- 274 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
KIRMIZI ODA
Hadi biraz muhabbet edelim mi dedim!!!
"Olur" dedi.
"Kahvelerimizi alalım ve kırmızı odaya geçelim. Hani o kırmızı odada psikolojik, drama türünden birazı kurgu ve birazı gerçek hikayelerden yola çıkılıp canlandırma yapılır ya!!!"
Evet dedim.
"Benim hikayemde kurgu olmasa da; beni aynen öyle dinle ve canlandır bakalım doktorum olabilecek misin? Şimdi sen doktorsun; ben ise hasta!!!"
Ey allah dedim.
"Kırk iki yıl önceydi. Sık sık evinden kaçan bir çocuk... İstanbul küçük ben ise genç bir delikanlı daha bir çocuk..."
"İnsanın hayatında iyi veya kötü unutamadığı anılar vardır. İşte o anılarınızın bazılarına güler geçer, bazılarını hatırlamak istemez, bazıları da tatlı bir eleme dönüşür belleğimizde...
1973-1974 Yılları. İlkokulu başarı ile bitirmiş, on üç on dört yaşlarında ergen bir delikanlıydım. Beş altı yaşılarında Babamdan Kur’an okumayı öğrenmiş, ilkokul birinci sınıfa kaydedildiğimde ise ilk on beş gün içersinde okumayı yazmayı sökmüş ve hikaye kitapları ile ödüllendirilmiştim.
Sağ sol kavgalarının zirvede olduğu yıllar. Okula giden her çocuk onların deyimiyle anarşist oluyordu. Babam da beni, orta okul liseye göndermek istemiyordu. İllaki Kur’an kursu diyordu. Ben ise akranlarım okullarına gidip gelirken; onları uzaktan seyrediyor ezildikçe eziliyordum.
Sert insanlardı büyüklerimiz. Onların terbiye metodu dayak atmaktı. Onlara göre dayak cennetten çıkma idi...
İstemeye, istemeye babama teslim oldum ve bir gün babamla birlikte Fatsa Mehmet Akif köyüne giderek yeni açılan Kur’an kursuna kaydım yapıldı. İlk on günüm çok zor geçse de alışmıştım. Bir ayın sonunda gruplara ayrılarak Arapça okumaya başladım. Zorbalık vardı bu kursta. Terbiyeci mollaların terbiye ediş sekli dayaktan ibaretti. Falakalar duvarda bir işkence aleti gibi asılı hazır bekliyordu. Çünkü eti sizin kemiği bizim diyerek teslim edilmiştik. Bit pire sabahlara kadar uyku tutmuyordu...
Çok sürmedi kurs hikayem, dayanamadım ve her seyi göze alarak kaçtım. Üç gün babamdan korktugum icin evime gidemedim..."
Sonra ne oldu diye sordum.
Korktuğum şey olmadı. Üç gün sonra eve geldiğimde annemin dizinin dibine oturdum ve her şeyi anlattım. O da; "şimdi Babana ne söyleyeceğiz" diye hayıflanıp durdu. Babam akşam eve geldiğinde beni görünce şaşırmıştı. "Hayırdır neden geldin" dedi sert bir şekilde. Korkudan titriyordum.
Titrek cümlelerle ürkek bir şekilde olan biteni anlattım. Dayak yemedim ama bir hafta hiç konuşmadı benimle...
Bir akşamüstü babam; "Kur’an’ı al da yanıma gel" dedi yumuşak bir sesle. Hemen duvarda asılı olan Kur’an’ı aldım ve dizinin dibine oturdum. Bismillah deyip makamlı makamlı okudum. Okuma şeklim babamın hoşuna gitti, "Hafiz" dedi yüzü gülümseyerek. "Hadi başla bakalım ezber yapabilecek misin"?...
Ezberim kuvvetli idi. İlk dersi vermem için İki günüm vardı...
Böylece Bismillah deyip hafızlığa başladım ve ilk dersimi yanlışsız bir şekilde babamın dizinin dibine oturarak aldım. Yanlışsız verdiğim her dersin sonunda seviniyor ve bir sonraki dersin korkusu içersinde hızlıca ezberlerimi yapıyordum. Yakın köylerdeki hocalardan zaman zaman dersler alıyor, onlar da ezberlerimi beğeniyorlardı. Fakat her yanlış bir sopa demekti...
