- 402 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
kuantum ve yönetim
-unutma sadece bir ay süren var, yolun başına dönebileceksin.
-aile babası yaşamım ne olacak?
-bunu paralel evrenler gibi düşün, aile babası olarak hayatına devam ederken sana ikinci şans verilecek geriye döndüğünde bilgilerin yine hafızanda olacak öğretmenlerin senin dahi olduğunu düşünecekler tüm disiplinlerdeki üst düzey bilgilerini geri döndüğün okulunda kullanabileceksin üniversiteyi kazanacaksın.
-bu ayrıcalık bana neden veriliyor?
-on sekiz yaşında girdiğin sınavda heyecandan bilincini bir süre kaybettin, görevli öğretmenler kısa süre bayıldığın için seferber oldular zaman kaybettin ve sınavı kazanamadın. Bu mağduriyet seni seçkin kişi yaptı artık o sınavda başarısız olma şansın yok. Zorlandığın grafik sorularında yanındaki arkadaşa sorman gerekmeyecek özel ders alamadığın için anlamadığın konular olmayacak.
Şu an hayatında hedeflediğin amaca ulaşamadın bunun farkındayız dergilere yolladığın makaleler basılmaya değer görülmüyor, katıldığın edebiyat yarışmalarında dereceye giremedin.
Bu sonuçlar yaşam ile bağını kopardı kabul ediyorum. Ben senin iyilik meleğin olarak görevlendirildim çünkü karşına çıkan başarısızlıklar seni hayattan koparmamalı, mücadele etmelisin!
Başarı kimseye altın tabak içinde sunulmaz. Seni anlamaya çalışıyorum, bu dünyadan ayrıldıktan sonra iz bırakmak istiyorsun, Montaigne gibi yüzyıllar sonra okunmak istiyorsun.
-senin gerçek olup olmadığını anlamakta zorlanıyorum, bu bir rüya olmalı.
-inan bana bu yaşam kadar gerçek, beş yaşındayken balkondan aşırı derecede sarktığında yardımına ben koştum. O günü hatırlıyor musun?
İlkokul birinci sınıfta hece kitabına çalışırken öğretmenin yanına geldi, elinde kalın mavi karton kapaklı bir kitap vardı, sınıfta sadece sana bu kitabı hediye etti ve sen ilk satırı yaşamın boyunca unutmadın.
-Tom!Tom! neredesin seni haylaz çocuk!
O çocuk romanı kitapların dünyasına kapıyı araladı ve yaşamın boyunca bir kitap kurdu oldun. İlk romanlarında büyükler için yazdın. Deneme şiir, otobiyografi ve polisiye romanları yazdın. Her gece bilgisayarın başına oturup bu gün şiirlerimi kaç kişi okudu? Sorusuna cevap bulmak için heyecan içinde sayfanın açılmasını bekledin, şu an durum biraz farklı. ilk kez bir çocuk romanı yazacaksın “TOM SAWYER “ gibi ve bu kitabı birlikte yazacağız!
İlkokul günlerini ve sınıf arkadaşlarını unutmamış olman senin için bir avantaj. İnan bana hatıralarla yaşamanın aklına gelmeyecek faydaları vardır.
Anılarla yaşamak gerekli ancak yeterli değildir, çocuk romanı yazarken dikkatli olmalısın. Kelimeleri seçerken titiz davranmalısın. İlk kitap bir çocuğu kitaplarla dost yapabildiği gibi okuma heyecanını söndürebilir de.
Unutma, gelecek nesiller mutlaka okumalı!
-Benim de tam olarak yapmak istediğim bu aslında. Sen de gözlemlemişsindir günümüzde çocuklar ve gençler tabletlere ve telefonlara çok zaman ayırıyor. cümle kurmakta , kitap okumakta ve muhakeme etmekte zorlanıyorlar. Öğrencilik yıllarımda ben de çok parlak bir öğrenci değildim ama boş zamanlarımda dünya klasiklerini okudum. Bu noktada aklıma şu soru takılıyor:
“benim çocukluğumda tablet icat edilmiş olsaydı yine kitaplarla dost olur muydum?”
-bu soruya yanıt veremem ama ilk gençlik yıllarında “atari” dediğin o koca makinelere sen de fazla zaman ayırıyordun.
-o günler çok geride kaldı ve sen bana özlemle aradığım hatıralarımı yeniden yaşama şansı veriyorsun. Bu nedenle sana minnettarım. En önemlisi iki yıl önce salgında kaybettiğim annemi yeniden görme şansım olacak. Onu göreceğim değil mi?
-elbette göreceksin, gün ağarırken annen erkenden uyanıp sobanın küllerini boşaltacak senin için kahvaltı hazırlayacak ve sen her sabah olduğu gibi kül dolu soğuk teneke kutuyu sokağın başındaki çöp kutusuna boşaltıp hızla eve döneceksin.
1982 yılındaki o dar sokaklarda komşu çocukları ile top peşinde koşacaksın.
-Polisiye romanları çok seviyorum, iyilik meleğim. Bununla birlikte polisiye yazmak ayrı bir yetenek gerektiriyor. Deneme yada roman yazarken kendimi özgür hissediyorum. Çocuk romanı konusunda ise dikkatli olmak gerek haklısın.
“Küçük Prens” güzel bir çocuk kitabı ama ATATÜRK’ü
Bir diktatör olarak nitelediği için sevmiyorum.
Sence kitabımın ilk cümlesi ne olmalı?
İlk cümle okuyucu için çok önemlidir.
Küçük Prens bir soru cümlesi ile başlıyor:“benim için bir koyun çizer misiniz?”
Tom Sawyer ise iyi kalpli teyzenin öksüz ve yetim olan yaramaz Tom’a seslenmesi ile başlıyor.
İlk satır bir kahramanın konuşması mı olmalı yoksa bir tasvir mi olmalı?
“gazap üzümleri” isimli kitabın uzun bir tasvirle başladığını hatırlıyorum. Son sayfasında beni çok üzen Şeker Portakalı isimli çocuk kitabının nasıl başladığını ise şu an hatırlayamadım. İlk olarak “Zeze “ gibi bir çocuk kahraman yaratmalıyım.
-bu kitabın çocuk kahramanı sen olacaksın. Kısa pantolon ve yaralı dizkapaklarınla evinizin yanındaki yıkılmış köşkün bahçesindeki ağacın gölgesinde bilye oynayan küçük çocuk bu romanın kahramanı olacak.
Zeze sensin Necip!
-çok güzel, romanın kahramanını belirledik ancak iş sadece kahramanı belirlemekle bitmiyor. Çocuk romanında mutlaka macera olmalı.
Afacan beşler okumadın mı?
Tom ve arkadaşı Huck azılı suçluların yakalanmasına yardımcı olur ayrıca Tom ve sınıf arkadaşı Becky okul gezisinde sınıftan ayrılıp kaybolur ve bir mağaraya sığınır.
Macera konusunda en iyi kitabın Afacan beşler olduğunu düşünüyorum. İki kız iki erkek çocuk ve bir kahraman köpek (Tim) bir ekip çalışması ile kötü adamların yakalanmasında güvenlik güçlerine yardımcı olur.
-bizim romanımızda kötü adam yok. Klasik çocuk kitaplarından farklı olacak. Okuluna öğrenci olarak geri döndüğün zaman macera başlayacak. Çocukluğunda sevdiğin bir hayvan dostun var mıydı?
-çocukluğumda sokakta gördüğüm her kedinin üşüdüğünü düşünürdüm. Sokakta bazı çocukların kedilere ve köpeklere taş attıklarına şahit olmuştum.1982 yılında evinde kedi yada köpek besleyen kaç tane aile vardı ki? Günümüzde apartman dairesinde kedi beslemek çok revaçta ne yazık ki obez kedileri yazılı ya da görsel medyada izliyorum. Çocukluğumda hatırladığım tek hayvan dostum beyaz bir tavşan yavrusuydu, eflatun renkli gözleri sürekli hareket halinde olan burnu ile evimizin neşesi olmuştu.
Annem tavşanı bir arkadaşından ödünç almıştı, kısa bir süre misafirimiz olan bu tatlı tüy yumağından ayrılmak zor olmuştu. Macera konusunda sana katılmıyorum. Bir romanda mutlaka aksiyon olmalıdır. Çocukluğumda yazmaya değer bir olay oldu mu diye düşünüyorum şu an.
-iyi bir kitapta mutlaka aksiyon olmalı mı?
Sofie’nin Dünyası isimli kitapta aksiyon var mıydı?
-hayır , yoktu. Kitap çok sürükleyiciydi sevgili meleğim.
-ergenlik çağındaki Sofie Amudsen gizemli bir mektup alır ve öykü başlar. Felsefe tarihini okuyucuyu sıkmadan anlatan gizemli mektuplarla merak uyandıran bir kitap.
Bizim kitabımızda amacımız çocuklarımıza bilimi sevdirmek olacak, sen benim tarafımdan gönderilen gizemli mesajlar alacaksın ve ergenlik çağındaki tükenmeyen enerjin ile sana verilen ikinci şansı kullanarak bilimin perdesini aralayacaksın.
Bugün 15 eylül 1982, okulun ilk günü. Annemin elini sıkı tutuyorum üzerimde siyah önlüğüm var. Okul evimizden sadece yüz metre uzakta, plastik çubuklarım ve renkli abaküsüm geçen hafta alındı.
İlk ders defterimize dik doğrular ; ikinci ders eğik doğrular çiziyoruz. Öğretmenimiz bize gitarı ile şarkılar
Söyledi. Annesinden ayrılmak istemeyenler göz yaşlarına boğuldu. Yıllar sonra tekrar tebeşir tozu yuttum, kara tahtaya doğru parçaları çizdim. Sınıfın duvarlarında mevsimler köşesi, Atatürk köşesi ve tarih şeridi ile büyük bir Türkiye haritası var.
Ayşe’yi tekrar görmek çok güzel!ilk sırada onunla beraber oturuyoruz.
Plastik çubuklarımızdan geometrik şekiller yaptık,plastik kuru fasulyelerimizle saymayı öğrendik, arka sırada Figen ve Meliha oturuyor.
Beslenme saatinde haşlanmış yumurta,peynir ve zeytin ile minik bir kahvaltı yaptım.
Ve hiç unutmadığım o an geldi. Öğretmenim bana kitap hediye etti, bu bir dejavu. İlk pişmanlığımı okullar arası bilgi yarışmasında yaşamıştım. Cumhuriyet ilkokulu ekibinin lideri seçildim. Gerçek hayatımda aynı cevabı iki soruya vererek hata yapmıştım. İlk soruda cevap doğruydu ancak ikinci sorunun cevabı belgisiz sıfat değil belgisiz zamir olacaktı ve benim hatam yüzünden okulumuz elenecekti,ama bir dakika!
İyilik meleğim bana bir fırsat tanıdı artık hata yapmak yok! Beklediğim an gelmişti, büyük salonda rakip okulun ekibi tam karşımızdaydı ve puan durumu eşitti. Türkçe sorusu jüri tarafından okundu. Cevabı elimdeki beyaz kartona yazmalıydım, ekibime dönüp” Arkadaşlar
Aynı cevabı iki kez yazamayız bu nedenle sorunun cevabı belgisiz zamir olacak “ dedim ve o an zamanda bir kırılma oldu. Biz kazandık. Bu yarışma bana kaybetmeyi öğretmişti eve kadar ağlamıştım. Babam asık suratla nasıl bu kadar dikkatsiz olduğumu sormuştu, oysa bu anılar iyilik meleğim sayesinde yok olmuştu. Finallerde ise yaptığım hatayı hiç unutmamıştım. Bir düzlemde sonsuz tane doğru vardır ve bu nedenle düzlemin iki değil sonsuz tane alt uzayı vardır. Öğretmenlerim bu yaşta nasıl derin geometri bilgisine sahip olduğumu düşünerek şaşırıyor.
“nokta” boyutu olmayan bir geometrik şekildir diyorum, sonsuz tane nokta bir araya gelerek bir doğru ;sonsuz tane doğru bir araya gelerek bir düzlem oluşturur. Düzlem iki boyutludur:uzunluk ve genişlik.
Yaşadığımız uzay ise üç boyutludur. Düzlemde olmayan boyut yüksekliktir. Benim ve sıra arkadaşım Ayşe’nin yerden yüksekliği ölçülebilir.
Okul müdürü beni tebrik ederken babam benimle gurur duyduğunu söylüyor. Unuttuğum bir nokta var bizi biz yapan hatalarımızdır, oysa benim hata yapma şansım yok. İyilik meleğim gerçekten bana iyilik mi yaptı acaba?
İnsanlar hata yaparak olgunlaşır ve doğruya ulaşır. İlk bakışta bu yetenek büyük bir lütuf gibi geldi. Sokağımızın virane konağının bahçesinde futbol oynuyoruz,birazdan gerçek hayatımda Mehmet ile kavga edeceğimi ve ben onunla konuşmaya çalışırken burnumu kıracağını biliyorum. Beklediğim an geldi, Mehmet topu fırlatıp bana doğru koşarak geldi ama ilk darbeyi ben vurdum, zavallı çocuğun dudağı kanamaya başladı. Kendimi hile yapan bir oyuncu gibi hissettim. Mehmet ağlayarak eve gitti. Kuzenim yaptığım hareketin çok yanlış olduğunu bunun sadece bir oyun olduğunu söyledi. Bu oyunu gereğinden fazla ciddiye aldığımı ve gereksiz yere kalp kırdığımı belirtip evine gitti. Bu sözü hiç unutmamıştım. Gerçek hayatımda dudaklarının kanaması gereken kişi bendim. Mehmet’in bana vuracağını beklemiyordum ve ben onun karşısında
Saf saf beklerken yumruğunu birden burnumda hissetmiştim, olması gereken buydu!
Annem ve babam tarafından sürekli takdir edilmek
Beni yormaya başladı. Bu alternatif zamanda ders çalışmaya gerek yok bir dikdörtgenin alanının kısa kenar ile uzun kenarın çarpımına eşit olduğunu zaten biliyorum. İngilizce ve almanca konuşabiliyorum. Yaşıtlarım ise yeni kelimeleri öğrenmek için defalarca yazmak zorunda kalıyor. Ayşe ise hayatından memnun. Okul birincisinin sıra arkadaşı olduğu için çok şanslı olduğunu düşünüyor ama bu mutluluk kısa sürecek. İkinci sınıfta Ayşe okulumuzdan ayrılacak. Babasının memur olması nedeni ile taşınacaklar. Ona gerçeği anlatsam deli olduğumu düşünecektir.
“Ayşe ben aslında elli yaşında amatör bir yazarım. Lise yıllarımda bir türlü öğrenemediğim organik kimya dersini otuz yaşında sıcak yaz günlerinde öğrenci gibi ders çalışarak öğrendim. Bunu neden yaptığımı bilmiyorum.”
Hakkımda ne düşünür acaba? Onun beyaz tokalarını çok seviyorum. Okulun avlusunda onunla “elim sende” ya da saklambaç oynamak ne kadar güzel! Çocuk olmayı çok özlemişim!
Her şey yolunda , hayatımda başarısızlığa yer yok . ayşe yanımdan ayrılmıyor ama ben mutlu değilim. Beni rahatsız eden nedir bilmiyorum. Kendimi kopya çeken bir öğrenci gibi hissediyorum. Sınıf arkadaşlarıma haksızlık yaptığımı düşünmeye başladım. Onlar minik beyinleri ile ilk kez duydukları geometrik terimleri pekiştirmeye çalışırken ben tecrübem sayesinde hiç zorlanmıyorum.
-senin iyilik meleği olduğunu sanıyordum.
-ben sana iyilik ettim, sayemde yirmi yaşında genç bir profesör olacaksın uluslar arası dergilerde senin ismin yazacak ve farklı ülkelerde seminerlere katılacaksın.
-sadece bir ay sürem olduğunu söylemiştin. Başarısız olduğum üniversite giriş sınavında yapamadığım soruları kolaylıkla çözüp yeni mesleğimle yeni bir hayata başlayacaktım!
-hesaplarda bir değişiklik oldu,Necip.
-benim yüzümden çocuğun dudağı kanadı, kendimi suçlu hissediyorum.
-sen vurmasaydın o sana vuracaktı, bu nedenle kendini suçlu hissetmene gerek yok, sen kendini savundun.
-ona şiddet uyguladım yaptığım yanlıştı bir çocuk arkadaşına vurmamalı onun kendisine vuracağından emin olsa bile!
-yani birisi sana vurunca sen öbür yanağını gösterip buraya da vur mu diyeceksin? Tanrıdan dilekte bulunduğun zaman dikkatli ol,Necip kimi dilekler onun tarafından kabul edilir. Gerçek yaşamında üniversiteyi bitirdikten sonra yaz sıcaklarında ders çalışıp öğretim görevlisi olmak için jürinin karşısında başarısız oldun ve salondan ayrılırken bunu hak etmediğini düşündün. Tanrı seni duydu ve dilediğin gerçekleşti, daha ne istiyorsun?
-bu gerçek dünya değil iyilik meleği, sanal dünyada yaşıyorum. Bak sana gauss’un öykünü anlatayım. Gauss on yaşındayken matematik öğretmeni o gün ders anlatmak istemez ancak öğrencilerin meşgul olması gerekmektedir. Bu amaçla herkesin birden yüze kadar olan sayıların toplamını bulmasını ister. Gauss ilk sayı olan bir ile son sayı olan yüzü ,toplar ve defterinin köşesine yüz bir yazar. İkinci sayı olan iki ile sondan bir önceki sayı olan doksan dokuz sayısını toplar ve yüz bir bulur. Bu şekilde tam elli tane yüz bir olduğunu anlayıp çarpma yapınca cevabı 5050 bulur. Cevabı bulması
Birkaç dakikasını almıştır. İki ders boyunca öğretmen masasında gazetesini okuyacağını hayal eden öğretmen cevabın doğru olduğunu anlayınca şok olur ve karşısındaki çocuğun bir dahi olduğunu anlar. O doğuştan dahi olduğu için bunu başardı. Ben üstün zekalı değilim bu insanları kandırmaktır. Genç yaşta makale yazıyor olmam tecrübem sayesinde gerçekleşiyor , hiçbir zaman Newton ya da Gauss olamam!
-Gauss konusunda sana hak veriyorum ancak Newton konusunda sana katılmam imkansız. Newton’un tanrı vergisi bir zekası yoktu. Başarısını disiplinli çalışmasına borçluydu. Optik konusunda o kadar çok yoğun çalışırdı ki kendi gözleri ile yaptığı deneyler nedeni ile körlük tehlikesi yaşadı. İngilterede grantham şehri yakınlarında woolsthorpe ‘da erken bir doğumla hayata geldi. Doğmadan babasını kaybetmişti.
Dört yaşına kadar annesi ile büyüdü, daha sonra annesi başka biri ile evlendi ve yedi yıl boyunca ona anneannesi baktı.
Newton’ın evrensel kütle çekimi ve hareketin üç kanunu, sonraki üç yüzyıl boyunca bilim dünyasına egemen olmuştur. Newton, dünyadaki nesnelerin hareketleri ile gökyüzündeki nesnelerin aynı doğal yasalar ile yönetildiklerini kendi kütle çekim kanunu ve Alman gökbilimci Johannes Kepler’in gezegen hareketleri kanunu arasındaki tutarlılıklar ile göstermiştir. Newton aynı zamanda ilk yansıtmalı teleskop’u geliştirmiş, beyaz ışığın bir prizmaya tutulduğunda farklı renklerden bir tayf yapması gözlemi sonucu bir renk kuramı da oluşturmuştur.
Isaac Newton, bilim insanları tarafından bilim tarihinin en etkili insanlarından biri olarak kabul edilmektedir. 1999’un sonlarında, 100 ileri gelen fizikçiyle gerçekleştirilen milenyum oylamasında Isaac Newton, tüm zamanların en iyi fizikçileri arasında Albert Einstein’dan sonra 2. sırayı almıştır. Amerikalı astrofizikçi ve yazar Michael H. Hart’ın 1978 yılında yayımladığı "Dünyaya Yön Veren En Etkin 100" adlı kitabında ise Newton, 2. sırada yer alarak Albert Einstein dahil tüm bilim insanlarının en üstünde tutulmuştur. Ünlü bilimkurgu yazarı Isaac Asimov da, Newton’dan ’’tarihin en büyük bilim insanı’’ olarak bahsetmiştir.
Sana ayrıcalık tanımamızın sebebi insanlığın giriştiği en önemli ve heyecan verici keşif yolculuklarından biri olan
Evrenimizin davranışını yöneten temel ilkelerin araştırılmasında rol almandır.
İki buçuk bin yıldan fazla süren bir yolculuk sonunda insanlar önemli bir ilerleme gösterdi. Bununla birlikte
Bu yolculuk son derece zor olduğunu kanıtladı ve gerçek çoğu zaman yavaş yavaş ortaya çıktı.
Yine de yirmi birinci yüzyıl bize olağanüstü yeni anlayışlar kazandırdı, bazıları o kadar etkileyici oldu ki pek çok bilim insanı fen biliminin temel ilkelerinin bir anlayışa yakın olabileceğimiz görüşünü dile getirdi.
Dünyamızın davranışının temelini ilkelere sahip olduğumuz anlayışı aslında onun matematiğinin takdir edilmesine bağlıdır.
Bazı insanlar ilköğretim düzeyinde matematik kapasiteleri olmadığı inancını oluşturacaklarından bunu umutsuzluğun bir nedeni olarak kabul edebilirler.
Pek çok insanın korkulu rüyası matematik bize ilkokul yıllarında ezberlediğimiz çarpım tablosu, basit kesirler, birleşik kesirler ve tam sayılı kesirleri anımsatır.
Bu noktada aklımıza şu soru gelir:İnsanlar
Kesirlerin manipülasyonunda ustalaşamazlarsa, fiziksel teorinin en ileri noktasında devam eden araştırmayı kavrayabilmeleri için nasıl iyi bir şekilde tartışabilirler?
Ben bu konuda iyimser davranmak istiyorum, kesirlerde dört işlem yapamayan insanların aslında sahip olduğu potansiyelin farkına varamayan insanlar olduğunu iddia ediyorum.
Mesleğinde ilk yılını tamamlayan bir coğrafya öğretmeni ile birlikte ders çalışırken onun şu tespitini unutmuyorum.
“Matematik bin bir gece masalları gibi, her seferinde işi kitabına uydurup, bir çözüm buluyorsunuz.”
Bin bir gece masalları olmadan etrafımızdaki fiziksel varlıkları yöneten kuralları anlama imkanımız yok.
İlkokul sırasında öğrendiğimiz kesirlerde sadeleştirme işlemi aslında Einstein genel görecelik kuramında kullanılan denklik bağıntısı kavramının bir uygulamasıdır.
Her insan yeteri kadar okursa her seviyede bilgiyi anlama kapasitesine sahiptir.
Evrenimizi hangi yasalar yönetir? Onları nasıl tanıyacağız?
Bu bilgi Dünyayı anlamamıza ve dolayısıyla eylemlerini bizim avantajımıza yönlendirmemize nasıl yardımcı olabilir?
İnsanlığın doğuşundan beri insanlar bu gibi sorularla derinden ilgileniyorlar.
İlk başta, kendi yaşamlarından elde edilebilen anlayış türüne atıfta bulunarak Dünyayı kontrol eden etkileri anlamaya çalışmışlardı.
Kontrol eden her ne olursa olsun ya da her kim olursa olsun, çevrelerinin, olayları kontrol etmek için kendileri gibi davranacağını hayal etmişlerdi:
Başlangıçta, olayların kaderlerinin yada insan dürtülerine çok uygun şekilde hareket eden varlıkların etkisi altında olduğunu düşünmüşlerdi.
Buna göre, güneş ışığı, yağmur fırtınaları gibi doğa olaylarının seyri, kıtlık hastalığı, bu tür insan dürtüleri tarafından güdülenen tanrıların veya tanrıçaların kaprisleri açısından anlaşılmalıdır.
Ve bu olayları etkilediği algılanan tek eylem, tanrı figürlerinin yatıştırılması olacaktır.
Fiziksel Dünyamızın davranışının temelini oluşturan ilkelere sahip olduğumuz anlayışı, aslında onun matematiğinin biraz takdir edilmesine bağlıdır.
Ancak yavaş yavaş farklı türden kalıplar güvenilirliklerini oluşturmaya başladı. Güneş’in gökyüzündeki hareketinin hassasiyeti ve gündüzün geceyle değişmesiyle net ilişkisi en bariz örneği sağladı; ama aynı zamanda Güneş’in yıldızlara göre konumlanmasının, mevsimlerin değişmesi ve buna bağlı olarak hava durumu ve dolayısıyla bitki örtüsü ve hayvan davranışları üzerindeki net etki ile yakından ilişkili olduğu görüldü.Buradaki açıklamalarımda, birçok önemli matematiksel kavramın doğasında bulunan fikri, güzelliği ve sihri aktarmakla daha çok ilgileneceğim.
İşin büyüsü, bir kesir fikrinin gerçekte doğrudan doğruya fiziksel Dünyada, olmamasına rağmen pasta parçalarıyla tam olarak ölçülen şeyleri deneyimlememize yaramasıdır.
Bu, doğrudan deneyimimizin sayısız varlığını kesin olarak ölçen 1,2,3 gibi doğal sayılar durumunun aksine Platonik dünyaya ait bir olgudur.
Kesirlerin tutarlı bir anlam ifade ettiğini görmenin bir yolu, aslında tanımı yukarıda belirtildiği gibi tam sayı çiftlerinin sonsuz koleksiyonları açısından kullanmaktır.
Bir kesirli sayıyı kendi başına bir tür varoluşa sahip bir varlık olarak düşünmek daha iyidir ve çiftlerin sonsuz koleksiyonu, bu tür bir varlığın tutarlılığı ile uzlaşmamızın yalnızca bir yoludur.
Aşinalıkla, kesir gibi bir varlığı kendi varoluş türüne sahip bir şey olarak kolayca kavrayabileceğimize inanmaya başlarız ve sonsuz bir çiftler topluluğu fikri yalnızca bilgiç bir alettir, bir kez sahip olduğumuzda hayal gücümüzden hızla uzaklaşan bir alet.
matematik sadece kendi yarattığımız kültürel bir etkinlik değil, kendine ait bir yaşamı var ve çoğu kez fiziksel evrenle inanılmaz bir uyum buluyor.
Matematik Dünyasına girmeden fiziksel Dünyayı yöneten yasaları derinlemesine anlayamayız.
Özellikle, yukarıdaki bir eşdeğerlik sınıfı kavramı sadece matematikle değil, aynı zamanda modern parçacık fiziğine göre doğanın kuvvetlerini tanımlayan ayar teorisi ilkeleri gibi önemli fizikle de ilgilidir.
Sana Am-tep’in hikayesini anlatayım. Am-tep bir sanatçıydı.o gece yorucu bir günün sonunda atölyesindeki tahta sedirinin üstünde uyumaya çalışıyordu.Aslında kendisi dahi uykuda yada uyanık olduğunu tam olarak kestiremiyordu.Bu esnada tuhaf bir şey oldu,Am-tep kalkıp pencereye yöneldi,güneş kuzeyden yükselmeye başlamıştı!
Bu yükselen kırmızı nesne güneş olamazdı,bu kadar çabuk sabah olacağına gözleri inansa bile yorgun kemikleri inanmıyordu.
Uzakta denizden gökyüzüne doğru yükselen adeta ateşten oluşmuş bir hava koridoru vardı.Pencerenin önünde durduğu anda koyu bir bulut gördü.Bu bulut adeta dev bir şemsiye gibi ateş sütununu kaplamıştı keder veren bir hali vardı.Gece boyunca gördüğü yıldızlar birer birer yok olmaya başlamıştı.Sanki cehennemden yeryüzüne inmiş olan bu ateş koridoru ve iç karartıcı şemsiye yıldızları yutuyordu.Am-tep bu manzara karşısında korkmuş olmalıydı fakat korku yerine o daha çok etkilendiği için kımıldamadan pencere önünde durup izlemeye devam etti.Karşısında kusursuz bir simetri vardı.Ruhunu karartan bulut birden doğuya yöneldi.
Daha önce Tanrı’nın bu kadar şiddetli öfkesine tanıklık etmemişti.İlk tepkisi kendisini suçlamak oldu.Öküzün üzerinde yükselen dünya heykelini yaparken bir kusur işlediğini düşünmeye başladı.Acaba tanrıları kızdıracak bir hatası mı olmuştu?Büyük Sarayda bir sorun olabileceğini düşünmeye başladı.Rahip-Kral şeytani Tanrının isteklerini yerine getirmek için vakit kaybetmezdi,fedailer olmalıydı.Geleneksel meyve şölenleri yada kurban edilen hayvanlar bu şeytani Tanrının öfkesini yatıştırmak için yeterli olmazdı.Fedailer insanlar arasından seçilmeliydi.Kısa bir süre sonra etkili bir rüzgar ile oda içinde savruldu.Rüzgarın kulakları uğuldatan bir sesi vardı, bir an için sağır olduğunu sandı Am-tep.Büyük bir emek vererek yaptığı kilden kaplar bulundukları raflardan salınarak yere düşüp parçalara ayrıldılar.Rüzgarla savrulup odanın bir köşesinde iki büklüm düşünürken odadaki karışıklığı gözlemledi.Denizin üzerinde beliren korkunç manzarayı gözlemlemek için güçlükle de olsa ayağa kalkmayı başardı.Kendisine doğru gelmekte olan dev dalga ile birlikte sanki hipnotize olmuştu.Dev dalgalar gemileri bir ceviz kabuğu gibi kıyıya doğru sürüklüyordu.Gemiler sahile vurduktan sonra kıyıya yakın yerlerde kurulan evlere zarar verdi.Am-tep daha kötüsünün olabileceğini düşünüyordu ve bu düşüncesinde haklıydı.Bu şiddette bir doğa olayının yatışması için sadece bir insan kurban edilmesi yeterli olamazdı.Birden çocuklarına döndü, sonra yeni doğmuş torununa baktı,çocukları ve torunu tehlikede olabilirdi.Genç bir kız ve yeni doğmuş bir bebek şimdi tapınağa doğru büyük bir kalabalık eşliğinde yola çıkmıştı.Önde rahipler tütsü dumanını havaya savururken yer büyük bir gürültü ile ikiye ayrıldı,rahipler ,kurbanlar ve peşlerine takılan insanlar bu derin çukur tarafından yutuldu.Bu depremden dolayı büyük saray da yıkılmıştı.Am-tepin şimdiye kadar yaşadığı sakin huzurlu dünya yok olmuştu,bu güzel ada halkı el sanatları ile uğraşır komşu topluluklar ile ticaret yapardı.Büyük sarayda çeşit çeşit bitkiler farklı renkte ve güzellikte çiçekler hayvan türleri bulunurdu.Savaşı ve savunmayı halk bilmezdi.Birkaç yıl önce yetenekli marangoz ve aynı zamanda denizci oğlunun yaptığı gemi ile adayı terk etmişti Am-tep.Torunun dünyadaki her olayı merak eden bir havası vardı.Yolculuk boyunca hava sakindi.
Neden tanrılar kimi zaman kızgın olurdu ve karşılaştıkları tufanları kim nasıl idare ediyordu,zihnini kurcalayan bu soruyu torunu ile paylaştı fakat bir cevap bulamadı.Bu olaydan sonra bir yüzyıl hatta bir milenyum geçmiş olmasına rağmen Am-tep’in sorusuna cevap bulunamadı.
Amphos kendisinden yüzyıllar önce yaşayan dedesi Am-tep gibi sanatçıydı,altın süs eşyaları,her çeşit kilden yapılmış küpleri özenle sıralar yaşamını sanatı ile kazanırdı.Yaklaşık kırk nesil boyunca hep aynı sanat ile uğraşmışlardı.Nesiller boyunca aktarılan tek yetenek el sanatları değildi,aynı zamanda araştırma ve öğrenme arzusu da aile içinde nesillerden nesillere aktarılmaktaydı.Büyük felaket huzur içinde yaşayan bir toplumu yok etmişti.Yüzyıllar evvel Am-tep’in zihnini meşgul eden sorular şimdi de Amphos’un cevabını bulmak için yanıp tutuştuğu sorular ile aynıydı.
Amphos bitkilerin yapısına çalıştı.Böceklere ve yaşamında karşısına çıkan diğer küçük yaratıklara çalıştı,taşları ve kayaları inceledi.Öğrenme arzusu ile doluydu ve gözlem yapmayı çok seviyordu.tarıma ilgisi vardı ve tek bir tohumdan bir bitkinin nasıl olup da yetişip geliştiğini öğrenmek istiyordu.
Acaba Tanrılar yıldızları daha düzenli bir şekilde yerleştirmeyi neden denememişlerdi?Bir çiftçi tarafından rastgele savrulan tohumları andırıyordu yıldızlar.Tabiatın kanunları kusursuz bir şekilde işliyordu.Evrenin yaradılışında rol oynayan batıl inançlar ve cahillik değil,sayılar ve geometriydi.Bir milenyum önce Am-tep’in yaptığı gibi Amphos da deniz yolculuğuna çıktı.Croton şehrine ulaştı.Bu şehirde gerçeği bulmaya odaklanmış bir tarikata kabul edildi
Bu tarikatın önderinin ismi Pisagordu!
Bu üçüncü okuyuşumdu. Toplam on bir sayfa yazmıştım ve artık tek bir satır yazamıyordum. Dün gece boş sayfa açıp beyaz ekrana uzun uzun baktım. Gözlerim kapanmaya başladı beyaz ekran beni büyülemişti. Masa başında yazmak için ilham gelmesini beklerken rüya görmeye başladım. Ruhum bedenimden sıyrılıp yükselmişti aşağıda sonsuz mavilikte deniz ve dipteki yosunları görebiliyordum. Bu bir tatil ülkesiydi. Bir süre sonra bu ülkeden sıyrılıp bir kuzey Avrupa ülkesine süzüldüm.
Yüksek bir tepede büyük bir şato gördüm, belki de sahibi kont Draculaydı. Şato o kadar büyüktü ki, merdivenlerden zemin kata inene kadar ağzından ateş çıkaran ejderhaya yakalanıyordum.
Bu arada bu yüksek kubbeli bina içinde uçma yeteneğimi neden kaybettiğimi düşünmeye başlamıştım.
Yazmaya ilk başladığım günlerde ünlü olmanın hayallerini kurardım. Sıradan bir kitapçının herhangi bir rafında gezinirken karşıma çıkan kitabın yazarı olmak en büyük mutluluk kaynağım olacaktı.
Basılan dördüncü kitaptan sonra bu hayal yavaş yavaş yok olmaya başladı. Şimdi gecenin bu saatinde sıcak yatağımda uyumak yerine yazdığım on bir sayfayı tekrar tekrar okuyorum. İlk izlenimlerim bir Wattpad romanı izlenimi verdiği yönünde, ergenler için okunabilir bir kitap. Günün büyük kısmını ergenlerle geçiren benim için bir sürpriz olmasa gerek!
