ANILAR BURAM BURAM!
ANILAR BURAM BURAM!
Ekim sonu, sonbahar mevsiminin sonlarına doğru… Bir sabah uyandığınızda hava biraz serindir… Birden sanki denizin iyot kokusu gelir insanın burnuna açık kalmış pencereden, bir bakayım dersiniz. Ve maşatlık dağının doruklarını beyaz bir örtü gibi çiğ bulutları kaplayıvermiştir. İşte böyle sabahlarda ben, hemen yataktan fırlar, hayvan damına gider, eşeğimize semerini yükleyip doğru hurmalıdaki tarlamıza giderdim. Şimdi de ne zaman çiğ ve kırağı ovaya yayılmış görsem, güneş doğmadan o çiğin altında gezinirken aklıma çocukluğum gelir.
Tarlada, “Son Eller” dediğimiz zerzevatları, kavun ve karpuzların el içi kadar ufak onlarını, toplayıp sepetlere koyduktan sonra, arada hani insanın canı çekip bir tanesini dalından keserek bağ testeresinin bıçağıyla doğrayarak sabah ayazında kütür kütür yemenin lezzetini, tadını unutmak mümkün müdür?
Tütünlerimizin bitiminden sonra kalan tütün köklerini sökülebilmek için sabahın erken saatlerinde yaptığımız rutin işlerimizden olan söküm işlerimiz. Tütün köklerini söküp sonra tarlamızın içine sıralar halinde istifleyerek kuruduktan sonra onları yakıp küllerini tarlamıza gübre olsun diye kürekle yayardık. Güneş yükselirken ovanın üzerinden çiğ bulutları yavaş yavaş çekilirken güneşin sıcaklığı hissedilince benim de kemiklerim ısınmaya başlardı.
İzmir’in eski yolundan geçen uzun burunlu otobüslerin, açık kasaların geçişlerini seyreder, şoförlerinin avuç içlerinle kornalarını dövüşlerini dinlerdik. Hele rahmetli Aliko’nun (Ali Çakmak) mavi renkli, önünde “Kısmetli” yazan kamyonunun kornasıyla icra ettiği şarkılar… Akşam geç vakit kamyonunun kasasında her türlü ihtiyaçlarını almış, Alaçatı’ya “Ben geliyorum!” der gibi girişi... Aliko’yu bekleyen müşterileri, kimi eşekle, kimi at arabasıyla, İzmir’den sipariş ettikleri mallarını almak için elektrik santralinin önünde toplanırlardı.
Tarla komşularımızın, tarlada bağlı olan eşeklerinin anırmasını, kuzuların melemesini nasıl da keyifle dinlerdik. Tarlalarına çalışmaya giden komşular, yanımızdaki yoldan geçerlerken selamlaşmalarımız, arada dakikalarca eşeğini durdurup yuları elinde sohbetleri, film şeridi gibi gözlerimin önünde. Ne güzler sohbetlerdi…
Yorulduğum zaman toprağa uzanır, ağaçların aralarında gezinen rüzgârın ve esintinin sesini dinler, gökyüzünde şeritler halinde gezinen bulutlara bakardım. Rüzgârın sert esmesinden olacak ki gökyüzündeki bulutlar birer balerinlerin gibi dans ediyorlarmış görünürlerdi bana…
Hacımemişağa Camii’nin imamı rahmetli Faik Hoca, minareye çıkıp öğlen ezanını okumaya başladığında, gür sesini Hurmalık Ovası’ndan duyabiliyorduk. Ben, Papaz Kuyusu’nda kovayla su çeker abdestimi alır, koşar adımlarla öğlen namazına yetişirdim. Namazımı kıldıktan sonra Faik Hocam’dan makam, mahreç ve kıraat dersi alırdım. Bugünkü dini kültürümü rahmetli Faik Hoca’ya borçluyum. Faik Hoca, Alaçatı’da benim gibi birçok talebe yetiştirdi. Bu değerli arkadaşlar şimdilerde de çoğu zaman mevlitlerde ve cenazelerde çok güzel Kuran’ı Kerim okurlar.
Faik Hoca’yla dersimiz bittikten sonra ben mezarlığın top sahası kapısından çıkarak evimize giderdim. Annem, öğlen yemeğimizi pişirmiş olurdu ve ben de yemeğimi yedikten sonra Terzi Erdoğan’ın dükkânına giderdim hemen. Çırak olarak çalıştığım güzel zamanlardı…
Kalın sağlıcakla…
2013 yılında yazmış olduğum yazımdır.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.