Günler birbirini kovalıyor, her gün odama kapanıp bir sonraki günün ezberini yapıyordum...
Bir gün Mayıs ayının sonlarına doğru nadasta kalmış ve sert çayırlar bağlamış bir arazimizi kazdırmak için otuz kırk kişilik bir imece’ nin olduğu yere dersimi almam için babam haber salmıştı. Korku içinde yürüdüm ve arazimizin başında oturup beklemeye başladım. Babam geldi " hadi basla" dedi. Ben okuyor babam dinliyordu. Dokuzuncu cüzü vermek üzereyken iki yerde takıldım ne kadar geriden alsam da sonunu getiremedim. O anda bir tokatla şafak attı beynimde. Öyle bir dayak yedim ki her tarafım kızarmıştı. Sert bir adam dı babam. Kimse müdahale edemiyordu. Herkes elindeki kazmalarına dayanmış bizi seyrediyorlardı. Arıma gitmişti kırk kişinin önünde dayak yemek. Ağlaya, ağlaya eve gittim. Annem çok üzülmüş fakat yapacak bir şey yoktu. "Baba’dır hem döver, hem de sever" diye söylendi...
Günler birbirini kovalıyor; her gün dersimi veriyordum...
Bazen hayvanlarımızı yayarken yapardım ezberimi. Bir sabah hayvanlarımızı tepe dağ denilen yere yaymaya götürdüm. Gün öğleği aşmış eve gelimiştim. Fakat, o gün, köyümde Süleyman diye bir zatın tepe dağ bölgesindeki mısır tarlasına başka birilerinin hayvanları girmişti. Süleyman Önce bu bölgede kimlerin hayvanları olduğunu ögrenir ve sonra toprak üstündeki ayakkabı izini ölçer. Lastik ayakkabıların ters olduğunu tesbit eder ve akşam üstü omuzun’da kırma tüfekle önce bizim kapıya gelerek ayakkabılara bakar ve aynen tesbit ettiği gibi ayakkabılarım terstir. Kör talih derler ya budur herhalde. Fakat Süleyman’ın mısır tarlasına benim hayvanlarım girmemişti. Fakat ayakkabılar’ın ters olması kanaat oluşturmuştu. Omzu kırma tüfekli Süleyman seslenir babama “Hoca!!! oğlun nerede?" Baba çıkar ve başlarlar konuşmaya. Zatı Süleyman der ki; “Bu gün benim mısır tarlam harap olmuş, oğlunu çağır dışarı çıksın" Beni çağırdılar dışarı çıktım. Önce Süleyman başladı sorguya “Bak yalan konuşma, bu gün tepe dağdaydın ve bizim mısırlara sizin hayvanlarınız girdi ve gördüğüm gibi ayakkabılarını da ters giymişsin, eğer yalan konuşursan bu tüfeği götüne sokarım.” Zoruma gitmişti bu cümleler ve babamın yanında sorguluyordu beni. O gün lanetler okudum Süleyman denilen zata. Babam inanmış olsa da bana, Süleyman’a tepki olsun diye, zatın önünde öyle bir dayak yedim ki; Süleyman bile alamadı elinden ve suç benim sırtımda kalmıştı. Günlerce ağladım.
Eğer bir aile de şekli ne olursa olsun bir baskı ve şiddet varsa, bu baskılar karşısında o çocuk ya aptallaşır siner köşesine, ya da isyan edip kendi dünyasın da yaşar. Ben de öyle yaptım. Tüm bu olumsuzluklar beni isyan ettirdi ve adım da deli oğlan’a çıktı. Çokcuktum fakat ufukların ötesini görebiliyordum. Düşündüm durdum ne yapmam gerektiğini. Bu işe bir son vermeliydim. Kur’anı kerimi bir gün elimden bırakarak kaçacaktım bu evden. Kararımı vermiştim. O, gün kırmızı bir çizgi attım dünyanın suratına ve isyan bayrağını çektim. Korkusuzluğum o gün başlamıştı. Yediğim dayaklar beni isyan ettirmişti hayata... Babamın cebinden yetecek kadar gizlice para alarak kaçtım evden. Ürkek ve korku içersinde önce Köyümden Kumru’ya, sonra Fatsa’ya ve oradan da adını bile bilmediğim İstanbul’a halamın yanına gitmek üzere bir otobüse binerek hayatımdaki ilk yolculuğum da başlamış oldu...
