- 297 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Beyaz Melek
İlk vaka kaç yılında oldu hatırlamıyorum ama son vaka 1999 yılında gerçekleşti. Yaşam Destek Ünitesinde yani.
Hiç kimsenin bağlanmak istemeyeceği bir makinadan bahsediyorum. Bazı insanların yaşam ile ölüm arasında kaldıkları yerde, onları hayatta (Hayat denirse) tutan ince çizgideki temel şey bu makinalardır. Yaşam destek üniteleri, hayatın en gerçek ve en üzücü anında insanları umutlu bir bekleyişe sokan insan yapımı tuhaf makinalardır.
Üniteye bağlanmış biri için çoğu zaman ne gerçeklik ne de üzüntünün ne de başka bir olgunun gerçekliği kalmazdı. Bayındır Hastanesinde çalıştığım süre içinde on dokuz hastanın fişinin çekilmesinde bizatihi görev aldı. Sanırım bu üzücü ve mecburi görev, ölümün nasıl bir şey olduğuna bir camın ardından bakmak gibi bir şey. Bir hasta YDÜ’Ye bağlıyken kalp hala atar, organlar kendi kendini bitirene kadar çalışmaya devam eder, solunum makine tarafından sağlanırken dahi aslında her şey bellidir.
Bayındır Hastanesinde beyin ölümü gerçekleşen hastaların ayrı bir ünitesi vardı. Diğer hastalardan uzakta, ölüm için sadece iki dudak arasında bekleyen insanların olduğu bu tuhaf yer genel olarak hastanenin diğer bölümlerinden küçüktü. Beyaz çizgili mermerlerle döşeli, güneş ışıklarının dahi tuhaf göründüğü korkunç bu bölüm, insanda korku ve ürperti uyandırırdı. Oraya soluk mavi bir kapıdan girilirdi. İçeride ne olduğu ne olacağı ve ne olabileceği neredeyse kesindi. Bunun adı ölümdü. Komaya girenlerin arafta kaldığı, çıkışın mucizelere bağlı olduğu, insanlığın henüz koma haline dair kesin bir şeyi bilmediği ölüm ile yaşam arasındaki tuhaf gri alan.
Yaşam desteğine bağlı yaşayanların bulunduğu bu kısım en fazla dört hasta alabilirdi. Ünitelerin hepsinin dolu olduğu çok nadir olurdu. Hastanenin zemin katında, uzunca bir koridoru geçtikten sonra oraya ulaşılırdı.
Hastalardan biri bir çocuktu. Kadir Kara. Soy ismi gibi simsiyah, bakmaya kıyılmayan gözleri vardı. Okulda zorbalığa maruz kalmıştı. Her şey cuma günü son ders çıkışında olmuş. Okul merdivenlerinden inerken itilip kakılmış, dengesini kaybetmesi sonucunda başına darbe almıştı. Bu olayı kimse görmemişti. Okul kameraları arızalıydı.
Bayındır hastanesine geldiğinde bilinci kapalıydı. Sonraki saatlerde beyin ölümü gerçekleşti. Babası onu kurtarabilmemiz için bizlere umutla bakıyordu. O bakışları hayatım boyunca unutmayacağım. Sanırım hastanede çalıştığım yıllar boyunca edindiğim en önemli tecrübe, bu tip durumlardaki ailelerin her istediğini yapmaktı. Kadir Kara hastaneye geldiğinde ailesinin her istediğini yaptım. Sonu belli olan bir oyunun bitmesini beklemek gibi bir durumla karşı karşıyaydık. Aslında onlar da sonucun ne olacağını biliyorlardı. Yine de Allah’tan umut kesilmiyordu.
Alim Kara, oğlunun yaşam destek ünitesindeki son saatlerinde yanıma gelmişti. Kadir’in onu rüyasında ziyarete geldiğini söyledi. Kadir ona bu şekilde yaşamak istemediğini söylemiş. Çok sevdiği Rus yazar Gogol’un Palto adlı romanını son bir kere okumasını istemiş. Alim Kara benden bunun için izin istedi. Ona bunun hiçbir sorun çıkarmayacağını söyledim. Dediğim gibi tüm o yıllar boyunca edindiğim temel tecrübe ölüme bir adım kalmış hastanın, yakınlarının son isteklerini her ne olursa olsun yapmaktı.
