- 663 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
KÜLLİ AKIL İLE CÜZİ AKIL
Allah aklı ile onun yarattıklarının aklı arasında derin anlam ve manalar vardır. Rabbin aklı sonsuz ve sınırsızdır. Yarattıklarının aklı ise sınırlıdır. Belli bir yere kadar ileri ya da geri fark etmez. Fasit bir daire gibi düşünebiliriz. Allah’ın hükmü dışında aranan ahlâk ve insan hakları kavramlarının içi ilelebet kof kalacaktır.
Çünkü İyiyi ve doğruyu ayırt edebilmek de aklın bir noktaya kadar başarı sağlayabileceği bir alandır. Akıl İslam ile mükellef olmakla eş anlamlıdır. Aklı olmayanın dini olmaz derler, Mesul değil ve mükellef değildir. Oysa aklı olan Allah’ın emirlerine uymak ve yasaklarından sakınmak zorundadır. Yani mükelleftir, mesuldür. Yaratılanların en üst sevide yaratılışı bazı mecburiyetleri yüklemiştir insana. Ahlaki değerlerle donatılmış bir insan, toplumda revaçtadır ve kabul görür. Muhakkak güzel ahlak üzeresin hitabı geldiğine göre;
Tüm ahlaki değerler güzeller güzeli resule indirilmiştir. Ahlak kavramı dar bir çerçeve değil içi sonsuz dolu bir sınırsız değerler manzumesidir “ahlak” kavramının çok geniş manaları barındıran bir derûnu var. Bu kavramı ne bir kelime ne de basit bir tanım olarak ele alabiliriz. Bu mefhumun hakkını verebilmek için kılcal damarlara kader hissetmek ve yaşamak gerekir. En bariz şekilde ifade etmek gerekirse, Ahlâk: insanın iyiyle kötüyü net çizgilerle ayıracak bir bilgeliğe sahip olması ve bu bilinci ailede, yakın ve uzak çevrede, işte, eğitimde ve her türlü toplumsal alanda doğru ve erdemli davranış biçimi olarak fiiliyata dökmesidir.
İnsan davranışlarına bazı sınırlar konmuştur. Bu sınırlar toplumun düzenli yaşam şekline yansıtılır. Kişilere toplum bilinci verdiği gibi sorumluluk bilinci de verir. Sınırları çizilmeyen bir ahlak anlayışında toplum düzeni olmaz, aile düzeni yoktur. Curcuna yaratır. Toplumlar ahlak düzeyine göre değerlendirilir. Bu düzeyin seviyesi ne kadar yüksek olursa aile toplum ve iş ilişkilerinden dost meclislerine kadar her bir etkileşim alanında hududa riayetle davranabilme özelliği de ahlâkının yansımasıdır. O hâlde ahlâk, sınırlandırılmış davranış modellerine uyumluluğu da ifade eder.
Milletlerin ülkelerin huzurlu ve birbiriyle dayanışmaları bazı değerlerin ortak olması ile alakalı olup, uyum içinde icra ettikleri değerler ölçüsüne sahip olmalarına bağlıdır. Akıl ile donatılmayan hiçbir varlık bu değerlerle değerlendirilmez, ancak ve ancak nimet olarak verilen akıl ile insana yüklenmiştir. Söz, davranış ve günlük yaşam aksiyonlarının hiçbirinde ayıplanacak ya da takdir edilecek bir hareket statiği olmayan canlılar, ahlâk ve erdem gibi yüce anlamlara haiz olamazlar. Buradan hareketle, bu canlılar için “edepsiz”, “hayâsız” ve “rezil” gibi alçaltıcı sıfatlar da kullanılamaz. Fakat insanın hayvanî bir sınırsızlıkta yaşayıp gitmesi, o insanı rezil yapmakla birlikte hayvanî bir kimliğe de eriştirir.
Sınırlar zorlanıp yırtıldıkça mesul olmadan yaşan hayvanların hürriyeti gibi bir özgürlük isteyen insanda zamanla özgürleştikçe Ahlaki değerlerinden ayrılıp hiçbir değere sahip olmayan hayvan gibi yaşam sürmesi muhtemeldir. Bu toplumların bozulmasına dejenere olmasına sebep olacaktır. İşin bu kısmı sadece niteliği düşük sıfatlara liyakatle kalmayacak, ahlâk yoksunluğunun kaçınılmaz sonu olan çevresel yıkım süreci (‘’vetiresi’’) Ahlaki değerleri reel hayata uyarlamadıktan sonra bir faydası yoktur. Hayatında uygulanmayan değerlerin kişiye katkısı olmaz. Bu değerlerin kişiye yüklediğidir ki bazı sorumluluklar yüklemiştir. Yüzeysel ya da derinlemesine irdelenerek toplumların, ailenin ya da fertleri hayatını düzene koyacak mefhumları ortaya çıkarmak gerekir. “ahlakın formunu değiştirme şeklinde ele almayıp herkes için bildiğini sandığı bir şeyin derinine inmek, onu sindirmek ve reel hayata geçirmek zorunluluğunu ortaya koymak gerekir.