Giderken düşünceler içerisindeydim. Nasıl karşılayacaktı halam beni, acaba nasıl davranacaktı. Evden kaçmış bacak kadar bir çocuk... beynimin içersindeki soru işaretleri ve olumsuz düşünceler giderek tedirginliğimi artırıyordu. Fakat herşeyi göze alarak çıkmıştım bu yolculuğa. Adresi nasıl bulacaktım. Evden çıkarken üzerinde halamın adresi yazılı mektup zarfını almayı ihmal etmemiştim. Uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra Istanbula indim. Zarfın üstünde yazılı adresi sora sora Okmeydanı’na gitmek üzere bir dolmuşa bindim...
“Burası Ok meydanı “ dedi şoför. Dolmuştan indim. çocuktum ve yabancıydım bu şehre... elimdeki zarfın üzerinde yazılı adresi sora, sora Okmaydanı sokaklarında dolaşıyordum. Nihayet halamların bulunduğu sokağın başına geldiğimde, bana refakat eden yaşlı bir amca; halamın evini gösterdi “Burası yavrum” dedi. Önce binayı alttan yukarıya süzdüm ve tüm cesaretimi toplayarak zile bastım. Kapı açıldı ve bir anda halam ile karşı karşıya ve göz göze geldim. Halam önce şaşırdı, bacakkadar çocuk nasıl geldi acaba diye düşündü belkide... Önce halamın elini öptüm, halam da beni öptü, kucakladı ve içeriye girdik. Önce köylerden biraz muhabbetten sonra, halam banyo sobasını yaktı, önce iyice yıkandıktan sonra o yılların modası olan oğlunun çigili pijamalarından verdi. Kocaman bir adam gibi görünüyordum pijamaların içinde. Halamın oğlu benden büyüktü liseyi bitirmiş marangozluk yapıyordu. Birde kızı vardı halamın lise ikin’ci sınıfa gidiyordu. Halamın kocası da marangozdu. O günlerde Hilton Otelinin altında marangozluk yapıyordu. Akşam herkes eve toplanmış ve yemek masası hazırlanmış belki de ilk defa masada yemek yiyordum. Bir an kendimi önemser gibi oldum. Yemekten sonra çaylar içildi, çaylar yudumlanırken siyah beyaz televizyonun karşısında yorumlar yapılıyordu, Nilüfer, taptaze gelincik çiği gibi sallanıyordu ekranda. Çiçeği burnunda genç bir sanatçı “ağlıyorum yine ben” isimli şarkısını seslendirmekte idi...
Aradan birkaç gün geçmişti. Ben ise avare avare dolaşıyordum. Köyüme çoktan haberim gitmişti Istanbul’a geldiğimin. Çok kızmıştı babam halam öyle söylüyordu. Üzülmesin diye de üzerime gelmiyordu. Halam ağırlığı olan bir kadındı. Şefkatle yaklaşırdı herkese ve bana da öyle davranıyordu...
Bir akşam eniştem“ yarın senide çalıştığım yere götüreceğim” dedi. Sevinmiştim. Çünkü bıkmıştım avare avare dolaşmaktan...
Ertesi günün sabahında kahvaltı yapıldı ve eniştem ile birlikte sabahın erken saatinde işe gitmek üzere yola çıktık. yakın bir duraktan belediye otübüsüne bindik. Otübüs her durakta duruyor, yolcular iniyor, biniyor ve belkide kahvaltısını dahi yapmamış, uykunun verdiği mahmurluk yüzlerinden kaybolmamış insanları tek tek süzüyordum.
