- 414 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
Yasal Anı
’Gözlerimi kapattığım o anlar, beni o eve götürüyor. Artık o evde oturmadığımı beynim bir türlü algılamadı. O ev artık bizim değil, ama yinede benimmiş gibi geliyor. Hâlâ balkonunda siyah masam, sıvası çatlamış duvarında masayı andıran demir çıkıntıya yuva yapan fırsatçı güvercinler...Odam öylece duruyor hayalimde. Eskimiş perdeler, taş duvarlar, kocaman camlarından görünen Göksu parkı, Ankara... Saatlerce beynim uyanık, gözlerim kapalı halde evimi özlüyorum. Her gece o evde geziyor, yeni sahiplerini rahatsız ediyorum. ’
Evi boşaltmamı söylediklerinde, kepçenin değdiği toprakta, ordan oraya kaçan solucanlar gibi şaşırmıştım ne yapacağımı.
’ İçine düştüğüm psikolojik tramva, beni geçmişimle yeniden yüzleşmeye zorlamıştı. İçimdeki kayboluş, yeniden varoluş tam da bu noktadan sonra, İzmirin kalabalık caddelerinde yalnızlığın esirmesiyle başladı.’
Ankaranın caddelerinde daha önce hiç görmediğim bir kuş sürüsü, arka bahçeden görünen, budanmamış bir palmiye ağacına konuyor, daha sonra tek tek dağılıyordu. Daha önce kuşların istilası filmini andıran hâtta tam da aynı gürültü ve korkunçluğuyla bir kaç kez aynı şeyi yapmışlardı..bütün bu olanlar, görsel şovları içimde bir şeylerin yerini oynatmış, içimdeki organları alt üst etmişti. Palmiye ağacı diğer palmiyelerden çok farklıydı. Budanmamış, el değmemiş olması onu farklı kılıyor, kuşların belkide görünmeyen küçücük böceklerin, sineklerin yuvası, kamp alanı oluyordu. Göçmen kuşları kıskanmıştım. Acaba içlerinde benim gibi, kaybolmuş, sürüye ait hissetmeyen başka bir yerden gelip aralarına sızmış yalnız bir kuş var mıydı? Yoksa palmiye gibi haline bırakılmış, el değmemiş, kurumuş dalları yere saçılan geçmişini, anılarını üstünde taşıyan ağaç mıydım gerçekten. Budanıp yol kenarlarına süs diye dikilmeyi ister miydi? Yoksa mutlu muydu yerinden? Her gün milyonlarca kuş, bazen sığınmak bazen beslenmek için konuyordu dallarına. Gövdesinden yeşil dallarına kadar sararmış Kurumuş gövdesini taşımak zor olsa gerekti. Kuruyan yanı kesilip atılsa boylu poslu olacak daha da serpilecek , sarı çürümüş dalları yeşile dönecekti. Palmiyeyle aramda bir bağ oluşuyor, kendimle özdeşleştiriyordum.
Ankara’daki evimin aksine doğallığına bırakılmış Karşıyakanın yemyeşil sokağında arka bahçeye bakan iki odalı dönüşüme uğramış (yeni yapılmış) bir evdi. Bahçeyi sevmiştim. Evi de. Her mevsim meyvesi dallarından eksik olmayan mandalina, limon ağaçları, görmüş geçirmiş yaşlı palmiyeyi de.
Palmiye 7 yıl boyunca beni beklemişti sanki. Ankara da ki evimde 7 yıl oturmuştum...geleceğimi biliyor gibiydi. Bir palmiye için 7 yıl çok göz açıp geçinceye kadar kısa bir dilim, benim içinse çok uzun bir zamandı. Tarihin tekerrür edip, annemin yalnızlığına benzeyen şu budanmamış palmiye kadar yalnızdım. Nuhun gemisinden geri dönmek üzere ayrılıp, sonrada görevini unutup özgürlüğe ve göklere uçup, insanlardan kaçan, sonrada insanların savaşıyla konacak bir yer bulamayıp, yüzyıllar boyu hiç dinlenmeden göklerde uçan üçüncü kuş gibi ordan oraya sürüklenip duruyordum.
