- 340 Okunma
- 1 Yorum
- 1 Beğeni
Sorusu sorgulanmamış cevap yanlıştır
Hucurât sûresinin 6. ayetinde, kısa bir mealiyle, buyruluyor ki arkadaşım: “Ey iman edenler! Size bir fasık bir haber getirirse, bilmeyerek bir topluluğa zarar verip yaptığınıza pişman olmamak için, o haberin doğruluğunu araştırın.” İşte ben de bu yazıda, şu muazzez ayetin anlam katmanlarından birisini, “Allahu’l-a’lem!” kaydıyla anlatacağım. Tevfik yine Hüda’dandır. Hidayetimizi Ondan dileyelim.
Bir kapı lazım şimdi. Şuna ne dersin: Cevap sualden başlar. Sual de cevabın başıdır hem. Nasıl? Onun da haritası şöyle: Cevap vermek bir açıdan da ‘kabul etmek’tir. Yani muhatabının sorusunu ‘soru’ olarak benimsemek, endişesinde hakvermek ve ‘ona göre’ arayışa girmektir. Bu zeminde cevap veren ister-istemez ‘soruya katılan’ olur. Onunla kalıplanır. Onunla dualanır. Duygulanır. Mesaiye girişir. İddiasına, şüphesine veya karşılık geldiği boşluğa katılınmayan soruya cevap aranılmaz. Cevap vermek aynı zamanda bir kapılmadır/aldırmadır senin anlayacağın arkadaşım. Ancak önemsediğine cevap vermekten keyif alır insan.
Kendi yarasına da merhem çalmaktadır zira cevap verirken. Bu ‘merhem çalma’dan kasıt nedir? Cehlin yarasına tedavidir. Birşeyler öğrenmedir. Kur’an sormayı öğrettiği için de rahmettir. Ve yanıtları öğrenmek şifadır. Peki cevap veren sualden nasıl öğrenir? el-Cevap: Cevap veren de sail sayesinde soruyu öğrenir. Öyle sormayı öğrenir. Öğrenme de, bulmadan önce, aramadır zira. Peşine düşüp kurcalamadır. Üzerine tasalanmadır. Tefekkürle dualanmaktır. Ve muallim kendisine yeni bir dua öğreten her soruya teşekkür eder. Hiç sorusu olmamışlar neye cevap bulabilir? Bu sadedden, Bediüzzaman’ın da talebelerinden gelen bazı soruları ‘ehemmiyetli’ veya ‘mühim’gibi tavsifatla andıktan sonra, cevapladığına şahit oluruz. Belli ki o sorular mürşidimi de heyecanlandırmıştır. Hatta mezkûr perspektiften ‘birinci talebem’ dediği Hulusi ağabeyin yeri hikmetle pırıldar. Çünkü Mektubat’ın epey kısmı onun sorularına cevap sadedinde yazılmıştır.
O zaman, yalnızca cevaplarımıza değil, sorulara da dikkat etmemiz gerek. Niçin? Bir soruyu kabullendiğimizde/kuşandığımızda o sorunun bakış açısını da kabulleniyoruz/kuşanıyoruz zira. Evet. Soruyu sorana, dayandığı zemine ve şüphenin içeriğine dair bir onayın ardından cevap ameliyesi başlıyor. Bu nedenle yanıt arayışı, arkadaşım, sorunun sıhhatine dair bir sorgulamayla başlamalıdır önce. Sorunun makul bir telaşa işaret ettiğini anladığımız zaman cevap vermek haklı olur. Tuzaklı sorulara karşı tetikte olmak üstlerine atlamaktan erdemlidir.
Özellikle İmam-ı Malik rahimehullaha dair aktarılan kimi menkıbeler, böylesi meselelerde, nasıl sağlam bir tavır içinde olduğunu anlatırlar bize. Mesela: Uzaklardan gelen bir elçinin yirmi sualinden ancak birkaçına cevap verdiğinde, elçi mızmızlanır, “Geri döndüğümde insanlara ne derim?” diye sorar. Hazret-i İmam, tutumundan gayet emin, şöyle cevap verir: “Onlara ‘Malik bu işin altından kalkamadı’ de!”