Nihayet Hilton Otelinin yakınlarında dolmuştan indik ve biraz yürüdükten sonra, eniştem önde, ben ise arka da otelin kapısından içeriye girdik. Bir kat, iki kat, üç kat ve nihayet bir kapıdan içeriye girdik. Yerin altına bina yapmışlar diye geçti içimden. Eniştem kısa zaman sonra makineleri açtı ve çalışmaya başladı. Bana işimi de vermişti. Etrafta temizlik yapacak, içmek için su getirecek vs. Geç saatlere kadar çalıştık...
Bir ara enişteme yaklaşarak tuvaleti sordum. Eniştem bana tuvaletin kapısını işaret ederek açıklamada bulundu. "Klozetin üstüne oturmamı ve yan tarafında ki düğmeyi çevirdiğimde suyun akacağını"" söyledi. Ben ise ise kılozetin ne olduğunu bilmiyordum. Köyümüzdeki tuvaletler ahşaptandı, ortasında kocaman bir delik, yüz yıllık İki katlı eski evin, ikinci katının dış cephesine yapılmış ve asma köprü gibi duran bir tuvalet... Delikten aşağıya bakıldığında herşeyi kuş bakışı görmeniz mümkündü. Yer çekimi gücüyle düşen nesneler aşağıya düşene kadar kaybolur giderdi...
Önce klozetin üstüne çıktım olmadı. Şimdi nasıl olacaktı bu iş, sonra eniştemin sözü üzerine klozetin üstüne oturdum. İşim bitmişti. Fakat nasıl yıkanacaktım şimdi. Yine eniştemin sözü üzerine yan tarftaki düğmeyi alabildiğine sonuna kadar çevirmemle birlikte tazyikli su öyle bir fışkırdı ki, pantolunumu yukarıya çekemeden, saniyeler içersinde ayağa kalmam bir oldu. Her taraf ıslanmıştı. Perişan bir halde idim. Eniştem durumu çakmış olacak ki, yan tarafta kahkahalar atıyordu. Sonra hiç bir şey olmamış gibi suyu kapattım ve etrafı temizledim.
Günler birbirini kovalıyordu. Halamin oğlu da marangozdu. İş almışlardı Şişli den. Askeriye müzesinin dekorasyonu yapılacaktı. O, liseyi yeni bitirmiş, uzun boylu saçlar omuzlarda, ıspanyol paça pantolon cıva gibi delikanlı hayran kalırdım ona. Bir an önce büyümek isterdim onu gördükçe.
Bir akşam eniştesi işten eve döndüğünde; yemekten sonra oğluna dönerek "Oğlum patronunla konuşsan da kuzenini de yanınıza alsanız; hem iş öğrenir, temizlik yapar, size su taşır" Oğlu " Tamam baba, bir konuşayım da bakalım" dedi.
Ertesi sabah yine eniştem ile birlikte gitmiştim. İş dönüşü herkes eve toplandığında müjdeli haber verilmişti. Artık kuzenimle ile birlikte işe gidecektim.
Ertesi gün birlikte belediye otübüslerinden birine binerek işe yola çıkt. İş yerine geldigimizde hekesin yapacağı iş belli olduğu için, bütün ustalar işlerinin başına geçti bana da "Sen de buraların temizliğini yaparsın, ustalara su getirirsin, onlar ne isterse onu yaparsın" diye yapacağım işleri söylediler.
Onbeş gün olmuştu çalışmaya başlayalı. Fakat Cumartesi ve pazar günleri tatildi. İki gün boşta gezmek canımı sıkıyordu. Bir şeyler yapmalıydım. Istabul’un sokalarında gezinirken boyacı çocukları seyrederdim. Boya sandıkları derme çatma tahtalardan yapılmış sıradan boya sandıklarıydı. Boyıyalım abi, boyıyalım abi diye bağırıyorlardı. Hemen ben de; neden hafta sonları bu işi yapmamayım diye geçirdim içimden...