Ankara’nın her sokağı her caddesinde tanıdığım birileri vardı... anılarım, acılarım, çocukluğum oradaydı. Şimdi izmirde İçime derin bir yalnızlık çökmüş herşey herkes yabancı gelmişti. Ürkek adımlarımla arşınlıyordum sokakları. Gemilere binip martılarla uçuyordum. Yaklaşmaya korkuyordum insanlara, hem onlarda bana yaklaşmıyordu. İğreti duruşum oraya ait olmayan yanımı hissediyor, gelip geçiyorlardı yanımdan. Denizin kenarına oturup balık tutan insanlara hayranlıkla bakıyor, kıyılara oturup neşeli sohbetler eden arkadaşları, aileleri kıskanıyordum. İnsanlar içimdeki ürkek güvensizliği hissediyor uzak duruyor, konuşmaya çalıştığım insanlar bile çabucak kaçıyordu benden.
Öyle küşmüştüm ki Ankara’ya, dayım ölmüş gitmemiştim. Yuvamı dağıtan sokaklarına küşmüştüm... bir valizle uçağa binip İzmire gelirken beni uğurlamayan dost sandığım, evimi bankanın ihaleyle satışa çıktığı anda akbaba gibi üşüşüp, ucuza satın alan bir zamanlar yanında çalıştığım, su verdiğim insana küstüm. Evde "bana da bir şey düşer mi?" diye kafasını evin içine sokup masayı dolabı almaya çalışan kapıcıya küsmüş, kocasından ve çocuklarından Kaçıp evime sığınan, evimi kaybettiğimi bildiği halde sırtını dönüp giden arkadaş sandığım insana, hâtta tanrıya dahi küşmüştüm, bir zaman konuşmadım. Normal şartlarda evini satıp başka bir yere taşınmak gayet doğal bir eylem hâtta kendi borçlarını ödemek için satması insanı onursuz yapmaz. Ne yazık ki benimle ve ailemle ilgili olmayan borçlar yüzünden satıldı. Binlerce kez insanlara anlattığım halde tam anladıklarını sanmıyorum. Bu işin içinde korkunç bir zekanın saf insanların karşısındaki etkisini ve amacına ulaşmak için ne kadar kötü olabileceğini, kendini ve ailesini akrabalarını nasıl güç durumlara düşürebileceğini, dilimin yettiğince tam da karşımda duran palmiye ağacına anlatacağım. Tam da bu noktada yasalardan bahsetmek istiyorum. Komik gelecek ama beni yasalar mahvetti. gerçekte yasal olmayan, kanunlar karşısında yasal olan insanlar yüzünden düştüm bu duruma. ilkel çağlarda olsa, "bu mağara benim, bir adım yaklaşma baltayı kafanı indiririm" diyebilirdim. Ne yazık ki evi alırken kredi çekmemiz gerekti. Ne bana nede eşime kredi çıkmadı, görümcem yani eşimin kız kardeşi, Nesibe hanımın bankada sınırsız kredisinin olması yüzünden evi onun üzerine aldık. Krediyi biz ödeyecek borç bittikten sonra da evi kendi üzerimize alacaktık. Bu ölümcül hatayı yaparken içimde bir sıkıntı oluşmuş ama karşı da çıkamamıştım. basireti bağlanıyor insanın bazen. Ben istememiştim aslında, kocam böyle bir yol izlemişti. Bir iki yıl içinde borcu bitti. işte asıl hikaye de bundan sonra başladı.