“İki komşu düşünün. Biri ahlaksız ve namussuz. Bu sayede mal ve mülk sahibi oluyor. Rahat bir hayat yaşıyor. Şimdi fakir olan diğer komşu kendisine şu soruyu soruyor: Neden onun hayat standartları bende yok? Bu soruyu sorduğu andan itibaren modernizmin kıskacına düşmüş demektir. Çünkü o andan itibaren değerler sistemi, hedefi ve kaygısı değişmiştir. Öncelemesi gereken ‘ahlaklılık ve namusluluk’ mudur, yoksa zenginlik ve konfor mu? İslam dünyası ikinciyi öncelediği için yanlış başladı. Oysa bizim kimliğimiz onu dışlama üzerine kuruludur.”
Ebubekir Sifil Hoca, Sözü Müstakim Kılmak’ta, İslam modernizminin coğrafyamızda nasıl başladığını izah ederken şunun altını özellikle çiziyor: “Modernizm, oryantalizmin İslam’ın önüne koyduğu sorular üzerindeki zihnî mesai ile başladı.” Yani İslam’ı artniyetli bir analize tâbi tutan oryantalistlerin ortaya koydukları maksatlı, hileli, çarpıtıcı sorular hiç sorgulanmadan, eşliklerinde başlayan bir ismetsiz tefekkür, bir hak veriş; cevap verenlerin bir kısmını hidayetten etti. Mahalle değiştirtti. Cevap verelim derken maşa oldular. Çünkü, en başta da söylediğimiz gibi, cevap vermek bir yönüyle kabul etmekti. Bulanmaktı. Kalıplanmaktı. Yönlendirilmekti.
“Eski Said ile mütefekkirîn kısmı, felsefe-i beşeriyenin ve hikmet-i Avrupaiyenin düsturlarını kısmen kabul edip, onların silâhlarıyla onlarla mübareze ediyorlar, bir derece onları kabul ediyorlar. Bir kısım düsturlarını, fünun-u müsbete suretinde lâyetezelzel teslim ediyorlar; o suretle, İslâmiyetin hakikî kıymetini gösteremiyorlar. Adeta, kökleri çok derin zannettikleri hikmetin dallarıyla İslâmiyeti aşılıyorlar, güya takviye ediyorlar. Bu tarzda galebe az olduğundan ve İslâmiyetin kıymetini bir derece tenzil etmek olduğundan, o mesleği terk ettim.”
Ben Bediüzzaman’ın Eski Said dönemine dair yaptığı eleştirilerde de bunun kokusunu alıyorum bazen. Geride bırakmaya çalıştığının biraz da bu olduğunu seziyorum. Elbette Bediüzzaman’ın modernistlerin düştüğü hiçbir hataya düştüğüne rastlamıyoruz metinlerinde. “Muhatabım Ziya Paşa değil Avrupa meftunlarıdır...” dediği noktadan hiç kıpırdamıyor. Ama mesela kendisini eleştirmek noktasında bazen şöyle şeyler söylüyor:
“Şu notada, Avrupa fünunu ve medeniyeti, Eski Said’in fikrinde bir derece yerleştiği için, Yeni Said harekât-ı fikriyede seyrettiği zaman, Avrupa’nın fünun ve medeniyeti o seyahat-i kalbiyede emrâz-ı kalbiyeye inkılâp ederek ziyade müşkilâta medar olduğundan, bilmecburiye, Yeni Said zihnini silkeleyip, muzahraf felsefeyi ve sefih medeniyeti atmak isterken, kendi ruhunda Avrupa’nın lehinde şehadet eden hissiyât-ı nefsaniyeyi susturmak için, Avrupa’nın şahs-ı mânevîsi ile bir cihette gayet kısa, bir cihette uzun, gelecek muhavereye mecbur olmuştur.”