Yaşamının en güzel yıllarında ölmesi gereken çocukları görmek çok üzücü. İpek siyah saçlarıyla, gözleri pırıl pırıl parlayan Kadir Kara’nın fişini çekmek, onu ölüm uçurumuna itme görevi benimdi. Bu lanetli bir görevdi. Birinin yapması gereken lanetli ve kahredici bir görev. Ölümünün ardından düz yeşil çizgiye dakikalarca baktım. Belki geri döner umuduyla. Tabi ki öyle olmadı. Dönmedi. Gözlerindeki ifade hiç değişmedi. Tıpkı onun öldüğünün resmi kanıtı olan yeşil düz çizgiler gibi.
Üzülen ve kahrolan insanları tanımak kolaylaşıyor. Benim gibi hastanede çalışan biri için bu durum her geçen gün daha kolay bir hale geliyor. Mirastan pay almak için yakınının ölümünü bekleyenler ile benliklerini ölen yakınlarıyla öldüren insanlar arasındaki farkı rahatlıkla anlayabilirim.
Hastanede çalıştığım süre boyunca işimi yaparken (Komaya girmiş, beyin ölümü gerçekleşmiş hastaların fişini çekerken) işimi çok sorguladığım oldu. Ama hastanede yaşadığım son fiş çekme seansı… Tüm bu satırları yazmamın temel sebebi işte o son olaydı.
Beyaz desenli mermerlerin arasından geçilen ve uzunca bir koridoru olan yaşam destek ünitesinin olduğu alana, hastanede çalışanların verdiği bir ad vardı el bette. O koridorda ölümün soğuk nefesi hissedilirdi. Son yolculuğun yapıldığı bu alana Mavi Nokta adını takmıştık. Sanırım soluk mavi kapının ve ölüme nokta konduğu için bu ismi almıştı. Parlak mermer duvarlarda dağılan gölgelerin hüzünlü görüntüsü, yaşamın noktalandığının kanıtıydı. Bunu görürdüm. O odaya her girdiğimde hem de.
Mavi Noktanın tuhaf bir kaderi vardı. Bitişiğindeki oda yoğun bakım bölümüydü. Mavi Noktaya değilde oraya gitmek demek yaşamak demekti. En azından daha şanslı olduğun bir alan sayılırdı. Acı çeksen de yaralanmış olsan da, iğneler kollarını delik deşik etse de bir şansın olurdu.
Diğer oda kesin ölüm demekti. Yaşam desteğinin kesilmesi için önce benim odama gelinirdi. Gözlerinden korku ve acı akan insanların halini görmek beni kahrederdi. Mavi Noktada ki son nefesin ne zaman verileceğinin kararı işte burada alınırdı.
Böylesi zor bir kararın alındığı yer için gösterişsiz sayılabilecek bir kapısı vardı. Herkes için sevimsiz bir odaydı. Bilmiyorum belki de basık bir yerdi. Beyaz Melek’in son nefesini ne zaman vereceğinin kararı da bu odada alınmıştı. Bir keresinde yaşam destek ünitesinden çıkarılacak olan bir hasta yakını karar verildikten sonra baygınlık geçirmişti. Bayılmadan önce nefes alamadığını söylemişti.
Odamın sol tarafından hastane bahçesine açılan bir kapı vardı. Kendini iyi hisseden veya yürümesi gereken hastalar bahçeden yürüyüşe çıkar, banklarda oturur, hastaneden taburcu edileceği günün gelmesini beklerlerdi.
1999 yılı benim için önemliydi. Çünkü Beyaz Melekle ilk defa tanışmıştım. O hastaya dair olayların ayrıntıları bazı gazetelerde yazmıştı. Yaşamımın son günlerini İstanbul’daki evinde bir başına geçiren ölmek üzere olan biri için bile ulaşılması kolay haberlerdendi. O yılı hatırlıyorum. 17 Ağustos depreminden sonraydı. Bina enkazlarından bir sürü insan kurtarılmıştı. Enkazdan sağ olarak çıkarılan bir çocuk bizim hastaneye getirilmişti. Adı Almila’ydi. Beyaz Melekle aynı yere Mavi Noktaya, o tuhaf sonbahar günü gelmişti.
