- 285 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
BİZİM PAPA ADAYIMIZ
BİZİM PAPA ADAYIMIZ
Sabahın köründe kuşlar cıvıl cıvıl öterken; yatağımdan kalktım. Aslında gece deliksiz bir uyku çekmek istemiştim; fakat, güzel bir uykudan vazgeçtim, kırıntısını bile yaşamadan bir sağa bir sola döne döne sabahı ettim. Allah sizi inandırsın; sabaha kadar almadığım araba, yaptırmadığım kümes, ev, köşk kalmadığı gibi haksız ve ağır sözleriyle davranışlarıyla kalbimi kıranlara; öfkeli sözler söyleyip sıralamadığım keşkelerim kalmadı…
Henüz çoluk çocuk uyanmamıştı... Yan taraftaki fırına gidip sıcacık kahvaltılık çörekler alayım diye düşündüm. Kim bilir bu hizmetimden dolayı hanım; “aferin!” der, belki çocuklarda yarıbuçuk teşekkür ederlerdi. Hem de sabah sabah yürüyerek biraz spor yapmış olurdum. O zaman kahvaltılık çörekleri mahallemizdeki fırından değil, halk arasında daha meşhur olan bir kilometreden biraz uzakta bulunana gitmeye karar verdim. Bu kaliteli fırından kahvaltılık çörekleri aldığım için belki hanım, daha yürekten teşekkür edip; kim bilir yanağıma (haydi burayı ayıp olmasın diye yazmayayım) kondurabilir… Kahvaltılık çörekleri alacağım bu meşhur fırına gitmek için Ostpark’ın içinden baştan başa geçmem gerekiyordu.
Parkın içindeki yaşlı kestane ağaçlarının dallarında “çok şükür bu gün de güneşi gördük” der gibi birbirlerini kutlayan kuşlardan başka kimsecikler yoktu. Kuşların cıvıltısı haricinde park, sanki cenaze yeri gibi sessizdi adeta ıssızdı.
Büyük kestane ağaçlarının altından geçip geniş çimenliğe gelince; evde beslenen köpeklerden bir kaçının sağa sola tingildediklerini gördüm. İnce uzun patikalarda ya tek başına, ya da çift olarak koşan genç ve ihtiyarların sabah sporlarını yapmalarını imrenerek izlemek ayrı bir zevk verdi bana. Kısa şortları terden adeta baldırlarına yapışmıştı. Ritmik adımlarla koşuyorlardı. Arada sırada durup kollarını havaya kaldırıp derin derin nefes alıyorlardı. Şişmanlamaktan korkan bu insanlar, serin havaya rağmen fazla enerji ve kilolarını atmak için ter döküyorlardı. Kilolu olanlarla uyuyanlar sabahın erken saatlerinde hiç istifini bozmadan rüya görmeye devam ediyorlardı.
Birden burnuma çok ağır bir koku geldi. Aman Allah’ım böyle bir açık havada; bu müthiş koku neyin nesiydi... Koca çınar ağacını geçince; orada bulunan kanepenin üzerinde birden bir yığın gördüm. Yanında da bir alışveriş arabası duruyordu. Alışveriş arabasının her tarafına torbalar asılmış ve üzeri de eski püskü eşyalarla, şişe ve dolu plastik torbalarla yüklüydü.
Kanapenin yanından geçerken yırtık pırtık battaniyelerin arasından simsiyah bir şey dışarıya çıktı. Kanape üzerinde bir insan yatıyordu. Kirli battaniyenin arasından bana doğru uzun uzun baktı. Saçı sakalı birbirine karışmış, yanakları kıpkırmızı, burnu ise yumruk gibi büyümüş ve ciğer gibi kızarmış adam, gözlerini kıpıştırdıktan sonra tam onun hizasında iken;
“Günaydın saygıdeğer bayım!” dedi.
Ağır kokusundan ve garip görüntüsünden ötürü iğrenerek baktığım için, beni “Günaydın” diye selamlayınca utandım. Hor baktığım için bir anda pişmanlık duydum. Allah kabul etsin fısıltıyla tövbe edip titreyen vicdanımı sakinleştirdikten sonra önce başımı sallayıp alelusul yarıbuçuk bir dille “Günaydın!” diye cevapladım.