Nesibe hanımın, kocasının servetini nasıl kaybettiği tam bir merak konusu. Sıradan sakin bir hayat yaşayan, bir ev almak için yıllarca borç ödeyen sade vatandaşların anlayacağı, geçen yıla kadar benim de anlayıp ilgimi çeken bir konu değildi. Zenginler nasıl batar sorusunu hiç sormamıştım kendime. Tıpkı benim ve kardeşlerimin doğumunun ardından, küçücük bir çocukken önce babamı sonrada evimizi dükkanımızı kaybettiğimizi biliyordum. Çocukluğumuz fakirlik içinde geçtiği için insanlar zengin ve fakir olarak ikiye ayrıldığını sanıyordum. Neyse... zenginler nasıl batar sorusuna gelelim. Galiba şöyle oluyor. Gider, gelirden fazla olunca borçlanmaya başlıyor, borçlar büyüdükçe satmaya başlıyor. Satacak bir şey kalmayınca akrabalarından borç istiyor, vermezlerse çalıyor. Tabi eylem olarak bir çalma değil. Durumun kötü olduğundan habersiz olan yakınları "nede olsa zengin paramız kalmaz" diyerek evini ipotek ediyor bankaya. Olayın asıl kilit noktası aynı bankadan kullanıyor krediyi. Etrafında ne kadar ev para var birer birer borç alıyorlar. Daha önce kocası piyasada iyi bir izlenim bırakmış olan kocasının adını kullanarak istediği kadar para mülk toplayabiliyor. Bu arada kimsenin kimseden haberi yok. Oysa yıllar önce bataklığa düşmüş borcu borçla kapatmaya çalışıyor. Kocasının haberi ne kadar var bilmiyorum, ama bu gün bile çoğu şeyden haberi olmadığı kanısındayım. Bu kadar zengin olmayı başaran bir adamın bu denli aptallık yapıp her şeyini kaybedeceğini sanmıyorum. İşleri çocuklarına bırakıp çekilince olan olmuş. Kocası zamanında süt satarak geldiği nokta 50 ev, 50 kamyon, benzinlik ve daha fazlasını sayamıyorum. Doğru duydunuz hem bu kadar gayrimenkul hemde bir o kadar akraba ve eş dosttan alıp kaybettikleri ev, mülk, altın arsa. Bu saydıklarımın içinde benim evim ve sahip olduğumuz bir çok şey de var. Nesibe hanım, zenginlik dönemlerinde hatrı sayılır asilzadelerdendi. Rus yazarı olsaydım böyle anlatırdım. Girdiği her ortamda saygı görür, aynı zamanda korkulurdu. Vallahi korkuyor insan zenginlerden, yanlarına yanaşmaya, bir kelime etmeye, ucuz giysilerle yanlarına gitmeye. Sanki onlar bağırınca herkes siniyor, herşey yakışıyor sanki bu zenginlere. Hele birde lüks arabaya binsin, insan arkada tek kelime etmeden titreye titreye duruyor. Ailesi de bir acayipti bu Nesibe hanımın. sürekli aralarında para konuşurlar bizde imrenerek dinlerdik. Beni pek sevmezdi, o yıllar benim yine gariban dönemim, birde hiç minnet eylemem. Utandırıyor olmalıyım ki beni pek kendi ortamlarına sokmazdı. Mutlaka hatalarım vardır, bende az değilimdir. Aslında pek de yaklaşmazdım, Korkardım zenginliklerinden, kibirli yürüyüşlerinden. Bazen kocam, bazen de ailesi yüzünden çok sıkıntı çektim. onların evi vardı ben kirada otururdum.. yazlıkları evleri arabaları yanında benim kiralık evim olurdu. Kocam hep onların yanında ev tutardı da beni nasıl ikna ederdi bu da başka bir zeka belirtisi. Hem yakın olur, hem uzak dururdum kendilerinden. Şiirden başka bir şey bilmezdim zaten ben...