Bir pazartesi günü işe gittiğim de öğle tatili sırasında arka odalardan birine geçerek ve parça işe yaramaz tahta parçalarını keserek boya sandığı yapmaya başladım. Aradan iki gün geçmişti ve sandığı aşağı yukarı tamamlamıştım ki; iri yarı bir adam yanıma gelerek ne yaptığımı sordu. Kendisini daha önce hiç görmemiştim. Çalışanlara da benzemiyordu. Kendisine; hafta sonları boş geçirmemek için boya sandığı yaptığımı söyledim. Tamam devam et diyerek yanımdan ayrıldı.
Cuma günü olmuştu. Saat beş cıvarı herkes haftalığını almak için kuyruğa girmiş ve en arka sıraya da ben takılmıştım. Sıra bana gelmişti. Haftalığımı aldım ve parayı dağıtan kişi "Pazartesi işe gelme" dedi.
Bir boya sandığı beni işimden etmişti. O gün nasıl bir ruh haline girdiğimi anlatamam bu satırları yazarken o günü tekrar yaşar gibi oluyorum...
Olan olmuştu artık, yapacak bir şey yoktu. Akşam eve gelmiş ve halaoğlu durumu annesine ve babasına izah etti. Herkes suskundu, aslında herkes bana kızıyordu fakat belli etmemeye çalışıyorlardı. Ben ise ne söyleyeceğimi bilemiyordum. Bu ara da eniştem "üzülme boşver" dedi. Ve ben eniştemin bu sözü üzerine birazcık olsun rahatlamıştım. Her şey unutuluvermişti...
Sabah olmuştu. Hep birlikte kahvaltı yaptık fakat ben hala üzgündüm. Kahvaltıdan sonra eniştem ayağa kalkmış çantasını hazırlamıştı. Çantanın içersinde olta takımları vardı. O her hafta sonları Galata köprüsünün altına gider, balık tutardı. O gün beni de yanına alarak beraberce evden ayrıldık. Bir belediye otübüsüne binerek köprüye yakın bir yerde indik. köprüye kadar yürüdüler. Köprünün altına indiklerinde onlar gibi balık tutmaya gelen insanlar erkenden yerlerini almışlardı. Rast gele deyip oltalarını denize savuruyorlardı. Eniştem çantasını açtı takımlarını hazırlarken " hadi biraz dolaşta gel bakalım" dedi. Pazaryeri gibiydi köprünün altı. Balıkçılar, köfteciler, lokantalar ve ızgaralardan çıkan dumanlar iştah kabartıyordu. Zaman sonra eniştemin yanına döndüm. Balık yemleri takılmış ve olta hazırlanmıştı. ona dönerek "Şimdi bana iyi bak, oltayı böyle atacaksın denize" der demez, savurdu olta’sını. Bir süre sonra tam da olamasa da öğrenmiştim. Balıkların iştahını kabartacak çift iğneli oltanın ucuna yemleri takıyor, eniştem ise var gücüyle oltasını en uzağa atıyor ve bekliyor, olta titriyor balıklar iştahla yutmak istedikleri ve yemlerin takılı olduğu iğnelere, damaklarından asılmış vaziyette, çırpınarak yüzeye çıkıyor ben ise onları oltadan kurtarıyor ve sıkıca tutarak; yallah kovaya. Sonra onların çırpınarak nefes alışlarını seyrediyor, hem üzülüyor ve hem de seviniyordum. Sevincim akşam yemeğinde balık ziyafeti, üzümtüm ise onların çırpınarak ölmesi idi.
Gün öğleyi aşmıştı. Bir ara bardağı yirmibeşkuruş diye bağıran ve ellerinde bardak ve su kovaları ile koşan çocukların arkasından, uzun uzun baktım. Eniştem bana dönerek "neden öyle baktın, sende yapabilirmisin" dedi. On da ne varmış, kovaya su doldurup bardağı yirmibeş kuruş diye bağırıyorlar dedi.
Bu arada akşam yemeğinde bütün aileye yetecek kadar balık tutulmuştu, gün de hayli ilerlemişti. Eniştesi ona dönerek "Şimdi sen bu balıkları ve takımları al, indiğimiz yerden otübüse bin doğruca eve git, halana da söyle balıkları akşama hazırlasın." Hiç acemilik çekmeden doğruca eve gittim kapnın ziline bastığım da halam karşıladı beni. Balıkları görünce maşallah dedi ve elimden kovayı aldı, kızı ve halası balıkları temizleyip hazırlarken ben de günün yorgunluğundan bir köşe de uyuyuvermiştim.