İnsan yaratılış itibariyle ahlaki değerleri üzerinde bulundurur. Fıtrat olarak ahlakı değerlerle beraber yaratılır. Zamanla değerlerini üzerinden atan insan bir gün ahlaki değerlerden iflas etmiş bir müflise dönmüştür. “insan fıtratındaki değerleri kaybedebilir. Birtakım bilinçli-bilinçsiz hatalar, günahlar, haramlar ve insan ilişkilerindeki özensizlik, Rabbin kullarını yaratırken yazılıma dâhil ettiği donanımdan zayiat vermekle sonuçlanabilir. Fakat kaybedilen değerlerin insandan sıyrılışıyla, çırılçıplak kalan bir vücuda benzer: Bunu tekrar giydirelim desek mümkünde olabilir. Ya da eğrelti gibide durabilir. Ahlakı değerlerin bir kısmı coğrafyaya ya da milletlere ya da geleneklere olabilirse de en büyük kaynağı İslam’dır.
Dayanağını İslam’dan almayan değerler zamanla dejenere olup kaybolabilir. Dayanağı İslam olan değerler hiçbir aşınmaya girmez ve devamlı ve kalıcıdır. İnsanların üzerinden sıyırıp atmasıyla değer kaybolmaz. Sadece üzerindeki elbise gibi çıkarıp atmıştır. Değer yine değerdir. Ahlak sınırlar içinde kalmak” olarak belirlenmiştir. Fakat bu sınırların da fikirlere ve zaviyelere göre değişmediği çok keskin noktalar var. Bazı coğrafya sınırları içerisinde toplumu etkileyen değer gibi görünen alışkanlıklar vardır. Bunlar sadece o coğrafya ve o coğrafyada yaşayanlar için geçerlidir. Bazı coğrafyalarda ve toplumlarda bazı davranış şekilleri ahlaksız sayılırken başka bir coğrafyada hiç de öyle olmayabiliyor. Fakat bu hareketin ahlâka uygun olup olmadığı hakkında söz sahibi değildir.
Günahı ve haramı şimdilik bir kenara koysak ve sadece ahlâk kavramının sınırlarını belirlemek açısından bazı davranışları inceleyecek olursak Çok üzgünüm ama buradan zikretmeden geçemeyeceğim yemeği, ekmeği atıyoruz. Halbuki dinimiz israfın haram olduğunu, dinimizce nimet sayıldığını biliyoruz. Çöpe atmanın toplumsal normlara uygun kabul gördüğü toplumun örf ve âdetleri, inanç ve kültürleri yemeğin çöpe atılmasını normal kabul edegelsin. Ve yemeği çöpe atan insanları da ahlâklı varsaysın. Bunu yaparken de hiçbir dinî öğretiden dayanak almasın. Olguyu hangi zaviyeden değerlendirmeye kalkarsak kalkalım, bu hareket, ahlâk sınırlarının dışında kalır. Zira yemek bir ihtiyaçtır. Yiyeceğiz beslenelim diye, hayatımızı devam ettirelim diye yeriz. Yaşamak bir haktır. Hak ise beslenerek yaşatmakta bir değer ve bir ahlaktır. Ayrıca maddî varlıkla da yakından ilgisi vardır. Afrika ülkelerinde ve bazı İslam ülkelerinde en büyük sorun açlıktır. Bu kadar hayati bir yiyeceğin çöpe atılması inanç zaafından kaynaklanır. Bu bir inançsızlık kaynağıdır. Ya da yiyeceği nimet saymayanların İnsan için bu kadar mühim bir şeyin çöpe atılması, yaratıcıya inanmayan ya da gelenekleri yemeği nimet saymayan toplumlarda dahi ahlâkça düşüklük olarak kabul görmesidir.