Uzun boylu gösterişli hatundu Nesibe hanım. Bu gün gelsin yine severim dediğiniz türden. Sıcak tavırları, şevkatli anaç yanıyla hele birde pilavıyla. Bu gün gelsin yine veririm feda olsun diyeceğiniz gelir. Nasılsa etkilemiş insanları ki hâlâ seveni çok, "huyu bir başka, çok severim Nesibeyi diyenler var yüzüme karşı... "sen yinede evini ipotek etme" diyesim geliyor. Bana hayatımı zehir eden Nesibe hanım şu an benden daha iyi hayat yaşıyor. Herkes yine onu daha çok seviyor. Doğuştan yaşam koçu, doğuştan zengin duruşlu, asla fakirliğin yakışmadığı sülalenin kiracı gelini ben... kaybolmuşum, yıkılmışım, isyanlardayım.. yine ben..
Kötü insanlar filmlerde olduğu gibi kendini belli etmiyor. Aksine iyilik timsali oluyor. Nesibe hanımı ben dahil vicdanlı merhametli sanıyor olmam ispatıdır. Yıllarca ev sahibi olmaya çalışan şu öksüz gelinin evini riske atacak davranışları dahi beklemezdim. Ev kendi üstüne olunca tam 7 kez ipotek edip bankadan kendisi için para çekeceği kredi kullanacağı aklıma gelmezdi. İşler sarpa sarınca yaptığı tek şey ağlamak oldu, tabi onun gözyaşlarına kim dayanabilir kocam bile feda olsun dedi. O gözyaşlarının sahte olduğunu elbette biliyordum, kızıp öfkelenmek yerine ağlamak daha etkilidir ya ben genelde sinirlenirim. insanları nasıl etkisi altına alıp kedinin fareyle oynadığı gibi oynadı aklım almıyor. Oysa ben başka türkü olacağını düşünmüş evimi kurtarırlar sanmıştım. Çok garip kimse elinden geleni yapmadı, hiç kimse ama hiç kimse. Kocam dahil. Bu noktada boşanmanın bana bir faydası yoktu, adımı unutur beni suçlu bulurlar, orda burda dedikodumu yaparlar elime de tek kuruş geçmezdi. Neden mi çünkü yasal olarak kocamın üstüne tapulu tek bir mal varlığı dahi yoktu. Bu yaşta yeniden başlamak korkunç gelmişti. bütün enerjimi evlendiğim günden itibaren çekmişler, çok yormuşlardı beni. Bir sürü psikolojik sorunla başbaşa kalmıştım. üstelik evden taşıdığım güne kadar Nesibe hanımın kaderini yaşamış onun acılarını sahiplenmiştim. Ev onun olunca dertleri, borçları da benim üstümde kalmıştı. Borçlular benim kapıma geldi, hacizler benim kapıma. Benim yuvam dağıldı, ailem parçalandı. O ise benim yerime geçmiş gibiydi. Sakin mütevazi huzurlu bir hayat yaşıyor kimse onun kapısını çalmıyordu. Akıllı olmadığım değilde kurnaz olmadığım gerçek... Tıpkı bir orman gibiydi hayat, güçlü olan kazanır, zayıf olan ölür. Hayatta kalmak için tetikte, uyur uyanık gezen bir geyiğin bir gün Aslana güvenmesi aptallık değil de nedir? Aslında ben değil de kocam güvenmişti, binlerce kez uyardığım halde bana değil Nesibe hanıma güvenmişti. Ben geyiktim elbette güvenmezdim Aslana, ama kocam kendisi gibi Aslana güvenmiş avını teslim etmişti. Bir Aslanın diğer Aslanı yenmesi sadece kurnazca oynanan bir oyundu. Öküz öldü ortaklık bozuldu, herkes kendi yoluna gitti. Bir ömür içimden çıkmayacak acıyı bana hediye etti.
Sessiz bir ağaç gibiyim şimdi. Tıpkı şu palmiye gibi yalnızım iç dünyamda. kımıldar yapraklarım ara sıra rüzgarda. Beni hiç tanımayan şehirde yeniden başlayabilir miyim her şeye? Birileri varmıdır benim gibi, kaybetmiştir belki evini kendini, beraber arayalım belki buluruz birbirimizi.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.