- 320 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
ŞT - ŞEREF TEZGİDER - 2
Şeref Tezgider’in serüvenleri- 2 -
Dükkânlar ardında oturmuş güneşleniyorduk. Yanımda oturan Kekeş Ali, elindeki kibrit çöpüyle yerlere birşeyler çiziyordu. Karşısında bulunan Kör İzzet, bir haftalık sakallı yüzünü kaşıdıktan sonra, Kekeş Ali’ye dönerek; „Neyin planını çiziyorsun hayırsız Kekeş?“ dedi.
Uyurken yüzüne soğuk su serpilmiş gibi irkilen Kekeş Ali, sağına soluna bakındıktan sonra;
„Neyin planını çizeceğim?.. Bizim buralara askerî bir tesis yaptırmak istiyorum. Malumunuz, her taraf eşkiya, her taraf hırsız dolu. Geçenlerde kasabadaki memurlar klübünde kahve içerken kaymakam beyden işittim: Devlet Baba, bizleri korumak için buralara koca ordu gönderecekmiş...“ deyince Kılkuyruk Cafer, yerinde duramadı. Güneşlendiği yerden kalkarak, tam orta yere gelip, yalı kazığı gibi dikildi. Elindeki tesbihini sallayarak;
„Devlet Baba, buradaki hırsızları, eşkiyaları temizlemeden önce, kendi içinde bulunan büyükbaş eşkiyaları, namussuz ve yüzsüzleri temizlemelidir. Ondan sonra!...“ diye haykırdı. Kılkuyruk Cafer’in parti başkanları gibi böyle nutuk atmasına dayanamayan Gök Arif, yerinden kalkmadan silindir şapkasını düzeltti. Ardındanda;
„Otur yerine Kılkuyruk! Siyaset yapma bize!... Bu iş sana mı düştü? Hem de devletin içinde hırsız mı olurmuş?“ dedi.
Kılkuyruk Cafer zaten sinirlinin birisidir. En küçük kıvılcımdan ateş alır. Öfkelendiği zaman gözü bir şey görmez. Hatta böyle zamanlarda eşini, dostunu dahi tanımaz. Ağzının ölçüsü hemen bozuluverir. Elindeki tesbihini daha hızlı adeta zehirli yılanın kuyruğunu titretmesi gibi sağa sola sallaması, onun çok sinirlendiğinin bir belirtisidir.
Olduğu yerde birkaç kere ileri geri adım attıktan sonra, gayet hiddetlice;
„Ulan Gök Arif! Aslında bu işleri sen, daha iyi biliyorsun da... beni konuşturmak istiyorsun. Yirmiden bu tarafa devletin kasasını boşaltanlar çıkmadı mı? Koskoca Osmanlı Devletini böyle yıkmadılar mı? Şanlı ordumuz, devletin malı daha fazla çalınmasın diye ayaklanmadı mı? Niye eğdin kafanı da bakıyorsun yere?... Haydi bakalım cevap ver! İstanbul’a su getireceğiz diye sizin partinizin adamları tüyü bitmedik yetimlerin hakkını yemediler mi? Hatta, millete su yerine lağım suyu içirmediler mi?!..“ diye bağırdı.
Bütün köylü, Kılkuyruk Cafer’in sinirli, öfkeli birisi ve bulaşık bir bela olduğunu bildiği için ona dokunmuyordu. Ağzı da açıldımı susmak bilmiyordu Kılkuyruk Cafer’in. Karşıda oturan Gök Arif önce „Boş ver!“ diye bu mevzuyu geçiştirmek istedi. Sinirlenmemeye dikkat ediyordu.