Hızlıca hareket edip oradan ayrıldım. Ostpark’ın Batı kapısına yaklaşırken; cep telefonumun zili acı acı çaldı. Telefonumun zilinin aniden çalması beni telaşlandırdı ama elim ayağım birbirine karışmadan açtım. Karşıdaki konuşan, sanki makinalı tüfekle atış yapar gibi;
“Ne yapıyorsun? Hala uyuyor musun?” diye bağırıyordu.
“Ne uyuması yahu! Şu anda Ostpark’tayım. Sen de kimsin?” diye biraz yüksek sesle karşılık vererek bağırdım.
“Spor mu yapıyorsun?”
“Evet! Fazla kiloları atmak için koşuyorum.”
“Şimdi sen beni tanımadın mı?”
“Sesin yabancı gelmedi amma…”
“Yahu, ben Durmuş Ali!”
“Hangi Durmuş Ali?”
“Yahu, kaç tane Durmuş Ali var bu şehirde?”
“Ha! Türkan hanımın beyi olan mı?”
“Ulan gelirsem oraya! Bana bak, kafamın tasını attırma şimdi!”
“Atsa ne olur yani? Seher vakti ne oldu da aradın beni?”
“Duymadın mı yahu?”
“Neyi duymadım mı?”
“Sen zaten haber dinlemezsin ki!”
“Bağdat’ta bomba mı patladı yine?”
“Hangi gün Bağdat’ta bomba patlamıyor ki?”
“Eeee! Patladıysa ne olmuş?”
“Yahu sen duymadın mı?”
“İkide bir duymadın mı diye lafı geveleyip durma! Farkındaysan duymadık diyoruz yaaa!”
“Ölen Papa’nın yerine yeni Papa seçilecekmiş bu gün.”
“Seçilecekse seçilsin! Papa’dan bana ne! Ben Hıristiyan değilim ki!”
“Olsun! Papa deyip geçme… Papa, önemli bir şahsiyet.” der demez;
“Bize ne Papa’dan yahu!” deyince telefon kapandı. Herhalde telefonunun aküsü bitti, ya da hanımına yakalandı. Kimbilir kadıncağız sabahın erken saatlerinde uyurken; onun böyle telefonda ciyak ciyak ses çıkarıp konuşmasından uykusu bölünmüştür.
Dünya varmış deyip parkın kapısından çıktım. İki sokak ilerideki fırına girip; kahvaltılık çöreklerden kişi başına önce ikişer tane söyledim. Ardından da yedek olarak beş tane daha istedim. Fırından yeni çıkmış sıcacık ekmekçikler buram buram kokuyordu. Tezgahtaki güzel satıcı kıza teşekkür ederek kapıya doğru döndüm. Bir ara yan gözle dediğimi duydu mu acaba diye güzel satıcı kıza bir bakış fırlattım. Gözlerinin içi gülerek veda sözcüğüme başını da sallayarak karşılık verince gönül rahatlığıyla fırından çıktım.
Sokakta bulunan dükkanların vitrinlerine baka baka gayet yavaş adımlarla geldiğim istikamete yöneldim. Artık kuşların seher vaktindeki cıvıldamaları yavaş yavaş kesiliyordu. Etrafta ağır ağır ısınıyordu.
Ostpark’ın Batı kapısından tekrar parka girdim. Kanape üzerinde yatan adama yaklaştığımı onun kokusunu hissedince fark ettim. Kanape üzerindeki yatan adam, yattığı yerden doğrulmuştu. Etrafınada biraz çeki düzen vererek düzeltmişti. Alışveriş arabasının üzerine de battaniyesini örtmüş; sanki havalandırıyordu. Kanepenin üzerine oturmuş, önüne de bir tabure koymuştu. Bu tabureyi adeta bir masa gibi kullanıyordu. Taburenin üzerine bir gazeteyi masa örtüsü gibi sermişti. Küçük bir beyaz kağıdın üstünde bir kaç peynir diliminin yanında mağrur bir şekilde kırmızı renkli bir içki şişesi boy gösteriyordu. Beni tekrar görünce sanki kırk yıllık arkadaşını görmüş gibi “Hey! Dostum, gelsene!” diyerek yanına çağırdı.
