- 204 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
DİNCİLER .
DİNCİLER KİMLERDİR?
Kendilerini dini temsil mevkine koyarak çıkarlarını gözeten ve bu çıkarları elde etmek için insanları kamplara bölen, dini kendi ihtiras ve çıkarlarına araç yapanlar,
Dini kurum haline getiren, mutluluk, barış ve esenlik aracı olmaktan çıkarıp kavga, kin ve ıstırap aracına dönüşmesine sebep olan, kendilerini din temsilcileri olarak görenler ile onlara bilerek veya bilmeyerek hizmet eden müritleri,
Allah ile aldatmayı insanın derinliklerine sokulurak, onu yüreğinin en sıcak ve en temiz yerinden vurarak yapanlar.
Kendi mezhep ve/veya tarikatının ‘gerçek din’ olduğunu, bunun dışında kurtuluşun ya hiç olamayacağı yahut da imkansıza yakın ölçüde zor olduğunu iddia edenler.
Yanlış algılamalar, saptırmalar, dayatmalar, akıldışılıklar, hatta din dışılıklarıyla İslam dünyasını sorunlu hale getirenler.
Ulema denilen dinde olmayan kadrolarla dine zarar verenler v.b.
Peki, Müslümanlardan saklanan işin aslı yani olması gereken nedir?
Din, bizatihi amaç değildir; amaç insandır. Her din, hem kendi içinde, hem de öteki din ve anlayışlarla münasebetlerinde bu ‘temel amacı’ göz ardı etmeden fikir ve davranış üretmelidir. Dinde amaç, insanla Allah’ın sıcak ilişkisi ve insanın Allah’ın iradesine uygun yaşamasıdır. Din, bu amacın aracı olabilir. Bu araç yani din, amaç haline getirilince, erdirici bir kurum olmaktan çıkıp kahredici bir kuruma dönüşmektedir. Bunun sebebi, mezheplerle tarikatların gaye haline getirilmesi, bir başka deyişle dinleşmesidir.
“Rabbinizden size indirilene uyun; O’nun berisinden bir takım velilerin ardına düşmeyin! Siz ne kadar da az öğüt alıyorsunuz!” (Araf 3).
“Gözünüzü açıp kendinize gelin! Arı-duru din yalnız ve yalnız Allah’ındır! O’ndan başkasını veliler edinerek, “biz onlara, bizi Allah’a yaklaştırmaları dışında bir şey için kulluk etmiyoruz.” diyenlere gelince, hiç kuşkusuz Allah onlar arasında, tartışıp durdukları konuyla ilgili hükmü verecektir. Şu bir gerçek ki, Allah, yalancı ve nankör kişiyi iyiye ve güzele kılavuzlamaz.” (Zümer 3).
“Allah, iman sahiplerinin Velî’sidir; onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır” (Bakara 257).
“Allah, kuluna Kafi değil mi, yetmiyor mu? Seni O’ndan başkalarıyla korkutuyorlar. Allah kimi saptırırsa artık ona kılavuzluk edecek yoktur” (Zümer 36)
Ve derler ki: “Rabbimiz biz, efendilerimize, büyüklerimize itaat ettik de bizi yoldan saptırdılar.” (Ahzab 67).
“Sonra onların eserleri üzere, resullerimizi art arda gönderdik. Meryem’in oğlu İsa’yı da onların ardınca gönderdik. Ona İncil’i verdik; ona uyanların gönüllerine şefkat ve merhamet koyduk. Bir bid’at olarak ortaya çıkardıkları ruhbaniyeti, onlar üzerine biz yazmamıştık. Allah’ın rızasını kazanmak için ortaya çıkardılar. Ama ona gerektiği şekilde saygılı olmadılar. Onların, iman edenlerine ödüllerini verdik. Onlardan çoğu yoldan çıkmış olanlardır.” (Hadid 27)
Allah’ın yanında hahamlarını ve ruhbanlarını da rabler edindiler…” (Tevbe 31).