Karşısındaki rakibinden bir cevap alamayan Kılkuyruk Cafer, konuşmasını hem sesini yükselterek, hem de söylediği hakaretlerin dozajını artırarak sürdürüyordu. Parmağını bir süngü gibi uzatıp, göğsünü de Mareşal gibi gerdirdikten sonra Gök Arif’e;
„Sen bile devleti soyan hırsızlara oy toplayabilmek için; devletin fabrikasından çaldırdığınız un ve makarnaları yoksullara dağıtmışsın! Yalan mı ulan?! Sıkıyorsa şu cemaatın içerisinde haydi doğrusunu söyle bakalım!..“
Gök Arif, işi yine alttan almak istedi. Aslında öfkelenmişti. Eşkin atlar gibi eşiniyordu. Bir ara ayağa kalkıp, sinek kadar olan ama sivrisinek gibi vızıldayan Kılkuyruk Cafer’in üzerine yürüyecekti. Ayağa kalkmak için yekinince yanındaki Memiş, ceketinin kenarından sıkıca tutup, çekti. Onu yerine oturttu. Gök Arif’in bu hakaretler karşısında sessiz ve hareketsiz kalması aslında Kılkuyruk Cafer’i çileden çıkarıyordu. Bu durum onun daha ağır söz söylemesine sebep oluyordu. Gök Arif, bir ara oturduğu yerden Kılkuyruk Cafer’e;
„Bana bak Cafer, ne olduğunu bil! Biraz ileriye gidiyorsun. Ben şerefimi ayak altına aldırmam! Çeneni tut!“ dedi.
Bu sözü işiten Kılkuyruk Cafer’in, öfkeden yüzü ciğer gibi kıpkırmızı olmuştu. Adeta yerinden hoplayarak;
„Beni tehdit mi ediyorsun?.. Zaten gerçekleri konuştuk mu sizler gibi olanların yüreği dayanmaz. Sizler gibi eşkiyanın ilk yapacağı iş, bu gerçekleri söyleyenleri susturmaktır. İleri gitsem ne olacak yani?...“ bağırdı.
Ne olduğunu bilemedik. Gök Arif’in, birden yaydan fırlamış ok gibi ileriye atıldığını farkettik. Kılkuyruk Cafer’in altta, Gök Arif’in onun üstünde toz duman arasında, yumrukların „Paaat, Küüt!“ inip kalktığını gördük. Yerinden kalkabilenler onları ayırmak için fırladılar.
Üç kişi Gök Arif’i zor tutuyordu. iki kişi de Kılkuyruk Cafer’i kucakladı. İleriye doğru götürüyordu. Bu arada Kılkuyruk Cafer’in burnu kanıyordu, yanakları ise al al olmuştu. Bir gözünden de yaşlar akıyordu. Bütün bunlara rağmen gırlağını patlatırcasına;
„Hırsızlar, deyyüsler, eşkiyalar partisi Gök Arif’in partisidir!“ diye bağırıyordu. Acı ot yemiş danalar gibi burnundan soluyan Gök Arif ise kollarından tutanlardan kurtulmak için çırpınıyordu.
Kılkuyruk Cafer’in bağırmalarına;
„Sensin eşkiya! Ulan ben bilirim seni!.. Camiden halı çalarken seni yakalamadım mı? Konuşsana alçak herif!...“ diye karşılık veriyordu.
Bu arada Dükkânlar Ardı çoluk, çocuk, kadın, kız dolmuştu. Önümüzdeki ay genel seçimler olacağı için herkes parti konusunda da gayet titiz ve hassastı. Elindeki kehribar tesbiğini çeke çeke yanımıza gelen Hacı Hüseyin Dede, olmasa bu olay büyüyecekti. Çünkü, kadınlar ve çocuklar da bir taraf olmuştu. Eline kimisi odun dayağı, kimisi de kocaman kocaman taşları almış, küçücük bir kıvılcım bekliyordu.
Bereket ki Hacı Hüseyin Dede bastonunu kaldırdı. Kalabalığın ortasında gelip;
„Bu ne gürültü?.. Bu ne terbiyesizlik! Kazık kadar adam oldunuz, hâlâ birbirinizle nasıl konuşulacağını öğrenemediniz gitti. Oturun yerinize edepsiz herifler! Oturun bakayım!“ Bir ara kadınlara dönerek; „Size ne oluyor eksik etekler? Haydi bakalım, evlerinize dönün. Yanınıza gelirsem kemiklerinizi kırarım. Bak şuna bak, eline kocaman taş almış. Utanın be utanın! İnsan komşusu ile kavga eder mi?“ diye hiddetle bağırdı.
Hacı Hüseyin Dede, köyümüzün en çok sevilen, sayılan insanıdır. Herkesin sorununu çözmeye ve yardım etmeye çalışan bir cemiyet adamıdır. Onun, birleştirici, kaynaştırıcı ve insanlar arasında ki müşkilleri çözücü yönü, engin bir hoşgörüye sahip olması; yalnız bizim köyde değil, civar köylerde de sayılan, sevilen bir insan olarak tanınmasına neden olmuştur.