Aslında kitabımda hedefimi anlatmaya çalışacaktım. Refah ülkesine gitmek için geceleri uykusuz kaldığımı gözlerim yavaşça kapanırken kuantum mekaniği okumaya devam ettiğimi yazacaktım.
Hayallerim gerçekleşir de okulum biterse medeni ülkelerden birine gittiğim de ilk işim az kullanılmış bir araç almak olacaktı.
Yaşadığım ülkede yaptığım mesleği çağdaş bir ülkede yapmak için başvuruda bulundum aslında ancak ülkemde aldığım pedagojik formasyon eğitimini çağdaş ülkeler yeterli bulmuyordu bu amaçla hatırı sayılır dergilerde makaleler yazmalıydım. Yazmanın tek yolu vardı:sabahlara kadar okumak!
İlk ders gözlerim kapanmaya başladı, öğrenciler konuyu ikinci ders anlatmamı istediler çünkü onlar da benim gibi oturdukları sırada uyumaya başlamışlardı. Uyanık olanlar cep telefonlarını kullanıyordu.
Mesleğimin ilk yıllarında öğrencilerle sohbet ederdim şimdi ise ben elli yaşıma girdim onlar hala on beş yaşında artık konuşacak ortak bir noktamız yok. Öğretmen masasında çayımı yudumlarken bir an evvel zilin çalmasını hemen okulun dışına çıkıp sigaramı yakmayı hayal ediyorum.
Elimdeki makaleyi tekrar tekrar okuyarak öğrencilerin bana hediye olarak sunduğu kırk dakikayı verimli kullanmak istiyorum çünkü ikinci ders Paskal üçgenini ve Binom açılımını anlatacağım.
Kuantum mekaniğini ve klasik mekaniği öğrenmem gerek son yazacağım romanım için bu gerekli araya ergenler için birkaç satır ekleyeceğim. Elbette onların dilini kullanmam gerek örneğin takipçi kasmak, görüldü atmak, hikaye basmak gibi.
Bu satırları yazarken yaşadığım ülkeden neden memnun olamadığımı düşünüyorum. İdeal devlet nasıl olmalı sorusu birkaç gündür zihnimde. Bu soru da beni “Devlet” isimli eseri okumaya sevk ediyor.
“Elimizdeki metnin Yunanca adının sadece dilimize değil, öteki dillere de çevrilmesi sırasında alınabilecek kararlar bile, bir tartışmanın kapısını aralayabilir cinstendir. Bunu söylerken, daha çok akademisyenleri, hatta daha da öteye Platon uzmanlarını ilgilendirecek bir soru olan, Platon’un metnine tekil “politeia” mı yoksa çoğul “politeiai” adını mı vermiş olduğu sorusunu kastetmiyoruz. Platon külliyatı içinde günümüze ulaşan elyazmalarında her iki biçimin de kullanıldığını öğreniyoruz. Platon’un en ünlü öğrencisi Aristoteles’in bu eserden yaptığı alıntılarda kullandığı tekil biçimi tercih etmememiz için herhangi bir neden bulunmadığını ve bu tercihin büyük olasılıkla yerinde olduğunu gönül rahatlığıyla söyleyebiliriz. “Devlet” başlığını tercih etmeme durumunda, metnin başlığı “Devlet Biçimleri” olarak düşünülmelidir. Bu konuda epey bir tartışma yapıldığı belli oluyor. Ancak elbette Aristoteles’in alıntıları felsefe-kültür tarihi bakımından en güvenilir, sahici kaynak olma hakkına sahip; çünkü, Platon adı altında, günümüze sahiciliği tartışılır, hatta sahteliği aşikâr epey bir birikim uzana gelmiştir. Batı’da yapılan çevirilerin ortak kaynağı olan Yunanca metninin yanı sıra “Yasalar” metninin ve öteki politik içerikli Platon metinlerinin sahte olduğunu, Politeia’ya bir yorum yazan, İS 5. yüzyılda yaşamış Proklos’un iddia ettiği söylenir. Çeviriye dönecek olursak, başlık hakkında karar vermeye yönelik asıl güçlüğün bu tekil-çoğul tercihi arasına sıkışmadığını, “politeia”yı ister Devlet isterse de Devlet Biçimleri olarak karşılayalım, sorunun, Yunanca kavramın derinliğini ve genişliğini modern ya da öteki devlet kavram ve tasarımları ile vermenin zorluklarından kaynaklandığını söylememiz gerekiyor.
Bu ilişkiyi biraz açmakta yarar var; çünkü buradan metne girişin bir ilk kapısını da aralama imkânı elde edebiliriz. Kuşkusuz, “devlet” geleneği farklı sosyal-politik-kültürel topluluklar; “devlet” dendiğinde, içeriği değişik ve farklı doldurulacak bir kurumun çağrışımlarına açılıyorlar. Burada bizim yetki ve uzmanlık alanımızın dışında kaldığı için, kendi sosyal-politik-kültürel dünyamızda “devlet” sözcüğünün içeriğinin, bir kavram olarak, toplumsal “zihinde” “duygu ve algıda”, toplumsal/bireysel psikolojide nasıl doldurulduğunu tartışmak bize düşmez. Zaten bu “giriş” kapsamında fiziksel olarak da imkânsızdır bu. Gene de kısaca bir iki değinme yaparak, özellikle “modern devlet” anlayışını çok geç “ithal etmiş” bir ülkede, Platon’un politeia’sının oldukça farklı bir devlet kavrayışına işaret ettiğini hatırlatmakta yarar bulunmaktadır. Çünkü, aynı sözcük ya da kavram, diyelim ki, devlet ile imparatorluk (reich) kavramını ve çağrışımlarını birleştirmiş, devleti soyut bir zorlayıcı gücün temsilcisi (yasal) şiddet tekelleşmesi olarak algılamaya eğilimli bir Alman zihni ile farklı bir devlet yaşantısı bulunan bir İngiliz’in zihnine farklı yansıyacak; bu iki farklı bakış açısından Platon’un politeia’sı da değişik düzlemlerde alımlanabilecektir.
“Polis” ya da Kent Devleti ve Yurttaş İlişkisi Politeia, eski Yunanlı için (en azından metnin yazıldığı dönemde) önemli ölçüde bireysel, kişisel yaşantı parçası gibi bir şeydi; “polis” insanının ya da yurttaşının bizzat katıldığı bir deneyimdi; politeia bir iç düzendi, “polis”in ruhuydu, kişi de (yurttaş da) bu “polis ruhunun” vazgeçilmez, ortadan kaldırılmaz parçasıydı. Dolayısıyla da “politeia, onun dışında, ona yukarıdan zor uygulayan soyut bir kurum olarak hiçbir anlam taşıyamazdı. Yunanlılara özgü politik bir yaratım olan “polis,” kişinin (yurttaşın, bireyin) yararlarını düzenleme adına, onun karşısında, zor uygulama yetkisini meşrulaştırmış bir karşı güç olarak yer almıyordu; polis, mekânsal bir merkezin, polis’in (kentin) içinde, çevresinde bir araya gelmiş, bağımsız bir cemaat (topluluk) oluşturan yurttaşların toplamıydı. Polis topluluğu (cemaati) kişinin yurttaş (politeas) olarak yaşayabileceği biricik sosyal alandı; bu nedenle de en azından onun politik varoluşunun ortadan kaldırılması ya da polis dışına itilmesi, bugün bizim anlayıp kavrayabileceğimizden çok farklı sarsıntılara yol açabiliyor, kimliğin, kişiliğin ve varoluşun yitimini ifade ediyordu. Kişi, polis’te, doğuştan itibaren yurttaşlık hakkı kazanmış oluyordu; çünkü hem hakiki polis’li olan anne, gene bir polis yurttaşı olan babaya bir çocuk armağan etmiş oluyordu; bu yönden, fiziksel bakımdan polis’li olma hakkını elde ediyordu çocuk; ama öte yandan da aile hukukuna göre düzenlenmiş, kendi gelenekleri, dinsel kült ve tören âdetleri bulunan bir cemaatin (phratrie) içinde dünyaya geldiği, bu cemaate kabul edildiği için de polis yurttaşı, öteki deyişle bir kent yurttaşı sayılıyordu. politeas (polis yurttaşı) savaşta ve barışta kenti için yaşar ve kentin hemen surları önüne gömülür, ya da savaşta ölmüş ve geri dönememişse, bütün öteki savaş kahramanları ile birlikte bu kez sembolik olarak surların önündeki mezarlıkta yerini alır, politik hayatını kentin (devletin) içinde öteki işlevlerini yerine getirerek gerçekleştirirdi: Ya askerdi ya da komutan; dar anlamda politik görev yapan, onurlu bir resmi işte çalışan bir memurdu (bürokrat); ekonomik işlerle uğraşır, dini gereklikleri yerine getirirdi. Yunan polis’i, bütün kült (tapınma/ibadet) görevlerinin yönetildiği merkez, tanrıların iradesinin gerçekleştirilme aracıydı. Polis tanrıların koruması altındaydı, o da, “kalede”, Akropolis’te oturan tanrılarını kayırıp koruyordu. Kentin bütün eylemleri, aldığı kararlar, yaptığı tercihler ilkece tanrılarındı ya da onlar adına, onların istediği eylemler olarak anlaşılıyordu; bu eylemleri yerine getirenler, tanrıların lütfuyla, onların koruması ve yol göstermesi sayesinde yapabiliyorlardı bunları; demek ki polis’e karşı asice, yıkıcı ve başına buyruk davranan kimse, aslında tanrıların buyruk ve isteklerine karşı gelmiş oluyordu.”
İlginç bir tesadüf olması gerek, yıllar sonra ülkemde bazı politikacılar hükümet lehine oy kullanmayan vatandaşların cennete gidemeyeceğini ifade ediyor.
Polis düzeni, tanrıların düzeninin gerçekleşmesinden başka bir şey değildi; bu da dünya düzeninin burada temsil edilmesi demekti; Yunanlılar için dünya ile düzen kavramının aynı sözcükle ifade edilmesi herhalde anlamlıdır. Tanrılara giden, polis’in üstüne yükselmiş olurdu; çünkü eski Yunanlı, Tanrı ile ve dünya ile bireysel bir bağ kurma gibi bir anlayışa sahip değildi; o ancak polis’e, kente aidiyeti sayesinde insan olma vasfına sahip olabiliyordu. Ancak düzen, biçimler ve kurallar üzerinden gerçekleşir; bu biçimlerin, ilke ve kuralların toplamı, devlet düzenini (anayasayı), öteki deyişle politeia’yı, ya da devlet biçimini meydana getirir. Düzenin yasası (anayasa) sadece “agraphoi nomoi”, yazıya geçmemiş örf, âdet, gelenekler ve yasalar olarak yurttaşların “içinde” var olduğu, yaşadığı sürece, etkili olabilmek (icra edilebilmek) için yazılı düzleme geçmiş olmak zorunda değildir; ancak devletin uzun süreli var olması durumunda, genellikle olduğu gibi, bu örf ve âdetler, davranış belirleyici yasalar, önemli noktalarıyla yazılı kayıtlara dökülebilir, böylece çarpıtmalardan, istenmeyen değişikliklerden korunabilir. Bu noktada polis, artık yasayı koyan, düzen talep eden kurum olarak, polis hayatının her alanında tek tek yurttaşların “karşısına” çıkar. Ne var ki bu ilişki, polis’in bir yasa koyucu ve düzenleyici olarak yurttaşını, bizim anladığımız anlamda “zorlaması” anlamına gelmekten çok, bir kaygılı anne, eğitimci, yetiştirici, yol gösterici ilişkisi olarak anlaşılmalıdır.
Kaygılı bir annenin kaygı oranı yada koruma içgüdüsünün artması durumunda benim ülkemde olduğu aşamaya geleceğini düşünüyorum.
“Sen düşünme, ben senin yerine düşünürüm!”
Sen okuma araştırma üretme ben bunları senin yerine yaparım! Sen sadece tüket!
Cumhuriyetin kuruluş yıllarında üretime ağırlık verilirken şimdi tüketime ağırlık veriliyor.
Bununla birlikte insanlar bu durumdan memnun bence sosyologların makale okumayı bırakıp bu durumu incelemeleri gerek. Toplum olarak emek vermeden kazanmayı kanıksadık galiba.
Polis’in ilke ve düzenlemeleri, bir annenin, bir babanın, bir kardeşin, dolayısıyla da bütün yurttaşların himaye edici, yönlendirici sesini temsil ederler. Polis’in biricik hedefi, yurttaşlarının gerek tanrısal gerekse insansal düzlemde varoluşlarını düzenlemek ve korumak; gençleri, en iyi yurttaşlar olarak yetiştirmek, bütün yurttaşlarına mutlu bir hayat sağlamak olduğundan, polis düzeninin yetkili ellerine, bugünkü modern dünya insanının, en azından Batı demokratik toplumlarındaki bireyin kolay kolay anlayabileceğinden çok fazla, bireyin özel hayatına ve mülkiyet ilişkisine müdahale imkânı veren haklar teslim edilmişti.
Yurttaşlara mutlu bir hayat sağlamak!
Yirmi yıldır en çok duyduğum sloganlardan biri bu ve bu amaçla özel hayata müdahale etme yetisini kendinde gören idareciler.
Son günlerde gençlerimizin yorucu bir eğitim yılının sonunda düzenlenen bahar şenliklerinin iptal edilmesi buna örnek verilebilir.
Bu kararın alınmasında tarikatların da ne kadar etkili olduğu bence tartışılmaz.
Belki de Platon’un yazdığı devlet dünyanın hiçbir yerinde yoktur. Hep ulaşmak istediğim refah ülkelerinde de kim bilir yolsuzluklar olabiliyordur. Yaşadığım ülkede frekansı daha fazla olduğu kesin.
Ortadoğu’da kıyafeti nedeni ile tutuklanan kadınlar olurken batıdaki çağdaş ülkelerde bu olmasa da
Bu refah ülkelerinin kusursuz olduğu anlamına gelmiyor. Bununla birlikte uykusuz gecelerimde yüksek fizik ve matematik çalışarak makale yazıp ünlü bir akademisyen olup batı ülkelerinde akademisyen olarak çalışma hevesim azalmıyor.
Ancak polis yurttaşı, bu haklardan kendisine yöneltilen talepleri, kişisel alana bir müdahale gibi algılamıyor, kendisinden talep edilenleri yerine getirmeyi, gerek kendisi gerekse de öteki yurttaşlar bakımından yerinde ve gerekli fedakârlıklar olarak görüyordu. O karanlık, hayatı silip yok edici ölüm karşısında etkili olabilmenin biricik yoluydu bu fedakârlıklar ya da hatta kendini kurban etmeler.
Politeia (devlet), yaşayan bütün yurttaşların tarihsel olarak gelişmiş haklarının ve bu haklara karşılık gelen görevlerinin bir tür özeti, genel talepler ile kişisel hak ve isteklerin gücünden türemiş canlı, yaşayan bir birim, bir bütünlük olarak anlaşıldığında, onu taşıyan yurttaşların ekonomik, politik, hukuksal ve elbette dinsel ve düşünsel ilişkilerde yaşadıkları dönüşümlerle birlikte, devletin de bu dönüşümlere, yeniliklere cevap verebilecek düzenlemelere gitmesi de kaçınılmazdı.
Politeia’nın bu yönde gerçekleştirdiği adımlar, reformlarda ya da devrimlerde görünürleşiyor, muhafazakâr çabalar ile reform çabalarının karşı karşıya geldiği yerde tayin edici önem taşımaya başlıyorlardı. Politeia’da gerçekleştirilen dönüşümler ile ilgili olarak Sparta’lı Lykurgos, Drakon, Solon, Perikles, Atinalı Kleistenes ve gene başka kentlerdeki (polis’lerdeki) isimler akla gelmektedir. Bu ve benzeri kimselerin talep ettikleri reformlar ya da atılmasını istedikleri ilerici adımlar, bütün bir kentin değilse bile, kent yurttaşlarının önemli bir bölümünün talepleri olarak ortaya çıkmış yenileme girişimlerini, hayata yönelik yeni istekleri dile getirmekteydi. Yeni bir düzene yönelik talepler, bütün bu reform ve yenileştirme isteklerinin yeni yasal düzenlemeler içinde tespit edilmesini ve polis’in, yurttaşların yaşama biçimlerinin ve taleplerinin ifadesi olma görevini, bundan böyle de yerine getirtmeyi hedeflemekteydi. Yunan toplumu hem coğrafi yönden birbirinden kopuk birimlerden oluşuyordu hem de çeşitli yerel, etnik cemaatlere ve kültürlere bölünmüştü; bu sosyal yapıyı taşıyan birkaç yüz polis vardı. Bunların çoğunun tarihi ve siyasal yapıları hakkında hemen hiçbir şey bilinmemektedir; dolayısıyla da Atina, Sparta gibi birkaç polis devleti örnek olarak kabul edilir. Coğrafi yönden bakıldığında surlarla çevrili polis’lerin dışında geniş kırsal alanlar yer almaktaydı. Her polis’in yüksekçe bir alana kurulu bir kalesi, öteki deyişle akropolis’i ve bir pazar yeri (agora’sı) bulunmaktaydı. İÖ 3. yüzyılın hemen başında, özellikle, merkezi konumdaki Atina polis’i (sitesi) ya da kent-devleti, siyasal-ekonomik dengelerin bozulmasıyla, muhafazakârlığın arttığı bir döneme girmişti. Sokrates’in duruşması da bir yönüyle bu bağlamda ele alınması gereken bir tarihsel trajediyi yansıtıyordu. Atina karşısında “bir tür aydınlanma”yı temsil eden ve Atina dışı merkezlerde etkili olan Sofistler, felsefelerinde “insanı” ölçü olarak öne çıkartıp şeylerin doğruluğunu ve geçerliğini öznelleştirirler; tek kişinin bireysel bilincinin ve algılarının, nesnel dünya karşısında güvenilmez duruma gelmesi, aslında yukarıda sözünü ettiğimiz polis devletinin düzenleyici ilke ve yasalarına bir güvensizlik, genel geçer kurallara bir başkaldırı anlamına gelmekteydi. Sofistik düşünce, bireyi sorun olarak, bütün bir varlığın ve isteğin merkezine yerleştirmeye başlayınca, o zamana kadar uzana gelmiş bütün düzenleri sarsan bu anlayış, polis “evrenini de” yepyeni sorunlarla, endişe, kuşku ve taleplerle karşı karşıya getirdi. Gerçekten de İÖ 4. yüzyıl, o zamana kadarki hayatı taşıyan bütün sağlam görünmüş temellerin sarsılması demekti. Örneğin tanrılar ya da tanrısallık anlayışı, varlığın en temel ve eski ölçüsünü oluşturur ve insanın bütün eylem ve davranışları, son tahlilde, tanrı düzeninin karşısında tartılıp yerine oturtulurken, “sofistik kuşkuculuğun” yaygınlaşmasıyla birlikte, sadece tanrısal düzenleyici ilkeler değil, onların doğrultusunda meşruiyetini bulan ilişki ve kurumlaşmalar da sarsılmaya yüz tuttu. Örneğin İÖ 4. yüzyılın başına kadar, Atina’da yönetim genellikle “soylu” sayılacak kişilerin sorumluluğunda kalmışken, şimdi herkes devlet görevlisi olma hakkına sahip olduğunu düşünüyordu. Gerçi bu “yeni dönem”, soylu dediğimiz kentin varlıklı kesimlerinin çocuklarından daha çok polis yurttaşlarının çocuklarından yeni bir eğitim kalitesi talep ederken, yepyeni bir öğretmen tipinin de gelişmesini zorunlu kılmaktaydı. Bu gelişme metnimiz bakımından apayrı bir önem taşıyor. Bu öğretmenler de gene Sofistler içinden çıktılar. Bunların en ünlülerinden biri, dersinin hedefi olarak “areta politike”yi, yani kente özgü yetenek ve beceri geliştirmeyi, gerek evde, gerekse kentte, pratik hayata ayak uydurmayı öğreten Abdera’lı Protagoras’tı. Bu anlayış politik teorinin de doğuşuna işaret ediyordu ve Yunanlı genci eğitmeye kalkmış hiçbir öğretmen, polis için eğitim verdiği sürece, en iyi devlet biçiminin hangisi olduğu sorusuna değinmeden eğitim yapamazdı. Eğitimin temel amacının bu olması gerektiğini düşünüyorum.
Bir genç çarpanlara ayırmadan yada denklem çözmeden önce yaşadığı toplum için en doğru devlet biçiminin ne olduğunu kavramalıdır. bu kazanım için tek bir yol var : kitap okumak.
Çocukluğunda eline geçen harçlıkla kitap alan ve yaşamı boyunca sabahlara kadar okuyan bir lidere ATATÜRK’e sahibiz bir başka deyişle çok şanslı bir toplumuz. O zaman temel soru şu:
Bu kadar şanslı bir toplumda yaşıyorsam neden refah ülkelerine gitmek istiyorum?
Hayatta tek amacımız daha yeni araçlar almak ve daha konforlu dairelerde oturmak mı olmalı diye düşünüyorum. Hükümet başkanımız bu tür isteklerin sıradan olduğunu belirtti. Bu fikre sahip olan birinin maddiyattan çok okumaya ve aydınlanmaya değer veren gösterişten sakınan bir yaşam tarzına sahip olması gerekir.
Kimi zaman kendimi suçlu hissediyorum sıradan isteklerimi yerine getirmek için geceleri –bana göre günün en verimli saatleri- kitap okumak yerine mekanik ve dinamik çalışarak hayatımı maddi açıdan kurtarmaya çalışıyorum.
Kuantum mekaniği sadece bu amaçla okuduğum bir kitap değil, insanların bu konuya yoğun bir ilgisi var. Bununla birlikte kuantum fiziği yada klasik mekanik bir Rus klasiği gibi odaya çekilip birikim olmadan okunacak kitaplar değil.
Aslında kuantum teorisinin bize atomların veya temel parçacıkların mikroskobik altı seviyelerindeki gerçekliğe inanmamızı söylediği şey, sıradan klasik resimlerimizden o kadar uzaktır ki, basitçe kuantum düzeyindeki resimlerden tamamen vazgeçmeliyiz. birçok fizikçi, kuantum ölçeklerinde gerçek bir gerçekliğin varlığından bile şüphe duyuyor ve bunun yerine cevaplar elde etmek için sadece kuantum-mekanik matematiksel formalizme güveniyor gibi görünüyor. Yine de tüm bunlara rağmen, 17. yüzyıl Newton mekaniğinden gelişen kapsamlı ama tamamen klasik şemanın Lagrange Hamiltonian prosedürler koleksiyonunun ne kadarının kuantum-mekanik teorisinin temel arka planını sağladığı çok dikkat çekicidir.
Tek bir parçacık için, zaman bileşeni t ile uzaysal bileşenleri x, y ve z arasında belirgin bir göreli simetri olduğu ortaya çıkıyor. Bunun kuantum mekaniğinin gerçek zaman evrimini tanımlamada nasıl önemli bir rol oynadığını birazdan göreceğiz. Bununla birlikte, birçok parçacık dahil olduğu için, fiziğin uzaysal ve zamansal yönlerinin tedavilerinin çok farklı olduğu göreli olmayan bir prosedür sağlarlar.
Kuantum mekaniğini anlamaya çalışırken ne kadar doğru davrandığımı düşünüyorum. Amacım bilim öğrenmek mi yoksa yaşadığım ülkeden kaçmak mı?
Yalnız olduğumda ve makale yazarken yada yazmaya çalışırken neden ilerlemiş yaşıma rağmen Maxwell denklemlerinin yüksek boyutlu uzaylarda yazılıp yazılmayacağını düşünme sebebimi bulmaya çalışıyorum. Bu denklemleri bulursam bilime hizmet mi etmiş olacağım yoksa kendimi ve ailemi bu ülkeden kurtarmış mı olacağım?
Yaşadığım ülke yaşam enerjimi sömürüyor, çünkü yolsuzluk yapanlar yargılanmıyor. İnsanlar yolsuzluk olsa bile hükümet çalışıyor zihniyetine sahip ve bu bakış açısı batıda yok, en azından ben olmadığını düşünüyorum. Uykusuzluk son günlerde problem olmaya başladı, ders arasında uyumaya başladım ve masa başında kestirdim. Gözlerimi açtığımda dersin sadece beş dakikası kalmıştı. Meslektaşlarım dersimin boş olduğunu düşünerek beni uyandırmadı. Bu seferlik bir sorun olmadı ama bu şekilde devam edersem idareye yakalanacağım kesin. Yazımın başından beri övdüğüm o refah ülkelerinde bu hareketim cezasız kalmazdı. Asıl probleminde bu olduğunu düşünüyorum. Mesleğinin hakkını vermeden yapan insanların cezasız kalması sıradanlaştı. Ülkemde ticaret bakanı kendi bakanlığına kazık atıp hesap vermeden görevini devredebiliyor. Tarikat yurtlarında çocuklar taciz ediliyor ve kimse sorumluluk üstlenmiyor. Din eğitimi veren kurumlar görünmeyen ama her alanda hissedilen bir zırh ile korunuyor. Refah ülkelerinde din eğitimi veren kurumlar devletin tüm kademelerine sızmıyor.
Bu noktada şunu söyleyebilirim ki batı ülkesinde yaşamak sadece kaliteli araba sürmek ve bol para harcamak anlamına gelmiyor. Tarikatların ülke yönetiminde söz sahibi olmadığı yaşam standartlarının yüksek olduğu insan haklarına değer verildiği bir ülkede yaşamak anlamına geliyor. İşte bu nedenle ülkemizdeki mülteciler Akdeniz’de boğulmayı göze alarak batıya sığınmak istiyor.
Ergenler için yazdığım romanda ilerlemek yerine ideal devletin nasıl olması gerektiğini düşünüyorum ve her paragraftan sonra sigara molası veriyorum. Uyku problemimi çözmem lazım. Bu yaşam tarzı en başta öğrencilere zarar veriyor. Yüksek boyutlu yada soyut manifoldlara çalıştığım uykusuz geceler derslerde verimsiz olmama neden oluyor. Platon’un kusursuz devletini hafta sonu okumak daha uygun olacak.
İlk sayfalardan itibaren ideal devletin tanımı yapılıyor. Bu tanım ne kadar sürecek bilmiyorum ama gecenin kalan kısmında mekanik problemlerine ağırlık vermeliyim.
Sofistik düşüncenin eğitim anlayışına bağlı etkilerden ve dönemin entelektüel ikliminden nasibini alarak yetişenlerden biri Platon’du. Aile kökeni ve akrabalık ilişkileri bakımından onun bir devlet adamı olarak polis (site) devletine hizmet etme olasılığı öylesine akla yakındı ki ne annesinin, ne babasının onun doğumunun ardından (İÖ 428/427), oğullarına bakıp da devlet adamlığının ötesinde bir uğraşla ünleneceği, herhalde akıllarının kenarından bile geçmemiş olmalıydı. Platon, Atina soylu zümresinden geliyordu. Bu toplum katmanının yaşama felsefesi zihinsel ve bedensel hareketlilik, hareketlerde zarafet, insan ilişkilerinde nezaket ve ölçülülük, ama aynı zamanda ince bir alaycılık ve mizaha yatkınlık gibiydi. Elimizdeki bilgiler Platon’un ne anne ne de baba tarafından akrabalık temellerine inmemize imkân tanıyor. Baba Ariston’un, Atina’nın son kralı Kodros sülalesi ile, anne Perikton’un ise, ünlü Atina yasaları yapıcısı Solon ile akrabalığından söz edilmiş olsa da, bu bilgileri doğrulama imkânı bulunmamaktadır. Anne tarafından kuzenlerinden biri olan Kritias, ileride ünlü Atina “Otuzlar” yönetiminin- ya da “tiranların” arasında yer alacak, zengin bir akrabadır; bir aristokrat olan Kritias bugünün diliyle söyleyecek olursak “aşağı tabakayı” hor görür ve küçümser; o entelektüel yetenekleri gelişmiş, felsefeci, ozan, devlet adamı kimliklerini kişiliğinde birleştiren biridir. Platon’un, her ikisi de kendisinden daha büyük olan erkek kardeşleri Adeimantos ve Glaukon, Devlet diyaloğunda Sokrates’in muhatapları olarak rol alıp, düşünce tarihine geçmiş olma şansını, küçük kardeşleri Platon’a borçludurlar. Platon, kız kardeşinin oğlu olan Speusippos’un, hayatını sürdürmesi için gerekli maddi gelirden yoksun olduğunu görmüş ve yeğenini, kendinden sonra Akademi’nin yöneticisi olarak görevlendirmiştir. Kısacası Platon kuşağı, aktif politikadan tamamen uzak, sessiz bir hayatı tercih etmiştir. Platon’un, politik hayattan uzak kalmaya kolay kolay karar veremediği ve epey bir kararsızlık geçirdiği, iç hesaplaşmalardan kurtulamadığı belli olmaktadır. Onun kendine çizdiği bu “kader yolu” belki de, felsefenin, günümüze kadar politika ile bir türlü barışmamasının ya da birleşmemesinin nedeni olarak da anlaşılabilir. Zaten bu kararı, onun seçtiği bu yolu anlamak demek, Politeia’yı anlamamız için zorunlu zihinsel çabanın belli bir bölümünü yerine getirmiş olmak demektir. Bir başka deyişle, Platon’un politika yolunu niçin seçmediğini açıklamakla, Politeia’yı anlamamıza giden yolda en iyi rehberliği yaptığını söylemek mümkündür. Platon’un İÖ 354 yılında, 73 ya da 74 yaşındayken yazıp Sicilya’ya gönderdiği bir mektup, kendi elinden, kendi hayatına bir geri dönüp bakma, hayatını değerlendirme işlevi taşımaktadır.
“Bir zamanlar gençken, birçok kimse gibi düşünüyordum: Aklımda, kendimin efendisi olur olmaz politikaya yönelmek vardı. Gelgelelim bu kararıma, kamusal hayattaki şu deneyim engel oluşturdu: O zamanki düzenimiz (anayasamız) geniş bir çevrede değersiz, hor görülmekteydi ve sonunda çöktü. Yeni düzenin tepesinde 51 erkek vardı… Ancak bunların 30’u sınırsız iktidar yetkisiyle bütün hükümeti (yönetimi) devraldılar. Onların arasında birkaç akrabam ve tanıdığım vardı ve bunlar kalkıp beni de hemen (aralarına) çekmeye çalıştılar… Gençliğimde bu konuda edindiğim deneyimler beni haklı çıkardı. Onların devlet yönetimini, haksız bir yoldan döndürüp, adaletin yoluna sokacaklarını ummuştum. Bu nedenle de büyük bir merakla ne yapacaklarını dikkatle izlemeye koyuldum ve kısa süre içinde, bu adamların, eski anayasayı koyacak yer bulamadıklarını gördüm. Başka birçok şeyin (hatanın) yanı sıra arkadaşım olan yaşlıca bir adamı, dönemin en dürüst, en namuslu insanı demekte hiç tereddüt etmeyeceğim Sokrates’i, bir yurttaşı idama götürmek üzere başkalarıyla birlikte görevlendirdiler; böylece onu suç ortağı yapmayı amaçlamışlardı. Ne var ki Sokrates boyun eğmedi ve onların canice eylemlerine katılmak yerine her şeyi göze almayı tercih etti. Bunu ve buna benzer hiç de öyle önemsiz olmayan kimi şeyleri görünce beni bir tiksintidir aldı ve bu cani idareden uzaklaştım. Çok geçmeden o ‘Otuzlar’ devrildi ve anayasa lağvedildi. Bunun üzerine yeniden, çok yavaş ilerlese de, politik düzlemde faal olma isteği beni sarmaya başladı… Gelgelelim o iktidar sahiplerinden bazıları, Sokrates’e en son mal edilebilecek en kötü suçlamalarla arkadaşımızı mahkemeye çağırdılar. Anlayacağınız onu tanrısızlıkla suçlayarak mahkemeye çıkardılar ve hüküm giydirip hükmün infazını sağladılar… Bunu ve hükümeti, yasaları, töreleri yöneten kişileri görünce ve yaşlandıkça bu çarkın bütününü kavradım ve doğru bir sonuca varıp politika yapmanın ne kadar zor olduğunu anladım. Çünkü dostlar ve güvenilir “parti” yoldaşları olmadan hiçbir şey yapmak mümkün değildi… Ayrıca yasama ve ahlak alanında çöküntü ve çürüme şaşırtıcı bir şekilde artıyordu. Böylece, başlangıçta politika yapmaya çok hevesli olduğum halde, bu olayları gördükçe ve bütün bu plansız, amaçsız sürüklenişi inceledikçe kafam karışmaya başlamıştı. Gerçi bütün bunların ve devlet varlığının nasıl daha iyi olabileceği konusunda düşünmekten vazgeçmedim ve hep bir eylem fırsatı kollayıp durdum, ancak sonunda mevcut devletlerin berbat bir durumda olduğunu kavradım. Çünkü mükemmel bir yeni organizasyon, elverişli şartlar sunarak, imdada yetişmezse devlet-yasa ilişkileri hemen hemen iflah olmaz bir durumda kalacaktı. Bunun üzerine kendimi, hakiki felsefenin hakkını teslim ederek, sadece onun bütün kamusal ve özel hayattaki adalete bakış imkânı verebileceğini ve doğru ve hakiki filozoflar iktidara gelmeden ya da devletlerin iktidar ve güç sahipleri ilahi irade sonucunda gerçek filozoflara dönüşmeden, insan soyunun mutsuzluğunun son bulmayacağını açıklamaya zorunlu hissettim.”
Yetmişinin ortasındaki Platon’un polis ile olan ilişkisini, ömür boyu edindiği deneyimlerin bir özetini sunduğu bu mektup, buraya alınmış kısa bölümüne rağmen bize yeterince bir fikir veriyor. Politeia’da (473d) “Filozof krallar” bölümünün bir varyasyonu gibi geliyor kulağa. Platon’un politika yapmaya kendini adeta mecbur hissetmesi, onun kişisel karakterinin kaçınılmaz bir sonucu gibi görünse de, gene aynı karakter özelliği, kendisine, yerine getiremeyeceği talepler yönelttiğinden, onun politikaya adım atmasını önlemektedir. Onun “dünyaya böylesi bir kez gelir” dediği biricik insan Sokrates, hayat yolunu çizişine ve aldığı kararlara damgasını vuran kimsedir.
Yaşadığınız ülkede olumsuzluklar varsa doğru olan davranış politikaya katılmak mı olmalı yoksa geniş kitlelere ulaşmaya çalışmak mı? Günümüzde insanlar bu amaca ulaşmak için “takipçi kasıyor”
Eskiden roman yazılırmış ve ben geçmişte yaşayan bir adam olarak hala roman yazmanın toplum ile irtibat kurmanın bir yolu olduğunu düşünüyorum. Bu amacıma ne kadar ulaştım bilmiyorum ama bu gün okulda ders arasında bir öğrencim yanıma gelip kitabımı çok beğendiğini söylediğinde çok mutlu oldum. Bir kişi bile olsa onun yüreğine şiirlerimle dokunmak tatmin olmama neden oldu.