İnsanları hor görmemem gerektiğini öğrenmiştik. Bu ulvi duygu ve inançlarla yetiştirilmiştik. Burnumun direğini kıran bu kokuya rağmen yanına vardım. Selamlaştıktan sonra kraliyet koltuğuna benzeyen kanepesinin bir ucunda, oturmam için bana da bir yer açtı. Önce ayakta durmayı tercih ettim.
“Gel beraber kahvaltı edelim!” dedi.
Bu arada bendeki ekmek torbasını da görmüştü. Yan yan ekmek torbasına ister gibi bakıyordu. Merhamet duygum kabardı... Ben de ekmek torbasının ağzını açarak;
“Brötchen (kahvaltı ekmekçiği) ister misin?” diye sordum.
“Taze mi?”
“Fırından yeni çıkmış” diye karşılık verdim.
“Hele ver bakalım bir tane!” deyip tebessüm etti.
Torbadan susamlı bir Brötchen çıkardım. Titreyen parmaklarıyla susamlı çöreği aldı. İşaret parmağını bıçak gibi kullanıp; ekmekçiği ortadan ikiye yardı. Kalın bir peynir dilimini de ikiye böldü. Kahvaltı ekmeğinin arasına koydu. Bıyıkları sakallarına karışmıştı. Diken gibi dağınık bıyıkları, sanki küçük bir mağaraya benzeyen ağzının etrafını çalı dalları gibi çevirmişti. Ağzını açınca üst çenesindeki tek dişi karanlık bir mağarada tavana asılmış bir fener gibi parıldıyordu. Kirpi dikenine benzeyen bıyık ve sakalları peynirli ekmekçiğin yarısını örtmüştü. Elini çektiği zaman peynirli çörekçiğin yarısı karanlık içinde yitip gitmişti. Hiç konuşmadan geveledi geveledi ve omuzlarını çekerek lokmasını yuttu. Lokmasını yuttuktan sonra bana dönerek;
“Kahvaltı çöreği güzelmiş. Bir tane daha!” der demez hemen torbadan çıkarıp uzattım. Avına saldıran alıcı kuşların çırnakları gibi elini uzatıp; küçük çöreği kaptı. Yine alkolden titreyen parmaklarıyla çöreği ikiye böldü. Bu sefer peynir dilimini içine bölmeden koydu. Ağzını sulandırmak için önünde duran kırmızı içki şişesine uzandı. Bu şişeden derin derin yudumladıktan sonra sol elinin üstü ile kirpinin dikenine benzeyen bıyık ve sakallarını sildi. Ardındanda sol baldırına elinin tersini sürerek pantolonuyla kurulamış oldu. Neredeyse içki şişesinin yarısını boşaltmıştı. İçki şişesini sever gibi okşadı ve bana uzattı.
“Buyur bir tadına bak! Hakiki Fransız kırmızı, hem de Bordo! deyince ben de;
“Teşekkür ederim.” dedikten sonra istemem deyip başımı salladım. O da sanki “Eşek hoşaftan ne anlar” der gibi tebessüm ettikten sonra içki şişesini tabureden olan masasına koydu.
Ne kadar zaman geçtiğini bilmiyorum ama üçüncü çöreği de verince;
“Ben önceden Schmidt adlı silah fabrikasında çalışıyordum.”
“Eee! Şimdi çalışmıyorsunuz galiba?” diye biraz bıyık altından güler gibi sordum.
Bu durumu hemen farketti. Gülümsedi. Benim alaycı şekilde sorduğumun intikamını alırcasına;
“Yahu! O fabrikada çalışsam böyle mi olurdum?” diye aynı tarzda cevap verdi.
“Ne varmış halinde?” deyip biraz parasız moral verdim. Şöyle uzaklara baktı. Hafifçe öksürdü.
“Fabrikada ağır şartlarda çalışıp, ağır silahlar üretiyorduk. İnsanları en kısa zamanda öldürebilecek zehirli gaz bombaları yapıyorduk. Zavallıları feci şekilde öldüren bu gaz bombalarını dış ülkelere satıyorduk. Bu gaz bombalarını sattığımız bazı ülkelerin başında salak ve manyak liderler, kendilerine karşı gelenlere bu korkunç etkisi olan silahları kullanıyorlardı.