Akşam olmuştu ve eniştem eve gelmiş, balıklar kızarmış ve yemek masası hazırlanmıştı. Fakat bu arada oturduğu odanın köşesinde büyükçe bir çaydanlık gibi, su satıcılarının kullandığı su kovası takıldı gözüme ve eniştem bana baktı, gözgöze geldik. "nasıl beğendin mi" dedi. Hiç sesimi çıkarmadım. Hem korkuyordum ve hem de seviniyordum. Herkes bana takılmaya başlamıştı "sucu " diye... Bir an dalmış ve su diye bağırarak dolaştığımı hayal ettim...
Halam aksamdan kovanın içine konulması için buz dolabına bolca su koydu. Hazırlıklar tamamlandı ve herkes bana gülüyordu...
Temmuz sıcağı ve sabah erkenden kalktım. Halam akşamdan koyduğu buzdolabındaki buzları çıkardı kovanın içine doldurdu ve arkasından suyunu da doldurdu bir taraftan da söyleniyordu kendi kendine "delirmiş bu herif bu çocuk şimdi bu işi nasıl yapacak" Herşey hazırdı ve yola çıkma zamanım gelmişti. Kovayı tuttuğum gibi kaldırdım, yaşıma göre biraz ağırdı fakat katlanmalıydım. Halam uğurlayarak yolcu etti beni.
Belediye durağına geldim ve biraz bekledikten sonra belediye otobüsü geldi. Kova’mı sıkı sıkı kavrayarak en arka kısma geçerek ayaklarımın arasına kıstırdım.
Taksim meydanına ulaşmak için en azından beş on durak geçmek zorundaydım. Araç her frene bastığında ve duraklarda durduğunda, kovanın içindeki buzlu su taşkınlık yapıyor ve yolcuları ıslatıyordu. Homurdananlar, laf atanlar. Kimseyi aldırmıyordum. Sadece Taksim meydanını ve satacağım suyun hesabını yapıyordum.
Nihayet son durağa gelmiştim. Otübüsten indim ve biraz yürüdüm. Şimdi nasıl olacaktı bu iş, nasıl bağıracaktım bardağı yimi beş kuruş diye. Bir ara kova ve bardak elimde sessizce dolaştım. Kimse su içmiyordu. Kısık bir sesle utanarak bardağı yirmi beş kuruş diye seslendim. Kendim bile zor duyabiliyordum sesimi. İlk müşterim yaşlı bir amca oldu. “Suyun soğuk mu evlat” Evet soğuk amca, buz gibi” “ver bakalım bir soğuk suda içelim, içimiz ferahlasın” Tamam amca. Bardağı doldurduğum gibi amcaya uzattım“Ellerin dert görmesin evlat” dedi.
Amcanın evlat kelimesi ve benimle kısacık muhabbet etmesi beni heyecanlandırmış ve cesaretlendirmişti. Yirmi beş kuruş ilk paramı da kazanmış ve siftahımı da yapmıştım. Sonra daha da gür çıkmaya başladı sesim. Soğuk su, soğuk su, bardağı yirmibeş kuruş. İlk günüm Taksim meydanın da geçti. Paramı sürekli sayıyordum. ilk günde güzel bir kazançtı. Aynı zamanda halamın ve eniştemin övgülerini de kazanmalıydım.
Akşam eve geldiğimde günü nasıl geçirdiğimi heyacanlı, heyacanlı anlattım ve kazandığım parayı halama teslim ettim.