Problem şu ki ben kendimi Platon gibi hissetmiyorum yani politikaya katılmanın bir zorunluluk olduğunu düşünmüyorum. Boş zamanlarımı oy peşinde koşmak yerine “Kara Kitap” okuyup kaybolan karısının peşinde koşan adamın maceralarının tekrar tekrar üzerinde geçiyorum. Şirödinger eşitliğine çalışmak yerine ergenler için yazdığım romanımı gözden geçirdim. Orta yaşlı bir adam bir mucize sonucu gençleşip lise yıllarına geri döner. Aile babası olan bu adam işine gidip çocuklarını büyütürken paralel evrende okul sıralarına geri dönüp hislerini açıklamaya çekindiği sıra arkadaşı P.’nin yanına oturup ona karşı özel hislere sahip olduğunu açıklayacaktır.
Şu an hayatında hedeflediğin amaca ulaşamadın bunun farkındayız dergilere yolladığın makaleler basılmaya değer görülmüyor, katıldığın edebiyat yarışmalarında dereceye giremedin.
Bu sonuçlar yaşam ile bağını kopardı kabul ediyorum. Ben senin iyilik meleğin olarak görevlendirildim çünkü karşına çıkan başarısızlıklar seni hayattan koparmamalı, mücadele etmelisin!
Başarı kimseye altın tabak içinde sunulmaz. Seni anlamaya çalışıyorum, bu dünyadan ayrıldıktan sonra iz bırakmak istiyorsun, Montaigne gibi yüzyıllar sonra okunmak istiyorsun.
-senin gerçek olup olmadığını anlamakta zorlanıyorum, bu bir rüya olmalı.
-inan bana bu yaşam kadar gerçek, beş yaşındayken balkondan aşırı derecede sarktığında yardımına ben koştum. O günü hatırlıyor musun?
İlkokul birinci sınıfta hece kitabına çalışırken öğretmenin yanına geldi, elinde kalın mavi karton kapaklı bir kitap vardı, sınıfta sadece sana bu kitabı hediye etti ve sen ilk satırı yaşamın boyunca unutmadın.
İyilik meleği bu yaşlı adama neden bu iyiliği yapmıştır?okuyucu bu sorunun cevabını düşünerek meraklanacaktır. İlerleyen sayfalarda esas oğlan eski aşklarını hatırlar.
Okul müdürü beni tebrik ederken babam benimle gurur duyduğunu söylüyor. Unuttuğum bir nokta var bizi biz yapan hatalarımızdır, oysa benim hata yapma şansım yok. İyilik meleğim gerçekten bana iyilik mi yaptı acaba?
İnsanlar hata yaparak olgunlaşır ve doğruya ulaşır. İlk bakışta bu yetenek büyük bir lütuf gibi geldi. Sokağımızın virane konağının bahçesinde futbol oynuyoruz,birazdan gerçek hayatımda Mehmet ile kavga edeceğimi ve ben onunla konuşmaya çalışırken burnumu kıracağını biliyorum. Beklediğim an geldi, Mehmet topu fırlatıp bana doğru koşarak geldi ama ilk darbeyi ben vurdum, zavallı çocuğun dudağı kanamaya başladı. Kendimi hile yapan bir oyuncu gibi hissettim. Mehmet ağlayarak eve gitti. Kuzenim yaptığım hareketin çok yanlış olduğunu bunun sadece bir oyun olduğunu söyledi. Bu oyunu gereğinden fazla ciddiye aldığımı ve gereksiz yere kalp kırdığımı belirtip evine gitti. Bu sözü hiç unutmamıştım. Gerçek hayatımda dudaklarının kanaması gereken kişi bendim. Mehmet’in bana vuracağını beklemiyordum ve ben onun karşısında
Saf saf beklerken yumruğunu birden burnumda hissetmiştim, olması gereken buydu!
Annem ve babam tarafından sürekli takdir edilmek
Beni yormaya başladı. Bu alternatif zamanda ders çalışmaya gerek yok bir dikdörtgenin alanının kısa kenar ile uzun kenarın çarpımına eşit olduğunu zaten biliyorum. İngilizce ve almanca konuşabiliyorum. Yaşıtlarım ise yeni kelimeleri öğrenmek için defalarca yazmak zorunda kalıyor. Ayşe ise hayatından memnun. Okul birincisinin sıra arkadaşı olduğu için çok şanslı olduğunu düşünüyor ama bu mutluluk kısa sürecek. İkinci sınıfta Ayşe okulumuzdan ayrılacak. Babasının memur olması nedeni ile taşınacaklar. Ona gerçeği anlatsam deli olduğumu düşünecektir.
“Ayşe ben aslında elli yaşında amatör bir yazarım. Lise yıllarımda bir türlü öğrenemediğim organik kimya dersini otuz yaşında sıcak yaz günlerinde öğrenci gibi ders çalışarak öğrendim. Bunu neden yaptığımı bilmiyorum.”
Hakkımda ne düşünür acaba? Onun beyaz tokalarını çok seviyorum. Okulun avlusunda onunla “elim sende” ya da saklambaç oynamak ne kadar güzel! Çocuk olmayı çok özlemişim!
Her şey yolunda , hayatımda başarısızlığa yer yok . Ayşe yanımdan ayrılmıyor ama ben mutlu değilim. Beni rahatsız eden nedir bilmiyorum. Kendimi kopya çeken bir öğrenci gibi hissediyorum. Sınıf arkadaşlarıma haksızlık yaptığımı düşünmeye başladım. Onlar minik beyinleri ile ilk kez duydukları geometrik terimleri pekiştirmeye çalışırken ben tecrübem sayesinde hiç zorlanmıyorum.
-senin iyilik meleği olduğunu sanıyordum.
-ben sana iyilik ettim, sayemde yirmi yaşında genç bir profesör olacaksın uluslar arası dergilerde senin ismin yazacak ve farklı ülkelerde seminerlere katılacaksın.
-sadece bir ay sürem olduğunu söylemiştin. Başarısız olduğum üniversite giriş sınavında yapamadığım soruları kolaylıkla çözüp yeni mesleğimle yeni bir hayata başlayacaktım!
-hesaplarda bir değişiklik oldu,Necip.
-benim yüzümden çocuğun dudağı kanadı, kendimi suçlu hissediyorum.
-sen vurmasaydın o sana vuracaktı, bu nedenle kendini suçlu hissetmene gerek yok, sen kendini savundun.
-ona şiddet uyguladım yaptığım yanlıştı bir çocuk arkadaşına vurmamalı onun kendisine vuracağından emin olsa bile!
-yani birisi sana vurunca sen öbür yanağını gösterip buraya da vur mu diyeceksin? Tanrıdan dilekte bulunduğun zaman dikkatli ol,Necip kimi dilekler kabul edilir. Gerçek yaşamında üniversiteyi bitirdikten sonra yaz sıcaklarında ders çalışıp öğretim görevlisi olmak için jürinin karşısında başarısız oldun ve salondan ayrılırken bunu hak etmediğini düşündün. Tanrı seni duydu ve dilediğin gerçekleşti, daha ne istiyorsun?
-bu gerçek dünya değil iyilik meleği, sanal dünyada yaşıyorum. Bak sana gauss’un öykünü anlatayım. Gauss on yaşındayken matematik öğretmeni o gün ders anlatmak istemez ancak öğrencilerin meşgul olması gerekmektedir. Bu amaçla herkesin birden yüze kadar olan sayıların toplamını bulmasını ister. Gauss ilk sayı olan bir ile son sayı olan yüzü ,toplar ve defterinin köşesine yüz bir yazar. İkinci sayı olan iki ile sondan bir önceki sayı olan doksan dokuz sayısını toplar ve yüz bir bulur. Bu şekilde tam elli tane yüz bir olduğunu anlayıp çarpma yapınca cevabı 5050 bulur. Cevabı bulması
Birkaç dakikasını almıştır. İki ders boyunca öğretmen masasında gazetesini okuyacağını hayal eden öğretmen cevabın doğru olduğunu anlayınca şok olur ve karşısındaki çocuğun bir dahi olduğunu anlar. O doğuştan dahi olduğu için bunu başardı. Ben üstün zekalı değilim bu insanları kandırmaktır. Genç yaşta makale yazıyor olmam tecrübem sayesinde gerçekleşiyor , hiçbir zaman Newton ya da Gauss olamam!
-Gauss konusunda sana hak veriyorum ancak Newton konusunda sana katılmam imkansız. Newton’un tanrı vergisi bir zekası yoktu. Başarısını disiplinli çalışmasına borçluydu. Optik konusunda o kadar çok yoğun çalışırdı ki kendi gözleri ile yaptığı deneyler nedeni ile körlük tehlikesi yaşadı. İngilterede grantham şehri yakınlarında woolsthorpe ‘da erken bir doğumla hayata geldi. Doğmadan babasını kaybetmişti.
Dört yaşına kadar annesi ile büyüdü, daha sonra annesi başka biri ile evlendi ve yedi yıl boyunca ona anneannesi baktı.
Newton’ın evrensel kütle çekimi ve hareketin üç kanunu, sonraki üç yüzyıl boyunca bilim dünyasına egemen olmuştur. Newton, dünyadaki nesnelerin hareketleri ile gökyüzündeki nesnelerin aynı doğal yasalar ile yönetildiklerini kendi kütle çekim kanunu ve Alman gökbilimci Johannes Kepler’in gezegen hareketleri kanunu arasındaki tutarlılıklar ile göstermiştir. Newton aynı zamanda ilk yansıtmalı teleskop’u geliştirmiş, beyaz ışığın bir prizmaya tutulduğunda farklı renklerden bir tayf yapması gözlemi sonucu bir renk kuramı da oluşturmuştur.
Isaac Newton, bilim insanları tarafından bilim tarihinin en etkili insanlarından biri olarak kabul edilmektedir. 1999’un sonlarında, 100 ileri gelen fizikçiyle gerçekleştirilen milenyum oylamasında Isaac Newton, tüm zamanların en iyi fizikçileri arasında Albert Einstein’dan sonra 2. sırayı almıştır. Amerikalı astrofizikçi ve yazar Michael H. Hart’ın 1978 yılında yayımladığı "Dünyaya Yön Veren En Etkin 100" adlı kitabında ise Newton, 2. sırada yer alarak Albert Einstein dahil tüm bilim insanlarının en üstünde tutulmuştur. Ünlü bilimkurgu yazarı Isaac Asimov da, Newton’dan ’’tarihin en büyük bilim insanı’’ olarak bahsetmiştir.
Sana ayrıcalık tanımamızın sebebi insanlığın giriştiği en önemli ve heyecan verici keşif yolculuklarından biri olan
Evrenimizin davranışını yöneten temel ilkelerin araştırılmasında rol almandır.
İki buçuk bin yıldan fazla süren bir yolculuk sonunda insanlar önemli bir ilerleme gösterdi. Bununla birlikte
Bu yolculuk son derece zor olduğunu kanıtladı ve gerçek çoğu zaman yavaş yavaş ortaya çıktı.
Yine de yirmi birinci yüzyıl bize olağanüstü yeni anlayışlar kazandırdı, bazıları o kadar etkileyici oldu ki pek çok bilim insanı fen biliminin temel ilkelerinin bir anlayışa yakın olabileceğimiz görüşünü dile getirdi.
Dünyamızın davranışının temelini ilkelere sahip olduğumuz anlayışı aslında onun matematiğinin takdir edilmesine bağlıdır.
Bazı insanlar ilköğretim düzeyinde matematik kapasiteleri olmadığı inancını oluşturacaklarından bunu umutsuzluğun bir nedeni olarak kabul edebilirler.
Pek çok insanın korkulu rüyası matematik bize ilkokul yıllarında ezberlediğimiz çarpım tablosu, basit kesirler, birleşik kesirler ve tam sayılı kesirleri anımsatır.
Bu noktada aklımıza şu soru gelir:İnsanlar
Kesirlerin manipülasyonunda ustalaşamazlarsa, fiziksel teorinin en ileri noktasında devam eden araştırmayı kavrayabilmeleri için nasıl iyi bir şekilde tartışabilirler?
Ben bu konuda iyimser davranmak istiyorum, kesirlerde dört işlem yapamayan insanların aslında sahip olduğu potansiyelin farkına varamayan insanlar olduğunu iddia ediyorum.
Mesleğinde ilk yılını tamamlayan bir coğrafya öğretmeni ile birlikte ders çalışırken onun şu tespitini unutmuyorum.
“Matematik bin bir gece masalları gibi!”
Söz ettiği öğretmen ile iyi anlaşan iki arkadaş olmuşlardır. Okuldan sonra bir kafede oturup sol görüşlü iki birey olarak muhafazakar kesimlerin dedikodusunu yaparlar, laikliğin elimizden gittiğini düşünüp beraber dertlenirler. Hiç ummadıkları anda arkadaşlıkları aşka dönüşür. Esas oğlan her zaman esas kızımıza sarılmak onu koklamak istemektedir. Ders aralarında öğretmenler odasında yalnız kaldıklarında saf öpücükler el ele oturmalar başlamıştır. İlişkinin en güzel anları ilk günlerdir ne de olsa!
Mutlu yaşamında aklında hep aynı soru vardır. Bu iyiliği bana neden yaptı? Paralel evrende aile babası Necip monoton yaşamına devam ederken hafta sonları çocuklarını yazılı sınavlara hazırlamaktadır. Hayatındaki tek eğlence kitap okumaktır. Sofinin dünyasını tekrar okuyup aydınlanma felsefesine merak salar. Yalın ayak gezen Sokrates’in yaşam öyküsünü merak eder.
Ölümü Yeni Bir Felsefeci Kuşağı Doğuran Adam: Sokrates
(Baba) Sophronisbos’un ve (anne) Phainarte’nin çocuğu olan Sokrates, Atina’nın sıradan yurttaşlarından biriydi. Heykeltıraşlar loncasının üyesi olduğundan, hâlâ soyluluğunu sürdüren Atina aristokrasisine dahil değildi, ama sanki kendiliğinden bu soylu katmanın içinde doğmuş, orada yerini almıştı. Sokrates araştırmacıları uzun zamandan beri, onun sosyal konumunu açıklığa kavuşturmak için uğraşıp dururlar, ancak yine de, ortaya bütün şüpheleri dağıtabilecek kesin sonuçlar koyamamışlardır; ancak bu kararsızlıkta, “diyaloglarında” Sokrates’i vazgeçilmez hocası olarak yaşatan Platon’un payı yok denecek kadar azdır. Yetenekli, zeki, on parmağında on marifet olan bir aristokrat çocuğu olarak, Platon, akrabası Kritias’ın yolundan gitmeye kalkıp önce tragedya yazarlığını denemişti. Gelgelelim Sokrates ile tanışır tanışmaz, yazdıkları, edindiği yeni ilke ve anlayışların ışığında gözüne değersiz göründüğü için onları anında gözden çıkartacaktı. Öyle düşüncesizce, heyecanla atılmış bir gençlik adımı değildi bu; Sokrates, Platon’un bütün bir ömür boyu rehberi olacak; filozof, hocasına duyduğu minnet borcunu ya da ona karşı yerine getirmesi gerektiğini düşündüğü görevi, hemen bütün felsefi düşüncelerini, Sokrates’in ağzından yansıtmakla yerine getirecekti. Ne var ki, bunu yaparken, Sokrates karakterini ve tipini öylesine “Platonlaştırmış”, öylesine idealize etmiştir ki, bugün artık Sokrates ile Platon’u birbirinden ayırma imkânı neredeyse ortadan kalkmıştır. Sokrates’in Savunması, edebiyat tarihinin ilk biyografilerinden, hatta monografilerinden sayılabilir. Bu ilişkiden alabildiğine radikal, ama pek de şaşırtıcı olmayan sonucu çıkartan O. Gigon, günümüzde, Sokrates efsanesinden yola çıkarak tarihsel düzlemde geçerli, güvenilir bir tabloya ulaşmanın imkânsızlığına işaret eder. Demek ki Sokrates olayını ister istemez, öteki kimselere ve hayata yaptığı etkilerden, daha doğrusu, dışa yansımış sonuçlardan hareketle kavrayabiliriz. Bu etkiler Atina gençliğinde, ama elbette özellikle soylu zümrenin gençleri arasında öylesine yatay bir yayılma göstermiştir ki, Atina polis cemaati, polis’teki varlığını tehdit altında hissedip, önlem almak zorunda kalmıştır. Çare, melanetin nedenini ortadan kaldırmak, yani Sokrates’i öldürmekti. Sokrates, savunmasını bir tür “ithama” çevirmiş, kendisine aralanan bütün kurtuluş kapılarını kendi elleriyle kapatmıştı, asıl işaret edilmesi gereken nokta, bu duruşmanın ve hükmün, daha sonra da Sokrates’in infazının, dünya düşünce (felsefe) tarihinde bir daha eşi örneği görülmeyecek bir gelişmeye yol açmış olduğu gerçeğidir: Çünkü, Platon, bu vakanın ardından felsefe ile devlet ilişkisi sorununu ömür boyu göz önünde tutmak üzere, aktif olarak politikaya atılmaktan vazgeçmekle kalmamış, bu kararı sonucunda, dünya felsefesine yön verecek bir “filozof” olup çıkmıştı; bundan da öteye bu duruşma ve sonuçları, Yunan felsefesinin bundan böyle bütününe yön vermiş, felsefenin temel ilkelerini belirlemiş, en başta da felsefenin devlet karşısındaki yerini tayin etmişti; öte yandan yeni filozofların hepsi birer “Sokratesci” kesilecekti; insani olanı, bütün dünyevi ihtiyaçlarından arındıran, insanı en temel ihtiyaçlarla sınırlandıran ve öğretisi değiştirilerek bütün bir Stoacı öğretinin içinde sürüp giden Atinalı Antishenedes’ten tutun da, hazcılık öğretisi, Atinalı Epikuros tarafından değişiklikler yapılarak Epikuroscu Okul’da yaşamaya devam eden, hayatın tadını çıkarmayı her şeyden önemli gören Kyreneli Aristippos ve edebiyat çalışmasının önemli bir bölümünü sevgili hocasına ithaf edip, onun düşüncelerini haklı çıkarmaya yönelten polis yurttaşı, cesur, dürüst, sözünü esirgemeyen Xenophon’akadar, Sokrates’in ölümü yeni doğuşların toprağı oldu. Platon ise felsefi diyalogların dışında da hocası hakkında, doğruluğunu gene bizzat Sokrates’e tasdik ettirdiği bir portre sunar. Atina’nın ünlü devlet adamı ve Sokrates’in öğrencisi Alkibiades’in tragedya yazarı Agathon’un bir şölende yaptığı konuşmadır bu portreyi bize sunan. Kuşkusuz bu konuşma da Platon’un bir buluşudur ve bu konuşmadaki Sokrates portresinin idealize edilmiş olduğuna hiç kuşku yoktur; çünkü konuşmayı kaleme alan Platon’un, hocasına olan sevgisinin etkisi altında nesnelliğini yitirmiş olduğunu düşünmek zor olmasa gerekir. Ancak büyük düşünürün, hocasını anlatırken gündelik, geçici, belirleyici olamayanın gerisindeki asıl kalıcı, öz olanı yansıtmaya özen gösterdiği de belli oluyor. Sokrates insanı zorlayıcı, belli bir yöne adeta sürükleyen bir kişiliğin bütün özelliklerini taşır. Eşi benzeri zor bulunur bir insancıllığın temsilcisidir o. Hayat demek yaşamak demek, Eros’un hizmetinde alçakgönüllü katkılarda bulunmak demektir ona göre. Hem zihinsel-entelektüel hem de fiziksel-bedensel üreme (yaratma) itkisinin öteki adı olan Eros, geleneksel bütün değerlerin tartışılır hale geldiği, sallanmaya başladığı, yeni değerlerin arandığı alabildiğine çalkantılı bir dönemde, filozofu, gençliğin yolunu aydınlatmaya çağırmaktadır. Burada kısa bir parantez açıp, bir kez daha Sokrates’in bu çalkantı içindeki konumuna tarihsel-felsefi düzlemden bakmamız gerekiyor. Sofistler felsefi-epistomolojik düzlemde, genel geçerli normları sarsıcı öğretiler ortaya atmaktaydılar. Ölçü insan olunca, sadece algıların genel, ortak bir doğruyu temsil etmelerinden kimse emin olamamakla kalmıyor, aynı zamanda başta Atina olmak üzere, polis-devletlerinin toplumu yönetmeleri için gerekli dinsel-politik ve ahlaki genel geçerli normlarının ya da kurallarının varlığına da itiraz yöneltilmiş oluyordu. Bu politik-dinsel otoritenin çökmesi, toplum düzenine kaosun hâkim olması demekti. Sofistler bu yönden bakıldığında ilerici, sarsıcı, aydınlanmacı bir düşünce yolunu ve hayat tarzını öğretiyorlardı. Sokrates, duruşmalarda, aynen Sofistler gibi, parayla zengin çocuklarına ders verme suçlamasıyla baş başa kaldı; (bkz. Sokrates’in Savunması) ancak görüşlerinin Sofistlerinki ile örtüştüğünü söylemek zordur. Tersine, bireysel olanın ölçü olamayacağını düşünmektedir o; eski, geleneksel olanın batıp gitme tehlikesiyle karşı karşıya bulunduğu bu fırtınalı denizde, aslında sıradan bir yurttaş olan bir adam, Sokrates, bu kaosun karşısına dikilmiş, gerek toplumsal gerekse de siyasal hayatta bireyüstü, genel geçerli bir töresel birliğin, geneli bağlayıcı, sarsılmaz ilkelerin savunmasını yapmıştır. Diyalektik Bu noktada yöntem konusunda ilginç bir durum çıkıyor karşımıza: Sokrates’in gerçekte etkili olabildiği dar çevrenin dışına uzanabilmesini de mümkün kılan adımlardan biri, onun, Sofistlerin soru-cevap (diyalektiğini) yöntem olarak kendi görüşlerini benimsetmekte kullanmanın mümkün olduğunu fark etmesiydi. Tamam, Sofistler genel geçerli, bütünü bağlayıcı hiçbir ilke kabul etmeyip, insanı her şeyin ölçüsü saymaktaydılar, ama girişimlerinde, köhne sistemin her düzlemine de hak ettiği darbeyi vurmaktaydılar. Sokrates, bilimin hayranlık duyulan büyüklerini, politikanın kudretli adamlarını bu yöntemle silkeleyebileceğini, o zamana kadar sürdüre geldikleri düşünce ve ilkelerini çürütebileceğini fark etmişti. Sokrates, bilim adamlarının ve politikacıların zihninde “hiçbir bilginin bulunmadığı başlangıçtaki yaşantı durumuna” dönüşü, bir tür “tabula rasa” halini, Sofistlerin yöntemiyle sağlamaya çalışmalıydı. “Bildiğim, hiçbir şey bilmediğimdir” ilkesine dayalı bir başlangıç yapmak, bütün o “büyükler”, kudretli politikacılar için elbette derin bir nefretin yeterli nedenini sunmaktaydı. Ancak ilk bakışta bu hiçbir şey bilememe biçimindeki bir başlangıç durumunu kabul ettirerek, buradan hareketle düşünceyi geliştirmeye çalışan Sokrates sarsılmaz ödünsüz iradesiyle, genel yasal düzenliliklere uyuşuyla, ilkelere ölünceye kadar bağlı kalışıyla, ikinci düzlemde Sofistlerden kesinlikle ayrılıyordu; (ayrıca Delphi kâhinine göre kendine görev verildiğinden de emindir Sokrates), bu seçilmişlik inancı ve ilkelerine sonuna kadar bağlı kalma kararlılığıyla, arkadaşlarının, ölüm cezasını durdurma tavsiyelerine de uymayacaktır. Kararı veren yargıçların, Sokrates’in nasıl olsa bir kaçma yolu bulacağından emin olduklarını düşünebiliriz; bu nedenle de kararlarını verirken işin ölüme kadar varacağını ummamış olmalıydılar; ancak Sokrates, önünde açılan kaçma imkânını ilkelerine ve hayat boyu temsil ettiği düşüncelere ihanet olarak algıladı, çünkü haklı ya da haksız, verilen hüküm yasaları temsil eden yargıçların kaleminden çıkmıştı; o bu yasalara sonuna kadar bağlı kalmaya kararlıydı. Bütünün düzeni, hiçbir zaman toplumun tek tek üyelerinin, bütün karşısında önemsiz olan yan kaygıları ya da ihtiyaçları nedeniyle sarsılmamalıydı. Her şey iyi de, öğrencileri için gene de bir gerçek vardı: Hocalarını kaybetmişlerdi. Tayin edici olan da buydu. Ara sıra gülünç davranışlarda da bulunmuş, kendini güldürünün nesnesi olarak da kullandırmış olan Sokrates, sonuçta onu tanıyanların gözünde idealize edilerek, bütün bilgelikleri kimliğinde temsil eden, ölüme, ilkeleri doğrultusunda gözü kapalı giden bir kahraman olarak yeniden yaratılıp felsefe ve insanlık tarihine armağan edildi. Platon ise Sokrates kişiliğinin her iki yanını da gösterir, hayatın içindeki insan Sokrates ile arayan eristikçi, yani güzel söz ustası birini tanıştırır Platon bize . Adeimantos ve Glaukon’un temsil ettiği Atina gençliğinin yol göstericisidir o artık. Sokrates uyandırma faaliyetini Atina’nın sokaklarında, agoralarında, soyluların misafirhanelerinde ve ordu karargâhlarında gerçekleştirir. Bütün bir “polis” onun “politik” faaliyetinin sahnesi gibidir. Bu yerlere veda etmesi, bugünün yaygın bir deyişiyle “kamusal alana” veda anlamına gelmiştir. O andan sonra Sokrates için meydanlar ve sokaklar herhangi bir faaliyet gerçekleştirmesine uygun olmaktan çıkar. Platon ise sevgili hocasının ölümü üzerine, kentin kuzeybatısında Heros Akademisi’ne çekilip orada öğretmenliğe başlar. Aktif politika yapma isteği ile politika deneyiminin öğrettiği ve politikayı imkânsızlaştıran acı gerçekler arasındaki ikilem, onu her şeye rağmen çaresizliğin ve umutsuzluğun karanlıklarına sürüklemez.
Hayat ne garip!
Yıllar geçse de temel kurallar değişmiyor, insanların önünde yıllar önce olduğu gibi bu gün de iki seçenek var: itaat edip sessiz kalmak yada politikaya girip fikirlerin için mücadele etmek.
Yaşadığım ülkede bu gün kırk bir madenci tedbir alınmadığı için gaz patlamasında öldü ve yöneticilerimiz bunun kader olduğunu söylediler. Bu ülkede yönetici olmak çok kolay çünkü her türlü tedbirsizlik karşısında kadere sığınıp sıyırabiliyorsun.
Oysa hep ulaşmaya çalıştığım refah ülkelerinde kadercilik yok. İnsan yaşamına değer veriliyor ama bu noktada kendime de kızıyorum bu toplumda batıya gidip sadece kendimi kurtarmaya çalışıyorum. Yaşadığım toplumda anlayışın değişmesi için savaşmayı seçmiyorum.
Ben mücadele etmeyeyim nasıl olsa benim yerine sokaklarda pankart açıp “insan hayatına saygı istiyoruz” diye bağıran gençler olacaktır. O gençler benim yerine polis tarafından toplanıp merkeze götürülecektir. Benim yerime sosyal medyada neden sadece bizim ülkemizde madenci ölümleri gerçekleşiyor ? sorusunu soran insanlar sansür yasası nedeni ile üç yıl hapis ile cezalandırılacaktır.
Çok geçmeden uzak ve yakın çevrelerden gelen genç yaşlı birçok insan, hatta anlatıldığı gibi, erkek kılığına girmiş kadınlar Platon’un derslerine girmeye başlarlar.
Ne büyük bir mutluluk! Dersimi dinlemek için erkek kılığına giren kadınların geldiğini hayal ettim bir an.
Oysaki kırkbeşlik kişilik sınıfta dersi dinleyen öğrenci sayısı onu bulmaz, çoğu arka sıralarda uyur orta sıralardakiler telefonla zaman öldürür. Sabahlara kadar sosyal medyada en verimli zamanlarını harcayan öğrenciler için okumanın bir anlamı yoktur. Öğretmenler atanamamakta doktorlar her gün hastalar tarafından dayak yemektedir. Eczacılar para kazanamadıkları için bu gün yapacakları yürüyüşü maden işçilerinin ölümü nedeni ile ertelemiştir.
Burası, günümüzdeki okul kavramının bizde çağrıştırdığı ilişkileri temsil etmekten uzak bir eğitim merkezidir. Öğrenen ve öğreten arasında bir yaşantı birliği söz konusudur.
Öğrenen ve öğreten arasında bir yaşam birliğinin olması ne güzel bir düş değil mi?
Matematiği yaşam biçimi haline getirmiş, elinden kitap düşmeyen sırf soyut matematiğin hayatta uygulamalarını daha iyi kavramak için fizik çözen öğrencilere sahip olmak!
Bu düşten fazlası!
Kısa yoldan para kazanmayı ideal haline getirmeyen tek dertleri takipçi kasmak olmayan gençlerin olduğu bir ülke. Elbette refah ülkelerinin gençliğinin de bizimkinden çok farklı olduğu söylenemez.
Bu konuda batı ile eşit durumda sayılabiliriz. Oysa başarı için emek gerekir yıllarını vermek gerekir
Kısaca meslek erbabı olmak gerekir.
Yıllarca süren bir eğitimdir bu, hatta Aristoteles örneğinde olduğu gibi, ancak hocanın, ustanın ölümüyle kesilen bir eğitim sürecidir.
Bu eğitimle harmanlanmış hayatın hedefi, hakiki, doğru ve iyi olanın bilgisine, “ebedi İdealar âleminin güneşine” ulaşmaktır. Benim için idealar aleminin güneşine ulaşıp refah ülkelerinde yaşamak ancak ünlü bir bilim insanı olmakla mümkündür.
Bu amaçla yazdığım makaleler karalama olarak basılmış olsa da umudumu kaybetmemem gerekir.
Platon yada Sokrates için idealara ulaşma hedefinin içinde baştan itibaren politik amaçlar da yer almıştır benim her zaman uzak olduğum bir alan size nedenini açıklamaya çalışayım. Ülkemde ilk iki partinin liderleri yetmiş yaşında, liderin değişmesi için ölmesi gerekiyor ve parti içi muhalefet kavramı tanımsız.
Milletvekili olmak için tarikat önderi aşiret lideri yada iş adamı olmanız gerekiyor. Son zamanlarda eski futbolcular ve emekli güreşçiler de modaya uydu.
Peki soru şu:bu durum binlerce yıllar önce yok muydu,buna rağmen felseficilerimiz politikaya atılmaya bir sorun görmemişler.
Dört duvar arasına çekilmiş, hayattan kopuk bilgiçlik değildir amaç, filozof olmak devlete yol gösterebilecek adam olmaktır. Dolayısıyla da Dion’un tiran Dionysios’a karşı Siracusa seferine akademisyenlerin ve akademi öğrencilerinin de katılmış olması ve Platon’un Dion’a hayırlı yolculuklar ve başarılar dilemekle kalmayıp ona eşlik de etmesi anlaşılır bir durumdur.
Platon’un Atina’nın epey uzağındaki bir yere yapılan sefere katılması, bize bir şeyi daha göstermektedir. Platon’un zihin gözü, sadece memleketi olan Atina polis’ine değil bütün Yunan kentlerine, Helenlerin ve barbarların dünyasına çevrilmiştir. Platon bu noktada hocası, ustası Sokrates’i çok gerilerde bırakmıştır. Söz konusu dünyanın büyük bir bölümünü kendi gözleriyle gören Platon’un, Mısır’a ve Asya’ya gidip gitmediği kesinlikle bilinmemekle beraber, İtalya’da bulunduğu, hatta Sicilya’ya üç kez gittiği bilinmektedir.
Platon orada Pythagorascılarla, özellikle de Tarentli Arkhytas ile felsefi ilişkiler kurmakla kalmamış, Siracusa tiranının sarayında baskıcı bir politikanın boyutlarını da tanımış, buradan kendi politik görüşlerini geliştirecek veriler toplamıştır.
Kendi yurdunun demokrasisi ile Sicilya’daki tiranlığı karşılaştırarak demokrasinin kimi zaaflarını tespit edebildiği gibi tiranlık ile tiranın (zorbanın) bir devlet ve insan/yönetici tipi olarak temsil ettikleri olumlu ve olumsuz yanları görebilmiş, bu arada Siracusa tiranı ile aynı çatı altında kalarak onun aile içi yaşayışını, tebaasına davranış ve tavırlarını gözlemleyebilmiştir; bu şartlar, her şeyi olanca çıplaklığıyla, süslenmeden, tiyatrodaki gibi poz haline gelmeden zaaflarıyla, güçlü yanlarıyla görmesine imkân vermiştir. Akademide öğretmen ve “usta”, hoca olarak görev yapması, sorumluluğunu yerine getirmesi için yeterli değildi elbette; okuldaki konuşmaları doğrudan dinleyemeyenlere, sözlü bilgiye ulaşamayanlara ya da hatta ulaşmak istemeyenlere yazılı metinlerle ulaşmak gerekiyordu. Oldukça mutlu bir rastlantı sonucu, İlk Çağ’dan bize neredeyse eksiksiz ulaşan Platon metinlerini anlamak, onları eksiksiz kavramak, Platon araştırma ve incelemelerinin en zor yanını oluşturmaktadır. Kimse kalkıp Platon’u tamamıyla anladığını iddia edebilecek durumda değildir. Bir hatırlatma: Sokrates geriye yazılı tek bir satır bırakmamıştır. Onun çalışmaları tamamen söze daha doğrusu ikili konuşmaya, yani diyaloglara dayanmaktaydı.
Ne yazık ki yıllar sonra aynı aşamaya geldik, derslerde yazmak yerine beyaz tahtanın fotoğrafını çeken gençler eve vardığında yorgunluğunu atıp yemek yedikten sonra okulda çektiği fotoğrafı inceliyor.
Bir konuyu anlamakta zorluk çekiyorsa tabletten yada cep telefonundan o konuyu anlatan bir video izliyor.
Hangi yolu seçerse seçsin genç öğrenci eline kalem alıp beyaz sayfaya yazı yazmıyor.
Bu durum benim için de geçerli olmaya başladı.
Klasik mekanik yada dinamik problemlerini elime kalem alıp çözmek yerine son günlerde winedt uygulamasında boş belge açıp klavyeyi kullanmayı uygun bulmaya başladım.