Yapılan silah ve bu tür işler gayet gizliydi. Fakat, bazı basın kurumları bu durumu araştırmıştı. Gerçi ben hiç demeç vermedim ama işyerinden birisi, bu gaz bombalarını yaparken çektirdiğimiz fotoğraflardan bir kaçını basına sızdırmıştı. Bu fotoğraflar gazetelerde çıkınca; diğer bazı fotoğraflar da bir bir basına düştü. Fotoğraflarda bir de ne görelim; en çok benim görüntüm vardı.”
Biraz sustu. Sakalını sığazladıktan sonra;
“Yani senin anlayacağın fabrikadan atıldım. İsbat edemedim. İşsiz kaldığıma değil, haksızlığa uğradığıma çok üzüldüm. Bu arada evdeki işler de yolunda gitmiyordu.” der demez gözleri donuklaştı. Ben ise şu hikayesini anlatmayı bir an önce bitirse de; evime gitsem diye düşünüyordum. O ise;
“Bizim hanım yani Margaret, işyerimde çalışan başka bir mühendisin evine taşındı. Senin anlayacağın Margaret beni terk etmişti. Bu da bana en büyük yıkım darbesi oldu. Artık kim ölmüş, kim kalmış hiç umurumda değildi… Bu arada evin kirasını da ödeyemedim. Çaresiz kalınca üç beş eşyamı alıp doğanın kucağına kendimi bıraktım.
Eskiden 120 metrekarelik içinde mutlu yaşadığımız kirada oturduğumuz sıcacık bir evimiz vardı. Şimdi ise gönlüm nereyi çekerse orada hiçbir kira ücreti ödemeden kalabileceğim havadar yerler var. Mevsimlere göre yer değiştiriyordum. Burası benim yazlık sarayım. Mis gibi açık havada yıldızları seyrede seyrede uykuya dalıyorum. Fakat, şu sabahları köpek gezdirenler, beni, biraz rahatsız ediyorlar.” dedi.
Bu arada dördüncü kahvaltı çöreğimi de yuttu. Adam konuştukça gözümde büyüdü… Feleğin sillesini yiyen bu adama, ben de bir şeyler biliyorum der gibi;
“Haberin var mı?” diye soru sordum. Merakla, kapakçıkları şişmiş gözlerini açtı.
“Hayırdır? Yine ne oldu?” diye merakla sordu.
“Papa!” der demez elini boşver der gibi sakladıktan sonra;
“Bırak şu herifi yahu! Kilise, bana göre bütün dünyaya karşı şov yapıyor.” dedi.
“Ölen Papa’nın yerine birini seçeceklermiş de…” diye karşılık verince;
“Aday yoksa beni seçsinler! Eğer seçilirsem, bu dünyayı, öyle bir güzel idare edeceğim ki; hakkımda binlerce cilt kitap yazılacak... Hem de herkesi cennete koyacağım.” dedi.
İçimden “Yahu sen bir hanımını idare edememişsin ki, dünyayı nasıl idare edeceksin?” diye bir soru geçirdim. Yalnız soramadım. Havadan sudan konuştuktan sonra, silah fabrikasında zehirli gaz bombası icat eden bir mühendise; beşinci kahvaltı çöreğini verdikten sonra veda ettim. Onun yanında bir müddet oturduğum için kokusuna da alışmıştım. Artık ben de bir koku sorunu kalkmamıştı.
Ostpark’ta Papa seçerken, everir hayli geç kalmıştım. Herkes, kahvaltı masasının etrafındaki yerlerini almışlardı. Kahvaltı çöreklerine hücum ettiler. Hanım, burnunu bir sağa bir sola kıvırcıktan sonra tazı gibi etrafı koklayıp üstüme eğilerek;
“Sen bu parfümü nereden buldun?” diye bağırarak sordu.
“Ne parfümü?” deyip bende hayretle ona baktım.