Günler hızlı bir şekilde birbirini kovalıyor ve gün geçtikçe kazancım da artıyordu. Taksim topkapı derken her yeri dolaşmaya başlamıştım. Bazen Topapı’ da isportacı tezgahlarının önünde saatlerce Orhan Gencabay, Ferdi Tayfur kendimi arabeks müziğin ahengine kaptırarak saatlerce zaman geçirirdim. Yeni sucu arkadaşlarım da olmuştu. Bana Tarlabaşında ki suyunu dolduracağı çeşmeyi ve biraz aşağısındaki buz haneyi gösterdiler. Her sabah Taksim Meydanın da toplaşır Önce buzlarımızı alır, sonra sularını doldurur ve herkes kendi bölgesine gitmek üzere ayrılırdık. Hepsinin kazancı aşağı yukarı aynı olurdu. Bu arada polisleri gördüğüm zaman kaçmamı söylediler. Böyle açıkta su satmak yasakmış. Akşamlara kadar köşe kapmaca oynardık polislerle.
Aradan bir aylık bir zaman geçmişti ve alışmştım Istanbul’a ve Istanbul sokaklarına. Hiç bir yer bana yabancı değildi artık. Her yeri dolaşıyordum. Ok Meydanı ile Taksim meydanı arasında gidip gelirken İlk aşkımı da bulmuştum. Bir esmer güzeli, siyah saçlar, boncuk gibi gözler, biraz ürkek ve mahcup orta boylarda sevil adında bir kız. Bana göre dünya güzeliydi. Aşık olmuştum. Fakat onun bundan haberi bile yoktu. Her gün onun bineceği satte çıkardım durağa ve benden bir durak sonra otübüse biner ve benden önce inerdi. Hem utanıyor ve hemde korkuyordum. Gözlerim hep onda idi. Kalabalığı yararak sanki korumaya alıyordum. Birbirimize bakıyor ve gözlerimizi kaçırıyorduk. Bir gün bütün cesaretimi toplayarak kısık bir sesle merhaba dedim. Merhaba diyerek karşılık verdi. " Tekstil mağazasında çalıştığını ögrendim. Kuş gibi uçuyordum. Bir kız arkadaşım olmuştu. Hafta da bir gün pazar günleri tatili vardı. Yerleri belliydi, Taksim Meydanı anıtının dibi. Her pazar gelir çocukça muhabbetler eder. Bu yüzden pazar günleri kazancım yarı yarıya düşer, bazen de sinemaya giderdik...
Ağutos ayının başlarıydı. Bir sabah tarla başından buz kütlesi alarak kırdım ve kovama doldurdum. Buzlar saman içersinde soğuk hava deposunda saklandığı için kovanın içersine toz girmemesi mümkün değildi. Sonra suyu doldurdum. Taksime doğru yola çıktım. Uzun süre dolaşıp su sattıktan sonra, yorgunluktan kaldırımın kenarına oturdum. Hava sıcak mı sıcaktı ve gün ise ikindiyi aşmak üzereydi. Birden bir ses "Kaçın polisler geliyor" bu sesler sucu arkadaşlarımdan geliyordu. Birden ayağa kalktım etrafına bakındım. Polisler arkadaşlarımı kovalıyordu. Kovamı kaptığım gibi ben de kaçmaya başladım. Fakat iki taraftan da kıstırlmıştım. Hemen oracıkta kıskıvrak yakalandım. Önce kovanın kapağını açtılar. Kovamda az miktarda su kaldığı için toz zerrecikleri görünmekteydi. Önce ne bu pislik diye sorguya çektiler beni. Yapmayın etmeyin deyip yalvarsam da dinlemediler. İki polis postallarıyla ile kovamı kullanılamaz hale getirdiler. Sonra uzaklaşıp gittiler. Ben kovamın başında ölü bir beden gibi saatlerce ağladım. Arkadaşları başıma toplanmış beni teselli etmeye çalışıyorlardı. Bir kova daha alırız üzülme diyorlardı. Kör talih iste. Önce işimden atılmıştım, sonra ekmek teknem bükülmüş kırılmıştı...
O akşam eve son derece üzüntülü bir şekilde su kovası olmadığı halde döndüm. Ne diyecektim halama ve enişteme... Boya sandığı yüzünden işten atıldım, sonra pis diye polisler kovasımı kırmışlardı. Mutlaka birşeyler bulması lazımdı. Otobüste düşüne düşüne giderken, yalan söyleyeceğim dedim. Aynen de öyle yaptı. Akşam karanlığında eve girdiğimde, önce herkes yüzüme baktı birşeyler olduğunun farkındaydılar. Zaman sonra eniştem "ne oldu yüzün bembeyaz" bişey mi oldu" dedi. Yok bişeyim, biraz rahatsızım, güneş çarptı herhalde dedim. Aslında polisler çarpmıştı. Sonra kovayı sordular. Otobüste getirip, götürmek zor olduğu için arkadaşlarla bir yer bulduk oraya bırakıyoruz dedim. İnanmışlardı bana, fakat yarın ne olacaktı...