Platon’u da bağlayan bir özellikti bu, çünkü gerek o gerekse bütün öteki yazıyı kullanan Sokratesciler diyaloglar yazmışlardır. Diyalog üzerinde biraz durmamız gerekiyor. Diyaloglar, gerçekten yapılmış kabul edilen bir konuşmanın yazıya dökülmüş biçimidir; oysa daha baştan yazılı olarak ortaya çıkmış, sözlü izlenimi vermek isteyen, böyle olunca da yazılı halini, aslında kendini diyalog diye tanımlayarak aşan bir türdür. Diyalog baştan itibaren gerçekten yazılı bir metin biçimi olarak sabitleşmiş, değiştirilmez bir “konuşma”yı temsil eder. Yazan ile okuyan birbirine ne kadar uzaksa, aynı şey, diyalogu sürdürenler ile okur için de geçerlidir. Hakiki bir sözlü sohbetin kişisel yakınlığının yerinde yeller esmektedir (yazılı) diyaloglarda. Platon, söz konusu 7. Mektup’unda, “son tahlilde amacımın ne olduğunu belirtecek hiçbir yazım bulunmamaktadır” der. Ona göre, amacı zaten öyle kolay kolay dile getirilebilecek, söylenebilecek bir şey değildir; anlatılmak istenilen, meseleye yönelik birçok ortak çalışmanın ve birlikte yaşamanın sonucunda aniden doğup ortaya çıkar ve sıçrayan bir kıvılcım gibi yaklaşır. “Kuşkusuz, şunu biliyorum ki, ben kendim yazacak ve söyleyebilecek olsaydım, en doğrusunu (iyisini) söylemiş olurdum. (…) Bu bana mümkün görünseydi, bu ülkede, insanların büyük yararına olacağından, yazmaktan daha güzel ne olabilirdi ki. Ancak, bu konuda konuşmayı denemenin, çok az insan dışında insanlık için iyi ve yararlı olacağını sanmıyorum.” Bundan çok daha önce yazılmış ve sahiciliği hâlâ tartışılan bir mektupta da, “Bu nedenle bu konuda hiçbir şey yazmadım, Platon’un yazısı yoktur ve de olmayacaktır; şimdi böyle dedikleri şeyler, güzel ve genç bir Sokrates’ten kalmadır,” diye belirtir. Platon’un birkaç yaşlılık dönemi eseri hariç, hep kendi adına değil de Sokrates adına konuşmasını, daha doğrusu diyalogları hep Sokrates’e yaptırmasını bu tespit çok iyi açıklıyor. Peki de Platon niçin geriye yazılı bir metin bırakmamakta, en azından varsayım olarak sözlü diyalogları Sokrates’e yaptırıp bu sınırı kollamakta bu kadar direnmiş olabilir ki? Aslında diyalogları yazılı metin saydığımızda, kendisinden önceki her filozofu geride bırakacak kadar çok yazmıştır. Düşüncelerini sadece sözlü yoldan aktaran Sokrates örneğine rağmen sonuçta Platon gene de bizlere büyük bir yazılı birikim ulaştırabilmiş, bunu gerçekleştirebilmek için de diyaloglar gibi bir anlamda dolaylı bir yol seçmişse, bunu, düşüncelerini kendi ömrü ile sınırlı tutmak istemeyen yaratıcı bir aklın buluşuna borçluyuz, demek yerinde olacaktır. (Platon’un yazı yolunu seçmesinin kuşkusuz zorlayıcı başka nedenleri de vardı. Sokrates, ölümünün üzerinden daha beş on yıl geçmeden bir mitos olup çıkmış, düşüncelerinin ne olduğu konusundaysa birbiri ile zıt, çelişen bir sürü görüş ortaya atılmaya başlamıştı. Dolayısıyla Sokrates düşüncesini yazılı belgeler halinde korumayı Platon’un kaçınılmaz görevlerinden biri olarak algılamış olması anlaşılır bir durumdur.) Yazılı olana karşı olan Platon, diyalog yolunu seçerek ve kendisini bu diyalogların arkasında tamamen gizleyerek, hem yazının söze göre her bakımdan eksik ve yetersiz olduğu biçimindeki görüşleriyle çelişmemiş oluyor hem de birbirini tamamlayan ihtiyaçlara cevap veriyordu. Platon için söz, konuşmacının duyguları, sıcaklığı ve gücüyle doldurulmuştur; gene de söz, bizi en son nedene, varlığın hakiki, doğru bilgisine, yani İdealar’a (yazıya) göre çok daha fazla yaklaştırsa bile, bir sonraki adım, bir tür “sıçrama” olmaksızın İdealar’ın bilgisine tamamen ulaşmamıza yetmez; öğretmen ile öğrenciyi birbirine bağlayan ve kendiliğinden, artık söze gerek olmadan ortaya çıkan kıvılcım, işte bu, kaderin kutsadığı, belirlediği bir anda, kairos’ta, yani tayin edici uğrakta, bizi İdealar’ın kusursuz bilgisine götürecek sıçramayı sağlar. Öyleyse, doğrudan söz değil, ama diyalogun kurduğu öğretmen, hoca, usta ile öğrenci arasındaki ilişki de her türlü iletici aracın ötesinde, kairos’ta, kusursuz bilgiye ulaşmak söz konusudur; sözün bile bizi o nihai bilgilere götürememesinin nedeni, elle tutulur gözle görülür, işitilir olana fazlasıyla bağlı olmasındandır; yazı ise sözden bile çok daha az elverişli bir araçtır bu yolda; soğuktur, kişisel tınının, rengin, duygunun yansımalarına kapalıdır; ruhun kapsadığı gözün, gönül gözünün yardımından yoksundur; üstelik değişmez biçimde bir kerelik verilmiştir, sabittir, düşünce, yazının içinde donar; yanlış anlaşılmalara karşı savunmasızdır, çaresizdir, okunma anında, bir kere ortaya çıktıktan sonra, artık kendini (sözün sağladığı imkânda olduğunun aksine) savunmaya geçemez, neyse odur; demek ki yazıdan, bizi o nihai İdealar bilgisine götürebileceğini ummak beyhudedir. Öyleyse yazı, ancak ikinci dereceden, söze tabi bir “ast” görevi yüklenebilir; yazı, yaşlılıkta belleğin desteği olabilir, ama sonuçta ciddi değildir; oyundur, ciddi olanın, karşısında kavranması bizim için zor bir biçimde, şakayı, eğlenceyi, neşeyi temsil eder. Önemli olan, her şakanın içindeki ciddi olanı düşünebilmektir. Örneğin çocuğun oyunu müzik ile danstır, ama her ikisi de erkeklerin dikkat etmesi gereken ciddi görevler de taşırlar. Tanrıların onuruna verilen şölenler, yapılan bayram ve eğlenceler gençler için oyundur; ancak bu oyunda, birbirine en iyi uyan çiftleri arayan yöneticiler için ciddiyettir oyun . Ayrıca oyun, ciddi bir şey olan felsefe karşısında, saçı sakalı ağarmış yasa koyucuların işidir. Yasalar da ciddiyetin en son şeklini temsil etmezler, bunlar hakikatin (gerçekliğin) sadece yansımaları, imgeleridirler, kendisi değil ; bu nedenle kimileri için zorunluluk taşımazken kimileri için hayatın kılavuzudurlar . Peki, uğruna Platon’un ömür boyu düşünüp çalıştığı insan varlığının bu bağlamdaki durumu nedir? İnsani olan, çok ciddi sayılmaya değecek herhangi bir şey yoktur; çünkü insan tanrıların elinde sadece bir oyuncaktır; tanrı ise her türlü ciddiyeti hak eder. Demek ki her şeyin bir yanı oyun, öbür yanı da ciddiyettir, ciddi olandır. Romanımın yeni satırlarını ciddiyetle yazmalıyım.
Sana bu iyiliği neden yaptığımı hiç düşündün mü,Necip? Kısa bir zaman yolculuğuna çıktın sana tekrar gençliğini verdim. Bunun bir karşılığı olmalı, senden küçük bir ricada bulunacağım. Zamanda geriye döndüğün yıl bir biyolojik savaş başlamıştı. İnsanlar salgında eve kapanmıştı ve sen derslerini bilgisayar başında yapıyordun. Salgının tek çaresi vardı mRNA aşısı. Türk asıllı iki Alman bu aşıyı geliştirdi ve oldukça başarılı oldular. Neden başarılı olduklarını düşündün mü?
-düşünmedim, biyoloji en zayıf olduğum disiplindir.
-başarılı oldular çünkü virüsler hücreye genetik materyali gönderdikten sonra konak hücrenin yönetim mekanizmasını –mRNA-hariç ele geçirir,hücrede çoğalır ve patlama olur, ortaya çıkan yeni virüsler diğer hücrelere tutunmaya başlar.
-çocukluğumda izlediğim Uzay-1999 dizisindeki uzay gemilerini hep virüslere benzetmişimdir. İlkokulda onlar hakkında kara tahtada bir sunum yapmıştım.
-salgından beş yıl sonra ikinci biyolojik silah devreye girecek, Necip. Biliyorsun çok kısa sürede hızla mutasyona uğrama özelliği onları kusursuz yapıyor. Yeni model ve güncelleşmiş bu kristal yaratıklar artık mRNA kontrolünü de ele geçirmeye başladılar. Bu tedavinin olmaması anlamına geliyor.
Senden istediğim ilk virüsün ortaya çıkmasına engel olmak eğer mutasyona uğramadan başarılı olursan insanların ölümüne engel olabilirsin.
-bu nasıl olacak, peki ? ilk virüsün ortaya çıktığı merkezi yok etmemi mi istiyorsun?
-hümanist yöntemlerle bu problemi çözeceksin. 2005 yılında çalıştığın lisede öğrenci değişim programı ile ülkeye gelen kısa boylu çekik gözlü öğrenciyi hatırladın mı?
-sempatik bir öğrenciydi,yakasında Türk bayrağı ve Atatürk fotoğrafı taşırdı. Çorbayı yüksek sesle içmesi hariç beni rahatsız eden bir davranışı yoktu. Konu ile ilgisini anlamadım?
O genç kısa çekik gözlü genç yıllar sonra ülkesinde çok başarılı bir mikrobiyolog olacak desem konumuz ile bağlantı kurabilirsin sanırım. Okulda en Samimi olduğu öğretmen sendin. Birlikte yedi yüz yıllık tarihi mekanları gezmiştiniz. Onu bilime yönlendirmeni isteyeceğim ama mikro dünya yerine soyut kavramlara yönelmesini sağlayabilirsin.
-en soyut disiplininin matematik olduğunu düşünüyorum. Varsayalım ki bana verdiğin görevi başardım, onu bakteri ve hücrelerden uzak tuttum. Belirli bir süre sonra başka biri tarafından modifiye edilmiş virüsler yeniden hayatımıza girmeyecek mi?
-bu olasılık gerçekleşirse tedbir almayı düşünürüz. İlk aşamada senden istediğim o Çinliye engel olman. Richard Lee ile yakınlaşmalı hayatında önemli bir karar almasında başrol oynamalısın.
Lee yakasında ATATÜRK rozeti ile okula gelmişti, sabah bayrak töreninde marşımız okunurken sağ elini kalbinin üzerine koydu. Öğle tatilinde benim çabalarımla futbol maçı izledik. Lee bana farklı iki toplum olarak aynı kelimeleri kullandığımızı anlattı. Çay ve çarşı kelimeleri onlar tarafından da kullanılıyormuş. Ben de çok eski yıllarda Hunlar ile Çinliler arasında yapılan savaşları ve Çin prensesleri ile evlenen Türk hakanlarını anlattım.
Bir öğrencinin yaşamında yer etmek kolay değil!
Sipariş üzerine yapılacak bir eylem değil bu.
-Lee okuduğum bir kitap beni çok etkiledi. Aile üyeleri bebek gibi uyurken ben felsefe kitapları okumaya başladım.
-sizi bu derece etkileyen kitabın adı nedir, teacher?
-Platon’dan devlet.
Devlet metninin içeriğine girmeden önce, onun bir “literatür” metni olarak temsil ettiği karakteristik özelliklere kısaca bakmak, yapısı itibarıyla ne tür bir metinle karşı karşıya bulunduğumuz sorusu üzerinde durmak gerekir. Bir metnin kaleme alındığı dönem, yazılma süresi, yayımlanma dönemi, biçimi, özel ve genel kaynakları, yazınsal biçimi, yazılma amacı, ortaya koyduğu sonuç, değerlendirilmesi ve alımlanması, dolayısıyla da okuru, bizleri ilgilendiren geniş erimli ve ömürlü sorulara vermeye çalıştığı yanıtlar vb. için, söz konusu olan modern bir metin olsa, yapılacak şey arşivlere dalmak, yazarın anılarını, günlüklerini incelemek, eleştiri, deneme yazılarını değerlendirmek olacaktır.
-bu eserin modern olduğunu söylememiz pek de mümkün gözükmüyor,teacher.
Lee gülümsedi.
- Bir İlk Çağ metninin söz konusu olduğu yerde, bu tür “kaynaklar” beklemek boşunadır. Tek tük kaynaklar ise aradığımız cevaplara tam destek olmaktan uzaktır. Ayrıca bilginlerin, düşünürlerin o dönemlerde bir cevap aradıkları belli başlı soruların odağında dolaşan metinler de yüz yıllar içinde öylesine üst üste yığılmışlardır ki, onları şöyle kıyısından köşesinden ele almak bile büyük bir çaba ve zaman ister. Dolayısıyla haddini bilmek gerekmektedir bu konuda; Devlet gibi bir metni bütünüyle tüketmenin, onu günümüzde yeniden değerlendirmenin güçlüklerinin bilincinde olarak, kimi noktalara değinmek istiyorum.
Devlet metninin yazıldığı dönem ve süre hakkında bile doğru dürüst bir bilgimiz bulunmamaktadır. Platon bu metni yazmaya ne zaman başlamış, ona ara vermiş midir; başta ayrı ayrı olan bölümleri sonradan mecburen bir araya mı getirmiştir; bugün elimizdeki metin, geriye dönerek yapılmış bir derlemenin ürünü müdür?
Metni dikkatle izleyen okur, biçimsel, içeriksel çarpıklıklar, hatta çelişkiler, anlatının doğrusal çizgisinden çok sayıda uzaklaşmalar, sapmalar ile karşılaşır; bilimsel bir metnin kesin tutarlı, mantıksal bir kurgusu olması gerektiğini ileri süren Platon’un bu ölçüsünü dönüp onun kendi metnine uygulamak istersek, metni belli bir ana eksenin üstüne yerleştirmemiz ve hedefe “İdealar öğretisini” koymamız gerekir; gerçekten de yazarın, “İdealar öğretisine” doğru belli bir gelişme çizgisi izlediğinden emin olunduğu ölçüde, özellikle bu öğretiyi bir kilometre taşı olarak kullanıp, metni zamansal yönden katmanlara ayırmak ve şu bölüm şu nedenle şu dönemde yazılmış olmalıdır, demek, uzun süre benimsene gelmiş bir yaklaşımdır.
Bu yaklaşımla üç bölüm belirlene gelmiştir. Henüz alabildiğine ironik bir tavır gösteren “bir şey bilmeyen” Sokrates ile üç partnerinin diyaloglarını içeren ilk bölüm; bu kişilerden üçüncüsü Sofist Thrasymakhos’tur üstelik diyalogun net bir sonuca varmaması, ayrıca bu bölümün genellikle “kavram tanımlarına” ayrılmış olması, genel değerlendirmede “gençlik diyalogu” karakterinin ağır bastığı şeklinde yorumlanmış ve bu bölümü Platon’un, henüz Sokrates hayattayken, kendisi Sicilya’ya ilk gezisini yapmadan önce, yani 4. yüzyılın ilk çeyreğinde yazmış olduğu kabul edilmiştir. II., III. ve IV. Kitap’ın, bölüm olarak ikinci bir bütün oluşturduğu görüşü hâkimdir.
Platon bu bölümlerde örnek bir devletin doğuşunu ve yapısını betimler; adalet tanımını da burada bulur; ancak bunu yaparken, ünlü İdealar öğretisine değinmez; dikkat çekicidir bu; öyleyse, Platon bu bölümü yazarken İdealar öğretisini henüz enikonu tasarlamış ve kavramsallaştırmış değildi, denmiştir. Dolayısıyla da bu bölümlerde “ruhun ölümsüzlüğü” öğretisinin bekçilerin (koruyucuların) eğitiminde yer almaması şaşırtıcı olmamaktadır. Gençlik heyecanının gizlenmediği bir pedagojik iyimserlik taşıyan bu bölümün oldukça erken bir dönemde yazılıp, sonradan yayımlandığı yolunda yaygın bir kanı vardır.
Bu nedenle Aristophanes’in İÖ 392 yılında sahnelenen Ekklesiazousai (Kadınlar Açık Meclisinde) komedisinde kadınların mülk edinmesi konusu ele alınmışken, Platon’un ancak V. Kitap’ta bu konuya etraflı bir cevap verdiği düşünülmektedir.
-Eski Türkiye’de kadınların mülk edinmesi mümkün müydü, teacher?
-Mülk edinmekten vazgeçtim nüfus sayımında kayıtlara yazılmıyorlardı. Erkek ve hayvanların sayımı yapılıyordu. İki kadının şahitliği ile bir adamın eşitliği eşit tutuluyordu.ikimizin de ülkelerinde kadın haklarına –günümüzde dahi-yeteri kadar saygı duyulduğuna inanmıyorum,Lee.
Günümüzde hemen bütün Platon uzmanları Politeia’nın bugün elimizde bulunan şekliyle, bir bütün olarak tasarlanıp kurulmuş olduğu, usta bir inşa planı sunduğu görüşünde fikir birliği içindedirler. Gene de, metne yönelik eleştirel analizin hâkim olduğu dönemden uzana gelmiş bir görüş, en azından “adalet” konusunda, Platon’un Gorgias diyaloğundan önce yazdığı, ama okura sunmadığı bir gençlik dönemi taslağını tekrar ele alıp I. Kitap için yer yer değiştirerek değerlendirdiği yolundadır. Bu görüşü benimsememiz durumunda, kimi ufak tefek uyumsuzlukları, özellikle I. Kitap ile II. Kitap arasındaki kopukluğu açıklayabiliriz.
Sonuçta günümüzde, Politeia’nın, birinci Sicilya gezisinden önce yazılmaya başladığı, İÖ 375-370 arasında, ikinci Sicilya gezisinden sonra okura sunulduğu kabul edilmektedir. Kıyısından köşesinden değinilmiş birkaç tarihsel olayın yanı sıra Platon’un bir düşüncesi, metnin ortaya çıkma yıllarını belirler gibidir.
Düşünür, kişinin felsefeyi ancak elli yaşından sonra hedefli olarak seçmesi ve felsefenin, insan ruhunun ışınına ve bütün ışıkların en ilk kaynağına bakması için onu ayağa kalkmaya zorlaması gerektiğini ileri sürmektedir.
Böyle bir görüş ortaya attığına göre kendisinin bu yaş sınırını geçmiş olması gerektiğini haklı olarak kabul edebiliriz, öyleyse, bu düşüncesini ortaya attığı metin bölümü, İÖ 377 yılından sonra yazılmış olmalıdır. Adalet ya da Devlet’in “Omurgası” Politeia’ya bir bütün olarak baktığımızda Platon’un doğru dürüst bir plan yapmadan, çeşitli düşünceleri bir araya getirdiği izlenimine kapılabiliriz. Adalet, mutluluk, devletlerin doğuşu, en iyi devlet, en iyi insan, devletin bekçileri (koruyucuları) ve filozof, bilgi öğretisi, İdealar öğretisi, hayatın ahlakiliği, devletin çürüme, çökme biçimleri, öte dünyada mutluluk ve ödül gibi birçok sorunu, öğreti ve görüşü böyle bir metinde toplamak için, parçaları kendine eklemleyen bir omurga bulunması gerekir. Platon için bu omurga, bu önemli tema, Glaukon’un itirazında (358) hemen başlarda kendini ele verir. Adaletin, (hakkaniyetin) ve adaletsizliğin ne olduğunu öğrenmek ister Glaukon. Adaletin özü ve yol açtığı sonuçlar ile onun karşıtının insan ruhundaki durumudur ana tema. Ancak bu adalet (hak, hakkaniyet) konusunun özü tartışılırken, kudret, güç, şan, şöhret, maddi zenginlik gibi bencilliğin ya da fedakârlığın konusu olan dışsal sonuçlar bir yana bırakılarak, doğrudan mutlak (soyut-genel) bir ölçü üzerinden adaletin ne olduğunun belirlenmesi söz konusudur.
İşte bu diyalogda Glaukon’un bu talebi doğrultusunda Sokrates önce adaletin devlet ve insanın içindeki özünü araştırmaya yönelir; çünkü bu ikisi arasında çözülmez bir bağ bulunmaktadır. Bütüne bakacak olursak, II.-IX. Kitaplar adaletsizliği (haksızlığı) ele alırken, adaletsizliğin insanın içine, ruhuna, onun mutluluğuna, mutsuzluğuna etkileri IX. Kitap’ın 4-11 bölümlerinde karşımıza çıkar.
-Adaletsizliği ilk hissettiğim an 1997 yılının dokuz eylülüydü. Akademisyen olmak için girdiğim sınavda farklı bir disiplinden gelen torpilli bir öğrenci önüme geçmişti. Ortalaması vasat olan bu öğrenci şu an kariyerinin zirvesinde!
Dürüstlüğünü takdir etmeliyim, sınavdan önce fakülteye kabul edileceğini söylemişti. Sizin ülkenizde hak eden hak ettiğini alabiliyor mu ,bay Lee?
Aradığım ülke belki de Güneş Ülkesidir.
-Güneş Ülkesi isimli kitabı okumaya çalıştım ama bana çok saçma geldi.
-o kitabı okuyacak olgunluğa ulaşmadığın için olabilir bay Lee. Felsefe ile aran nasıl?
-pek iyi olduğu söylenemez, teacher. Ben daha çok insanlarla uğraşan disiplinleri seviyorum. Hammaddesi insan olan sağlık sektöründe çalışmak isterim. Kanser araştırmaları gen tedavisi, mikrobiyoloji ilgimi çekiyor. Dilinizi yeteri kadar konuşamasam da okuduğum İkili Sarmal kitabı beni çok etkiledi.DNA’nın kendini eşlemesi ne büyük bir mucize değil mi, teacher?
-kesinlikle, haklısın. Bununla birlikte mucizeler sadece genetik mühendisliğinde gerçekleşmiyor. İki sayı arasında sonsuz tane sayı olması da bir mucizedir. Bilim tarihi ve felsefe okumanı tavsiye ederim. Sihirli bir dünyaya girdiğini fark edeceksin. Kütüphaneden senin için felsefe kitapları çıkartayım.
Sokrates’in savunması tavsiye edebileceğim bir kitaptır. Platonik dünyayı keşfetmelisin!
Platon Sokrates’in ağzından bize bütüne ilişkin planını açıklar: Sokrates, incelemelerinde gerektiği kadar yol alındığını belirttikten sonra, başlangıçtaki, kendilerini oralara kadar götürmüş olan savına geri dönmeleri gerektiğini söyler ve II. Kitap’ın başında yer alan, Glaukon ve Adeimantos’un görüşlerine değinir. Her türlü maddi, dış olguya dayalı mutluluğu reddederek ruhun kusursuzluğunda en büyük mutluluğu bulan Sokrates’e göre, bizi bu en üst düzleme taşıyacak olan etmen, salt bilimdir. Sokrates bir kez daha filozofun en yüce görevini hatırlatır; kurduğu İdealar devletinin hizmetinde çalışmaktır bu . Böylece IX. Kitap’ın sonuna ulaşmış ve II. Kitap’ta ortaya atılan soruların cevabını da almış oluruz. Bu ana tema’nın dışındaki konular bir tür tamamlayıcı, destekleyici parçalar olarak görülebilir. İlk bakışta, gerçi öteki tematik bölümlerin de ağırlıklı olduğu izlenimini edinmek mümkündür. Örneğin II. ve III. Kitap’ta genişçe üzerinde durulmuş bir konu “ideal devlette edebiyatın (yazı/şiir sanatının) reddedilmesi konusu” sonda bir kez daha karşımıza çıkar ve Politeia’nın tek bir ana tema etrafında dolaştığı tezimizi çürütüyor gibi görünür; bütün ile organik bir bağ kurmayan sonradan eklenmiş bir bölüm izlenimi verir burası; ardından IX. Kitap’tan itibaren adil olanın bu dünyada ve öte dünyadaki ödüllerini betimleyen bir açıklama ile karşılaşırız. Sığ, düz bir özgecilik (bencillikten uzak olma) anlayışı mı söz konusudur burada; hani Platon düşüncesini tümünden zedeleyecek bir sığlık? Ancak ne gelişigüzel bir ekleme durumu ile ne de böyle bir sığlık ile karşı karşıya olduğumuzu iddia edebiliriz. Bu bölümlerin de ana konu ile bağlantıları bulunmaktadır. Çünkü ideal devletin görevlilerinin seçilip yetiştirilmesi sürecinde müzik ile edebiyat, bekçiler devletinde önemli eğitim ve yetiştirme güçleri olarak görevlendirilmişlerdir; bu arada eski ve mevcut edebiyat reddedilmiş, bambaşka, amaca uygun bir müzik ve edebiyat anlayışı onun yerine konmuştur. Çünkü geleneksel ve mevcut edebiyat, tanrıları ve kahramanları anlatırken, ahlaki düzlemdeki yetersizliğinden ötürü, dinleyiciler üzerinde (özellikle tiyatroda) zarar verici etkiler yapmakta, karşımıza yanıp yakaran kahramanlar, gülen, ciddiyetten uzak tanrılar çıkartmaktadır. Bu kötü etkinin nedeni, edebiyat canlandırmasının salt taklitten yola çıkması ya da var olanı olduğu gibi alması, taklit edeni de taklit edilmiş hale koymasıdır. Bu anlatma şekli, derine inme yeteneğinden yoksundur, dolayısıyla da taklit edici bütün edebiyatın değersiz oluşunun nedenidir, ayrıca da ruhta yol açtığı etkilerden ötürü işe yaramaz bu edebiyat. Bu edebiyat anlayışı ruhun üçe bölünmüşlüğü ve İdealar öğretisinden sonra, VI. ve VII. Kitapların ardından ortaya konmuştur; bu ek istediği kadar zorunlu olsun, ancak ana konunun ele alınıp tartışılmasının ardından buraya girebilmiştir. Ayrıca adil, haksever olanın ödüllenmesi konusu için de IX. Kitap’tan sonra bir yer ayrılmıştır, yani adil olanın ruhtaki özünün ve yol açtığı sonuçların tartışılmasının ardından kala kala bu yer kalmıştır metinde. Kısacası, bütün bu ve benzeri konulardaki görüşler, asıl konunun tartışma hattının kıyısında köşesinde kendilerine bulabildikleri yerlere serpiştirilmişlerdir demek doğru olacaktır. Dolayısıyla da bir gelişigüzellik ve dağınıklık değil de, adalet konusunun ekseninde bir dağıtılma söz konusudur. Adalet eninde sonunda ödülünü bulacaktır, ama kişi bu ödül uğruna adil olmaya çalışmamalıdır; bu düşünce Platon için tartışılmaz bir doğru, bir aksiyomdur; dünyada, “iyi” İdea’sının üzerinde “en yüce iyi” olan tanrısalın bulunduğu bir düzen olduğuna kesinlikle inanmasının sonucudur. Bu durumda, ölümsüz ruh için –ruhun ölümsüz olduğunu II. Kitap’ta Sokrates ispatlamıştır– en azından ruhun hayatın cüruflarından, pisliklerinden uzak kaldığı, arınmış o nihai konumunda, duruma göre ödül ya da ceza gelecektir.
İçinde, bütün insani yetersizliklerin ve kusurların ve bunlardan türeyen haksızlıkların hiç olup çıktığı, bu mutlak adaletli dünya düzeninin manzarası ile karşılaştıktan sonra, metin, başlangıçta (II. Kitap’ta) yola çıktığımız yere dönüş yapıp biter; burası aldatmanın, sahtekârlığın, kötülüğün, tanrıların rüşvetle kandırılabildiği dünyasıdır. II. Kitap’ın başlangıcı ile X. Kitap’ın bitişi, metnin ana temasının dış sınırlarını oluştururlar böylelikle. Bu finali Platon’un ana bölümü tasarlayıp geliştirirken tasarlamış olduğu kesindir; dolayısıyla da karşımızda, daha önce kendine metinde yer bulamamış bölümlerin eklendiği bir bölüm bulunmamaktadır. Metnin ana konusunun işlendiği bölümlerdeki, hatta, daha I. Kitap’ın başındaki çok sayıda yollama bunu göstermektedir. Sokrates, ana bölümün başında adaleti, mutlu olmak isteyenin öylece ve de getireceği sonuçlardan ötürü sevmesi gereken iyi olarak tanımlar. Glaukon, haksızlığın dünyası tablosunda, adil kişinin katlanmak zorunda kalacağı korkunç acılara da değinir.
Platon’un bu iddialara karşı çıkması da gerekiyordu, ancak haksızın kendine hep avantaj sağladığı, adil olanın kaybettiği görüşüne yönelik itiraz, X. Kitap’ta gerçekleşir, gene adaletle ilgili aynı sözcükler kullanılır, ama bu kez odakta adalet değil haksızlık yer almaktadır.
Edebiyat sanatının ele alındığı yerde, insanın edebiyatta nasıl yansıtılması gerektiği sorusu, kesin bir dille adalet hakkındaki görüşlerin kavranmasının ardına bırakılır.
X. Kitap’ta Sokrates de bu konuda konuşur, bunu yaparken geçmişe dönerek yollama yapar. Son kitaptan ya da biraz öncesinden geriye, başa dönüşler sıkça karşımıza çıkar, ancak bunlar da bir dağınıklığın, plansızlığın, akla sonradan gelen bir bölümün araya sıkıştırılmasının eseri olmayıp Platon’un X. Kitap’ı yazarken, bütünü yeniden kafasında tasarlayıp göz önünde tuttuğunu gösteren yerlerdir. Gene metnin yapısal bütünlüğü konusuna son bir değinme yaparak geçelim. III. Kitap’ın başlangıcında Sokrates, Hades’in o zamana kadar uzana gelen edebiyatta aşağılandığını söyler ve buna karşı çıkar, ancak doğru görüşün ne olması gerektiğini ortaya koymaz. Ancak X. Kitap’ın kapanış mitosu, bu konuda bir cevap getirir; dolayısıyla X. Kitap’taki bu cevabın daha baştan tasarlanmış olduğunu kabul etmemiz yanlış olmaz. Aynı şekilde I. Kitap ile X. Kitap arasındaki bağlantı hatları, böyle bir bütünsel düşünceye işaret etmektedir. İlk kitapta Kephalos, yaşlı insanın ölüme yaklaştıkça öte dünyadan korkmaya başladığını, geceleri uykusundan dehşetle uyandığını ve hayatının geri kalanında da karanlık bekleyiş içine girdiğini söyler.
-bay Lee, ben orta yaşlıyım, ölümü istiyorum. Yaşlandığım zaman ölümden korkacak mıyım acaba?
-Ölmek için erken olduğunu düşünüyorum, teacher. Hayatınızda hedefleriniz var.
-senin hedeflerin neler?neden bu ülkeyi seçtin mesela?
-Aynı kültürden hatta aynı ırktan geldiğimizi düşünüyorum.
-yani biz sarı ırk mıyız? Fiziksel özelliklerimiz farklı, gözlerim senin gibi çekik değil mesela.
-Büyük göçten sonra gen havuzunuz genişledi. Araplarla ve batılılarla gen alışverişinde bulundunuz.
Hun hanedanlığına baktığımız zaman ne kadar benzer olduğumuz kolaylıkla görülebilir.
-son Türkü dişi bir kurdun besleyip büyüttüğüne inanırız. Bu herkes tarafından bilinen bir efsanedir, yazarlarımız hep dişi kurttan söz eder.
-kurtlar banim ilgimi çekmiyor, insan hayatını değiştirecek açlığı ortadan kaldıracak projem var benim.
İnsanları mutasyon sonucu üretici yapabiliriz, öglena gibi havadaki karbondioksiti ve suyu kullanarak besin üreten yaratıklar olduğumuzu düşünsenize, Afrikada çocuklar açlıktan ölmeyecek, teacher.
-Mikrobiyolojiden hiç vazgeçmeyeceksin galiba. İtiraf etmem gerekirse insanlık adına yararlı bir proje. Ben konuya dönmek istiyorum.
motif, hikâye etmenin küçük bir unsuru olarak tanımlanır.
Kurt motifi edebiyatımızda kullanılmıştır, Mr. Lee.
İçinde barındırdıkları nitelikleri itibariyle hikâyenin parçalanamaz bir unsuru olarak geleneksel bir tanıma sahiptir. Aynı zamanda motif kavramı, farklı eserlerde karşımıza çıkan bölünmez, parçalanmaz tematik ünitelerdir. Çeşitli edebi metinlerde tekrarlanan ve özel bir anlam taşıyan unsurlar da motif adını almaktadır. Muhtelif tanımlara sahip olan motif, özetlenecek olursa edebi eserlerde benzer şekillerde vurgulanan ve insanların zihninde kalıcı izler bırakan en küçük anlatım şifreleridir. Öyle ki bu şifreler bir araya getirildiğinde olay örgüsü benzer metinlere aşina olanlarca anlaşılmış olur.
Edebiyat, zengin kaynaklardan beslenen bir sanattır,Lee.
Böyle bir sanat olması, onun mitoloji denen bir kaynaktan beslendiğini gözler önüne serer. Mitoloji, hayatı, doğayı anlamlandırma eylemi olarak ortaya çıkmıştır. Edebiyat da, mitoloji ile aynı amaca hizmet etmektedir fakat bu anlamlandırma sürecinde estetik zevkler de rol oynamaktadır. Edebiyatın mitoloji denen kaynaktan beslenişi, iki şekildedir: Olağanüstü anlatıları konu alan eserlerin yapısı ve olağanüstüden ziyade olabilirliğe dayalı eserlerdeki mitolojik yönlerdir. Kaynaklardan beslenme, ilişkiyi ortaya koymak açısından iki farklı yol karşımıza çıkarmaktadır: Olağanüstü bir eser incelendiğinde -motif yanı ağır basan bir eser- o eserin yazıldığı kültürün mitolojik bilgisine sahip olma becerisine sahip olmak, şifreleri çözebilmek bir uzmanlık gerektirmektedir. Olabilirliğe dayalı bir eseri, motif yönünden azalmış bir eseri incelemeye koyulduğumuzda eserlerin, motifleri simge ya da imge olarak verebileceklerini, bazen de mazmun ya da gönderme şeklinde yer alabilecekleri gibi eserin ana kurgusunu da oluşturabileceğini göz ardı edemeyiz, Mr. Lee.
-Bizim kültürümüzde ejderha motifi ünlüdür, teacher.
-biliyorum. 23 nisan çocuk şenliğinde ejderha motifini ülkenin çocukları her yıl temsilde kullanırdı.
