yakınlardan geliyordu. Ambulans mıydı acaba? Aşırı doz almış genç bir kız Hastaneye mi yetiştiriliyordu? Sirenleriyle yeri göğü inleten çakarlı üç polis aracı tozu dumana katarak dövmecinin önüne gelip durdu. İçlerinden bir bölük polis indi. Kimileri tabancalarını Beytullah’a çevirirken üçü koşup gitti.
Birisi: "Çök yere, çök yere!" diye bağırıyordu. Yaşlı adamı enseleyip yüzükoyun yatırdılar, yine ensesini dizleyip ellerini arkasından bağladılar. Şişeyi alan; "Uyuşturucu... " dedi. Diğeri, adam yüzükoyun yerdeyken elini cebine sokup çıkarmış, koyup aldığı plastik torbayı göstererek; "Uyuşturucu..." dedi.
Bipbipli telsizler çatırdayarak durmadan konuşuyordu. "Görev tamamdır. Zanlı yakalandı. Hem de suçüstü..."
Üç polis, elleri ters kelepçeli yaşlı adamı tutup yerden kaldırdılar. Polislerden biri diğerlerine, duyulsun diye yüksek sesle; "Hem kullanıyor, hem satıp ticaretini yapıyor. Yarın geberip gidecek moruk, onca parayı sanki mezara götürecek..." diyordu.
Y.Deniz ise Polislere; "Şişe benim." diyordu. "Kullanan da, pazarlayan da benim. O hayatında limon bile satmadı. O hayatında bira bile tatmadı. Onu bırakın, beni alın." diyordu.
"Sen çekil git. Biz işimizi biliriz. Suçu üstlenip bu zehir tacirini kurtarmak mı istiyorsun? Elinde şişe, cebinde bir sürü bilmem ne; dövmeciye pazarlamaya çalışan kimdi? Sen miydin?"
"Polisi sen mi çağırdın Ferit abi? Yaktın bizi abi! Bu adam şehit babasıydı be abi..."
Zanlıyı paketleyip emniyete götürdüler. Amir ifade aldıktan sonra polislere; "Götürün savcılığa." dedi. "Sevk yazısı arkadan gelir."
Giderken amir denen kişiye; "Sen de boncuk tak o erkek bıyığına." dedi.
Savcı; "Götürün Hakime. " dedi. "Yazısı arkadan gelir." Ona da; "Sen de kına yak o erkek bıyığına." dedi.
Hakim, tutuklama kararı verdi. "Tıkın kodese." dedi. "Tutuklama yazısı arkadan gelir..."
-Hakim Bey ne kadar tutuklu kalırım ben? Üç saatten çok, üç günden az mı? Mahkemeye ne zaman çıkarım ben? Üç gün, ya da üç ay sonra mı? -Ben bilemem adamım, onu Reis bilir. Reisin sağı solu belli olmaz. Salın derse yarın çıkıp gidersin. Tutun biraz derse, en az üç ay, en fazla üç sene beklersin. Dedim ya onun sağı solu belli olmaz; gırtlaklayın şunu derse; ölüp Cehenneme gidersin. Bana ne, bütün suç senin. Bir gün olsun itaat etmedin. Her gün baş kaldırıp isyan ettin. Dağdaki eşkiyayla merhaba, toka moka, Amerika’yla Avrupa’yla şakadaşuka, darbecilere şakkadaşakşak... Demedi mi size, çekeceksiniz cezanızı. Neyinize güvendiniz? -Hakemcik Hakemcik! Sana ders veren Hoca denen o kişiye... Sana diploma veren Üniversite denen o yere... Can verip de akıl vermeyen o... Yakında seçim var. Sandık gelecek, onlar kuyruğu kısıp gidecek. Senin de masken düşecek. Çenen bu kadar düşük, dilin bu kadar sivri; ya sen kime güvendin? O Reis dediğinin babasına dostluğu yok, bunu neden bilemedin? Yol arkadaşım dediklerini bozuk para gibi tek tek gözyaşlarına bakmadan nasıl harcadı, bunlardan nasıl ders çıkarmadın? Onların Amerikalarda çiftlikleri, gökdelenleri var. Gidecekleri yer hazır. Senin var mı Hakemcik! Vaktin varken kestir biletini kaç git. Yunanistan’a, Hindistan’a, Patagonya’ya... Yoksa, ben Mavi göklerde Ak güvercin uçururken yerime sen gireceksin. Kahrolsun faşizm, yaşasın Sosyalizm! Kahrolsun İstibdat, yaşasın Hürriyet! Kahrolsun tek adamlık, yaşasın çoğulcu sistem! Hak, hukuk, adalet. Demokrasi Demokrasi... Yaşasın Cumhuriyet! Yaşasın eşitlik! Yaşasın özgürlük! Kırmızı kart Hakeme, kırmızı kart Hakeme... Kırmızı kart, cümbür cemaat hepinize...
Tevfik Tekmen Ocak/2023 Lüleburgaz
YORUMLAR
İyi akşamlar Tevfik Bey,
hiciv dolu yazınızı bir çok yerde gülümseyerek okudum. Yalnız şu "selvi otu" kısmı beni nerelere nerelere götürdü. Salvia Divinorum... Eğer şişede ondan varsa, cezaya filan gerek yoktu esasen, şişeyi kafasına diktirsinler, 3 vakit hapisten beter...
Kutluyorum, saygılarımla.