Ortalık yatıştı. Herkes yerine yine otururken, kadınlarda orayı terk etti. Bu arada Hacı Hüseyin Dede’ye bir yer açıldı. İki kişi Kılkuyruk Cafer’i alıp, evine doğru giderlerken tam köşeden önlerine Şeref Tezgider çıkıverdi.
„Abooo!“ diyerek haykıran Şeref, sağ elinin ayasıyla pabuç gibi açtığı ağzını kapattı. „Ne oldu?“ diye Şeref’in sormasına fırsat bırakmayan Hacı Hüseyin Dede, onu yanımıza çağırdı. Gidenlerin arkasından „Bu da ne?“ der gibi bön bön bakan Şeref, yan yan yanımıza geldi. Hacı Hüseyin Dede’nin tam karşısına çömeldi.
Hayretinden sesi sedası kesilen Şeref’in şaşkınlığı gider gitmez;
„Eline koluna sağlık Hacı Hüseyin Dede, bu ayıyı pek güzel okşamışsın. Bu Kılkuyruk Cafer bir suç işlemese dayak yemezdi zaten... Çöp gibi bir mahluk bu Kılkuyruk ama eşek arısı gibi insanı sokmadan duramaz ki. Oh olmuş!“ dedi. Onu hepimiz dinledik. Bir daha kavga çıkmasın diye Hacı Hüseyin Dede, Şeref’i gayet yumuşak ikaz etti.
Bu arada durumu öğrenen Şeref Tezgider, söylediği sözler için mahçup vaziyete düştü. Sağına soluna baktıktan sonra;
„Valla, aslında ben böyle işleri hepiniz bilirsiniz; hiç sevmem. Belki de bilmeyerek bir hata yaptık. Ben size başımdan geçen bir olayı anlatayım da; bu garip Şeref Tezgider kardeşinizin başına gurbet ellerde neler gelmiş, sizlerde öğrenin“ dedi. Hepimizi bir merak aldı.
Hacı Hüseyin Dede, biraz önceki pürüzlü durumu bir kaç güzel öğüt ile düzeltti. Ağır işittiği için Şeref’i biraz daha yakınına çağırdı. Kör İzzet, oturduğu yerden kalkıp, Şeref’in yakınına gelerek yere çömeldi. Bu arada hepimiz sustuk. Şeref’in iki dudağı arasından çıkacak kelimeleri merakla bekliyorduk. Sesinin düzenini sağlamak için Şeref, bir iki kere hovardalar gibi öksürdü.
„Efendim, malum benim, Ege sahillerinin en şirin köyünde bir asker arkadaşım var. Onu ziyarete gitmiştim. Hani şu bizim Emin’i canım... İlk gün vardığımda oraya bayağı yabancılık çektim. Bizim Emin’in montofon ineği gibi karısı Gülten’in, bana bir bardak birayı içirince; ikindi namazını kılarken camide yıkılmıştım. Namazdan sonra camideki cemaattan bazıları beni Emin’in kahvesine getirmişti. Orda sandalyenin üstüne un çuvalı gibi yığılıp kalmışım. Beni böyle un çuvalı gibi gören Emin, koşarak yanıma geldi;
„Hayırdır Şeref? Bu hal ne haldir?“ diye soru yağmuruna tuttu.
Ben Emin’e dilime dolaşan kelimeler ile cevap vermeye çalışırken yanımıza, ağzındaki altın dişlerini göstere göstere Gülten Yenge geldi. Emin’in sırtı Gülten Yengeye dönük olduğu için onu görmüyordu. Bu arada asker arkadaşım Emin’e, Gülten Yengenin ikram ettiği biradan dolayı sarhoş olup camide yere yıkıldığımı güç bela söyleyebildim. Yüzü bana dönük olan Emin, kaşlarını çatarak, sesini de kalınlaştırarak;
„Ben o alçak karıya sorarım! Nedir bu kepaze karıdan çektiğim be?..“ diye aslanlar gibi kükredi. Bizim arkadaş, aslanlar gibi kükredi kükremesine lakin, daha sonra Gülten Yengenin etli kalın parmakları Emin’in sırtına „Güüüm!“ diye yerleşti.