Bir topluluk ya da gurup bunu ahlaksızlık olarak görmedi diye ahlak anlayışı çirkinin kendini şahmeran görmesi, aptalın kendini dahi sanması, güçsüzün kendinde kaba dayı zannetmesi gibi yanılgıdır. Eğer İslâmî değerler üzerinden düşünürsek İslâm yemeği sadece çöpe atma demekle kalmaz, Aşırıya da kaçma der. Sadece kendin yeme, paylaş der. Sağlıklı ve sağlıksız besinler arasında da bir ayrım yapar. İslâm ahlâkının sınırları çok daha belirgin ve çok daha insanîdir; ayrıca çok daha elzem detayları da içinde barındırır. Çünkü insan yemeği çöpe atmaması gerektiğini zarurî bir bilinçle bilebilirse de bazı yiyeceklerin neden yasaklandığını ya da temiz bir elle ve besmeleyle yemenin neden mühim olduğunu ancak bilgi edinmekle öğrenebilir.
Konu İslâm olduğunda kişisel zaviyeler güdük kalır. Toplumsal kabuller yetersiz kalır. Çünkü Allah’ın kanunları bir meseleyi bütün yönleriyle ele alır ve ona göre bir sınır belirler. Ahlâk insanı anne-babasına karşı belli bir ölçüde davranmayı ve konuşmayı gerektirirken, yoldaki yürüyüş biçimine kadar nitelikli bir görüntü vermeyi mecbur kılar. İnsanın insana denk geldiği bütün davranışlar, ahlâk ve erdem seviyesini belirleyecektir. Hitap ederken, birlikte iş yaparken, aynı binada yaşayan bireyler ortak alanları paylaşırken hep bir sınırla çevrelenen insan, bu sınırlara sadakati ölçüsünde ahlâklı ya da ahlâksız sayılır.
Yüksek sesle konuşmak ve müzik dinlemek ahlâksızlıktır” dediğimde, bunu kabul etmeyecek, sınırları geniş pek çok insana rastlamak mümkün. Fakat bağırarak konuşmak ya da müziğin sesini sonuna kadar açmak bir insanı bile rahatsız ettiğinde, buna sebep olan kişinin genel olarak ahlâk normlarına uyan bir insan olsa bile, o an için ahlâkın kenar çizgilerinden taştığını söylemek yanlış olmaz. Böyle net ve keskin sınırlarla belirlenmeyen ahlâk, namus ve erdem gibi kavramlar toplumlarda gevşekliğe neden olacaktır.
Eğer siz komşunun komşuyu ses, gürültü ya da ortak alanda kişisel davranışlar yoluyla rahatsız etmeyi o toplumda ahlâkın alt başlıklarından biri olarak lanse etmiyorsanız, sınırı aşan hareketler bu kadarla kalmaz, çok daha taşkın hareketler de çok daha kolay bir şekilde icra edilir. Hâlbuki sınırları dar tuttuğunuzda, sınır aşımları da daha kısa mesafelerde olacaktır.
Peki sınırları kim belirler? Ya da kendiliğinden gelişen ahlâkî sınırlar insanlığın refahı için yeterli midir? Evvelâ sınırları insan aklı ve vicdanı bir raddeye kadar belirleyebilecek kabiliyete sahip olsa da asla kâfi gelmeyecektir. Kendiliğinden toplumda yer edinen birtakım kurallar ve hudutlar da toplumların emekle var ettiği sınırlar da sadece insan ürünü olduğunda adaletli ve yüksek faydalı bir sonuç elde edilemez.
İşte bu yüzden insanın insana zarar ve rahatsızlık vermeden ve pek tabiî kendi öz değerini yitirmeden yaşayıp gitmesinde gereken ahlâkî sınırlar da Yaradan tarafından belirlenmiş, dini aracılığıyla insan aklına göre sistematize edilmiş ve Peygamberleri vasıtasıyla insanlığa hem anlatılmış hem de rol-model olarak gösterilmiştir. Rabbinin İslâmî hudutlarını beğenmeyenler, mübarek ve yüce kelâmında buyurulan hudutları yaşam biçimi olarak benimseyenler ve Hazreti Muhammed’in (sav) yüksek insanlık seviyesini örnek almayanlar, kendi toplum ve kültürlerince meydana getirilmiş ahlâk sınırları içinde kusursuz bir denge sağlayamazlar.
İnsan aklı, Rabbinin yardımı, inayeti ve rehberliği olmadan yüksek fayda ile çevreye olumlu bir etkide bulunamaz. Erişilen iyilikler ve güzellikler, Rabbin dini olmadan son derece kifayetsiz kalır. Dini referans almadan erişilen iyilikler ve güzellikler de yine Rabbin ayeti olan insana fıtratla bahşettikleridir. Çünkü insanın aklı da ruhu da O’nun verdiği nimetler olduğundan, birtakım doğruları keşfedebilme ve hayata geçirebilme kabiliyetiyle donanımlıdır. Fakat bu yetersizliği tamama erdirebilmek için hiç şüphesiz İslâm hukukuna itaatli bir ömür sürmek gerekir.