Hanım, ağlamaklı bir halde buruk bir sesle;
“Yoksa hayatında bir başka kadın mı var?” diye veryansın etti. Şaşırmıştım. Çoluk çocuk hepimiz afallayıp kaldık. Küçük çocuk;
“Yahu baba, üstün başın çok pis kokuyor!” diye bağırınca; yüzüme soğuk su serpilmiş gibi aylıktım. Yerime geçip oturdum. Meraklansınlar diye biraz sustum. Ardından da kendisini, parktaki doğanın kucağına bırakmış olan, gaz bombasını icat etmiş mühendisin hikayesini anlattım. Hep beraber hem gülüştük, hem de mühendisin akıbetine üzüldük. Kahvaltıdan sonra hanım bana;
“Böyle kokar vaziyette seninle alışverişe gidemem! Lütfen duş alır mısın? diye emretti.
Akşam üzerine doğru oynanan futbol maçlarını izlemek için Akdeniz Kahvehanesine gittim. Kendime bir yer bulup bir derbi maçını keyifli izlemeye koyuldum. Tam bu sırada elinde büyük bir zarf ile içeriye Durmuş Ali abi, iki arkadaşıyla içeriye girdi. Yüzlerinden düşen bin parça oluyordu. Doğruca yanıma geldiler. Durmuş Ali abim;
“Kaybettik!” dedi. Merakla;
“Hayırdır? Kimi kaybettiniz?” diye sordum.
“Biz, evrakları tamamlayıp göndermeden; onlar seçmişler!” diye avaz avaz bağırıyordu. Büyük bir heyecanla derbi maçını izleyenler, sık sık küfürlü sözlerle bağırıyorlardı.
Allah Allah! Nedir bu seçilen diye derin düşünceye daldım. Kendime gelince;
“Neyi seçmişler? diye hayretle sordum.
“Papa’yı” dedi koşacak… Çok yüksek kahkaha atarak güldüm.
“Yahu! Bize ne elin Papa’sından?” dedim.
Elindeki büyük zarftan bir fotoğraf çıkardı. Gözümün içine sokar gibi uzattı. Bir de ne göreyim;
“Aaaa! Bu bizim mühendis!” deyip hayretle bağırınca; kahvedeki herkes futbol macı izlemeyi bırakmıştılar... Gözlerini iri iri açarak bize baktılar. Ne var, ne oluyor der gibi yüzlerini ekşittiler. Bu durumu gören Durmuş Ali abi, fotoğrafı orada bulunanlara göstererek;
“Bakın arkadaşlar şu mübareğe! Alnında da nasıl kutsal ışık parlıyor. Papa olmaya bu adam layık değil mi?” diye sorunca; kahvenin içinde yıldırım hızıyla bir gürültü, bir kaos oldu. Ben dahi neye uğradığımı bilemedim. Bir de bakınca; biz, dört kişi olarak adeta sokağa atılmış eski ayakkabı gibi fırlatıldık. Yayaların hala gelip geçtiği kaldırımın üstünde şaşırmış olarak heykel gibi duruyorduk.
“Bu bizim Papa adayı dünyanın …” der demez, ağzını kapattım. Bu bitmemiş cümleyi duyunca çok sinirlenmiştim. Zevkle bir derbi maçını izlemek varken;
“Ulan başlarım senin Papa adayından!” deyip ona bağırdım. Onları bırakıp kahveye girmek için kapıyı açtım. Kahvenin içi ağzına kadar doluydu ve herkes özel televizyon kanalının ekranına kilitlenmişti. Arada bir “ Haydi aslanım! Koş ulan koşşşş! Arpa ekmeği mi yedin ulan! Hay ben senin hakeme! Anasını avradını ….!” diye bağırıyorlardı. Kapıya yakın iri yarı yedi sekiz genç, öfkeli gözlerle bana bakarak, ellerini kılıç gibi uzatarak;
“Git ulan! Papa’nızı parkta seçin! Buraya gelip üç kuruşluk futbol zevkimizi …” deyip burada yazamayacağım sayısız ve ağır küfürleri edip, beni içeriye sokmadılar.
Derbi maçını izleyememeniz büyük üzüntüsünü yaşarken, Durmuş Ali abi de;
“Tüh be! Bizim Papa adayımızın seçilmesi bu durumda çok zor!” deyince; kabaran öfkemle;
“Hadi ordan yahu! Senin yüzünden kahveden atıldık!” deyip, evin yolunu tuttum.
Halil GÜLEL
Düsseldorf / 25.04.2005
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.