Olduğu yerde küçülüp giden arkadaşıma Gülten Yenge;
„Hoop! Biraz ağır olda molla desinler. Sen kime neyin hesabını soruyorsun? Üç beş kuruş görünce; ulan baldırı çıplak; sen, kendini adam olduğunu mu sanıyorsun?“ deyince biraz önce aslan kesilen bizim Emin, kuyruğu kapıya kısmış fareye döndü.
„Aaa, hanımcığım! Dünyalar güzelim sen burda mıydın?“ der demez,
„Nerede olacaktık ya?.. Ne olmuş Şeref Çavuşa?“ diye bağırarak sordu.
Ben de çıt yoktu. Demek ki burada evin erkeği Emin değilmiş dedim. Durup dururken asker arkadaşım Emin’in kurulmuş düzenine de bozacaktım. Kendi kendime; „Oğlum Şeref Tezgider, burası senin bildiğin memleketlerden değil. Eğer biraz da ses çıkarırsan; arkadaşın Emin gibi dayak yiyebilirsin. En iyisi mi ses seda çıkarma.“ diye içimden geçirdim.
Bu arada neye uğradığımı bilemedim. Boş bulunduğum için yediğim silleden dolayı az kalsın yere yuvarlanıyordum. Sağ omzuma bir el ense çeken Gülten Yenge;
„Ulan Şeref Çavuş! Ben de seni bir adam sanırdım. Biz bu mereti fıçısıyla içeriz de bir şeycikler olmaz. Yazıklar olsun sana be!...“ deyip, kahvenin içine doğru deve semeri gibi kıçını sallaya sallaya gitti. Emin’e baktım bu arada. Sanki üstüne ölü toprağı serpilmiş gibiydi. Duvardan ses geldi de Emin’den gelmedi.
Elinde kocaman bir bira bardağı ile yanımıza gelen Gülten Yenge, bu seferde sol omuzuma daha sertçe elense çekerek;
„Bak hele bana bir kez Şeref Çavuş! Görüyor musun kadınlar erkeklerden daha yürekli ve daha uygar. Senin şerefine içiyorum. Siz de erkek misiniz be? Geçenlerde Alman Helmut ile bir fıçı bira içtik. Adam bana mısın demedi. Sallanmadı bile. Ya sen Şeref Çavuş? Bir bardak içer içmez kıçı kırıklar gibi düşmüşsün. Bizim Emin’de aynı senin gibi. Bizi cümle aleme rezil ettiniz. Avrupa Birliği’ne, sizin gibi bir kadeh içince, sarsılıp devrilen erkeklerle mi gireceğiz? Hayıflanıyorum böyle içki içmesini bilmeyen eski kafalı erkeklere bakınca“ dedi ve çekip gitti yanımızdan.
O gider gitmez, Emin ile yalnız kaldık. Karısı yanımızda iken süt dökmüş kediye dönen Emin’in yüzüne tekrar can geldi.
„Bakma bu karı milletine sen Şeref. Bunların saçı uzun aklı kısadır işte“ deyince onun bu tarzda söz sarf etmesinden cesaret alarak;
„Valla Emin sana bir şey diyeceğim lakin darılmayacaksın. Tamam mı?“ der demez zavallı Emin „oldu“ der gibi kafasını salladı. Ben de ona;
„İnsan, karıya bu kadar selahiyet mi verir canım? Sen onun kölesi olmuşsun. Hani askerde iken ’Bizim subay gibi konuşturmam karıyı karşımda. Bastım mı yumruğu çenesine, şaşırır feleğini’ diyordun. Ne oldu sana böyle?“ deyince önce sağına soluna bakındı. Çevrede kimsecikler olmayınca;
„Ben mi demişim bu sözleri?“ diyerek alık alık suratıma bön bön bakıp sordu.
Kendi kendime „Boş ver oğlum Şeref, bu herif tam gavat olmuş. Ne desen bu boynuzluya etki etmiyor. Hiç olmazsa çeneni yorma“ deyip başımı eğdim. Durumu fark eden Emin;
„Şeref, sen hele şöyle gel. Dükkânın ardındaki odaya geçip, oradaki yatağa bir uzan. Bir güzelce dinlen. Akşama da hep beraber diskoya gideriz.“ dedi.