Türk kültürü içinde kendine önemli bir yer edinen kurt motifi, kaynağını eski Türk topluluklarından almaktadır. Kurtla ilgili olarak gelişen hayvan-ata kavramı, devlet, hükümdarlık vb. unsurların simgesi de olmuş, gök ve yer unsurlarıyla ilgili çeşitli anlamlar kazanmıştır. Mitolojide de büyük bir yer işgal eden kurt, Oğuz Kağan Destanı’nda, Ergenekon Destanı’nda olmak üzere sözlü edebiyatımızda başrolü yakalamıştır. Kurdun başrol olduğu alanlar arasında eski Türklerin kozmolojisi de gelmektedir. Bu cümleyi dikkate alarak kurdun edindiği rol hakkında kurdun aydınlığın ve buna bağlı değerlerin temsilcisi olduğunu söylemeyi es geçemeyiz. Kurt motifi, kültürümüzde bu kadar önemli bir yere sahip olmuş iken, bugünkü çağımızda da varlığını güçlü bir şekilde sürdürmektedir. Edebiyat verimlerinde sadece destanlarda yer almamış, romanlarda da kendini göstermiştir. Söz konusu çalışmamızda kurt motifini Halide Edip Adıvar’ın ‘’Dağa Çıkan Kurt’’ isimli eserinde yer alan ‘aynı adlı hikâyeden ve Cengiz Aytmatov’un ‘’Dişi Kurdun ‘rüyaları’’adlı romanından hareketle ele alıp motifi nasıl işlediklerini sana çözümlemeye çalışacağım.
Birinci tekil bakış açısıyla konuşan anlatıcı, tanıdığı bir Türk şairinin kendisine bahsettiği Fransızca eserden esinlenerek, bir kurt hülyasına dalar. Bu çerçevenin içine yerleştirilen ikinci olayda bir çocuğun uykuyla uyanıklık arasında gördükleri, yine “ben” anlatıcı ile sunulur.
yıkıcı etkide kalmış yoksul bir evdeki küçük çocuğun dinlediği ve gerçeküstü çizgiler taşıyan kurt masalı, üçüncü bir metin halkası oluşturmaktadır. Hikâyenin sonunda daldığı hayalden uyanan anlatıcı, masalın kendisinde uyandırdığı hisleri dile getirir. Anlatıcının kurguladığı hayalin içinde yer alan çocuk ve onu uykusundan uyandıran kurdun anlattığı masal son sahnede birleşir. Bozkurtla karşılaştığı andan itibaren dönüşüm yaşayan çocuk nihayet bir kurt olur ve masalda işaret edilen, yurtları işgal edilmiş kurtlar gibi dağa çıkarak mücadele için ant içer.
Kurt motifinin çıkış noktası Alfred de Vigny’nin ‘’Kurdun Ölümü’’ adlı eserdir. Fransız yazarın eserinde hikâye şudur: Bir gün avcılar, kurt iline baskın düzenler. Bu baskında eşini ve yavrularını korumak isteyen baba kurt kendini avcıların önüne atarak avcıları oyalar. Bu sırada dişi kurt ve yavru kurt kaçıp kurtulma imkânı bulur. Fakat şiirin sonunda avcılar baba kurdu parçalamıştır. Halide Edip’in hikâyesi de şöyledir: Bir gün ormanda kavga çıkmış ve hayvanlar, birbirlerine girmişlerdir. Kırk günün sonunda fil, barış borusu çalar. Bu barış borusuyla birlikte kavga eden hayvanlar toplanır. Ancak hepsi yaralı ve perişan haldedir. Fil, toplanan hayvanlara uzun bir nutuk atar. Filin barış nutkunda her hayvan kendinden güçsüz olanı düşünür. Burada bir karar alınır: Ormanda barışın devam ettirilebilmesi için bir hayvan cinsi feda edilecektir. Bunun için de kurt soyunda karar kılınır. Kurt da soyu için verilen bu hain hüküm kalkana kadar dağa çıkmaya ve orada mücadele etmeye karar verir.
Halide Edip Adıvar eserinde kurt motifinin açılışını şu cümleyle yapar: ‘’Nihayet başım boş ve içim sınırsız bir sıkıntı içinde, deniz altın bir ışıkla dümdüzken kurt hülyasına daldım.’’ Hikâyesinin ilerleyen kısımlarında rüyasındaki kurdu tasvîr ettiğini gözlemleriz. Bu tasvir, hikâyenin içinde önemli bir yer eden, temaya götüren önemli bir tasvirdir:
’’Yaralı, kocaman bir bozkurt arka ayakları üstünde oturuyor; korkunç, uzun başı ateşli gözleriyle gözlerimin içine bakıyordu. Omzundan boz tüyleri üzerine akan kanlar, garip, soluk lekelerle sarı ayın sarı ışığında dalgalanıyordu. (…) , gözleri o kadar derin, o kadar ateşliydi ki, vücudu o kadar bütün kurtların babası gibi büyük ve korkunçtu ki, öyle oturup bakarken bile kendi kendime onun ağzından midesine gireceğim, bir lokma olacağım sanıyordum. Fakat bu kocaman ve korkunç kurdun gözleri, çenesi üstünden akan kanları, onun büyük, pek büyük bir savaştan çıktığını gösteriyordu. Bakarken bakarken içimde, gerçekten, o kurdun içine girip çıkmış gibi tuhaf ve tanıdık bir duygunun izleri uyandı. O izler neydi bilemiyorum.’’
Anlatıcı kahraman, kurdu gördükten sonra anlamlandırma sürecine girer. Gördüğü kurtta, tanıdık izler bulur fakat kendisi de bunları bilemeyecek durumdadır. O cümleden sonra bilemediği tanıdık duygu, zihninde yavaşça canlanmaya başlar gibidir: ‘’Fakat yüzlerce sorunun dolambaçlı, unutulmuş efsanelerine doğru uzanıp gidiyordu.’’
Halide Edip’in dolambaçlı, unutulmuş efsane dediği şey, eski Türklerin dönemlerine uzanan efsanelerdir. Bu dönemlerdeki destanlar, destanlara ve efsanelere konu olan kahramanların o zamanlarda gösterdiği kahramanlıklar, kazandığı zaferler de buna eklenebilir. Kurt, anlatıcı kahramanda böyle bir etki bırakmış ve kendini böyle anlamlandırmıştır. Anlamlandırma süreci tamamlandıktan sonra özdeşleşme başlayacaktır: ‘’O izlerin sonundaki sırlı yola vücudumla beraber ulaşmıştım; kocaman, yaralı ve ateşli bozkurdu anlamış, tıpatıp onunla bir olmuştum.’’
Hikâyenin ilerleyen kısımlarında kurt soyunun felaket masalı dinlediğini ve sonunda da hayvanlar arasından kurtların feda edilmesiyle kurtların dağa çıkışı da mücadele eylemini başlatır: ‘’Herkes, tuzak, tırnak, pençe ve her şeyle kurt soyuna saldırdı. Bu eşi görülmemiş bozgun ve yıkım karşısında inlerinden, cengelin av ve tuzak yerlerinden yaralı, bahtsız boşanan kurtlar, soyun öç andını ulumak için dağlara çıktı.’’
Kurtuluş savaşında Halide Edip Amerikan mandasının kabul edilmesinin uygun olduğunu savunuyordu. Bu nedenle severek okuduğum bir yazar olduğunu söyleyemem.Bununla birlikte eserden yapılan alıntılardan hareketle Halide Edip’in kurt motifi hakkına şunları söylemek mümkün olacaktır: Hikâyedeki kurt motifi, yaralıdır çünkü bir savaştan çıkmıştır. Halide Edip, yaralı kurtla vatanın içinde bulunduğu durumu özdeşleştirmiştir. Yazar, yaşadığı devirden soyutlanamaz ve ayrı düşünülemez. Adıvar da, Birinci Dünya Savaşı, Kurtuluş Savaşı dönemlerine şahitlik etmiş, bu dönemlerin nabzını tutmuş bir sanatçıdır. Kurt soyunun felaket masalı okuması, Türk milletinin felaket masalı okuması olarak düşünülebilir. Kurtların öç andını okuması ile de Türklerin kendilerine bu felaketi reva görenlere karşı mücadele etmesi de birlikte düşünülmesi gereken bir başka maddedir. Sanatçının kurt motifini kullanması, hele ki bu kurdu yaralı olarak tasavvur etmesi, okuyucularına vermek istediğini dile getirir gibidir.
kurt motifi, Cengiz Aytmatov’un ‘’Dişi Kurt’’ bağlamında da incelenmiştir.
Cengiz AYTMATOV eserleri ile kalbimde yer etmiş bir yazardır. İlk okuduğum eseri toprak ana ve daha sonra okuduğum elveda gül sarı tasvirleri etkileyici dili ile unutamadığım kitaplar arasındadır. Eserlerinden biri de dişi kurdun rüyalarıdır.
Dişi Kurdun ‘rüyaları’, 1900 yılında yayımlanan, ‘efik Özdek tarafından Türkçe’ye kazandırılan önemli romanlardan birisidir. roman, üç bölüm olarak kurgulanmış dört hikâyeden oluşmaktadır. Birinci hikâye kurtların, ikinci hikâye papaz okulundan ayrılan Abdias’ın, üçüncü hikâye Hz.İsa’nın, dördüncü hikâye ise çoban Boston’un hikâyesidir. ‘oman önce dişi kurt Akbar’ın gözüyle anlatılmaya başlanır. Daha sonra da olaylar Abdias’ın gözüyle ve geriye dönüşlerle ele alınır. ‘omanın son bölümünde ise olaylar hem Akbar’ın hem de Boston’un gözüyle verilir.
Eserin giriş kısmında, olayların merkezinde Taşçaynar ve Akbar yer almaktadır. Bu giriş, iki kurdun tasvirlerini vermesi bakımından ve bizi Cengiz Aytmatov’un kurt motifini kullanacağını anlamamız ve izlememiz yönüyle kılavuz görevi görmektedir:
‘’Dişi kurt gözlerini yumdu, sevinçle homurdandı. Karnında, kızaran ve süt toplayan memeleri
iki sıra halinde kabarmıştı. Dar inin elverdiği ölçüde yavaşça ama büyük bir keyifle gerindi. Korkunun yerini umudu almış, iyice sakinleşmişti. Yeniden Taşçaynar’ın boz yelesine yaslandı. Taşçaynar (Taş Çiğner) güçlüydü. Kürkü kalın, yumuşak ve sıcaktı. Suskun, mağrur Taşçaynar da dişi kurdun hissettiklerini algılamış, içgüdüsüyle onun ana olacağını anlamış, heyecanlanmıştı. Kulaklarını dikmiş, büyük ve köşeli başını kaldırmış, yuvalarına iyice gömülü kara gözbebeklerinin durgun bakışlarıyla, gölge gibi, belli belirsiz bir şeyler görür gibi olmuştu.’’
Verilen alıntıdan hareketle Cengiz Aytmatov’un romanının merkezinde kurt motifi yer almaktadır.
‘’Dişi Kurdun rüyalarında yer alan bu önemli motif, romanın başkahramanı
olmuştur. Söz konusu olan motif, sadece Türk destanlarında yer almamış, dünya edebiyatlarındaki sözlü verimlerde de boy göstermiştir. Bir yandan böyle bir motifin kullanılmasının evrenselliğinden söz ederken diğer yandan da motifin karakteristik özellikler eklenerek millileştirilmesi vardır. Bu bağlamda Türk milletinde kurt motifi, millî kimlik kazanarak bozkurt olmuştur. Halide Edip de kurt motifini millî olarak işleyenlerden biri olmuştur ve yazardaki kurt motifi, romanda yer alan önemli unsur olmasıyla birlikte anlatıcı kahramandan sonra gelen başkahramandır.
Bozkurt da ‘’Dişi Kurdun rüyalarında, Akbar ve Taşçaynar isimleriyle bir motif olarak yer
alırken Halide Edip’in hikâyesinde isimsiz olarak kendini rüya motifiyle birlikte gösterir:
‘’Bir yıl öncesine kadar, boz yeleli bu kurtları bu dağlarda bilen yoktu. Buraya gelişlerinden sonra da ortalıkta pek görünmemeye, uzak durmaya devam ettiler. Önceleri şurada burada dolaşıyor, daha çok bölge kurtlarının hâkim olduğu arazinin berisinde, tarafsız bir bölgede konaklıyorlar..’’
Yazarın ‘’boz yeleli kurt’’ diye tarif ettiği bu iki kurt, romanda hem milli hem evrensel özellikleri bünyelerinde barındırmışlardır. Halide Edip’in hikâyesinde tasvir ettiği kurt, yaralıdır ve savaştan yeni çıkmış bir görüntüsü vardır. Bu kurt, Aytmatov’un romanında da olduğu gibi millî ve evrensel özellikler taşır. Millî olması, kurdun Türk milletini temsil edişinden, evrensel oluşu da sahip olduğu kudretinden ve mücadeleci oluşundan gelir.
Aytmatov’un romanında dişi kurt Akbar, ‘’hür ve bağımsız olmayı her şeyden üstün tutardı’’ diye tanıtılır. Burada temsil edilen değer, esaret altında yaşayamamaktır. ‘’Dağa Çıkan Kurt’’ta ise kurt, yaralı olarak tasvir edilmekle birlikte bu kurt, içinde bulunduğu toplulukla anılmaktadır. Hikâyede kurda bahşedilen rol, barışı sağlamak adına yem ve av olmaktı. Kurt topluluğu da kendilerine biçilen bu rolün üzerine dağlara çıkarak öç andını okumaya başlar. Kurtların öç andı okuması, kendilerine bu hükmü verenlerle mücadele edeceklerinin kanıtıdır. Söylememiz gerekirse, Halide Edip’te işlenen kurt motifiyle verilmek istenen değer, Aytmatov’un dişi kurdu aracılığıyla verilmek istenen değerle bağdaşmaktadır.
Aytmatov ve Halide Edip’in kurt motiflerini kullanmasındaki perde arkasına bakıldığında şu cümleleri kurmak yerinde olacaktır: Sovyet idaresinin hüküm sürdüğü Kırgız ülkesinin bağımsızlığa hasretini Aytmatov, bazı sebeplerden ötürü, direkt olarak dile getiremediği için bir kurdu, özellikle de Türkleri sembolize eden bozkurdu, motif olarak tercih ederek dile getirmiştir. Türk destan ve masallarında da kurt asaletli ve kudretli bir hayvan olarak tasvir edilmiştir. Böylece bozkurdun romana, Türk bozkurt mitinin birebir yansıması olarak dâhil edildiği ortaya çıkar. Halide Edip’te ise kurt motifinin ele alındığı ortam, Birinci Dünya Savaşı zamanına rastlayan bir ortamdır. Tasvir edilen yaralı kurt, savaştan yaralı bir şekilde ayrılan Türk ulusudur. Barış borusu çalan fil ise Amerika’yı temsil etmekte ve cengeldeki diğer hayvanlar da dünya ülkelerini temsil etmektedir. Filin barışın düzenini sağlamak adına kurt sürüsünü yem olarak kullanma kararı, Türk ulusuna yapılacak olan saldırılara telmihte bulunmaktadır. Türk ulusu da az evvel söylediğimiz gibi kendisine reva görülen zulmü alkışlamamış, zalimlerle mücadele etmiştir.
‘’Dişi Kurdun rüyalarında kurtların, Abdias’ın ve Hz. İsa’nın hikâyeleri birbirleri ile paralellik göstermektedir. Aslında bu romanın ana karakteri Abdias’tır ve romanın ana olay örgüsü Abdias’ın günahkârlarla olan mücadelesidir. ‘’Dağa Çıkan Kurt’’ta ise kurtların hikâyesi ise yazarın anlatmak istediği durum arasında bir paralellik vardır. Hikâyenin ana karakteri
anlatıcı kahramandır ve hikâyenin ana olay örgüsü kahramanın rüya motifi ile birlikte kurt masalının anlatılışıdır.
Cumhuriyet devrinin ilk romancılarından Halide Edip Adıvar’ın ‘’Dağa Çıkan Kurt’’ isimli hikâyesi ve Kırgız edebiyatının önemli romancılarından Cengiz Aytmatov’un ‘’Dişi Kurdun rüyaları adlı eserlerdeki kurt motifi işleniş şekilleriyle benzerlik göstermektedir. Gösterdikleri benzerlikler bir yana bırakıldığında farklılıklar da ortaya çıkacaktır. Adıvar ve Aytmatov, kurt motifini millî ve evrensel boyutlarıyla ele alıp işlemişlerdir. Aytmatov, eserinde Kırgız halkının bağımsızlığa hasretini; Adıvar ise Türk milletinin içinde bulunduğu durumu ve kurtuluşa hasretini kurt motifi aracılığıyla dışa vurmuştur. Yazarların çizdikleri bu motifte ruhsal portre bakımından fark vardır. Halide Edip’te kurt motifi, kendini rüya motifiyle birlikte gösterip ana kahraman olurken, Aytmatov’un eserinde ise kurtlar, rüya motifi olmadan ana kahraman olmuşlardır. Motifin hikâye etmenin en küçük unsuru olduğu, onun bölünemez, parçalanamaz nitelikte olduğu göz önüne alındığında şu sonuca varmak yerinde olacaktır: Söz konusu eserlerden kurt motifi çıkarıldığında eserlerin içi boşalır ve onlardan geriye hiçbir şey kalmaz.
-sonuç olarak kurt bizim ırkımızda ayrıcalıklı bir yere sahip olan hayvandır, bağımsızlığı temsil eder.
Toplumların farklı hayvanları temsilci seçmesi neye dayanmaktadır,acaba?
-bu konuyu araştıracağım, teacher. Bizim için neden ejderha ayrıcalıklıdır ve hayvan seçimi ırka bağlı olarak mı gerçekleşir?
Bu yüzden mi genetik mühendisliği ile ilgileniyorsun? Milletlerin ırklarını çözmek için mi,bay Lee?
-Genetik mühendisliğinin geleceğin mesleği olduğunu düşünüyorum.
-yazılım mühendisliğinin şansı yok mu? Dijital çağda yaşıyoruz.
-yazılım beni güldürmüyor, teacher. Kişinin daha evvel gülüp geçtiği hikâyeler, birden ürkütücü bir güç kazanırlar .
-filozof gibi konuştun,bu günlerde eşsiz bir kitap okuyorum.
Eşsiz Bir kitap
Platon’un bu eserinin “Diyaloglar” arasındaki en büyük eser olduğunu söylemek mümkündür. Platon kendi itiraflarına bakılacak olursa, memleketi olan kentte aktif politik faaliyetler için imkân bulamamıştır. Üç kez gittiği Sicilya’da da Dionysios hanedanlığının tiran yönetimi altında politik faaliyetin imkânsızlığını kavramıştır. Baba oğul Dionysios’ların sarayı bir tiran, bugünün kavramıyla bir “diktatörlük” merkeziydi. Gelgelelim ustası Sokrates’in, bu dünyanın, özünde kötü olamayacağına ilişkin inancı Platon’un politika ile ilişkisini belirlemeye yetmiştir. Sokrates’e göre kötü olamazdı bu dünya, çünkü dünyayı tanrılar yönetmekteydiler ve tanrılar, tanım gereği kötü olamazlardı.
-yaşadığımız bu kadar kötülük neden var o zaman, teacher?
-yaygın bir fikir olarak Dünyada kötü olan, tanrıya aykırı, bu da maddesel, somut olandı; aynı zamanda bir ruhsal yanı da bulunan insanda ise hem “iyi” hem de “kötü” bir arada bulunmaktaydı., Lee.
Platon da bu kanaati paylaştığı için, politika konusundaki olumsuz görüşlerine ve bu alandaki kişisel başarısızlığına rağmen bu dünyadan umudu kesebilecek, iyinin imkânsızlığına inanıp teslim olabilecek biri değildi; ustası Sokrates gibi iyi’yi savunmalı, korumalı ve gücü yettiğince kötü’yü önlemeye çalışmalıydı. Bunu yapabilmesi için de en başta kötü’nün nedenlerini bulup ortaya çıkarmak şarttı elbette. Bu arayışı, Platon’u gene kendi açıklamalarına göre, hemen yolun başında toplumun törelerine, âdet ve geleneklerine yöneltti.
Bunu söylemekten utanıyorum ama toplum olarak geleneklerimiz kötülüğün temsilcidir.
Namus cinayetleri kurbanın en yakını tarafından işlenmektedir.
Katil kimi zaman baba kimi zaman erkek kardeş yada kocadır.
Hükümet töre cinayetlerinin statüsünü değiştirdi ve bu da iyi ve geç bir gelişme oldu.
Israrlı takip suç oldu.
İnsanların Platon döneminde, tanrılara, yurtlarına ve birbirlerine nasıl davrandıkları, hareket motivasyonlarının neler olduğu, anlaşılması gereken, kötü’nün kaynağına inmeyi sağlayacak soruları oluşturmaktaydı.
Platon insanların bu üç kurum ya da merci karşısındaki hatalı tutumlarını ölçecek mihenk taşı olarak uzun zaman önce tespit ettiği dört ana erdemin temellendirdiği normları kullandı. Bu normların başında özellikle düşmana karşı erkek gibi davranmak geliyordu; bu özellik erkekliğin asli özelliğini oluşturmaktaydı ve yetenek, beceri, erdem anlamlarına gelen arete ile hemen hemen eşdeğerliydi.
Gözü pekliğe, atılganlığa, düşüncesiz davranışlara karşı bir kutup oluşturan ve temkinli davranmaya çağıran bilgelik, kurnazlık, akıllılık da öteki öbekteki normları oluşturmaktaydılar. İnsan karakterinin dengesini kolayca kaybetmesi, insanın rahatlıkla denetimini yitirebilmesi, kolayca sinirlenebilmesi gerçeği karşısında, kendine hâkim olma, ölçülü davranma özelliği de, bir başka davranış ilkesini oluşturmaktaydı. Kişinin kendini terbiye etmesi talebinde, kendine hâkim olma özelliği, ideal bir davranış olarak anlaşılmaktaydı. Nihayet, hem kendine, tutkularına, hırslarına karşı hem de öteki yurttaşlara karşı eşit, ölçülü davranışlarda bulunma özelliği geliyordu. Kişinin kendine hak olarak gördüğü şeyi başkasına da tanıması; dışa dönük yüzüyle insanın kendine, hırs ve tutkularına, güç ve iktidar kullanma arzularına hâkim olması demekti bu; öteki deyişle adil davranmaktı. Bu açıklamalardan sonra, hem Platon hem de Yunanlılar için dikkatli, ölçülü davranma anlamındaki sophrosyne ile adalet, hakkaniyet anlamındaki dikaiosyne kavramlarının birbirlerine oldukça yakın olduklarını söylemek mümkündür. Öteki insanlara karşı takınılması gereken tavır ve tutuma bir başka davranış özelliğinin de eklenmesi gerekir. “Daha yüksek düzlemde olanlara”, büyüklere, tanrılara, tanrısal varlıklara gösterilmesi gereken saygı, yüceler karşısındaki hürmet ve dindarlıktır bu.
Platon ileride, bu saygıyı ve dindarlığı adalet ile birlikte yorumlar, ondan hemen hemen hiç ayrı tutmaz. Platon’un davranış normları listesi, bir bakıma, birkaç “çeviriden sonra” zorlayarak “erdemleri” de diyebileceğimiz talepleri, aşağı yukarı bunlardı; değerler dünyasında ortaya çıkan değişmelerin ilk izlerini ya da buna tepkileri Politeia’da bulmak mümkündür.
Cesaret, zekâ, akıllılık, ölçülü, aklı başında davranma ve adil olma, insanın doğru davranışının özellikleri olarak onun yaşadığı günlerde hâlâ geçerliliklerini korur görünseler de, bu davranış tarzlarının içerikleri artık iyice tartışılır hale gelmişti. Örneğin mutlak bir değer olan tanrısal vahiy (içedoğuş) unutulmuş gibiydi; ayrıca o zamana kadar edebiyatçılardan ya da soylu sınıfın geleneğinden alınmış ahlaksal/töresel herhangi bir davranış normu, birden belli bir sınıfın üyelerinin kendi yarar ve çıkarları için getirdikleri keyfi, iradi bir dayatma olarak işlevselleşmişti. Bu da toplumsal hayatın temellerinin sarsılması demekti; çünkü bir eylemin anlam ve içeriğinin değerlendirilmesi ve anlaşılması bakımından duruma ve çıkarlara göre ortaya önemli farklılıklar çıkacaktır. Bir toplumun üyeleri, birlikteliğin vazgeçilmez temel davranış ve tutumlarının ne olduğu konusunda bir uzlaşmaya gidemiyor, normlar göreceleşiyorsa o toplum, o sosyal cemaat parçalanmaya, yıkılmaya doğru evriliyor demektir. Bağımsız bir toplum, devletini bir “tanrıların hâkim olduğu” devlet olarak yorumlayıp hukukunu, hakkını bu ilkesel temel üzerine kurduktan ve adaleti bu temelde meşrulaştırdıktan sonra, kalkıp bir Sokrates’i haksız, toplumsal birlikteliğe zarar veren ve bu birlikteliği yıkmaya çalışan biri olmakla itham edip yargılayabiliyor ve ölüme mahkûm edebiliyorsa, bu durumda ya bile bile haksızlık yapılmıştır ya da artık doğru, haklı ve adil olanın ne olduğunu bilen kalmamıştır. Hani bu konuda bir şeyler öğrenmeye hâlâ elverişliyseler onlara artık bir şeyler öğretmek şart olmuştur. İnsan, “Polis” ve Tanrı Ahlaksal normların içeriklerinin yorumlanışında ortaya çıkan değer değişikliklerinin Yunan “polis” devletinin başta sözünü ettiğimiz politik-ekonomik zaaflarının, Sofistlerden gelen “aydınlanmacı” darbelerin ve merkezin gittikçe muhafazakârlaşma kaygılarının sonucu olduğunu da unutmamak gerekir. Platon ve onun Politeia’sının, bu muhafazakârlık, restorasyon (eskiyi, kadim düzeni onarma) ve “ilericilik” terazilerinin kefelerinde nereye konabileceğine de metnin bütününü ve elbette Platon felsefesinin tamamını tanıdıktan sonra karar verebileceğiz herhalde.
Platon, İnsan-Polis-Tanrı üçlü basamağının birbiriyle çözülmez bir bağ oluşturduğuna olan kesin kanaatinden ötürü, hayatını, bütün bir devletselliğin vazgeçilmez temeli olan adaletin ne olduğu sorusunun açıklamasına adayacaktır. Zeus’un kızı olarak tanrıçalaştırılmış olan “hak” (hukuk), tanrılardan geldiği için kutsal buyruk (yasa) olarak atalardan kalmadır; ama işte şimdi, görünen odur ki (Sokrates davasında olduğu gibi) objektif, yansız bir kılavuz olma özelliğini yitirmiştir hukuk ve bunun dayanması gereken adalet anlayışı. Neyin adil ve haklı, neyin haksız olduğunu tayin etmek için başvurulması gereken mihenk taşı, Arşimed kaldıracının o ağırlık merkezi nerede aranıp bulunabilir, sorusu öne çıkmıştır.
Hukuk ve adalet konusunda en üst, yüce bir kata (tanrıya), tartışılmaz, mutlak bir ölçü koyan bir kaynağa baş vurmak Platon için imkânsızdı. Onun “İdealar” öğretisi ile en yüce iyi ve tanrı arasındaki ilişkiyi enikonu tartışarak, adalete, haklılığa kaynak arama serüvenini kavramaya çalışabiliriz biraz. Hiçbir Yunan tanrısı, “kişisel” olarak (bu adalet tanrıçası da olsa) Yunan toplumuna ebediyen geçerli bir hakikatin temsili, mutlak bir nihai güç olarak göstermemişti kendisini. (Sokrates’in Savunması’nda, Sokrates’in, Delphi kâhini üzerinden kendine yönelik bir vahiyden söz etmesi, filozof olarak kendini görevlendiren gücün tanrı olduğunu söylemesi, duruşma meclisinde büyük tepkilere yol açar.
Platon’a göre gene de, dünyanın anlamını içinde taşıyan tanrısal-nihai bir gücün var olması şarttı. İdea; İyi’ye ve İdealar’a Bakmış Ruh Platon bu görüşe ömrü boyu bağlı kalacak ve tanrısal olanın içerdiği o nihai doğruyu, “son şeyi” nasıl tanımlayıp kavrayabileceğimizi araştırıp duracaktı; o noktada artık aklın, kavrama yetisinin güçlerinin kendi sınırlarına dayandığını kabul edecekti Platon; ne kadar zorlansa enikonu aklileştirilemeyecek bu “son şey”, ancak tanrının tam doğru, mutlu bir anda sunduğu görme, bakma (seyir etme) üzerinden kendini bize gösterecektir; ancak “bu son şey” kendisinin ötesindeki başka kavramlara ayrıştırılamaz; kendi kendinin kavramı olduğu için de, (akıl ile) açıklanamaz; hakikaten var olan bir şeydir o, varlıktır, (olma-hali’dir) o kadar ve ona inanmak zorundayızdır.
-aslında bu düşünce tarzını geometride de görüyoruz. Beşinci postülat tartışmasız doğru kabul edilmiştir.
Matematikte ise sıfıra bölme tanımsızdır deyip işin içinden çıkıyor bilim insanları; bir noktada sorgulama yapmadan kabullenmek kolay geliyor.
Bu en son ve en ilk şey’in, dünyanın başlangıcı ve ilkesi olan “iyi” olduğu konusunda Platon’un hiç şüphesi yoktu. Bu “iyi’nin” karakteristik özünün neden ibaret olduğu sorusu ise, bir yana bırakılması gereken bir soruydu .
Akademi çevresi içinde bu nihai ilke, yani “iyi” konusunda sadece tek bir ders yapıldığını öğreniyoruz. İlginçtir bu; yani Platon, Sokrates’in düşüncelerini ve kendi düşüncelerini dış dünyaya iletmek üzere seçtiği “diyalog” yolunu bu konuda harekete geçirmemiş, “iyi’nin” içeriğinin ne olduğu konusunda sallantılı, kararsız değinmeler yapmakla yetinmiştir.
Platon’a göre, “iyi” ancak imge içinde, “bakılarak” farkına varılabilecek, varlığı düşünülebilecek bir şeydir. Bu “ilk-iyi’yi” biz ancak şöyle yaklaşık olarak, ona yönelttiğimiz taleplerin oluşturduğu özelliklerin üzerinden kavrayabiliriz. Bu dünyanın (evrenin) nesnelerinin hiç durmadan dönüşmesi, değişmesi, oluşması ve yok olup gitmesi karşısında, hiç değişmemiş, hareketsiz, kendisiyle aynı kalmış, ebedi bir şey bulunmalıdır. En yüce tanrısal olan, mutlak ölçüdür. Ancak, Platon’un bu sarsılmaz, tanrısal ölçünün pratik, dünyevi hayat ile ilintilenmesi konusunda ise alışılmadık bir görüşü vardır:
Kişilikten tamamen yoksun, sonuçlara yol açacak etkiler yapmayan, güç, ışın yaymayan bu ilkesel şeyden, bu tanrısal olandan, aşağıya, insana giden hiçbir yol bulunmamaktadır. Bu anlayış, Platon’dan yüzlerce yıl sonra ortaya çıkan Hıristiyanlık düşüncesine alabildiğine ters, bu yönden de anlaşılması zor bir kavrayıştır. Hıristiyan insanı, o ilk günahtan Tanrı’ya ulaşacak bir yol bulamamıştır; ilk günah, insanı Tanrı’nın cennetinden kovmuş, dönüş yolunu tıkamıştır; bu durumda “kurtarıcı”, Mesih, bu cennete dönüş yolunun döşeyicisidir. Platon için ise yapılacak tek şey, insanın yoluna gitmesi, tanrısal olanı elinden geldiğince arayıp durmasıdır; aynı zamanda hem iyi, hem hakiki hem de doğru, güzel olandır bu tanrısal olan ona göre. Yukarıya tırmanma sırasında, bu tanrısal-var olanın en alt basamakları, insanın tırmanmasını kolaylaştırırlar. “İyi”nin hemen altında o sayısız “İdealar” bulunmaktadır.
Burada bir parantez açıp Platon’un bu “varlıklar üstü” dünya ile, İdealar ile dünyada onların “gölgeleri” olan nesneler, o sonsuz sayıdaki varlık arasındaki ilişkiyi, daha doğrusu bağı nasıl tasarladığını sormamız bir işe yaramayacaktır. Dünyadaki her nesne, İdea’sının bir yansımasıdır, ama bu yansıma ilişkisinin ne türden olduğunu açıklamak gereksizdir sanki.
-hepimiz bir ideanın yansıması isek bu takdirde idealar dünyası aslında öldüğümüz zaman varacağımız “öteki taraf” olmuyor mu teacher?
-burada dediğin gibi ruh kavramına giriş yapmak zorundayız.
Hegel felsefe sisteminde de ilk ilke, mutlak akıl olarak anlaşılan “geist”ın, nesneleşme basamaklarına geçişi, dönüşüp durması konusundaki “gevşekliğe” benzer bir durum söz konusudur.
Deneyimlerimizin bütün nesnelerinin ve değerlerinin hakikaten var olan ve değişmez özü olan en gerideki (yukarıdaki) İdealar, en üst ilke “iyi” gibi tanrısaldırlar ve bizden uzaktırlar. Sade, yalın, kendi kendine yettiği, kendi içinde kusursuz tamamlanmış olduğu için hareket etmeyen, değişmeyen, dönüşmeyen; tutkulardan, duygulardan yoksun bu salt, biricik hakiki dünya, İdealar dünyası, özünde mutluluğun, ruhsal esenliğin dünyasıdır da. Biz insanlar, bu İdealar dünyasının karşısında yer alırız; bu iki düzlem arasında aşılmaz, derin bir uçurum bulunmaktadır; işte tıpkı Hıristiyan inancında İsa’nın, yani kurtarıcının Tanrı ile insan arasındaki yolu döşemesi anlayışında olduğu gibi, bir aracıya, bir araca ihtiyaç vardır. Ancak bu aracı, İsa gibi bir kurtarıcı, günahlardan arındırıcı değildir Platon felsefesinde, sadece yukarıya, İdealar’ın hakiki dünyasına, mutlak iyi’ye ve tanrısal olana tırmanmayı, o yolu bulmayı sağlayacak bir aracıdır. Mantıken bu aracının bir yandan tanrısalın parçası olması bir yandan da insan ile bağlantısı bulunması gerekir; ruhtur bu aracı Platon’da.
Bir zamanlar, henüz insanın maddi bedeninin içine inmeden ve maddi-geçici, ölümlü olan ile kendini donatmadan önce tanrıların cemaati içinde, İdealar’a “bakarak”, onlar ile karşı karşıya yaşamıştır.