Geceleri yoğun bakım bölümünde üç ya da dört hemşire olurdu. Onlara iki doktor eşlik ederdi. Bazı geceler o kadar yoğun olurdu ki sabahın olmasını dört gözle beklerlerdi. Hepsi mesleğine son derece saygılı sağlık çalışanlarıydı. Birçoğunun öldüğünün haberini aldım. Belki de hepsi ölmüştür. Para avcısı, gözlerinden kötülük akan Doktor Ertan Karaca’nın da öyle. Onun o hastanede hiç olmaması gerekiyordu. Bana göre doktor olması bile büyük bir hataydı. Hastanelerde bu tip doktorların olmasına hiç gerek yok. Hem personeli geriyordu hem de tehlikeli biri olabiliyordu. Ama onun güvendiği insanlar onu o hale getirmişti.
Beyaz Melek (Ona bu ismi biz takmıştık.) yani gerçek adıyla Melek Bilen yaşam destek ünitesine alınırken Doktor Ertan Karaca nezaret etmişti. Söylendiğini duymuştum. ‘Gereksiz yere burayı işgal edecek. Boşuna vaktimizi alacak.’
1999’un ağustos ayıydı. Havalar gayet güzeldi. Hastanenin gürültüsünü yırtan siren sesleri ile birlikte ömrümde gördüğüm en beyaz tenli kadın acil kısmından hastaneye giriş yapmıştı.Bu kadının bir benzerini Powder adlı 1995 yapımı bir filmde görmüştüm. Yüzü, vücudu ve her bir saç teli bembeyazdı. Ağzında solunum cihazı vardı ve kolunda damar yolu açılmıştı. Gözleri kapalıydı ve kirpiklerine tıpkı bir ekmek fırınında çalışmış gibi beyaz toz zerrecikleri bulaşmış gibiydi. (Sonradan o beyazlıkların toz zerreciği olmadığını, tamamen doğal olduğunu anlayacaktım.) Melek Bilen’in yana hızlıca müdahaleye giden Doktor Ertan Karacan adeta iyice kararmış bir cilde sahipmiş gibi duruyordu.
Yaşam destek ünitesinde ölümü bekleyen çoğu kimse gibi Melek de çok masum ve temiz görünüyordu. Ama o yaşam destek ünitesine bağlanan diğer hastalar gibi şuursuz ve işi bitmiş gibi görünmüyordu. Yatağında yatarken ansızın kalkıp gözlerini açacağını ‘Benim burada ne işim var?’ diye soracakmış gibiydi. Ama yine de komadayken asla böyle bir şey yapamayacağını anlıyordunuz. Doktor Ertan da öyle düşünüyordu. Bakışlarında bir donukluk ve tuhaf bir düşünce hali vardı. Hastaya yardım ediyor olsa da sanki içinde başka bir şey yaşıyordu.
Ertan ‘Ona müdahale etmeliyiz.’ Diye bağırarak o bembeyaz kadını sedyeden almalarını ve yoğun bakım ünitesine götürmelerini söyledi. Beyaz Melek her şeyden habersiz bir koşuşturmacanın içerisinde yaşama tutturulmaya çalışılıyordu. Doktor Erta’nın elinde Bayan Melek Bilene ait dosyalar vardı. ‘Onlara bakabilir miyim?’ diye sordum. Ertan soğuk bir tavırla dosyaları bana uzattı. Bu soğukluğun sebebini biliyordum. Onun içinde yanan ateşi hissedebiliyordum. O öldürmek istiyordu. Mavi Noktadaki nihai kararı o vermek istiyordu. Yaşamla ölüm arasındaki insanların fişini çekmeyi, bir çeşit Tanrıyı oynamak istiyordu.
Dosyayı incelediğimde Melek Bilen’in kan kanseri olduğunu öğrendim. Şimdilik bilinci açıktı ve kan alması gerekiyordu. Şansı yaver giderse yapılan muayeneye cevap verebilirdi.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.