Midem bulanıyordu. Başım dönüyordu. Onun koluna girerek bakkal dükkânının arka odasına geçtik. Odanın içerisi harman yeri gibi dağınıktı. Yataklar yorganlar yerlerde kutular, kasalar velhasılı anlatılması gayet zor. Yani senin anlayacağın odanın içerisi Demirci Köse’nin dükkânı gibi darmadağınıktı.
Odanın lambasını da yakmadı. Pencereler kepenkle kapatıldığı için dışarıdan içeriye ışık sızmıyordu. Emin, bana el yordamı ile bir koltuk gösterdi. Başımın altına kalın ceketini yastık olsun diye dürüp, büküp ve güzelce yerleştirdi.
„Artık izin verirsen biraz da müşterilerle ilgileneyim“ dedi ve odadan çıkıp gitti.
Sanki göz kapaklarıma birer değirmen taşı asılmıştı. Odanın içi loştu ve oldukça dağınıktı. Tam uykuya dalmıştım ki birden irkilerek uyandım. Önce uzun bir silah atıldı zannettim. Ardından da yük altında inleyip, yokuş çıkamayan kamyonların çıkardığı hırlamaya benzer bir ses işittim.
Karanlıkta yattığım yerde, bu ses nereden geliyor diye kulak kesildim. Pencere dibindeki koltuğa ya da masaya benzer bir şeyin üzerinde dağ gibi bir şey inip çıkıyordu. „Allah Allah! Bu da nedir?“ diye fısıldadım. Ses de çıkaramıyordum. Olur ya buraların huyu bir acaip, benim bilmediğim bir hayvan besleyebilirler. Sahibi varken belki ses çıkarmamıştır. „Şimdi fırsat bu fırsat, bu yabancı da kim?“ diye belki beni gözden geçiriyordur diye düşündüm.
„Oğlum Şeref, sen öyle kuru gürültüye pabuç bırakacak adam değilsin! Hele biraz bekle,“ diye kendi kendime güç kuvvet ve moral verdim.
Biraz önceki ses, kamyonların yokuş çıkarken hırıldamalarına benzeyen inlemesini bıraktı. Sanki bir kedi, bazen vahşi bir köpek, bazen de ormanlar padişahı bir aslan gibi hırıldıyordu. O böyle çeşitli sesler çıkarınca benim de korkularım artıyordu.
Bir ara „Fısss, sıısss!“ diye yılan gibi ıslık çıkarmaya başladı. Oldum olası yılandan da çok korkarım. Artık gözlerimin kapağına asılı olan değirmen taşları ağustos sıcağında kalan buz parçası gibi eridi, yok oldu. Sesin geldiği duvara baktım. Tavandan aşağıya iki yılanın sürünerek inişini gördüm. Bir türlü aşağıya inememişlerdi. Tam onların altında ise, o tepe gibi yer bir inip bir çıkıyor. „Demek ki yılanlar aşağıya inmek istiyor. Fakat, aşağıdaki o köpek veya kedi onlara izin vermiyor“ diye içimden geçirdim.
„Kör olmayasıca Emin, neredesin?“ diye fısıldadım. Lakin bu sözü kendim dahi duyamadım. „Elektrik düğmesi nerede acaba? İnsan onu bu karanlıkta nasıl görecekti? Allah’ım bu Şeref kuluna yardım et. Buralarda pisi pisine ölmek istemiyorum“ diye dua ediyordum.
Bir ara yatağımdan doğrulmak istedim. Lakin o gücü bulamadım. Bir yere ya tutunmalıyım, ya da dayanıp kuvvet almalıydım. Elimi dayamak için loşlukta el yordamı ile bir yeri aradım. Bir gas tenekesi duruyordu yanıbaşımda. Üstüne basıp kalkayım deyince, elim „Foooş!“ diye içine gitti. Peynirli suyun içine giren elimi, pervasızca kesilerek açılan tenekenin kenarları kesti. Can havli ile kalkınca tam başımın üstünde yılana benzer bir şeyin sallandığını gördüm. Sesimin çıktığı kadar bir çığlık attım.