Toplum inancının tanrıları olarak karşımıza çıkan bu tanrıların içinde de, oldukça alt düzeyde de olsa, o “ilk-iyi” kendini cisimleştirir; dolayısıyla da tanrıların da iyi olması gerekir ve tanrılar hakkında tragedya ve destan yazarlarının söyledikleri, mitosa ait bütün o kötü şeyler, Platon’a göre insanların uydurması ve çarpıtması olmak zorundadır. İnsanlara yardım edecek ve onları teşvik edecek kadar onlara yakın olan bu tanrılar ile insan ruhu akrabadır; ancak ruh, oluş’ların, yani dönüşüm ve yok olmaların dünyasına indiğinde, unutmanın nehrinden, kâh çok, kâh az su içmiş sonunda da geçmişteki hayatını, güzel İdealar dünyasını hemen hemen unutmuştur. İşte bu yüzden ruhun bir uyandırıcıya bir “şoka” ihtiyacı vardır bu dünyada, kendisi daha evvel uyanmış birine, bu da ya filozoftur ya da bir tanrıdır. Filozofla tanışan ve doğru yolu öğrenen ruh, yeniden tanrısal olana ulaşmaya çalışacaktır artık. Uzun bir çaba, zahmetli bir didinme gerektirir bu tırmanma; İdealar’a, en üst ve doğru bilgiye giden yolda insan tırmandıkça, akıl, rasyonel kavrama yetisi ve gücü işe yaramaz olmaya başlar; İdealar’a yaklaştıkça, ebedi olan, artık düşünce yoluyla ele geçirilemez, burada tanrının lütfuyla, doğru anda yüce lütfun sayesinde sadece “bakabilir” onlara. Demek ki insan filozofun yol göstericiliğinde ne kadar yükselirse yükselsin, insan ile tanrısal olan arasındaki gerilim hiçbir zaman giderilemeyecektir; çabalama ile hedefe ulaşma arasında kaçınılmaz, nedensel bir bağ bulunmaktadır. Çaba ille de (bu konuda) sonuç vermek zorunda değildir.
İnsanın trajik bir dramı, bir çaresizlik olarak görünebilir bu bize, ancak Platon bu sonuçsuz kalan çabada insanın, trajedisinin bir boyutunu görmediği gibi, zihinsel, entelektüel çabanın insana olabilecek en büyük sevinci ve hazzı verdiğini düşünmektedir. İdealar’ın güneşine doğru tırmanmak, uyanmamış kişinin tamamen dünyevi hazzı ile karşılaştırıldığında, ona göre 729 kat daha fazladır. Sofistler için insanın her şeyin ölçüsü olduğunu, genel geçerli doğrular bulunmadığını biliyoruz; bu öznelleştirici, herkesi bağlayıcı genel geçerli norm ve yasaların mevcut olmadığı anlamına gelen tespitler, toplumsal hayatın bütününe yönelik yıkıcı etkiler yaparken, Platon oku tersine çevirmekte, “mutlak iyi’nin” ve tanrısal olanın güvenilir, nihai ölçüler ve değerler sunduğunu söylemektedir.
Pratik hayat ile İdealar dünyası, yani nihai, doğru bilgi âlemi ve tanrısal olan arasında tasarlanan bu ilişki modelinden adaletin, hukukun özü hakkında kimi sonuçlar türer. Bir kere, adil olmanın, hakkaniyetli davranmanın ölçüsü, sadece dünyevi değerleri ya da tek tek bireyleri ilgilendiren içerik ve amaçlara göre belirlenemez; adalet (hak, hukuk), o ilk iyiye yönelik olmalı, buna göre değerlendirilmelidirler; bu da mümkün olduğu kadarıyla eylemlerde ve inançlarda, düşünce tarzında kendini göstermelidir. Dolayısıyla (bireyin, ölçüsü dünyevi olmayan eylemleri sayesinde) devletin İdeamsı bir özelliğe kavuşma imkânı doğar, bu imkânın gerçekleştirilmesi talebi ortaya çıkar; devlet, tanrısal ilk nedene bağlanır; onun içine yerleşir. Demek ki Platon düşüncesinde seküler (laikleşmiş) devlet, dünya düzeninin ortadan kalkması demektir. En önemli, ilk ve en güzel yasalar bu nedenle Apollon’dan alınır.
-sekülerlik yeni bin yılın başlangıcı ile ülkemde yok edildi. Eğitim tarikat ve cemaatlerin eline geçti.
Tarikatlar darbe girişiminde bulundu. Başarısız oldular evet ancak masum insanlar öldü. Cumhuriyet devrimlerine uygun giyinmeyen devlet görevlileri her kademede boy gösterdi.
Siyasal İslam büyük bir zafer kazanmıştı.
Bu dünyanın devleti İdealar’a uygun bir devlet olacaksa, yukarılarda, en geride bir “İdealar devleti” de daha doğrusu İdea olarak devlet (devlet İdea’sı) var olmalıdır. Bu dünyadaki devlet ise, hani o doğup gelişen ve değişen devlet, bu İdea’nın ona az çok uygun, sadık kopyası, imgesidir.
Öte yandan, adaletin, hukukun içeriği, adilliği özü son tahlilde ne sözle ne de yazı ile kavranıp sabitleştirilemez; çünkü adalet, hukuk ancak bu ilk-iyi’nin, somut hayatın belli bir alanı ile ilintili işlevi olarak belirlenmeye müsaittir. Böyle anlaşıldığında adil olmak, genel insani görevin gerçekleştirilmesi demektir; bu çaba, az önceki tanıma göre, iyi İdea’sına ulaşmaya yönelik olmalıdır; öyleyse, dar, belli bir yaşama alanındaki eylem ve faaliyetler de, belli bir anlamda iyi İdea’sına ulaşma çabası olarak anlaşılmalıdır.
Bu bakımdan insan olmanın gerektirdiği öteki, somut-pratik ödevleri yerine getirmeden insan adil olamaz ve hakka, hukuka, adalet ölçüsüne uygun yaşayamaz. Bu da, iyiye ulaşma çabası ile aynı şeydir. İnsanın bir bilgi sever, filozof olması ne kadar gerekli ve insandan beklenmesi gereken bir özellik ve davranış ise, onun manevi-tinsel olmayanı, dürtüleri, istek ve arzuları, biyolojik yanını bastırıp denetlemesi, ölçülü ve akıllı olması da o kadar gereklidir. Ancak bu yolda sonuna kadar gitmek isteyen kimse, bütün engellere ve rakiplere rağmen dirençli ve sabırlı olmalı, kararlılığı ve cesareti elden bırakmamalıdır ki, gereksiz ve yersiz korkularla amacından sapmasın. Öyleyse akıllılık, zekilik, bilgelik, ölçülülük ve cesaret, adaletin ön koşuludurlar ve bütün bunlar, biricik tek “erdemin” basamaklarından başka bir şey değillerdir; insanlara güç, enerji ve yetenek veren bu erdem, insan olmak, tanrıyı andıran ruhun taşıyıcısı olmaktır.
Bu yönden bakıldığında sözünü ettiğimiz dört baş erdem de ruhun işlevleri olarak görünürler; ancak bunlar kendi aralarında farklılıklar gösterirler ve bu farklılıklar, ruhsal olanın belli başlı biçimlerine karşılık gelerek ruhun özel görevlerine işaret ederler. Ruhsal hayatın bütününü gözlemleyen biri anlama yetisini ya da akıl kavrama yetisini kolayca fark edecektir. Bu ruh işlevinin konuları (nesneleri), manevi olanın, düşünülebilir olanın ve hesaplanabilir olanın alanı içindedir; arzuların, isteklerin, fiziksel ihtiyaçların yönlendirdiği yanın nesneleri ise, bu dünyanın zenginlikleridir; örneğin varlıklılık, güzellik, kuvvet, aşktan duyulan zevk, yemek, içmek bu ikinci yan ya da ruhsal işlevler grubuna girer. Ruhun bir üçüncü yanı ya da üçüncü işlevi de bulunmaktadır. İlk bakışta kendini korumaya, gerektiğinde öfkelenip saldırmaya, ayakta kalmaya imkân veren bu yanın, ruhun mantığa dayalı yanına mı yoksa öteki arzular, hırslar yanına mı ait olduğu tartışılabilir; ama nesneleri, onur, hâkimiyet, güç, kudret olan bu ruh işlevi, ikinci yana göre daha yüksek değerleri temsil ederler. Kendini korumaya yönelik bir üçüncü işlevler topluluğunu temsil eden bu bölüm, ne birine ne de ötekine aittir. Ruhun bu üç işlevini birbirinden ayırt eden temel farklılık, ruhun üç bölümünün de arasına çekilmiş kesin bir çizgiyle belirlenemez; bir bölüm düşünmeyi, ötekisi biyolojik ihtiyaçların yarattığı duyguları, üçüncüsü ise iradenin tercihlerini, isteği temsil eden bu üç bölümü birbirinden ayırt eden özellikler, bunların nesnelerinde aranmalıdır; çünkü sonuçta ruh, birlikteliği adalet erdemiyle sağlanan bir bütündür. Bu dış nesnelere karşı ruhun bu üç bölümünün ya da yanının her birinde bir tür tepki ya da faaliyete karşılık gelir: Sözünü ettiğimiz birincide, akıl, düşünme yanında, ruhun bilgi edinme, öğrenme faaliyeti ya da özelliği vardır; ruhun bugün bizim biyolojik dediğimiz dürtü ve ihtiyaçlarından doğan duygularına karşılık gelen bölümünde ise, sevinme, haz, zevk duygusu, üçüncüde ise arzu, hırs, yoğun istek vardır. Bu üç farklı alan, hayatın alanları olarak birbirlerinden ayrılabileceklerine göre, Platon’un da, ruhun bölümleri öğretisine, spekülasyon yoluyla ulaşmayıp hayata bakarak varmış olduğunu söylemek herhalde yanlış olmaz. Her nesnenin, her şeyin, her varlığın, kendine özgü görevi bulunduğunu ve bu görevleri yerine getirmek bakımından gerekli yeteneklerle donanmış olduğunu kabul edersek, ruhun bunlara karşılık gelen bölümlerinde de bu yetenekler temsil ediliyor olmalıdır. Dolayısıyla üç temel “erdem” de bu akıl yürütmenin sonucunda belirlenebilir: Ruhun akıllı, mantıklı yanına, bilme, öğrenme çabası biçimindeki erdem, yani “bilgelik erdemi” karşılık gelir; ruhun kendini dayatma, onurunu koruma isteğine “cesaret erdemi” ve nihayet ihtiyaçlardan doğan istekleri temsil eden bölümüne de, “ölçülülük erdemi.” Çünkü ancak makul ve kendini denetleyen kişi, ruhun dürtü ve ihtiyaç bölümünün sürüklemelerine dengeli bir cevap verebilir; dürtülerin tatmin edilmesi baskısını, ruhun nihai amacı ile bağdaştırır. İşte bu noktada adalet, bu ruh bölümlerinin birbiri ile uyumunu sağlama gibi üst bir görev taşır; bütünün içinde her bir parçanın üzerine düşeni yapmasını, her bir ruhsal işlevin, kendi görevini yerine getirirken, ruhun bir bütün olarak “iyi İdea”sının hizmetinde asıl işlevini gerçekleştirmesini sağlar.
İki Düzlem Arasında ve Daha önce de değindiğimiz gibi, ruhu bu özellikleri taşıyan ve bu ruh sayesinde tanrı ile bağlantısını kurmaya kalkan insan, doğrudan gerçekleştiremez bu ilişkiyi, çünkü arada devlet bulunmaktadır.
Devlet olmasa, en adil, en hakkaniyetçi insan bile insan olarak yaşayamaz. Devlet, insanlardan meydana geldiğine göre, onun özü de insan yaradılışından (karakterinden) yola çıkarak açıklanabilir ancak. Devlet (insana göre) daha büyük olandır Platon’a göre, gelgelelim, daha küçük olana göre, çok daha kolay açıklanabilir; bir öğretmen, devlet üzerinden, bilgisizleri kolaylıkla eğitebilir. Bu yönteme bağlı kalan Platon, düşüncelerini önce devlet üzerinde geliştirir; bu düşünceler onu sonra ruhun yapısı modeline yönlendirirler. Söz konusu üç ruh bölümüne üç sosyal katman karşılık gelmektedir. Platon’dan önce kent mimarı, Milet kentinin ve Pers savaşlarının ardından da Peiraieus’u planlayıp inşa ettiren, Perikles’in çağdaşı Miletli Hippodamos zanaatkârları, köylüleri ve savaşçıları polis’in üç temel sosyal katmanı olarak kabul etmiştir.
Mısırlılarda rahipler, zanaatkârlar ve çobanlar, köylüler ve avcılar arasında ayırım yapılmıştır. Bütün bu ve benzeri sosyal tanımlamalar, doğaya uygun temel bir sınıflandırma mantığını yansıtırlar; belki Hippodamos’ta, mimarlıktan gelen bir üçe bölme alışkanlığı etkin olmuş olabilir; çünkü ülkeyi üç (sosyal) parçaya ve üç yasaya ayırır ve ne ticari kesime ne de zihinsel faaliyeti temsil eden tabakaya önemli bir rol atfeder. Platon’da ise sosyal bölünme, ruhun bölünmelerine paralellik gösterir. Dolayısıyla da Yunan polis’i (kenti/kent devleti) ruhun büyük bir imgesi, yansısı ya da kopyası olup çıkar. Devlet, insan ile tanrı arasındaki basamakların düzenini sağlar; tırmanmayı destekler; insanı bu basamaklarda yükseltir. Platon üçüncü sosyal öbeğin dürtülerini ve amaçlarını, mala, mülke ulaşma çabalarını isabetli bir şekilde belirleyerek, ruhun, sözünü ettiğimiz üçüncü yanı ya da bölümü ile aynılaştırır. Bu üçüncü öbek, üstlerin besleyicisi ve ücretlerini ödeyen sosyal katman, geniş toplum kitlesidir; onların ücreti (ödülü) ele geçirebildikleri ve sahip olma imkânı taşıdıkları mal, mülktür; bunlar huzur içinde, tehlikelerden uzak yaşamaktadırlar. Bu sosyal tabaka hakkında pek fazla bir şey öğrenemeyiz; evlilikleri, çocuk yetiştirme biçimleri vb. ayrıntılarıyla açıklanmaz. Sadece, bunların çocuklarının, okul eğitimine başlamadan önce “bekçiler” (koruyucular) katmanının altın ve gümüş özelliklerini taşıdıklarını belli etmeleri durumunda, üstteki sosyal katmanın içine alınmaları mümkündür. Öyleyse ille de kendi sosyal öbeklerinin üyeleri arasında kalmak zorunda değillerdir; hayatta mutlu olma imkânına da sahiptirler; çünkü mala mülke sahip oldukça iç tatmin duygusu yaşarlar.
Mutlulukları da bu tatminden kaynaklanır. Polis yurttaşlarının çoğunluğu bu katmana girer. Platon, ikinci sosyal katman olarak cesaretin temsilcisi savaşçıları ya da “bekçiler”i görür. Ruhun ikinci bölümüne karşılık gelen “bekçiler”, birinci bölüme, akla, düşünme erdemine ve bu erdemin nesnesi olan bilgiye, bilgeliğe, öteki sosyal katmana olduğundan daha yakındırlar. Aslında birinci katman, ruhun birinci katmanı olan akıl bölümüne karşılık gelen kesim, en üst tabaka olarak ikinci katmandan türemiştir, ama bu katman ile arasında kesin bir ayırım sınırı bulunmamaktadır. Başlangıçta savaşçılar için, daha sonra birinci öbeğin filozoflarının tanımında kullanılan “bekçiler” kavramı, genellikle bu iki katmanı birlikte tanımlar gibidir. Bu hâkim-yönetici filozoflar katında “ideal devlet” doruğuna ulaşır ve İdealar’ın düzlemine, hatta bizzat kendilerine iyice yaklaşır. Demek ki Platon için sosyal tabakalar sadece hukuki bir bölmenin sonucunu ifade etmedikleri gibi bir yanıyla da fizik ötesi bir düzene karşılık gelirler. İdea’ya doğru yükselen bu metafiziksel düzende, yetenekler ölçüsüne göre ve bu yeteneklerin sonucunda tek tek kişilerin eğitilmişlik durumuna göre bir sosyal kademelenme söz konusudur. Yeteneğin ölçüsü ise, insanın kendi doğasının altınına, gümüşüne, bakır ve demirine bağlıdır . (Kimileyin altın bir babadan gümüş bir filiz doğar). Adalet ruhta, üç bölümün birliğini kurma, düzenini koruma görevini üstlenmişse, devletin içinde de bu adillik, bu her bir toplumsal katmanın da işlevi olmalıdır; her bir sosyal katman kendi üzerine düşeni yaptığında, model gereği, bu da bütün polis cemaatinin iyiliğine olan, adaleti gerçekleştirmek anlamına gelecektir. Hem üstüne düşeni hem de haklı, adil olanı gerçekleştirme erdemi, kadın, çoluk çocuk, köle, efendi, zanaatkâr demeden, her bir kişinin ve herkesin içindeki bir erdem haline gelmişse devletin esenliği de güvence altına alınmış demektir. Öyleyse, her mesleğin, zanaatın, resmi görevin gerçekleştirilmesi, bir yandan da kaçınılmaz bir yükümlülük, adaletin gerçekleştirilmesi olarak çıkar karşımıza. Bu temel ilkenin her zedelenişi, haksızlığa, adaletsizliğe yol açar; bu da devletin mutsuzluğu demektir. Örneğin biri, hak etmediği halde bu üç sosyal katmandan birinde yer almış olsun ya da her işe burnunu soksun. Şimdi böyle bir durumun, bu üç bölümden hangisinde ortaya çıktığına göre, devlete yönelik olumsuz sonuçları da farklı olacaktır. Sözgelimi üçüncü tabaka içinde, diyelim ki bir kunduracı ya da marangoz, bu durumda öyle hissedilir aksaklıklara, dertlere yol açmaz; oysa adil olması gereken bir yönetici, temsil ettiği adalet düzleminde hak ettiği bir yerde ise devlete büyük katkılarda bulunur, tersi durumdaysa felaketlere yol açar .
Ne yazık ki zaaf ve yetersizlik her yerde ortaya çıkabilir; insanoğlu kusurlu, hatalı olana, fiziksel-maddesel olana çok sık bağlanabilir; İdea’nın hizmetinde olmak yerine, maddesel olanın peşine takılabilir. İşte bu nedenle mümkün olduğu kadar etkili bir şekilde, kötüye yol açabilecek bütün imkân ve fırsatlar baştan önlenmelidir. Güç ve iktidarın kötüye kullanılması, insanın kişisel gücünden, kendi çıkarları doğrultusunda yararlanmasından başka bir şey değildir. Bunun kaynağında da iki bela bulunur: Para ve mal mülk sahibi olma hırsı ile kadın uğruna mücadele.
İşte bu belanın ya da kötülüğün kaynakları kökünde kurutulmalıdır.
Bu kötülüğün kaynağını kurutmanın tek yolunun ilahi aşk olduğunu ileri süren sufiler vardır.
Her türlü dünyevi çıkardan uzak durmak, az yemek az uyumak ve cinsel hazdan uzak durmak.
Dolayısıyla da en üstteki sosyal öbek ile altındakine her türlü mal mülk sahibi olma hakkı yasaklanmıştır bu ideal devlette. Koruyanlar ile öğretenlerin ihtiyaçlarını üçüncü kesim, yani besleyenler karşılar. Görüldüğü gibi, Platon, genel tespit ve önkoşullardan gelerek gerçek hayata yönelik tutarlı sonuçlara varmış oluyor böylece. Döneminin bu tespitlere bağlı talep ve pratiklerin uygulanabilirliğine müsait olup olmadığı, insanların bunları gülünç bulup bulmadığı onun sorunu değil gibi. Genel çıkış noktası ile buradan türetilen sonuçların birbiri ile uyumlu olması; bu tutarlılık onun için yeterli görünüyor. Çünkü alıştırma, benimsetme ve eğitim, yetiştirme yoluyla başlangıçtaki uyum güçlükleri de ortadan kalkacak, insanlar, onun öngördüğü ilkelere sadık kalarak, devlet içinde bir arada yaşayacaklardır. Üst kesimlerin mülkiyetsizliğine yönelik çağrı, geçmişteki bir “altın çağın” cennetimsi, ilkel konumuna bir geri dönüş hayali değil, yöneticilerin, koruyucuların, bilgelerin genelin hizmetini yerine getirirlerken bencilliklerini aşmalarının şartı olarak türetilmiş bir taleptir.
Bir aile, evlilik (sözleşmesinin) yasaklanması talebi de aynı şekilde anlaşılmalıdır. Platon burada da genel ön tespitlerden pratik hayata gelir. Tanrıyı andıran insanın ruhu, aynen tanrı gibi özünde cinsiyetten yoksundur.
Cinsiyet, ruhun kurucu özelliklerinden biri değilse, erkek ile kadın özlerinde birdirler; farklılık, kadının fiziksel varlık olarak doğurabilmesi, erkeğin ise, üremeye katkıda bulunmasıdır. Başka her yönden kadın, nicelikçe, yani fiziksel bakımdan daha zayıf olma özelliğiyle erkekten ayrılır .
Platon erkek ile kadın arasında nitelik farkı bulunmadığı anlayışından, dönemi için sarsıcı olan, ama bugün bize hiç de tuhaf gelmeyen bir sonuç çıkartacaktır: Ruhu aynı olduğuna göre, aynı hizmetleri gerçekleştirebilmek için kadının da erkek ile, savaşçılık eğitimi de dahil, aynı eğitimi görmesi gerekir.
Öyleyse Platon’un gözünde bir dişi, bir kadın idealinden çok, “erkeğimsi bir kadın” ideali uçuşup durmaktadır ve bunun gerek Yunan gerekse Atina aydınları arasında yerleşik bir kökeni bulunmaktadır.
Örneğin tanrıça Athena, bakire bir savaşçı olarak Atina polis’ini korur; mitolojideki Amazonlar, tragedyadaki Antigone ya da Elektra, bunun akla gelen bir iki örneğidirler. Devlete (topluma) hizmet için kurulan birliktelik, cinsiyetler arası birlikteliğe ve çocuklara götürür bizi. Bu birlikteliğin amacı, cinsel hazzı doyurmak olmayıp sadece ve sadece genelin iyiliği ve mutluluğuna hizmet etmektir; çünkü bütünün ya da devletin geleceği, bekçilere, yöneticilere bağlıdır. En iyi çiftin belirlenmesinde, atların ve köpeklerin çiftleştirilmesinde olduğu gibi, soyun sağlamlığı, güzelliği göz önünde tutulur.
Yöneticiler çiftleşmeleri için en büyük kahramanlar ile en iyi kadınları bir araya getirirler ve devletin bayram günlerinden birinde bunları bir evlendirme töreni ile çocuk üretimine yöneltirler. Güneş Ülkesi’nde de Platon’un ideal devlet anlayışından alınmış bu eşleri seçme anlayışının belirgin izlerini buluruz.
Çocuklar zaten hiç tanımadıkları anne babalarına ait değillerdir; bütün anne babaların ya da büyüklerin çocukları sayılır onlar. Aralarından güçlü kuvvetli ve yetenekli olanlar seçilip eğitilirler. Zayıf, yetersiz çocuklar ve bu “resmi” yolun dışındaki birleşmelerden olan çocuklar için herhangi bir eğitim programı bulunmamaktadır.
-hitler bu metini okuyup mükemmel nesil oluşturmaya karar vermiştir, sanırım.
Tek tek bireylerin kaderleri bakımından büyük bir haksızlık, insafsızlık gibi görünen bu anlayış ve ona bağlı pratik öneriler, biyolojik yasaların gereklilikleri olarak meşrulaştırıldığı gibi, son tahlilde bireyin toplum karşısındaki yerine ilişkin anlayışla da desteklenir: Toplumun esenliği ve çıkarları karşısında birey geri düzleme düşer. Çünkü Platon’un önerdiği yöntemle seçilip yetiştirilen çocuklar, sadece biyolojik bakımdan sağlıklı, güçlü bir insan soyunun devamını güvence altına almakla kalmazlar, aynı zamanda devletin birliği ve bütünlüğüyle birlikte, neşe ve mutluluk veren bir toplumsal düzen de gerçekleşir. Maldan mülkten yoksunluk, çocuklar ve kadınlar ile oluşturulan özel birliktelik ve cinsiyet ayrımı yapmaksızın gerçekleştirilmesi gereken eğitim-meslek edinme eşitliği üzerine devletin bekasının temel güvencesi dayatılmıştır; anlaşılacağı gibi, biyolojik-toplumsal bir zemindir bu ve devlet, kendi zeminini oluşturmada getirdiği önlemler ile bir bakıma kendini, bütünü sağlama almış olacaktır. Söz konusu önlemler ise, kimsenin eşini istediği gibi seçememesi talebinde olduğu gibi, insanın biyolojik-güdüsel yanını, cinsel dürtülerini, para, iktidar hırsını vb. akıl ile (devlet aklı ile) bastırması anlamına gelmektedir. Genelin iradesine katı ve ödünsüz bir buyruklar toplamı olarak boyun eğme mecburiyetinin temel varoluş ilkesine dönüştüğü ve iki üst sosyal öbeğin hâkim kesim olarak ortaya çıktığı bu ideal Platon devleti, Hıristiyan tarzı bir manastırı çağrıştırmadan edememektedir.
Manastırdaki hedeflerden farklı olarak burada İdealar ile, devlet İdea’sı ile uyum içinde olan hizmetler, aktif devlet hizmeti olarak karşımıza çıkar. Gerçi, bu “manastırda” bekçiler cemaati,” bedensel, fiziksel olanı, manastırdaki gibi yok saymaz, bedenin isteklerini “öldürme” yoluna gitmezler, bunlar dışa dönük yüzleriyle olduğu kadar, yukarıya, İdealar dünyasına bakan yüzleriyle de daha çok bir bedensel-ruhsal ahenk içinde yaşarlar. Devlete ve de İdea’ya yönelik bu hizmetin sonucunda kişisel mutluluğu hak etmişlerdir. Filozoflar ve bekçiler, altın-gümüş karakterli anne-babaların çocuklarını seçerler; ama bu seçimle devlet henüz (idari bakımdan) gerekli güvenceye kavuşmuş sayılmaz. Bu çocukların eğitimi-yetiştirilmeleri onların doğal yeteneklerini ve becerilerini geliştirecek, devlete, bütüne yararlı hale gelmelerini sağlayacaktır. Yunanlılar, mümkün olanın sınırını abartmadan, gerçekliği fazla zorlamadan da olsa, eğitim/yetiştirme’nin büyüsüne, gücüne öylesine inanıyor, kişilik gelişmesinin bu ayağına öylesine büyük anlam atfediyorlardı ki, onlar için eğitim/yetiştirme kavramı aynı zamanda “kültür” kavramı ile örtüşüyordu. Bir devlet ideali ortaya atan Platon’un, bu durumda eğitim/yetiştirme önlemlerini ve ilkelerini tanımlamamış olması elbette beklenemezdi. Böyle bir kaçınılmazlık Platon’u, kendi dönemine kadar uzana gelmiş bütün eğitim/yetiştirme anlayış ve ilkeleri ile hesaplaşmaya da götürecekti. Filozofların eğitim ideali, genel eğitim/yetiştirme hedeflerini belirlemekte tayin edici etmendi. Beden ile ruhun kusursuz ahengi olarak belirlenmiş bu hedef, bütün eğitim kurum ve mercilerinin ilke ve yönlerini çizerken, eksiksiz eğitilmiş, yetiştirilmiş, kendi içinde çelişkisiz, uyumlu insanı önüne koymuştu. İlericiliği konusuna yukarıda değindiğimiz, ilkece “devrimci” olmaktan uzak Platon, göz önünde bulundurduğu fiziksel-ruhsal dengesi kurulmuş insana giden yoldaki eğitimin ilkelerini ileri sürerken, o günlere kadar uzana gelmiş, mevcut eğitim anlayışından pek ayrılmaz.
Fiziksel teoride çok fazla ele alınmamasına rağmen, fiziksel dünyanın davranışının altında yatan matematikle bir ilgisi olduğu için seçim aksiyomundan söz edeceğim.
Şu an için bu konu hakkında fazla endişelenmemek yerinde olacaktır. Eğer seçim aksiyomu, su götürmez bir akıl yürütmenin uygun bir biçimiyle şu ya da bu şekilde çözülebilirse, o zaman onun doğruluğu gerçekten de tamamen bir meseledir ve ya Platoncu dünyaya aittir.
Öte yandan seçim aksiyomu yalnızca bir fikir veya keyfi bir karar meselesiyse, o zaman Platoncu mutlak matematiksel formlar dünyası ne seçim aksiyomunu ne de onun olumsuzlanmasını içerir.
Platon’un dünyasına ait olabilecek iddialar kesinlikle doğru olanlardır.
Aslında, matematiksel nesnelliği gerçekten Platonculuğun neyle ilgili olduğu olarak görürdüm.
İddianın bir varlığı olduğunu söylemek, onun nesnel anlamda doğru olduğunu söylemekten başka bir şey değildir.
Benzer bir yorum, örneğin 3 sayısı kavramı veya tam sayıların çarpımı kuralı veya bir kümenin sonsuz sayıda öğe içerdiği fikri gibi - hepsi nesnel kavramlar oldukları için Platoncu bir varlığa sahip olan kavramlar için de geçerlidir. Benim düşünce tarzıma göre Platoncu varoluş basitçe bir nesnellik meselesidir ve buna göre bazı insanların bu şekilde görmesine rağmen kesinlikle mistik bir şey olarak görülmemelidir.
Bununla birlikte, seçim aksiyomunda olduğu gibi, bir varlık için bazı önerilerin nesnel bir varlığa sahip olarak kabul edilip edilmeyeceğine ilişkin sorular hassas ve bazen teknik olabilir.
Buna rağmen, kavramların genel sağlamlığını takdir etmek için kesinlikle matematikçi olmamıza gerek yok. Mandelbrot kümesini oluşturmak için bir kompleks sayının önce karesini alıp sonra sabit bir sayıyı ekleyerek yeni sayıyı düzlemde işaretlemeye gerek yok demek istedim.
Mandelbrot kümesi olağanüstü bir yapıya sahiptir, ancak herhangi bir insan tasarımı değildir. Dikkat çekici bir şekilde bu yapı bir basitlik kuralıyla tanımlanır.
Belirtmek istediğim nokta, setin ince detaylarındaki inanılmaz komplikasyonları ilk gördüğünde Mandelbrot’un kendisi bile setin olağanüstü zenginliği hakkında gerçek bir ön yargıya sahip olmadığıdır.
Mandelbrot seti kesinlikle herhangi bir insan zihninin icadı değildi.
Küme, matematiğin kendisinde nesnel olarak oradadır.
Kümeye fiili bir varlık atfetmenin anlamı varsa, o varlık bizim zihnimizde değildir, çünkü hiç kimse kümenin sonsuz çeşitliliğini ve sınırsız karmaşıklığını tam olarak kavrayamaz. Varlığı, en iyi ihtimalle bu çıktıların, setin kendisine bir yaklaşıklığın gölgesinden başka bir şey olmadığı için, inanılmaz karmaşıklığının ve ayrıntısının bir kısmını yakalamaya başlayan çok sayıda bilgisayar çıktısında da yatamaz.
Yine de şüphe götürmeyen bir sağlamlığı var; çünkü aynı yapı -onu inceleyen bilgisayardan bağımsız olarak- ne kadar yakından incelenirse, tüm algılanabilir ayrıntılarında o kadar büyük bir inceliğe kadar ortaya çıkar.
Varlığı ancak Platonik formlar dünyasında olabilir.
Sakın gene felsefe yapmaya başlama dediğinizi duyar gibiyim!
Yapılara herhangi bir tür aktüel varoluş atfetmekte güçlük çeken pek çok okuyucu olacağının farkındayım.
Bu tür okuyuculardan ricada bulunayım, onlar sadece varoluş teriminin onlar için ne anlama gelebileceğine dair kavramlarını genişletsinler.
Platon’un dünyasının biçimlerinin, tablolar gibi sıradan nesnelerle aynı türden bir varoluşa sahip olmadığı açıktır.
Mekânsal konumları yoktur; ne de zaman içinde var olurlar.
Nesnel kavramlar zamansız varlıklar olarak düşünülmeli ve ilk insan tarafından algılandıkları anda var oldukları varsayılmamalıdır.
Gösterilen setin belirli girdapları, bilgisayar ekranında ilk görüldükleri anda varlıklarını kazanmamışlardır.
Setin arkasındaki genel fikir ilk kez insanca ortaya konduğunda da ortaya çıkmadı.
Dolayısıyla matematiksel varoluş, yalnızca fiziksel varoluştan değil, aynı zamanda zihinsel algılarımız tarafından atanan bir varoluştan da farklıdır. Yine de, üç ayrı dünyaya ait varlıklar olarak diğer iki varoluş biçiminin -fiziksel, zihinsel ve Platonik- her biri ile derin bir bağlantı vardır.
Platonik dünyayı fiziksel dünyayla ilişkilendiren bu gizemlerin ilkiyle ilgili olarak, matematik dünyasının yalnızca küçük bir bölümünün fiziksel dünyanın işleyişiyle ilgili olmasına izin veriyorum.
Beklenmedik önemli uygulamalara sık sık şaşırmamıza rağmen, günümüzde saf matematikçilerin faaliyetlerinin büyük çoğunluğunun fizikle veya başka herhangi bir bilimle açık bir bağlantısı olmadığı kesindir.
Aynı şekilde, zihniyetin belirli fiziksel yapılarla birlikte ortaya çıktığı ikinci gizemle ilgilidir. Fiziksel yapıların çoğunluğunun zihniyeti tanıtması gerektiğinde ısrar etmiyorum. Bir kedinin beyni gerçekten zihinsel nitelikleri uyandırabilirken, ben aynı şeyi bir kaya için söyleyemiyorum. Son olarak, üçüncü gizem için, zihinsel faaliyetimizin yalnızca küçük bir bölümünün ilgilenmesi gerektiğinin apaçık olduğunu düşünüyorum.
mutlak matematiksel gerçek! (günlük hayatımızı dolduran çok çeşitli rahatsızlıklar, zevkler, endişeler, heyecanlar ve benzerleriyle daha çok ilgileniyoruz) Bu üç gerçek, alınan her bir dünya ile bir sonraki dünya arasındaki bağlantının temelinin küçüklüğünde temsil edilir. Fiziksel evrendeki her şey, tamamen kesin ayrıntılarla matematiksel ilkeler tarafından yönetilir - belki de öğreneceğimiz gibi denklemler veya belki de bugün denklemler terimiyle adlandıracağımız olanlardan temelde farklı olan bazı gelecekteki kavramlar tarafından yönetilir.
Eğer bu doğruysa, o zaman kendi eylemlerimiz bile, kontrolün katı ilkeler tarafından yönetilen bazı rastgele davranışlara hala izin verebileceği bir kontrole tamamen tabi olacaktır.
Kuantum mekaniği, bunun gibi biraz sessiz görünen bir şey yapar, ancak matematiksel olarak o kadar da anlaşılır değildir. Aslında çılgınca görünüyor!
Yine de bu tuhaf kuantum-mekanik prosedürde şüphesiz bir zarafet vardır. Kuantum mekaniğinde sadece böyle bir simetriyle ilişkili korunan bir momentum yoktur, aynı zamanda momentumun kendisi de aslında o belirli simetriyi üreten operatörle tanımlanır!
Bir momentum bir operatörle nasıl tanımlanabilir?