İnsan hakları, ahlâk dairesinin sınırları içindedir. İnsanın insanca yaşama hakkı, değerini koruma ve kişiliğine zarar verilmeme hakkı, muhakkak diğer insanların ahlâk sınırlarında yaşamasıyla paraleldir. Toplumu yönetenler, bir kulvarda insana hüküm veren yetkileri elinde tutanlar, ahlâksızsa o toplumda insan hakları ayaklar altında çiğneniyor demektir. Bir insanın bile doğuştan, yaratılıştan gelen hakkının zayi edilmesi, ahlâkın sınırlarını aşmaktır. Devlet büyüklerinin, yetki sahiplerinin davranışındaki ahlâk seviyesiyle toplumun fayda veya zarara uğraması nasıl paralelse, bir aile bireyinin aile içinde, kişinin yaşadığı apartmanda, mahallede, gittiği okulda, çalıştığı işte de ahlâkî sınırlar içinde yaşamasıyla vereceği fayda-zarar oranı paraleldir. Kâinatta canlı cansız tüm varlıklara, az ya da çok, sürekli ya da kesintili zarar vermek, üzmek, rahatsız etmek, yıpratmak ve benzeri tüm olumsuz etkiler ahlâkın dışındadır.
Ayakkabıcının ayakkabı tamir ederken en doğru müdahaleyi yapma gayreti nasıl ahlâktansa, doktorun en doğru tedaviyle hastaya muamele etmesi de ahlâktandır. Çöpçünün yerdeki çöpleri toplarken bir tanesini bile es geçmemek üzere itina etmesi, fırıncının ekmeği yaparken malzemeden çalmaması, şirkette çalışanın iş kurallarına, işe gidiş-geliş saatlerine uyması, her türlü iş ortamında işin hakkını verecek bir emeğin sarf edilmesi hep ahlâktandır. İnsanın pencereden sokağa attığı çöp hem çevreyi kirletecek hem de oradaki hayvanlara zarar verebilecek, insanları rahatsız edecek ve çöpleri toplayanlara ekstra bir iş yükü olacağından basite indirgenemez ve ahlâk sınırları dâhilinde kabul göremez Madem bütün insan hâlleri ve eylemleri ya ahlâk sınırları içinde hoş görülecek ya da ahlâkın sınırları dışında kalarak ya öz kimliğe ya da etki alanına zarar verecek, O hâlde bu sınırlar insan aklı ve vicdanıyla belirlenemez. Hakeza insan aklıyla belirlenen kanunların bütün dünya için ne kadar yetersiz kaldığı gerçeğine de bakmak gerek. Hiçbir insan hakları bildirgesi, hiçbir kadın hakları sözleşmesi ve hiçbir ahlâk belirleyici kanunlar silsilesi, İslâm öğretisinin vaat ettiği ahlâk ve toplumsal huzur bileşiğini meydana getiremez.
Allah’ın adaletinde hiçbir insana, canlıya ve tabiata haksızlık yoktur. O’nun kanunlarında vicdanları rahatsız edecek, kişinin öz varlığına halel getirecek tek bir eksiklik bulunmaz. O’nun iktidarında O’na itaatle yaşayan hiçbir toplumda kimse dışarıda kalmaz. Kur’an-ı Kerim’de ve Peygamberimizin gerek mübarek kelâmı gerekse Kur’an’ın yaşayan örneği olan davranışlarıyla bütün insanî davranışlar açıkça belirlenmiş ve beyan edilmiştir.
İslâm öyle kusursuz bir sistemdir ki insanın yolda yürüyüş şeklinden yemeği çiğneme biçimine kadar her bir detayı ihtiva eder. hiçbir anayasa ve hiçbir anane, Rabbin bahşettiği ile boy ölçüşemez. İyiyi ve doğruyu ayırt edebilmek de aklın bir noktaya kadar başarı sağlayabileceği bir alandır. Bir noktadan sonra insanın bütün ilimlere vâkıf olması gerekir ki neyin fayda, neyin zarar verdiği hususunda kusursuz bir saptama yapabilsin. (KÜLLİ AKLIN) verdiği, ondan bir cüz olan (CÜZİ AKLIN) verdiğinin bir olması mümkün değildir. Cüzi aklı küllü aklın önüne çıkarmak nasıl abes ise, cüzi aklın her şeyi bilmesi de mümkün değildir. Bu da mümkün olmadığından, aklın acziyetini kabul etmek, aklı ve vicdanı Rabbin hudutları dâhilinde kıymete eriştirmek gerekiyor.
==============================AR=============================
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.