Bu arada kendimi koltuktan aşağıya bıraktım. Nereye gideceğimi bilmediğim için odanın içinde bir boğuşma, bir gürültü, patırtı aldı yürüdü. Ayağım kasalara takılınca yere düşerken masa gibi tümsek olan yere tutunmak istedim. Masanın örtüsü zannettiğim beze tutununca; dengemi yitirdim. „Paaat!“ diye gayet biçimsiz bir şekilde düşerken, birden başımın üstüne ben diyeyim fil, siz deyin manda gibi ağır bir mahluk düştü. Başıma düşen o ağır şeyle birlikte sağda solda bulunan kasaları, paketleri, konserve kutularını, peynir, zeytin, turşu tenekelerini devirdik.
Bizim gürültümüze koşarak gelen Emin, ışığı yakınca manzara karşısında şaşırıp kaldık. Benim üzerime düşen o kocaman şey, o iri mahluk meğer Gülten Yenge imiş. Bu hoş olmayan vaziyette Emin’e göründüğümüz için utandım ve mahçup oldum. Emin ile birlikte gürültüye gelen yerli yabancı turistlerde bize bakıp bakıp gülüyorlardı.
Onların gülmelerine sinirlenen Gülten Yenge;
„Şeref Çavuş, sen ne arıyorsun altımda?“ diye sorunca;
„Ben de bu vaziyeti sana soracaktım. Sen, nereden geldin benim başımın üstüne?“ deyince elinin tersiyle „Boşver!“ der gibi sallayan Gülten yenge, ayağını başımın üstünden çekerken „Çaaart!“ diye ağzıma doğru yellenip bana;
„Ben şuracıkta uyuyordum. Birisi eteğimden tutup çekti. Ben de düştüm“ dedi. Benimse hayretten ağzım bir karış açık kaldı. O üstümden kalktıktan sonra;
„Burada böyle bir inip, bir yükselip ses çıkaran o acaip şey sen miydin?“ diye sordum. Kirli saçlarını etli parmaklarıyla karıştırdı.
„Aman Şeref Çavuş, o horlayan bendim elbette.“ diye açıkladı.
Yere oturdum. Bütün gücümü toplayarak;
„Vallahi ben, seni yılanları içeriye sokmamak için hırlayan köpek zannettim“ der demez;
„Yılanlar neredeee?!“ diye bir çığlık attı ortalığa. Oturduğum yerden biraz önce peynir tenekesinde kesilen elim ile biraz önce başım üzerinde sallanan şeyleri göstererek;
„Aha orada!“ diye işaret ettim. Birden ortalığı yine bir kahkaha tufanı aldı yürüdü. Sol omuzuma;
„Aman Şeref Çavuş! Hay aklınla bin yaşa! O yılan değil. O, hakiki Kayseri pastırması. Ben de senin yüzünden gereksiz yere çok korktum. Allah müstahakını versin! Bak senin yüzünden donu da pislettik“ deyince benden başka herkes kırıla kırıla gülüyordu. Bir müddet sonra ortalığı bir koku kapladı. Gülme krizi kesilen Emin, elimi görünce;
„Senin elin kanıyor. Hem de müthiş kanıyor. İlaç çantasını getirin saralım hemen“ deyip beni yerden kaldırdı ve koltuğa oturttu.
Akşam aynaya bakınca kendimi tanıyamadım. Elim, kolum e başım sargı beziyle sarılmıştı. Sırtım ve kalçalarım da ağrıyordu.
Beni asıl üzen şeyler kesilen, incinen yerlerim değildi. Hâlâ burnumdan gitmeyen Gülten yengenin „Çaaart!“ diye pervasızca salıverdiği kokusuydu. O manda gibi iri kadının altından daha fazla yara almadan kalkabildiğim için Allah’a bin defa şükür ettim“ deyince onu dinleyenlerin hepsi aynı asker arkadaşı Emin gibi karınlarını tuta tuta, yerlere yata yata gülmeye başladılar. Onlara öküzün trene baktığı gibi bakan Şeref;
„Bu kadar sohbet yeter. Benim adım Şeref Tezgider. Siz, böyle kahkaha ile gülüyorsunuz ya; Şeref gider artık, ya da Şeref Tezgider“ deyip Dükkânlar Ardında güneşleyenleri terketti. O evinin yolunu tutarken hâlâ kahkaha sesleri geliyordu.
Halil GÜLEL
Dormagen
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.