Aslı Mesnevî-i Nuriye’de Zühre Risalesi olan, 17. Lem’a’da da Notalar sûretinde bulunan bu bahis boyunca Bediüzzaman, tıpkı yukarıda önemine dikkat çektiğimizi meseleye dokunur gibi, sürekli soruların sıhhatini masaya yatırıyor. Bid’akâr algıların zeminini yokluyor. Misal: Altıncı Nota’da kafirlerin çokluğu-ittifakları üzerinden geliştirilebilecek “Onlarda da haklılık yok mu?” tarzındaki bir suali, “Elbette bunda da bir hakikat var!” şeklinde değil, çokluklarının niteliksizliği ve ittifaklarının mahiyetinin çürüklüğü üzerinden yanıtlıyor. (Daha sonra bu duruşunu 20. Lem’a’da genişçe ifade edecektir.) Yani soruya, dayattığı algı üzerinden değil, zemininin hakikatsizliğini ifşa ederek cevap veriyor.
Buna emsal, Risale-i Nur’un daha pekçok yerinde, soruya cevap verilmeden önce ‘ne denli sıhhatli olduğu sınanarak’ cevap verildiğini görüyoruz: “Dedim: Ey Şeytan! Bîtarafâne muhakeme iki taraf ortasında bir vaziyettir. Halbuki hem senin, hem insandaki senin şakirtlerin dediğiniz bîtarafâne muhakeme ise, taraf-ı muhalifi iltizamdır. Bîtaraflık değildir, muvakkaten bir dinsizliktir. Çünkü, Kur’ân’a kelâm-ı beşer diye bakmak ve öyle muhakeme etmek, şıkk-ı muhalifi esas tutmaktır. Bâtılı iltizamdır. Bîtarafâne değildir. Belki bâtıla tarafgirliktir.”
Bunun başka bir cihetini de İshak Özgel Hoca, Alternatif Bakış’a konuk olduğunda, anlatmıştı. Risale-i Nur’un bilimsel tefsirlerden farkını şöyle belirtmişti: Bediüzzaman, Kur’an’ın i’cazını ispat ederken, o gün için ulaşılmış bilimsel teorilerden/verilerden ziyade, vahyin istimal ettiği gibi, her zaman şahid olduğumuz olayları tercih ediyor. Çünkü o teoriler/veriler, bilim tedricen geliştiği için, yenileri elde edildiğinde eskimeye mahkûmdurlar. Böyle tefsirler yazanların eserleri de bu yanlışlanmadan/eskimeden ister-istemez yara alır. Bediüzzaman ise, her zaman tekrar eden ve herkesin şahid olduğu olayları kullanarak, eserinin eskimesinden büyük ölçüde korunuyor. Yanlış kalıplardan kurtuluyor.
Yani, özetlersem, üzerimize üzerimize gelen sorular karşısında iki önceliğimiz var arkadaşım: 1) Soruların dayandığını mantığı sorgulamak. 2) Soruların dayandığı verileri sorgulamak. Özellikle içimizden gibi görünen ehl-i bid’a/modernist taifenin soruları karşısında bu refleksi korumamız gerekiyor. Evet. Bediüzzaman’ın eserlerinde bize en çok öğrettiği şeylerden birisi bu bence: Modern zamanın sorularını da sorgulamalıyız. Ve bu da beni alıp yazının en başına götürüyor: “Ey iman edenler! Size bir fasık bir haber getirirse, bilmeyerek bir topluluğa zarar verip yaptığınıza pişman olmamak için, o haberin doğruluğunu araştırın.” Öyle ya. Fâsıkların haberleri yalnızca cevaplarla yayılmıyor ki. Sorular üzerinden de yayılan yanlışlar var. Yanlış soruya doğru cevap verilmez. İşte onlardan birisi: Müslümanlar neden geri kaldı? Bu soruya şöyle cevap vermeye başlamamız lazım: Müslümanlar sahiden geri kaldı mı?