O gece hiç uyuyamadım. Polislere içimden lanetler yağdırıyordum...
Sabah olmuştu, kahvaltıdan sonra hiç bir şey olmamış gibi evden çıktım. İki durak sonra otobüse binecek olan kız arkdaşımdaydı aklım.
Durağa gelmiştim. Gözlerim onu arıyordu ve biliyordum ki, o da, beni arıyordu.
Hızlı bir şekilde otobüse bindi ve kalabalığı yara yara biraz o, biraz ben kalabalığı yararak birbirimize yaklaştık. Nasılsın diye sordu bana. Kısık bir sesle durumu kendisine anlattım. "Üzülme boşver başka iş yaparsın" dedi. Çalıştığı işyerinin durağında indi. Ben ise Taksim’e doğru şaşkın, şaşkın gidiyordum...
Taksim meydanına ulaştığımda, boş boş dolaşırken, daha öncesinden tanıdığım ve el arabasında hıyar soyup satan birinin yanına gittim. "Neden boş boş geziyorsun" diye sordu. Ona durumu izah ettim ve eve yalan söylediğimden söz ettim. Bana dönerek " Üzülme gel bana yardım et, yine kazanırsın" dedi. Sevinmiştim. Hemen kolları sıvayıp başladım hıyar soymaya, aynı zamanda bağırıyordum. Gel vatandaş gel, hıyara gel, bizim bahçeden bunlar... Su sattığım kadar kazanamasam da; harçlığımı çıkarabiliyordum.
Akşam eve gittigimde ise halama ve enişteme, insanlar eskisi gibi su içmiyor, havalarda serin gidiyor galiba, aynı zamanda sucularda çoğaldı diye yalan konuşuyordum.
Ağustos ayının onbeşi sularıydı. Bir günün akşamında eve geldiğimde babamı karşısında görünce önce şaşırdım ve korktum. Sonra yüzünün gülümsediğini görünce rahat bir nefes aldım.
Hoş beş ettikten sonra, babam bana dönerek "İki gün sonra köye gideceklerini" söyledi. Hem üzülmüş ve hemde sevinmiştim. Üzüntüm esmer güzeli arkadaşımdan ayrılacaktım. Onu son bir kez görmeliydim...
Sabah erkenden kalktık. Kahvaltıdan sonra, kovayı alıp gelmemi söylediler. Şaşkına dönmüştüm. Kova çoktan çöpe gitmişti. Evden ayrıldı ve arkadaşı ile son bir kez görüşerek geç vakitlere kadar dolaştık ve vedalaşarak ayrıldık.
Akşam eve geldiğimde geç saatlere kadar sohbet edildi. İçimden kovayı unuttular diye geçiriyordu ki, halam "kova nerede diye sormaz mı? Suskundum en sonunda ısrarlar üzerine kovamı bir hafta önce polislerin parçaladığını, bir haftadır hıyarcıyla birlikte çalıştığımı anlatınca; kızacaklarını sandığım halde herkes de bir kahkahadır koptu. Hıyarcı ha, bir kahkaha daha. Eniştesi, "ben anlamıştım zaten" "Hıyarcı ha..." kahkaha üstüne kahkaha. Bu arada ben de son derece rahatlamıştım...
Bir sonraki akşam babamla birlikte eniştem ve halam ile ve kuzenlerim ile vedalaşarak Orduya doğru yola çıktık...
Istanbul Okmeydanı ile,
Taksim meydanı arasındaki çocukluk maceram da böylece sona ermiş oldu...
Kahvelerimizi de içtiğimize göre; Hadi sağlıcakla kalın...
Ekrem SAYGI
23.06.2016
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.