Bu gerçekten çılgınca geliyor! Daha doğru olmak gerekirse, bir h faktörü ve ayrıca dahil edilecek hayali birim i vardır. Bununla birlikte, pozisyon ve momentum ile ilgili kanonik bir komütasyon kuralı olarak adlandırılan bir komütasyon yasasına yönlendiriliyoruz.
Bu çılgın görünümlü operatör momentumu ile ne yapacağız? Bu kuantum mekanik momentumun rolü, eski klasik momentum p’nin olduğu yerde, hamilton fonksiyonuna yerleştirmektir.
Bu, henüz göreliliğin anahtarıdır, dolayısıyla yukarıda ele alınan momentum gerçekten de enerji değil uzaysal momentum olacaktır. Uzayımız muhtemelen 3 boyutludan çok daha büyüktür, çünkü çok sayıda parçacık veya başka yapılar söz konusu olabilir ve tüm bu farklı konum ve momentum bileşenleri listede yer alacaktır.
Özellikle tek bir parçacık için, zaman bileşeni t ile uzamsal bileşenleri x, y ve z arasında belirgin bir göreli simetri olduğu ortaya çıkıyor.
Bunun kuantum mekaniğinin gerçek zaman evrimini tanımlamada nasıl önemli bir rol oynadığını birazdan göreceğiz. Bununla birlikte, birçok parçacık dahil olduğu için, fiziğin uzaysal ve zamansal yönlerinin tedavilerinin çok farklı olduğu göreli olmayan bir prosedür sağlarlar.
Koordinat seçiminin genelliği ile ilgili bir konu var. konfigürasyon uzayındaki genelleştirilmiş koordinatları seçmemizde tam bir özgürlüğe izin verildiğini hatırlayın.
Şunu sorabiliriz: Kuantum teorisine geçtiğimizde bu tam özgürlüğe hâlâ izin veriliyor mu? Aslında, klasik eşlenik momentumun basitçe nicelleştirilmesini bekliyorsak, cevap hayırdır. Konu çok hassas ve bizi geometrik niceleme olarak bilinen büyüleyici alana götürüyor. İster yerçekimi alanını nicelleştirmeyi, ister yalnızca eğri bir uzay-zaman arka planında kuantum alanlarını tartışmayı öneriyor olun, genel görelilik ile ilgili olarak özel bir önemi vardır. Bununla birlikte, uygun şekilde dikkatli olduğumuz sürece, düz olanlardan daha genel olan koordinatlardan kurtulabileceğimiz birçok standart durum vardır. Özellikle açısal koordinatların kullanılması yararlıdır ve bu durumda eşlenik momentumlar açısal momentlerdir.
Şimdilik bu faktör sıralaması ve genelleştirilmiş koordinat konularını göz ardı edelim ve tatmin olduğumuz bir kuantum mekanik Hamiltoniyenimiz olduğunu varsayalım. Onu ne işe yararız? Cevap, bir kuantum sisteminin schrödinger denklemi olarak bilinen zamanla nasıl geliştiğini anlamamız için temel olan bu denklemde çok önemli bir rol oynamasıdır. Aslında bu denklemin biçimi, yukarıda belirtilen kurallar tarafından fiilen zaten belirlenmiştir. Bu nasıl çalışır ? ilk etapta görünmez f’yi ortaya çıkarmalıyız.
Pek çok insan bu tür çekişmelerden rahatsız oluyor ve ben de bu konuda biraz rahatsız olduğumu itiraf etmeliyim. Bununla birlikte, kişisel önyargılarım, gerçekten de bu genel nitelikteki bir bakış açısını desteklemektir, çünkü kontrol altındaki fiziksel eylemleri onun ötesinde olabileceklerden ayırmak için herhangi bir çizginin nasıl çizilebileceğini görmek zordur.
Mandelbrot setinde, bu tür şeylerin doğasında var olan kapsamı ve güzelliği bir an için yakalamaya başlayabiliriz. Geometri konusunu ele alalım. Geçen bölümde ima edilen farklı geometri türleri gerçekten nelerdir? Bu konuyu ele almak için Pisagor’la karşılaşmamıza geri döneceğiz ve onun adını taşıyan teoremi ele alacağız: Herhangi bir dik açılı üçgen için hipotenüsün uzunluğunun karesi, diğer kenarların uzunluğunun karelerinin toplamına eşittir.
Öklid geometri kavramını oluştururken, kanıtlarının hangi varsayımlara dayandığını görmeye büyük özen gösterdi. Özellikle, geçerliliği daha az kesin görünen, ancak dünyamızın geometrisi için doğru gibi görünen varsayımlar olan aksiyom adı verilen belirli iddiaları ayırt etmekte dikkatliydi.
Bu varsayımlardan beşinci postüla olarak adlandırılan sonuncusunun diğerlerinden daha az aşikar olduğu düşünüldü ve daha açık olan diğer postülalardan bunu kanıtlamanın bir yolunun bulunması gerektiği yüzyıllar boyunca hissedildi.
Öklid’in beşinci postülasına genellikle paralel postüla denir. Öklid’in temel olarak formüle ettiği gibi, bu varsayım, bir düzlemdeki iki düz çizgi parçası a ve b’nin her ikisi de başka bir c çizgisiyle kesişiyorsa, c’nin aynı tarafındaki iç açıların toplamı iki dik açıdan küçük olacak şekilde, a ve b olduğunda c’nin o tarafında yeterince uzatıldığında bir yerde kesişecektir.
İlkenin başarıyla uygulandığı matematikte birçok örnek vardır. Bunların en ünlülerinden biri Pisagorlulara kadar uzanır ve onları çok rahatsız eden bir sorunu çözmüştür.
Karesi 2 olan bir rasyonel sayı bulunabilir mi?
Cevap hayır çıkıyor ve birazdan göstereceğim iddia aslında böyle bir rasyonel sayının olmadığıdır.
Pisagorcular bu keşiften neden bu kadar rahatsız oldular? Bir kesrin, sıfır olmayan iki a ve b tamsayısının a/b oranı olarak ifade edilebilecek bir şey olduğunu hatırlayın.
Başlangıçta tüm geometrilerinin rasyonel sayılarla ölçülebilen uzunluklar cinsinden ifade edilebileceğini ummuşlardı.
Rasyonel sayılar, basit sonlu terimlerle tanımlanabilen ve anlaşılabilen oldukça basit niceliklerdir; yine de istediğimiz kadar küçük veya istediğimiz kadar büyük mesafeleri belirtmek için kullanılabilirler.
Tüm geometri rasyonel sayılarla yapılabilseydi, bu işleri nispeten basitleştirirdi. İrrasyonel sayı kavramı ise sonsuz süreçler gerektirir ve bu, eskiler için önemli zorluklar yaratmıştır.
Fikir zaman zaman yeniden canlandırılsa da, bu tür şeylerin fizikte gerçekten önemli bir rolü olup olmadığı belirsizdir. Bana göre, absürt derecede muazzam bir asal sayıya dayanan bir fiziksel teori, basit bir sonsuzluk kavramına dayanabilen bir teoriden çok daha karmaşık bir teori olurdu.
Yine de, bu konuların peşine düşmek biraz ilgi çekicidir. Koordinatlar F elemanları olarak verildiğinde, geometrinin çoğu aslında hayatta kalır.
Kalkülüsün fikirleri daha fazla özen gerektirir; yine de bunların çoğu hayatta kalır.
17.12.2022
Platon’un Yolu Sofistik düşüncenin eğitim anlayışına bağlı etkilerden ve dönemin entelektüel ikliminden nasibini alarak yetişenlerden biri de Platon’du. Aile kökeni ve akrabalık ilişkileri bakımından onun bir devlet adamı olarak polis (site) devletine hizmet etme olasılığı öylesine akla yakındı ki ne annesinin, ne babasının onun doğumunun ardından (İÖ 428/427), oğullarına bakıp da devlet adamlığının ötesinde bir uğraşla ünleneceği, herhalde akıllarının kenarından bile geçmemiş olmalıydı. Platon, Atina soylu zümresinden geliyordu. Bu toplum katmanının yaşama felsefesi zihinsel ve bedensel hareketlilik, hareketlerde zarafet, insan ilişkilerinde nezaket ve ölçülülük, ama aynı zamanda ince bir alaycılık ve mizaha yatkınlık vb.’ydi. Elimizdeki bilgiler Platon’un ne anne ne de baba tarafından akrabalık temellerine inmemize imkân tanıyor. Baba Ariston’un, Atina’nın son kralı Kodros sülalesi ile, anne Perikton’un ise, ünlü Atina yasaları yapıcısı Solon ile akrabalığından söz edilmiş olsa da, bu bilgileri doğrulama imkânı bulunmamaktadır. Anne tarafından kuzenlerinden biri olan Kritias, ileride ünlü Atina “Otuzlar” yönetiminin[12]- ya da “tiranların” arasında yer alacak, zengin bir akrabadır; bir aristokrat olan Kritias bugünün diliyle söyleyecek olursak “aşağı tabakayı” hor görür ve küçümser; o entelektüel yetenekleri gelişmiş, felsefeci, ozan, devlet adamı kimliklerini kişiliğinde birleştiren biridir. Platon’un, her ikisi de kendisinden daha büyük olan erkek kardeşleri Adeimantos ve Glaukon, Devlet diyaloğunda Sokrates’in muhatapları olarak rol alıp, düşünce tarihine geçmiş olma şansını, küçük kardeşleri Platon’a borçludurlar. Platon, kız kardeşinin oğlu olan Speusippos’un, hayatını sürdürmesi için gerekli maddi gelirden yoksun olduğunu görmüş ve yeğenini, kendinden sonra Akademi’nin[13] yöneticisi olarak görevlendirmiştir. Kısacası Platon kuşağı, aktif politikadan tamamen uzak, sessiz bir hayatı tercih etmiştir. Platon’un, politik hayattan uzak kalmaya kolay kolay karar veremediği ve epey bir kararsızlık geçirdiği, iç hesaplaşmalardan kurtulamadığı belli olmaktadır. Onun kendine çizdiği bu “kader yolu” belki de, felsefenin, günümüze kadar politika ile bir türlü barışmamasının ya da birleşmemesinin nedeni olarak da anlaşılabilir. Zaten bu kararı, onun seçtiği bu yolu anlamak demek, Politeia’yı anlamamız için zorunlu zihinsel çabanın belli bir bölümünü yerine getirmiş olmak demektir. Bir başka deyişle, Platon’un politika yolunu niçin seçmediğini açıklamakla, Politeia’yı anlamamıza giden yolda en iyi rehberliği yaptığını söylemek mümkündür. Platon’un İÖ 354 yılında, 73 ya da 74 yaşındayken yazıp Sicilya’ya gönderdiği bir mektup, kendi elinden, kendi hayatına bir geri dönüp bakma, hayatını değerlendirme işlevi taşımaktadır. Bu mektubun önemli bölümlerini hatırlayalım: “Bir zamanlar gençken, birçok kimse gibi düşünüyordum: Aklımda, kendimin efendisi olur olmaz politikaya yönelmek vardı. Gelgelelim bu kararıma, kamusal hayattaki şu deneyim engel oluşturdu: O zamanki düzenimiz (anayasamız) geniş bir çevrede değersiz, hor görülmekteydi ve sonunda çöktü. Yeni düzenin tepesinde 51 erkek vardı… Ancak bunların 30’u sınırsız iktidar yetkisiyle bütün hükümeti (yönetimi) devraldılar. Onların arasında birkaç akrabam ve tanıdığım vardı ve bunlar kalkıp beni de hemen (aralarına) çekmeye çalıştılar… Gençliğimde bu konuda edindiğim deneyimler beni haklı çıkardı. Onların devlet yönetimini, haksız bir yoldan döndürüp, adaletin yoluna sokacaklarını ummuştum. Bu nedenle de büyük bir merakla ne yapacaklarını dikkatle izlemeye koyuldum ve kısa süre içinde, bu adamların, eski anayasayı koyacak yer bulamadıklarını gördüm. Başka birçok şeyin (hatanın) yanı sıra arkadaşım olan yaşlıca bir adamı, dönemin en dürüst, en namuslu insanı demekte hiç tereddüt etmeyeceğim Sokrates’i, bir yurttaşı idama götürmek üzere başkalarıyla birlikte görevlendirdiler; böylece onu suç ortağı yapmayı amaçlamışlardı. Ne var ki Sokrates boyun eğmedi ve onların canice eylemlerine katılmak yerine her şeyi göze almayı tercih etti. Bunu ve buna benzer hiç de öyle önemsiz olmayan kimi şeyleri görünce beni bir tiksintidir aldı ve bu cani idareden uzaklaştım. Çok geçmeden o ‘Otuzlar’ devrildi ve anayasa lağvedildi. Bunun üzerine yeniden, çok yavaş ilerlese de, politik düzlemde faal olma isteği beni sarmaya başladı… Gelgelelim o iktidar sahiplerinden bazıları, Sokrates’e en son mal edilebilecek en kötü suçlamalarla arkadaşımızı mahkemeye çağırdılar. Anlayacağınız onu tanrısızlıkla suçlayarak mahkemeye çıkardılar ve hüküm giydirip hükmün infazını sağladılar… Bunu ve hükümeti, yasaları, töreleri yöneten kişileri görünce ve yaşlandıkça bu çarkın bütününü kavradım ve doğru bir sonuca varıp politika yapmanın ne kadar zor olduğunu anladım. Çünkü dostlar ve güvenilir “parti” yoldaşları olmadan hiçbir şey yapmak mümkün değildi… Ayrıca yasama ve ahlak alanında çöküntü ve çürüme şaşırtıcı bir şekilde artıyordu. Böylece, başlangıçta politika yapmaya çok hevesli olduğum halde, bu olayları gördükçe ve bütün bu plansız, amaçsız sürüklenişi inceledikçe kafam karışmaya başlamıştı. Gerçi bütün bunların ve devlet varlığının nasıl daha iyi olabileceği konusunda düşünmekten vazgeçmedim ve hep bir eylem fırsatı kollayıp durdum, ancak sonunda mevcut devletlerin berbat bir durumda olduğunu kavradım. Çünkü mükemmel bir yeni organizasyon, elverişli şartlar sunarak, imdada yetişmezse devlet-yasa ilişkileri hemen hemen iflah olmaz bir durumda kalacaktı. Bunun üzerine kendimi, hakiki felsefenin hakkını teslim ederek, sadece onun bütün kamusal ve özel hayattaki adalete bakış imkânı verebileceğini ve doğru ve hakiki filozoflar iktidara gelmeden ya da devletlerin iktidar ve güç sahipleri ilahi irade sonucunda gerçek filozoflara dönüşmeden, insan soyunun mutsuzluğunun son bulmayacağını açıklamaya zorunlu hissettim.” (Burada yeri gelmişken, genelde gerçek, sahici olduğu kabul edilen ve sıkça alıntı yapılan bu mektubun, sahte olabileceğine ilişkin tezlerin de ortaya atılmış olduğunu belirtmek gerekiyor. Örneğin G. Müller, “Sahte Platoncu 7. Mektuptaki Felsefe, 1949” başlıklı çalışmasında; J. Derbolav, Platoncu Dil ve Bilgi Teorisi Çerçevesi İçinde “Kriton Diyaloğu”, -Gnomon, 26, 1954, s. 453’te, bu tür iddialar ileri sürmüşlerdir. B. Stenzel: 1953, A. J. Ph. 74, s. 383-397’de “Is Plato’s seventh epistle spurious?” başlıklı yazısında ise bu tezleri çürütür.) Yetmişinin ortasındaki Platon’un polis ile olan ilişkisini, ömür boyu edindiği deneyimlerin bir özetini sunduğu bu mektup, buraya alınmış kısa bölümüne rağmen bize yeterince bir fikir veriyor. Politeia’da (473d) “Filozof krallar” bölümünün bir varyasyonu gibi geliyor kulağa. Platon’un politika yapmaya kendini adeta mecbur hissetmesi, onun kişisel karakterinin kaçınılmaz bir sonucu gibi görünse de, gene aynı karakter özelliği, kendisine, yerine getiremeyeceği talepler yönelttiğinden, onun politikaya adım atmasını önlemektedir. Onun “dünyaya böylesi bir kez gelir” dediği biricik insan Sokrates, hayat yolunu çizişine ve aldığı kararlara damgasını vuran kimsedir. Ölümü Yeni Bir Felsefeci Kuşağı Doğuran Adam: Sokrates (Baba) Sophronisbos’un ve (anne) Phainarte’nin çocuğu olan Sokrates, Atina’nın sıradan yurttaşlarından biriydi. Heykeltıraşlar loncasının üyesi olduğundan, hâlâ soyluluğunu sürdüren Atina aristokrasisine dahil değildi, ama sanki kendiliğinden bu soylu katmanın içinde doğmuş, orada yerini almıştı. Sokrates araştırmacıları uzun zamandan beri, onun sosyal konumunu açıklığa kavuşturmak için uğraşıp dururlar, ancak yine de, ortaya bütün şüpheleri dağıtabilecek kesin sonuçlar koyamamışlardır; ancak bu kararsızlıkta, “diyaloglarında” Sokrates’i vazgeçilmez hocası olarak yaşatan Platon’un payı yok denecek kadar azdır. Yetenekli, zeki, on parmağında on marifet olan bir aristokrat çocuğu olarak, Platon, akrabası Kritias’ın yolundan gitmeye kalkıp önce tragedya[14] yazarlığını denemişti. Gelgelelim Sokrates ile tanışır tanışmaz, yazdıkları, edindiği yeni ilke ve anlayışların ışığında gözüne değersiz göründüğü için onları anında gözden çıkartacaktı. Öyle düşüncesizce, heyecanla atılmış bir gençlik adımı değildi bu; Sokrates, Platon’un bütün bir ömür boyu rehberi olacak; filozof, hocasına duyduğu minnet borcunu ya da ona karşı yerine getirmesi gerektiğini düşündüğü görevi, hemen bütün felsefi düşüncelerini, Sokrates’in ağzından yansıtmakla yerine getirecekti. Ne var ki, bunu yaparken, Sokrates karakterini ve tipini öylesine “Platonlaştırmış”, öylesine idealize etmiştir ki, bugün artık Sokrates ile Platon’u birbirinden ayırma imkânı neredeyse ortadan kalkmıştır. Sokrates’in Savunması,[15] edebiyat tarihinin ilk biyografilerinden, hatta monografilerinden sayılabilir. Bu ilişkiden alabildiğine radikal, ama pek de şaşırtıcı olmayan sonucu çıkartan O. Gigon,[16] günümüzde, Sokrates efsanesinden yola çıkarak tarihsel düzlemde geçerli, güvenilir bir tabloya ulaşmanın imkânsızlığına işaret eder. Demek ki Sokrates olayını ister istemez, öteki kimselere ve hayata yaptığı etkilerden, daha doğrusu, dışa yansımış sonuçlardan hareketle kavrayabiliriz. Bu etkiler Atina gençliğinde, ama elbette özellikle soylu zümrenin gençleri arasında öylesine yatay bir yayılma göstermiştir ki, Atina polis cemaati, polis’teki varlığını tehdit altında hissedip, önlem almak zorunda kalmıştır. Çare, melanetin nedenini ortadan kaldırmak, yani Sokrates’i öldürmekti. Sokrates, savunmasını bir tür “ithama” çevirmiş, kendisine aralanan bütün kurtuluş kapılarını kendi elleriyle kapatmıştı. Az sonra bu konuya bir kez daha döneceğiz, ama asıl işaret edilmesi gereken nokta, bu duruşmanın ve hükmün, daha sonra da Sokrates’in infazının, dünya düşünce (felsefe) tarihinde bir daha eşi örneği görülmeyecek bir gelişmeye yol açmış olduğu gerçeğidir: Çünkü, Platon, bu vakanın ardından felsefe ile devlet ilişkisi sorununu ömür boyu göz önünde tutmak üzere, aktif olarak politikaya atılmaktan vazgeçmekle kalmamış, bu kararı sonucunda, dünya felsefesine yön verecek bir “filozof” olup çıkmıştı; bundan da öteye bu duruşma ve sonuçları, Yunan felsefesinin bundan böyle bütününe yön vermiş, felsefenin temel ilkelerini belirlemiş, en başta da felsefenin devlet karşısındaki yerini tayin etmişti; öte yandan yeni filozofların hepsi birer “Sokratesci” kesilecekti; insani olanı, bütün dünyevi ihtiyaçlarından arındıran, insanı en temel ihtiyaçlarla sınırlandıran ve öğretisi değiştirilerek bütün bir Stoacı[17] öğretinin içinde sürüp giden Atinalı Antishenedes’ten[18] tutun da, hazcılık öğretisi,[19] Atinalı Epikuros[20] tarafından değişiklikler yapılarak Epikuroscu Okul’da[21] yaşamaya devam eden, hayatın tadını çıkarmayı her şeyden önemli gören Kyreneli Aristippos[22] ve edebiyat çalışmasının önemli bir bölümünü sevgili hocasına ithaf edip, onun düşüncelerini haklı çıkarmaya yönelten polis yurttaşı, cesur, dürüst, sözünü esirgemeyen Xenophon’a[23]kadar, Sokrates’in ölümü yeni doğuşların toprağı oldu. Platon ise felsefi diyalogların dışında da hocası hakkında, doğruluğunu gene bizzat Sokrates’e tasdik ettirdiği bir portre sunar. Atina’nın ünlü devlet adamı ve Sokrates’in öğrencisi Alkibiades’in[24] tragedya yazarı Agathon’un bir şölende yaptığı konuşmadır bu portreyi bize sunan. Kuşkusuz bu konuşma da Platon’un bir buluşudur ve bu konuşmadaki Sokrates portresinin idealize edilmiş olduğuna hiç kuşku yoktur; çünkü konuşmayı kaleme alan Platon’un, hocasına olan sevgisinin etkisi altında nesnelliğini yitirmiş olduğunu düşünmek zor olmasa gerekir. Ancak büyük düşünürün, hocasını anlatırken gündelik, geçici, belirleyici olamayanın gerisindeki asıl kalıcı, öz olanı yansıtmaya özen gösterdiği de belli oluyor. Sokrates insanı zorlayıcı, belli bir yöne adeta sürükleyen bir kişiliğin bütün özelliklerini taşır. Eşi benzeri zor bulunur bir insancıllığın temsilcisidir o. Hayat demek yaşamak demek, büyük daimon Eros’un[25] hizmetinde alçakgönüllü katkılarda bulunmak demektir ona göre. Hem zihinsel-entelektüel hem de fiziksel-bedensel üreme (yaratma) itkisinin öteki adı olan Eros, geleneksel bütün değerlerin tartışılır hale geldiği, sallanmaya başladığı, yeni değerlerin arandığı alabildiğine çalkantılı bir dönemde, filozofu, gençliğin yolunu aydınlatmaya çağırmaktadır. Burada kısa bir parantez açıp, bir kez daha Sokrates’in bu çalkantı içindeki konumuna tarihsel-felsefi düzlemden bakmamız gerekiyor. Sofistler felsefi-epistomolojik düzlemde, genel geçerli normları sarsıcı öğretiler ortaya atmaktaydılar. Ölçü insan olunca, sadece algıların genel, ortak bir doğruyu temsil etmelerinden kimse emin olamamakla kalmıyor, aynı zamanda başta Atina olmak üzere, polis-devletlerinin toplumu yönetmeleri için gerekli dinsel-politik ve ahlaki genel geçerli normlarının ya da kurallarının varlığına da itiraz yöneltilmiş oluyordu. Bu politik-dinsel otoritenin çökmesi, toplum düzenine kaosun[26] hâkim olması demekti. Sofistler bu yönden bakıldığında ilerici, sarsıcı, aydınlanmacı bir düşünce yolunu ve hayat tarzını öğretiyorlardı. Sokrates, duruşmalarda, aynen Sofistler gibi, parayla zengin çocuklarına ders verme suçlamasıyla baş başa kaldı; (bkz. Sokrates’in Savunması) ancak görüşlerinin Sofistlerinki ile örtüştüğünü söylemek zordur. Tersine, bireysel olanın ölçü olamayacağını düşünmektedir o; eski, geleneksel olanın batıp gitme tehlikesiyle karşı karşıya bulunduğu bu fırtınalı denizde, aslında sıradan bir yurttaş olan bir adam, Sokrates, bu kaosun karşısına dikilmiş, gerek toplumsal gerekse de siyasal hayatta bireyüstü, genel geçerli bir töresel birliğin, geneli bağlayıcı, sarsılmaz ilkelerin savunmasını yapmıştır. Diyalektik[27] Bu noktada yöntem konusunda ilginç bir durum çıkıyor karşımıza: Sokrates’in gerçekte etkili olabildiği dar çevrenin dışına uzanabilmesini de mümkün kılan adımlardan biri, onun, Sofistlerin soru-cevap (diyalektiğini) yöntem olarak kendi görüşlerini benimsetmekte kullanmanın mümkün olduğunu fark etmesiydi. Tamam, Sofistler genel geçerli, bütünü bağlayıcı hiçbir ilke kabul etmeyip, insanı her şeyin ölçüsü saymaktaydılar, ama girişimlerinde, köhne sistemin her düzlemine de hak ettiği darbeyi vurmaktaydılar. Sokrates, bilimin hayranlık duyulan büyüklerini, politikanın kudretli adamlarını bu yöntemle silkeleyebileceğini, o zamana kadar sürdüregeldikleri düşünce ve ilkelerini çürütebileceğini fark etmişti. Sokrates, bilim adamlarının ve politikacıların zihninde “hiçbir bilginin bulunmadığı başlangıçtaki yaşantı durumuna” dönüşü, bir tür “tabula rasa”[28] halini, Sofistlerin yöntemiyle sağlamaya çalışmalıydı. “Bildiğim, hiçbir şey bilmediğimdir” ilkesine dayalı bir başlangıç yapmak, bütün o “büyükler”, kudretli politikacılar için elbette derin bir nefretin yeterli nedenini sunmaktaydı. Ancak ilk bakışta bu hiçbir şey bilememe biçimindeki bir başlangıç durumunu kabul ettirerek, buradan hareketle düşünceyi geliştirmeye çalışan Sokrates sarsılmaz ödünsüz iradesiyle, genel yasal düzenliliklere uyuşuyla, ilkelere ölünceye kadar bağlı kalışıyla, bir ikinci düzlemde Sofistlerden kesinlikle ayrılıyordu; (ayrıca Delphi kâhinine[29] göre kendine görev verildiğinden de emindir Sokrates), bu seçilmişlik inancı ve ilkelerine sonuna kadar bağlı kalma kararlılığıyla, arkadaşlarının, ölüm cezasını durdurma tavsiyelerine de uymayacaktır. Kararı veren yargıçların, Sokrates’in nasıl olsa bir kaçma yolu bulacağından emin olduklarını düşünebiliriz; bu nedenle de kararlarını verirken işin ölüme kadar varacağını ummamış olmalıydılar; ancak Sokrates, önünde açılan kaçma imkânını ilkelerine ve hayat boyu temsil ettiği düşüncelere ihanet olarak algıladı, çünkü haklı ya da haksız, verilen hüküm yasaları temsil eden yargıçların kaleminden çıkmıştı; o bu yasalara sonuna kadar bağlı kalmaya kararlıydı. Bütünün düzeni, hiçbir zaman toplumun tek tek üyelerinin, bütün karşısında önemsiz olan yan kaygıları ya da ihtiyaçları nedeniyle sarsılmamalıydı. Her şey iyi de, öğrencileri için gene de bir gerçek vardı: Hocalarını kaybetmişlerdi. Tayin edici olan da buydu. Ara sıra gülünç davranışlarda da bulunmuş, kendini güldürünün nesnesi olarak da kullandırmış olan Sokrates, sonuçta onu tanıyanların gözünde idealize edilerek, bütün bilgelikleri kimliğinde temsil eden, ölüme, ilkeleri doğrultusunda gözü kapalı giden bir kahraman olarak yeniden yaratılıp felsefe ve insanlık tarihine armağan edildi. Platon ise Sokrates kişiliğinin her iki yanını da gösterir. I. Kitap’ta hayatın içindeki insan Sokrates ile arayan eristikçi,[30] yani güzel söz ustası birini tanıştırır Platon bize. II. Kitap’tan itibaren aydınlatıcı hoca, Adeimantos[31] ve Glaukon’un[32] temsil ettiği Atina gençliğinin yol göstericisidir o artık. Sokrates uyandırma faaliyetini Atina’nın sokaklarında, agoralarında, soyluların misafirhanelerinde ve ordu karargâhlarında gerçekleştirir. Bütün bir “polis” onun “politik” faaliyetinin sahnesi gibidir. Bu yerlere veda etmesi, bugünün yaygın bir deyişiyle “kamusal alana” veda anlamına gelmiştir. O andan sonra Sokrates için meydanlar ve sokaklar herhangi bir faaliyet gerçekleştirmesine uygun olmaktan çıkar. Platon ise sevgili hocasının ölümü üzerine, kentin kuzeybatısında Heros Akademisi’ne çekilip orada öğretmenliğe başlar. Aktif politika yapma isteği ile politika deneyiminin öğrettiği ve politikayı imkânsızlaştıran acı gerçekler arasındaki ikilem, onu her şeye rağmen çaresizliğin ve umutsuzluğun karanlıklarına sürüklemez. Çok geçmeden uzak ve yakın çevrelerden gelen genç yaşlı birçok insan, hatta anlatıldığı gibi, erkek kılığına girmiş kadınlar Platon’un derslerine girmeye başlarlar. Burası, günümüzdeki okul kavramının bizde çağrıştırdığı ilişkileri temsil etmekten uzak bir eğitim merkezidir. Öğrenen ve öğreten arasında bir yaşantı birliği söz konusudur. Yıllarca süren bir eğitimdir bu, hatta Aristoteles örneğinde olduğu gibi, ancak hocanın, ustanın ölümüyle kesilen bir eğitim sürecidir. Bu eğitimle harmanlanmış hayatın hedefi, hakiki, doğru ve iyi olanın bilgisine, VI. Kitap’ın sonunda okuyacağımız “ebedi İdealar âleminin güneşine” ulaşmaktır; ancak bu İdealar’a ulaşma hedefinin içinde baştan itibaren politik amaçlar da yer almıştır. Dinleyicilerin ne olması gerektiğini bize VII. Kitap söyler: Dört duvar arasına çekilmiş, hayattan kopuk bilgiçlik değildir amaç, filozoflar olarak devlete yol gösterebilecek adamlar olmaktır. Dolayısıyla da Dion’un[33] tiran Dionysios’a[34] karşı Siracusa seferine akademisyenlerin ve akademi öğrencilerinin de katılmış olması ve Platon’un Dion’a hayırlı yolculuklar ve başarılar dilemekle kalmayıp ona eşlik de etmesi anlaşılır bir durumdur. Platon’un Atina’nın epey uzağındaki bir yere yapılan sefere katılması, bize bir şeyi daha göstermektedir. Platon’un zihin gözü, sadece memleketi olan Atina polis’ine değil bütün Yunan kentlerine, Helenlerin ve barbarların[35] dünyasına çevrilmiştir. Platon bu noktada hocası, ustası Sokrates’i çok gerilerde bırakmıştır. Söz konusu dünyanın büyük bir bölümünü kendi gözleriyle gören Platon’un, Mısır’a ve Asya’ya gidip gitmediği kesinlikle bilinmemekle beraber, İtalya’da bulunduğu, hatta Sicilya’ya üç kez gittiği bilinmektedir. Platon orada Pythagorascılarla,[36] özellikle de Tarentli[37] Arkhytas[38] ile felsefi ilişkiler kurmakla kalmamış, Siracusa tiranının sarayında baskıcı bir politikanın boyutlarını da tanımış, buradan kendi politik görüşlerini geliştirecek veriler toplamıştır. Kendi yurdunun demokrasisi ile Sicilya’daki tiranlığı karşılaştırarak demokrasinin kimi zaaflarını tespit edebildiği gibi tiranlık ile tiranın (zorbanın) bir devlet ve insan/yönetici tipi olarak temsil ettikleri olumlu ve olumsuz yanları görebilmiş, bu arada Siracusa tiranı ile aynı çatı altında kalarak onun aile içi yaşayışını, tebaasına davranış ve tavırlarını gözlemleyebilmiştir; bu şartlar, her şeyi olanca çıplaklığıyla, süslenip püslenmeden, tiyatrodaki gibi poz haline gelmeden zaaflarıyla, güçlü yanlarıyla görmesine imkân vermiştir. Tiranın gücü, kudreti iktidar sahibinin iradesine karşı çıkacak hiçbir karşı gücün bulunmamasından ileri geliyordu Platon’un gözlemlerine göre. Yapılacak olan, bu sınırsız gücü hep iyiyi gerçekleştirmek için doğru kullanmaktı. Planlarını, aklın düzenlediği o en üst düzlemdeki gerçekliği daha alt düzleme taşımak için her zaman kaderin en olgun saatini beklemiş olan Platon, Sicilya tiranını ziyaret ettiğinde böyle bir imkânın doğduğunu düşünmüş olmalıydı. Üç kez geldi bu kente, yedinci mektupta sözünü ettiği ilk ziyaretin başarısızlığını düşünecek olursak, sonraki iki ziyareti yapma konusundaki inadını da anlayabiliriz. Platon ilk ziyaretinden köle olarak geri dönmüş, arkadaşlarından biri parayı ödeyip onu özgürlüğüne kavuşturmak zorunda kalmıştı. Yirmi altı yıl sonra yaptığı üçüncü ziyarette de, hayatını tehdit eden bir tutukluluk halinden onu gene arkadaşları kurtaracaktı. İşte aynı Platon, Dion’un Dionysios’a karşı seferine katılmıştı. Dion ellerinde ölünce Platon, bir akademisyen olarak kim bilir hangi acılara, kederlere boğulmuştur. O geçmiş dönemlerin ağırbaşlı, sessiz bilgini, en büyük bilgi ya da “iyi” olan Eros’u öğreten adam olarak kalamamıştı. Onun öğretisi, sonsuz hakikatlerin yani İdealar’ın dünyasından türeyen görevleri, çözmeye yönelmişti. Gelgelelim yaşanan hayatın, gerçekliğin, bu her şeyin gerisindeki sonsuz İdealar dünyası ile kesiştiği noktada hep “polis”, yani “devlet” sorun olarak onun karşısına çıktı. Sözü “Yazmak” Akademide öğretmen ve “usta”, hoca olarak görev yapması, sorumluluğunu yerine getirmesi için yeterli değildi elbette; okuldaki konuşmaları doğrudan dinleyemeyenlere, sözlü bilgiye ulaşamayanlara ya da hatta ulaşmak istemeyenlere yazılı metinlerle ulaşmak gerekiyordu. Oldukça mutlu bir rastlantı sonucu, İlk Çağ’dan bize neredeyse eksiksiz ulaşan Platon metinlerini anlamak, onları eksiksiz kavramak, Platon araştırma ve incelemelerinin en zor yanını oluşturmaktadır. Kimse kalkıp Platon’u tamamıyla anladığını iddia edebilecek durumda değildir. Bir hatırlatma: Sokrates geriye yazılı tek bir satır bırakmamıştır. Onun çalışmaları tamamen söze daha doğrusu ikili konuşmaya, yani diyaloglara dayanmaktaydı. Platon’u da bağlayan bir özellikti bu, çünkü gerek o gerekse bütün öteki yazıyı kullanan Sokratesciler diyaloglar yazmışlardır. Diyalog üzerinde biraz durmamız gerekiyor. Diyaloglar, gerçekten yapılmış kabul edilen bir konuşmanın yazıya dökülmüş biçimidir; oysa daha baştan yazılı olarak ortaya çıkmış, sözlü izlenimi vermek isteyen, böyle olunca da yazılı halini, aslında kendini diyalog diye tanımlayarak aşan bir türdür. Diyalog baştan itibaren gerçekten yazılı bir metin biçimi olarak sabitleşmiş, değiştirilmez bir “konuşma”yı temsil eder. Yazan ile okuyan birbirine ne kadar uzaksa, aynı şey, diyaloğu sürdürenler ile okur için de geçerlidir. Hakiki bir sözlü sohbetin kişisel yakınlığının yerinde yeller esmektedir (yazılı) diyaloglarda. Platon, söz konusu 7. Mektup’unda, “son tahlilde amacımın ne olduğunu belirtecek hiçbir yazım bulunmamaktadır” der. Ona göre, amacı zaten öyle kolay kolay dile getirilebilecek, söylenebilecek bir şey değildir; anlatılmak istenilen, meseleye yönelik birçok ortak çalışmanın ve birlikte yaşamanın sonucunda aniden doğup ortaya çıkar ve sıçrayan bir kıvılcım gibi yaklaşır. “Kuşkusuz, şunu biliyorum ki, ben kendim yazacak ve söyleyebilecek olsaydım, en doğrusunu (iyisini) söylemiş olurdum. (…) Bu bana mümkün görünseydi, bu ülkede, insanların büyük yararına olacağından, yazmaktan daha güzel ne olabilirdi ki. Ancak, bu konuda konuşmayı denemenin, çok az insan dışında insanlık için iyi ve yararlı olacağını sanmıyorum.” (7. Mektup, 341c-e). Bundan çok daha önce yazılmış ve sahiciliği hâlâ tartışılan bir mektupta da, “Bu nedenle bu konuda hiçbir şey yazmadım, Platon’un yazısı yoktur ve de olmayacaktır; şimdi böyle dedikleri şeyler, güzel ve genç bir Sokrates’ten kalmadır,” diye belirtir. (2. Mektup, 314c) Platon’un birkaç yaşlılık dönemi eseri hariç, hep kendi adına değil de Sokrates adına konuşmasını, daha doğrusu diyalogları hep Sokrates’e yaptırmasını bu tespit çok iyi açıklıyor. Peki de Platon niçin geriye yazılı bir metin bırakmamakta, en azından varsayım olarak sözlü diyalogları Sokrates’e yaptırıp bu sınırı kollamakta bu kadar direnmiş olabilir ki? Aslında diyalogları yazılı metin saydığımızda, kendisinden önceki her filozofu geride bırakacak kadar çok yazmıştır. Düşüncelerini sadece sözlü yoldan aktaran Sokrates örneğine rağmen sonuçta Platon gene de bizlere büyük bir yazılı birikim ulaştırabilmiş, bunu gerçekleştirebilmek için de diyaloglar gibi bir anlamda dolaylı bir yol seçmişse, bunu, düşüncelerini kendi ömrü ile sınırlı tutmak istemeyen yaratıcı bir aklın buluşuna borçluyuz, demek yerinde olacaktır. (Platon’un yazı yolunu seçmesinin kuşkusuz zorlayıcı başka nedenleri de vardı. Sokrates, ölümünün üzerinden daha beş on yıl geçmeden bir mitos olup çıkmış, düşüncelerinin ne olduğu konusundaysa birbiri ile zıt, çelişen bir sürü görüş ortaya atılmaya başlamıştı. Dolayısıyla Sokrates düşüncesini yazılı belgeler halinde korumayı Platon’un kaçınılmaz görevlerinden biri olarak algılamış olması anlaşılır bir durumdur.) Yazılı olana karşı olan Platon, diyalog yolunu seçerek ve kendisini bu diyalogların arkasında tamamen gizleyerek, hem yazının söze göre her bakımdan eksik ve yetersiz olduğu biçimindeki görüşleriyle çelişmemiş oluyor hem de birbirini tamamlayan ihtiyaçlara cevap veriyordu. Platon için söz, konuşmacının duyguları, sıcaklığı ve gücüyle doldurulmuştur; gene de söz, bizi en son nedene, varlığın hakiki, doğru bilgisine, yani İdealar’a (yazıya) göre çok daha fazla yaklaştırsa bile, bir sonraki adım, bir tür “sıçrama” olmaksızın İdealar’ın bilgisine tamamen ulaşmamıza yetmez; öğretmen ile öğrenciyi birbirine bağlayan ve kendiliğinden, artık söze gerek olmadan ortaya çıkan kıvılcım, işte bu, kaderin kutsadığı, belirlediği bir anda, kairos’ta, yani tayin edici uğrakta, bizi İdealar’ın kusursuz bilgisine götürecek sıçramayı sağlar. Öyleyse, doğrudan söz değil, ama diyaloğun kurduğu öğretmen, hoca, usta ile öğrenci arasındaki ilişki de her türlü iletici aracın ötesinde, kairos’ta, kusursuz bilgiye ulaşmak söz konusudur; sözün bile bizi o nihai bilgilere götürememesinin nedeni, elle tutulur gözle görülür, işitilir olana fazlasıyla bağlı olmasındandır; yazı ise sözden bile çok daha az elverişli bir araçtır bu yolda; soğuktur, kişisel tınının, rengin, duygunun yansımalarına kapalıdır; ruhun kapsadığı gözün, gönül gözünün yardımından yoksundur; üstelik değişmez biçimde bir kerelik verilmiştir, sabittir, düşünce, yazının içinde donar; yanlış anlaşılmalara karşı savunmasızdır, çaresizdir, okunma anında, bir kere ortaya çıktıktan sonra, artık kendini (sözün sağladığı imkânda olduğunun aksine) savunmaya geçemez, neyse odur; demek ki yazıdan, bizi o nihai İdealar bilgisine götürebileceğini ummak beyhudedir. Öyleyse yazı, ancak ikinci dereceden, söze tabi bir “ast” görevi yüklenebilir; yazı, yaşlılıkta belleğin desteği olabilir, ama sonuçta ciddi değildir; oyundur, ciddi olanın, spude’nin karşısında kavranması bizim için zor bir biçimde padia’yı, şakayı, eğlenceyi, neşeyi temsil eder. Önemli olan, her şakanın içindeki ciddi olanı da düşünebilmek, hiçbir zaman spude ile padia’yı birbirinden koparmamaktır. Örneğin çocuğun oyunu müzik ile danstır, ama her ikisi de erkeklerin dikkat etmesi gereken ciddi görevler de taşırlar. Tanrıların onuruna verilen şölenler, yapılan bayram ve eğlenceler gençler için oyundur; ancak bu oyunda, birbirine en iyi uyan çiftleri arayan yöneticiler için ciddiyettir oyun (424e, 459e). Ayrıca oyun, ciddi bir şey olan felsefe karşısında, saçı sakalı ağarmış yasa koyucuların işidir. Yasalar da ciddiyetin en son şeklini temsil etmezler, bunlar hakikatin (gerçekliğin) sadece yansımaları, imgeleridirler, kendisi değil (300c); bu nedenle kimileri için zorunluluk taşımazken kimileri için hayatın kılavuzudurlar (425d). Peki, uğruna Platon’un ömür boyu düşünüp çalıştığı insan varlığının bu bağlamdaki durumu nedir? İnsani olan, çok ciddi sayılmaya değecek herhangi bir şey yoktur; çünkü insan tanrıların elinde sadece bir oyuncaktır; tanrı ise her türlü ciddiyeti hak eder. Demek ki her şeyin bir yanı oyun, öbür yanı da ciddiyettir, ciddi olandır. Öyleyse Platon bütün yazma faaliyetini oyun sayar, buna kendininki de dahildir; bu nedenle de, ciddi ciddi çaba sarf ettiği herhangi bir şeyi hiçbir zaman güvenerek yazıya teslim etmediğini söyler. Ancak yine de, bir kez yazılmış olan da sadece oyun değildir, arkasında doğru, gerçek bilgiye ulaşma çabası yattığı için aynı zamanda ciddi olanı temsil eder. Devlet Metninin Ana Ekseni[39] Devlet metninin içeriğine girmeden önce, onun bir “literatür” metni olarak temsil ettiği karakteristik özelliklere kısaca bakmak, yapısı itibarıyla ne tür bir metinle karşı karşıya bulunduğumuz sorusu üzerinde durmak gerekir. Bir metnin kaleme alındığı dönem, yazılma süresi, yayımlanma dönemi, biçimi, özel ve genel kaynakları, yazınsal biçimi, yazılma amacı, ortaya koyduğu sonuç, değerlendirilmesi ve alımlanması, dolayısıyla da okuru, bizleri ilgilendiren geniş erimli ve ömürlü sorulara vermeye çalıştığı yanıtlar vb. için, söz konusu olan modern bir metin olsa, yapılacak şey arşivlere dalmak, yazarın anılarını, günlüklerini incelemek, eleştiri, deneme yazılarını değerlendirmek olacaktır. Bir İlk Çağ metninin söz konusu olduğu yerde, bu tür “kaynaklar” beklemek boşunadır. Tek tük kaynaklar ise aradığımız cevaplara tam destek olmaktan uzaktır. Ayrıca bilginlerin, düşünürlerin o dönemlerde bir cevap aradıkları belli başlı soruların odağında dolaşan metinler de yüz yıllar içinde öylesine üst üste yığılmışlardır ki, onları şöyle kıyısından köşesinden ele almak bile büyük bir çaba ve zaman ister. Dolayısıyla haddini bilmek gerekmektedir bu konuda; Devlet gibi bir metni bütünüyle tüketmenin, onu günümüzde yeniden değerlendirmenin güçlüklerinin bilincinde olarak, kimi noktalara değinmek istiyoruz. Devlet metninin yazıldığı dönem ve süre hakkında bile doğru dürüst bir bilgimiz bulunmamaktadır. Platon bu metni yazmaya ne zaman başlamış, ona ara vermiş midir; başta ayrı ayrı olan bölümleri sonradan mecburen bir araya mı getirmiştir; bugün elimizdeki metin, geriye dönerek yapılmış bir derlemenin ürünü müdür? Metni dikkatle izleyen okur, biçimsel, içeriksel çarpıklıklar, hatta çelişkiler, anlatının doğrusal çizgisinden çok sayıda uzaklaşmalar, sapmalar ile karşılaşır; bilimsel bir metnin kesin tutarlı, mantıksal bir kurgusu olması gerektiğini ileri süren Platon’un bu ölçüsünü dönüp onun kendi metnine uygulamak istersek, metni belli bir ana eksenin üstüne yerleştirmemiz ve hedefe “İdealar öğretisini” koymamız gerekir; gerçekten de yazarın, “İdealar öğretisine” doğru belli bir gelişme çizgisi izlediğinden emin olunduğu ölçüde, özellikle bu öğretiyi bir kilometre taşı olarak kullanıp, metni zamansal yönden katmanlara ayırmak ve şu bölüm şu nedenle şu dönemde yazılmış olmalıdır, demek, uzun süre benimsenegelmiş bir yaklaşımdır. Bu yaklaşımla üç bölüm belirlenegelmiştir. Henüz alabildiğine ironik bir tavır gösteren “bir şey bilmeyen” Sokrates ile üç partnerinin diyaloglarını içeren ilk bölüm; bu kişilerden üçüncüsü Sofist Thrasymakhos’tur;[40] üstelik diyaloğun net bir sonuca varmaması, ayrıca bu bölümün genellikle “kavram tanımlarına” ayrılmış olması, genel değerlendirmede “gençlik diyaloğu” karakterinin ağır bastığı şeklinde yorumlanmış ve bu bölümü Platon’un, henüz Sokrates hayattayken, kendisi Sicilya’ya ilk gezisini yapmadan önce, yani 4. yüzyılın ilk çeyreğinde yazmış olduğu kabul edilmiştir. II., III. ve IV. Kitap’ın, bölüm olarak ikinci bir bütün oluşturduğu görüşü hâkimdir. Platon bu bölümlerde örnek bir devletin doğuşunu ve yapısını betimler; adalet tanımını da burada bulur; ancak bunu yaparken, ünlü İdealar öğretisine değinmez; dikkat çekicidir bu; öyleyse, Platon bu bölümü yazarken İdealar öğretisini henüz enikonu tasarlamış ve kavramsallaştırmış değildi, denmiştir. Dolayısıyla da bu bölümlerde “ruhun ölümsüzlüğü” öğretisinin bekçilerin (koruyucuların) eğitiminde yer almaması şaşırtıcı olmamaktadır. Gençlik heyecanının gizlenmediği bir pedagojik iyimserlik taşıyan bu bölümün oldukça erken bir dönemde yazılıp, sonradan yayımlandığı yolunda yaygın bir kanı vardır. Bu nedenle Aristophanes’in[41] İÖ 392 yılında sahnelenen Ekklesiazousai (Kadınlar Açık Meclisinde) komedisinde kadınların mülk edinmesi konusu ele alınmışken, Platon’un ancak V. Kitap’ta bu konuya etraflı bir cevap verdiği düşünülmektedir. İdealar öğretisine yönelik bir gelişmenin belirtisini taşımayan VIII. ve IX. Kitap’ın da bu kitaplarla aynı zamanda doğduğu görüşü hâkimdir. V.-VII. Kitapların ise, Platon’un Sicilya gezisinin ardından, İdealar öğretisini geliştirmesiyle birlikte kaleme alındığı düşünülmektedir (İÖ 387 civarında). Hâkim anlayışa göre, Sicilya gezisinin kötü izlenimleri ve deneyimleri ve derin bir teslimiyet duygusu, söz konusu bölümlere yansımıştır. Bu bölümün boyun eğici, yılgın, kötümser havasının, önceki bölümün yapıcı idealizmi ile çok zor bağdaştığı ileri sürülmüştür. (Bu konuda özellikle A. A. Krohn, Platoncu Devlet, 1876, yay. haz. Armim, De reipublicae Platonis compositione ex Timaeo illustranda’ya, (1898) bakılabilir. A. Grecke, Yüksek Düzlemde Eleştirinin Temeli Olarak Analiz (1901), makalesinde, Platon’un Devlet metninde bir bütünlük olduğunu savunanın ya kör ya da ne bu yapıtı ne de yorumunu bilmiyor olması gerektiğini ileri sürer.) Ne var ki, metnin bu dağınık, belli nedenlerle belli tarihsel yazılış dönemlerine bağlanan yapısı konusundaki görüşlere itibar edip etmemek, ileri sürülen kanıt ve yorumlara katılıp katılmamak eldeki malzemenin sunduğu verilerle, Platon’a yönelik birikimin analizi üzerinden alınacak, kişiye kalmış bir karar ise de, günümüzde, aynı birikim farklı bir yaklaşımla değerlendirilmekte, Platon’un söz konusu (görünürdeki) bağdaşmazlıkları, dengesizlikleri, metindeki düşüncelerini gittikçe derinleştirmek adına bilinçli bir tutumla sergilediği ileri sürülmektedir. Günümüzde hemen bütün Platon uzmanları Politeia’nın bugün elimizde bulunan şekliyle, bir bütün olarak tasarlanıp kurulmuş olduğu, usta bir inşa planı sunduğu görüşünde fikir birliği içindedirler. Gene de, metne yönelik eleştirel analizin hâkim olduğu dönemden uzanagelmiş bir görüş, en azından “adalet” konusunda, Platon’un Gorgias[42] diyaloğundan önce yazdığı, ama okura sunmadığı bir gençlik dönemi taslağını tekrar ele alıp I. Kitap için yer yer değiştirerek değerlendirdiği yolundadır. Bu görüşü benimsememiz durumunda, kimi ufak tefek uyumsuzlukları, özellikle I. Kitap ile II. Kitap arasındaki kopukluğu açıklayabiliriz. Sonuçta günümüzde, Politeia’nın, birinci Sicilya gezisinden önce yazılmaya başladığı, İÖ 375-370 arasında, ikinci Sicilya gezisinden sonra okura sunulduğu kabul edilmektedir. Kıyısından köşesinden değinilmiş birkaç tarihsel olayın yanı sıra Platon’un bir düşüncesi, metnin ortaya çıkma yıllarını belirler gibidir. Düşünür, kişinin felsefeyi ancak elli yaşından sonra hedefli olarak seçmesi ve felsefenin, insan ruhunun ışınına ve bütün ışıkların en ilk kaynağına bakması için onu ayağa kalkmaya zorlaması gerektiğini ileri sürmektedir (540a). Böyle bir görüş ortaya attığına göre kendisinin bu yaş sınırını geçmiş olması gerektiğini haklı olarak kabul edebiliriz, öyleyse, bu düşüncesini ortaya attığı metin bölümü, İÖ 377 yılından sonra yazılmış olmalıdır. Adalet ya da Devlet’in “Omurgası” Politeia’ya bir bütün olarak baktığımızda Platon’un doğru dürüst bir plan yapmadan, çeşitli düşünceleri bir araya getirdiği izlenimine kapılabiliriz. Adalet, mutluluk, devletlerin doğuşu, en iyi devlet, en iyi insan, devletin bekçileri (koruyucuları) ve filozof, bilgi öğretisi, İdealar öğretisi, hayatın ahlakiliği, devletin çürüme, çökme biçimleri, öte dünyada mutluluk ve ödül gibi birçok sorunu, öğreti ve görüşü böyle bir metinde toplamak için, parçaları kendine eklemleyen bir omurga bulunması gerekir. Platon için bu omurga, bu önemli tema, Glaukon’un itirazında (358) hemen başlarda kendini ele verir. Adaletin, (hakkaniyetin) ve adaletsizliğin ne olduğunu öğrenmek ister Glaukon. Adaletin özü ve yol açtığı sonuçlar ile onun karşıtının insan ruhundaki durumudur ana tema. Ancak bu adalet (hak, hakkaniyet) konusunun özü tartışılırken, kudret, güç, şan, şöhret, maddi zenginlik gibi bencilliğin ya da fedakârlığın konusu olan dışsal sonuçlar bir yana bırakılarak, doğrudan mutlak (soyut-genel) bir ölçü üzerinden adaletin ne olduğunun belirlenmesi söz konusudur. İşte bu diyalogda Glaukon’un bu talebi doğrultusunda Sokrates önce adaletin devlet ve insanın içindeki özünü araştırmaya yönelir; çünkü bu ikisi arasında çözülmez bir bağ bulunmaktadır. Bütüne bakacak olursak, II.-IX. Kitaplar adaletsizliği (haksızlığı) ele alırken, adaletsizliğin insanın içine, ruhuna, onun mutluluğuna, mutsuzluğuna etkileri IX. Kitap’ın 4-11 bölümlerinde karşımıza çıkar. Platon Sokrates’in ağzından bize bütüne ilişkin planını açıklar: (588b) Sokrates, incelemelerinde gerektiği kadar yol alındığını belirttikten sonra, başlangıçtaki, kendilerini oralara kadar götürmüş olan savına geri dönmeleri gerektiğini söyler ve II. Kitap’ın başında yer alan, Glaukon ve Adeimantos’un görüşlerine değinir. Her türlü maddi, dış olguya dayalı mutluluğu reddederek ruhun kusursuzluğunda en büyük mutluluğu bulan Sokrates’e göre, bizi bu en üst düzleme taşıyacak olan etmen, salt bilimdir. (591c/d) Sokrates bir kez daha filozofun en yüce görevini hatırlatır; kurduğu İdealar devletinin hizmetinde çalışmaktır bu (592a/b). Böylece IX. Kitap’ın sonuna ulaşmış ve II. Kitap’ta ortaya atılan soruların cevabını da almış oluruz. Bu ana tema’nın dışındaki konular bir tür tamamlayıcı, destekleyici parçalar olarak görülebilir. İlk bakışta, gerçi öteki tematik bölümlerin de ağırlıklı olduğu izlenimini edinmek mümkündür. Örneğin II. ve III. Kitap’ta genişçe üzerinde durulmuş bir konu “ideal devlette edebiyatın (yazı/şiir sanatının) reddedilmesi konusu” sonda bir kez daha karşımıza çıkar ve Politeia’nın tek bir ana tema etrafında dolaştığı tezimizi çürütüyor gibi görünür; bütün ile organik bir bağ kurmayan sonradan eklenmiş bir bölüm izlenimi verir burası; ardından IX. Kitap’tan itibaren adil olanın bu dünyada ve öte dünyadaki ödüllerini betimleyen bir açıklama ile karşılaşırız. Sığ, düz bir özgecilik (bencillikten uzak olma) anlayışı mı söz konusudur burada; hani Platon düşüncesini tümünden zedeleyecek bir sığlık? Ancak ne gelişigüzel bir ekleme durumu ile ne de böyle bir sığlık ile karşı karşıya olduğumuzu iddia edebiliriz. Bu bölümlerin de ana konu ile bağlantıları bulunmaktadır. Çünkü ideal devletin görevlilerinin seçilip yetiştirilmesi sürecinde müzik ile edebiyat, bekçiler devletinde önemli eğitim ve yetiştirme güçleri olarak görevlendirilmişlerdir; bu arada eski ve mevcut edebiyat reddedilmiş, bambaşka, amaca uygun bir müzik ve edebiyat anlayışı onun yerine konmuştur. Çünkü geleneksel ve mevcut edebiyat, tanrıları ve kahramanları anlatırken, ahlaki düzlemdeki yetersizliğinden ötürü, dinleyiciler üzerinde (özellikle tiyatroda) zarar verici etkiler yapmakta, karşımıza yanıp yakaran kahramanlar, gülen, ciddiyetten uzak tanrılar çıkartmaktadır. Bu kötü etkinin nedeni, edebiyat canlandırmasının salt taklitten yola çıkması ya da var olanı olduğu gibi alması, taklit edeni de taklit edilmiş hale koymasıdır. Bu anlatma şekli, derine inme yeteneğinden yoksundur, dolayısıyla da taklit edici bütün edebiyatın değersiz oluşunun nedenidir, ayrıca da ruhta yol açtığı etkilerden ötürü işe yaramaz bu edebiyat. Bu edebiyat anlayışı ruhun üçe bölünmüşlüğü ve İdealar öğretisinden sonra, VI. ve VII. Kitapların ardından ortaya konmuştur; bu ek istediği kadar zorunlu olsun, ancak ana konunun ele alınıp tartışılmasının ardından buraya girebilmiştir. Ayrıca adil, haksever olanın ödüllenmesi konusu için de IX. Kitap’tan sonra bir yer ayrılmıştır, yani adil olanın ruhtaki özünün ve yol açtığı sonuçların tartışılmasının ardından kala kala bu yer kalmıştır metinde. Kısacası, bütün bu ve benzeri konulardaki görüşler, asıl konunun tartışma hattının kıyısında köşesinde kendilerine bulabildikleri yerlere serpiştirilmişlerdir demek doğru olacaktır. Dolayısıyla da bir gelişigüzellik ve dağınıklık değil de, adalet konusunun ekseninde bir dağıtılma söz konusudur. Adalet eninde sonunda ödülünü bulacaktır, ama kişi bu ödül uğruna adil olmaya çalışmamalıdır; bu düşünce Platon için tartışılmaz bir doğru, bir aksiyomdur; dünyada, “iyi” İdea’sının üzerinde “en yüce iyi” olan tanrısalın bulunduğu bir düzen olduğuna kesinlikle inanmasının sonucudur. Bu durumda, ölümsüz ruh için –ruhun ölümsüz olduğunu II. Kitap’ta Sokrates ispatlamıştır– en azından ruhun hayatın cüruflarından, pisliklerinden uzak kaldığı, arınmış o nihai konumunda, duruma göre ödül ya da ceza gelecektir. İçinde, bütün insani yetersizliklerin ve kusurların ve bunlardan türeyen haksızlıkların hiç olup çıktığı, bu mutlak adaletli dünya düzeninin manzarası ile karşılaştıktan sonra, metin, başlangıçta (II. Kitap’ta) yola çıktığımız yere dönüş yapıp biter; burası aldatmanın, sahtekârlığın, kötülüğün, tanrıların rüşvetle kandırılabildiği dünyasıdır. II. Kitap’ın başlangıcı ile X. Kitap’ın bitişi, metnin ana temasının dış sınırlarını oluştururlar böylelikle. Bu finali Platon’un ana bölümü tasarlayıp geliştirirken tasarlamış olduğu kesindir; dolayısıyla da karşımızda, daha önce kendine metinde yer bulamamış bölümlerin eklendiği bir bölüm bulunmamaktadır. Metnin ana konusunun işlendiği bölümlerdeki, hatta, daha I. Kitap’ın başındaki çok sayıda yollama bunu göstermektedir. Sokrates, ana bölümün başında adaleti, mutlu olmak isteyenin öylece ve de getireceği sonuçlardan ötürü sevmesi gereken iyi olarak tanımlar. (380a) Glaukon, haksızlığın dünyası tablosunda, adil kişinin katlanmak zorunda kalacağı korkunç acılara da değinir (361e). Platon’un bu iddialara karşı çıkması da gerekiyordu, ancak haksızın kendine hep avantaj sağladığı, adil olanın kaybettiği görüşüne yönelik itiraz, X. Kitap’ta gerçekleşir, gene adaletle ilgili aynı sözcükler kullanılır, ama bu kez odakta adalet değil haksızlık yer almaktadır (613d/e). Edebiyat sanatının ele alındığı yerde, insanın edebiyatta nasıl yansıtılması gerektiği sorusu, kesin bir dille adalet hakkındaki görüşlerin kavranmasının ardına bırakılır (392c). X. Kitap’ta Sokrates de bu konuda konuşur, (603c ve başka yerlerde) bunu yaparken 603e ve 387d/e’ye dönerek yollama yapar. Son kitaptan ya da biraz öncesinden geriye, başa dönüşler sıkça karşımıza çıkar, ancak bunlar da bir dağınıklığın, plansızlığın, akla sonradan gelen bir bölümün araya sıkıştırılmasının eseri olmayıp Platon’un X. Kitap’ı yazarken, bütünü yeniden kafasında tasarlayıp göz önünde tuttuğunu gösteren yerlerdir. Gene metnin yapısal bütünlüğü konusuna son bir değinme yaparak geçelim. III. Kitap’ın başlangıcında Sokrates, Hades’in[43] o zamana kadar uzanagelen edebiyatta aşağılandığını söyler ve buna karşı çıkar, ancak doğru görüşün ne olması gerektiğini ortaya koymaz. Ancak X. Kitap’ın kapanış mitosu, bu konuda bir cevap getirir; dolayısıyla X. Kitap’taki bu cevabın daha baştan tasarlanmış olduğunu kabul etmemiz yanlış olmaz. Aynı şekilde I. Kitap ile X. Kitap arasındaki bağlantı hatları, böyle bir bütünsel düşünceye işaret etmektedir. İlk kitapta Kephalos,[44] yaşlı insanın ölüme yaklaştıkça öte dünyadan korkmaya başladığını, geceleri uykusundan dehşetle uyandığını ve hayatının geri kalanında da karanlık bekleyiş içine girdiğini söyler. Kişinin daha evvel gülüp geçtiği hikâyeler, birden ürkütücü bir güç kazanırlar (330d). Burada öte dünyaya yönelik anlayış, III. Kitap’ta reddedilenin aynısıdır, ancak X. Kitap’ın bitişine konmuş kapanış mitosu, esas doğru imgeyi sunar bize bu konuda. (Sözünü ettiğimiz analitik değerlendiriciler de bunun farkına varmış ve I. ile X. Kitap’ın aynı zamanda yazıldığına hükmetmişlerdir; ama tam da bu anlayışları, Platon sanatını yanlış anladıklarının bir kanıtı olarak sunulabilir; çünkü bütün o önceki aşamalar olmadan, sonda karşımıza çıkan öte dünya mitosu, ilintisiz, çıplak kalmaya, bir masala dönüşmeye mahkûm olurdu.) Sokrates daha Thrasymakhos ile konuşurken (352a) tanrıların da adil olup olmadıkları sorusunu ortaya atar ve bu düşüncesine karşısındakinin tereddütle katılması üzerine, adil olanın, tanrıların dostu olması gerektiğini söyler (325b); sonda ise (612e) bu baştaki yere belirgin bir yollama yaparak, adil olanın, hakkaniyetten yana olanın tanrıların dostu olduğu ispatını ortaya koyar. Demek ki bu baştaki bölüm yetersizdir, sondan yapılan açıklamalar ile Sokrates baştaki eksikliği de gidermiş olmaktadır. Giriş işlevi taşıyan I. Kitap’ta ileride ele alınacak bütün konulara şöyle bir değinilmekte, bu düzlemler metin ilerledikçe tek tek üzerlerinde durulup açıklanmaktadır. Kephalos’a değinmiştik; Kephalos bizi başka tematik düzlemlere de hazırlar. İnsanın karakterinde, mutluluğun ve mutsuzluğun asıl nedenini görür, (329d) böylelikle Gluakon’un, adil olanın özünü ve ruha yaptığı etkiyi araştırma talebine cevap aramanın yolunu açmakla kalmaz, aynı zamanda doğanın insana sunduğu şekliyle site yurttaşının karakterinin, bu yurttaşın seçiminde belirleyici olması gerektiğine işaret eder; devletin inşası için temel bir seçme ilkesidir bu (413c ve başka yerler). Ayrıca soyların en büyük tiranı, zorba Eros’tan da söz eden odur; böylece Platon felsefesi bakımından temel önemi haiz bir temayı ilk kez kulağımıza yansıtır. Üç kez karşımıza çıkar Eros; yetiştiricinin, eğiticinin ruh soyluluğuna ve bedenin güzelliğine duyduğu ölçülü sevgi (402d ve başka yerlerde), hakikatin, doğrunun bilgisine yönelik bahtiyarlık verici, doyurulmaz bir istek olarak (490b), ama aynı zamanda da, tekrar çıkış noktasına dönecek olursak, duyuların en korkunç tutkusu, ruhun demagogu[45] olarak (573a/b). İşte ancak ruhun özünün ve görevinin ne olduğu anlatıldıktan sonra Eros da bütün ihtişamıyla, azametiyle tanımlanmış olur. Gene metin içinde gelişerek bütünlüğüne kavuşan görüşlerden biri de para ile ilintilidir. Kephalos için para adil yaşayabilmenin aracıdır (330d), ama işte, dünyayı hareket ettiren paraya yönelik sınırlı, eksik bir görüştür bu, paranın gerçekten ne anlama geldiği diyalog geliştikçe ortaya çıkar; devlet bekçilerinin malsız mülksüzlüğü önerilirken, para devletin çöküşünün önemli nedenlerinden biri olarak sunulur (IV, VIII, IX). Platon Polemarkhos’u[46] diyaloglara sokup başka önemli bir temayı karşımıza çıkartır: Edebiyat sanatını. Homer[47] ile Hesiod[48] öğretici yazarlar olarak Yunanistan’da hayata yön gösteren kılavuzlar olmuşlardı; edebiyatın yorumu ve anlaşılması bu bakımdan alabildiğine önem taşımaktaydı, Sofistler bu konuya olağanüstü önem vermekteydiler. İşte bu bağlamda edebiyat konusu, üzerinde durulması gereken bir sorunsal alan olarak I. Kitap’taki değinmenin dışına taşarak II., III. ve X. Kitap’a uzanır. Glaukon’unkinden daha önemli bir katkıyı Thrasymakhos yapar metne. Çünkü hakkı (hukuku) güçlü olanın avantajı olarak tanımlayıp (338c) çok önemli ve dönemi içinde can alıcı bir soruna değinmiş olmaktadır. Bu sorunsal da I. Kitap’takinden çok daha geniş bir tartışmayı hak etmektedir. Platon bu tespiti daha derinden ele alıp çürütmek için bir karşı tez getirir: Adaletin, hakkın, hukukun, güçlünün aleti olmaması için devlet bekçilerinin eğitilmesi şarttır; çünkü ancak bu durumda güç (kudret), bütüne (devlete/topluma) yönelik temiz bir hizmetin destekleyicisi olacaktır. Haksızlık canavarı imajını da metinde gene Thrasymakhos’a borçlu olduğumuzu görüyoruz ve ancak X. Kitap’ta bu canavarımsı, üstün insan tipini mutsuz biri olarak tanıma şansını buluyoruz. Aynen Eros’ta olduğu gibi, olumsuz tespitten bu tespitin çürütülmesine, oradan da olumlu düzleme varıyoruz. Sokrates düşünceleri için de, başlangıçta ortaya atılmış iddiaların sonunda kanıtlanması durumu geçerlidir elbette. Sokrates her şeye, her nesneye, ona düşen görevi gösterirken (325e) ve bu görevin yerine getirilmesi için gerekli yeteneğe işaret ederken (433d) de adaletin temel tanımının dayandığı ve herkesin, görevini yerine getirmek için uyması gereken ilkeye de ilk kez değinmiş olur. Sokrates, çelişkiden duyduğu hazzın doğrultusunda, Thrasymakhos’un, kudretli (güçlü) olanın mutlu olduğu anlayışı karşısına, hiçbir iyi (kimsenin) gönüllü olarak hükmetmek, yönetmek istemeyeceği iddiasını (347b-d) öne sürerken, bu iddianın ardından geniş açıklamaların geleceğini fark ederiz. Çünkü öyle ayaküstü ortaya atılıp bırakılacak bir görüş değildir bu. Ve gerçekten de bu düşünce bir ayraç gibi bütün yapıtı içine alır ve filozofların bilgiyi arama araştırmalarından sonra, devlet hizmetine yönelmeleri mecburiyetini onların önüne koyar. Gerçekten de bir mecburiyettir bu; çünkü filozoflar “teorilerinin” güzelliğinden, “İdealar’a bakma” alışkanlığından kendiliklerinden vazgeçip de devlet işlerine yönelmezler (519d). Sonuç olarak, yaptığımız bu uzun açıklamaların ardından, metnin, özellikle geçen yüzyılın analizcilerinin ileri sürdükleri gibi, dağınık, bölümleri birbirinden kopuk bir yapı sergilemek şöyle dursun, ana ekseni oluşturan “adalet” düşüncesinin çevresinde, önsözden başlayarak sona kadar bir bütün oluşturduğunu rahatlıkla ileri sürebiliyoruz. Dikkat edilecek olursa, metnin bütünlüğüne “içerikten”, tematik ilişkilerden hareket ederek işaret ettik. Ayrıca “biçimsel” yapı üzerinden yapılacak bir analiz de, böyle bir bütünlüğün varlığını kanıtlayacaktır; ancak biz, aslında ilginç olabilecek ve metnin biçimsel yapısının da enikonu tasarlanmış ve içeriği destekleyen bir “inşa tarzı” oluşturduğunu gösterecek bu analizi akademik çalışmalara bırakarak, Politeia’nın konusuna geçebileceğimizi düşünüyoruz.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.