Kur’an’da, işin bu noktaya gelmemesi için, radikal tedbirler bulunmaktadır:
Din sınıfı ve din kıyafetine yer verilmemesi,
Resmi mabede yer verilmemesi,
Hiç kimsenin, Allah’ın vekili veya temsilcisi sıfatıyla kitleleri yönetme hakkına sahip olmaması.
Kur’an’da Peygamberlik bittiği için, artık toplumları, Allah adına yönetecek insanlar (Allah adına yönetim) devri de bitmiştir. Yönetim böylece bir ‘hak’ olmaktan çıkarılıp bir ödev-emanet haline getirilmiştir. Bu emanet, yönetilecek kitle tarafindan seçimle verilir ve yine o kitle tarafından geri alınır.
Kur’an, ‘Allah adına yönetme’ diye anabileceğimiz teokrasi devrini kapatmıştır. Teokrasi tabirinin olumlu bir anlamı olabileceğini Kur’an adına savunmak bir yanılma veya saptırmadır. İslamda devleti yönetme görevi sadece Hz. Muhammed’e verilmiştir. Peygamberlik Hz. Muhammed ile son bulmuştur. Böylece peygamber yetkilerini kullanarak Allah adına yönetme hakkı da bitmiştir. Kur’an Hz. Muhammed’den sonra şura ve beyat’ı (vekalet) getirmiştir yani halktan vekalet alanların (milletin vekilliği-beyat) onların oluşturulacak bir meclis (şura) devleti yönetecektir.
“Rablerinin çağrısına cevap verirler, namazı kılarlar. İşleri/yönetimleri, aralarında bir şûra‘dır. Kendilerine verdiğimiz rızıklardan infak ederler.” (Şûra, 38).
Bunun adı demokrasidir.
Kuran’a göre herkesden (kadınlar da dahil) beyat-vekalet alınacaktır:
“Hakk’a ve doğruya uyman şartıyla sana bey’at etmeleri halinde onlardan bey’at al.” (Mümtehine, 12).
Burada uyma şartı vekaletin ebedi olmadığını göstermektedir.
Özetle Kur’an laikliğe işaret eder. Cumhuriyetçi ve demokratik bir sistemin yaşaması ve uygulanabilir olması için, değişik inançlardan toplum kesimlerinin ortak kaderle ilgili karara katkıda bulunmaları ve kanunların onların ortak vekâletleriyle, yine onlar adına çıkarılması gerekmektedir. Bunun zorunlu sonucu ise yönetim erkinin arkasında bir inancın veya dinin değil, toplum ihtiyaçlarının ve toplumun ortak idaresinin bulunmasıdır.
Laiklik, işte bu anlayış ve yöntemin normatif güvencesidir.
Modern dünyada, kan ve dehşete gitmeden dini yaşamanın tek yolu laiklik ilkesinin basiretle, titizlikle ve aşındırılmadan işletilmesinden geçer. Kendilerini öyle gösterdikleri için müslüman oldukları zannedilen, gerçekte inananları Allah ile aldatan dinciler, siyasi dinciler haline gelmişlerdir. Dincilerin hedefi dine hizmet değil mutlak iktidar olmaktır. Siyasal gücü, dolayısıyla parayı ele geçirmek, elde tutmaktır. Bunun en belirgin örneğini Suudi Arabistan’da yaşıyoruz. Bir aile, Suud ailesi, ülke yönetimini ele geçirmiş, yönetimi elinde tutmak için din baskısını kullanmış, dincilere taviz üstüne taviz vererek onların desteği ve halk üzerindeki baskısıyla ile iktidarda kalabilmiştir. Aslında diktatörlük olan bir rejimi din devleti olarak göstermektedir. Bunun benzeri yönetime ülkemizde de dinciler yıllarca süren süreçte adım adım erişmek üzereler.
Nasıl bu hale gelindi?
Tekke ve zaviyeleri kapatan Atatürk’ten sonra yönetimler her şeyi yüzlerine gözlerine bulaştırdılar. Önce Köy Enstitülerini kapattılar. Cumhuriyete hiç bir faydası olmayacak olan Halk Evlerini kurdular. Nazım Hikmet’ten bile korkup başına türlü çoraplar ören de bu yönetim zihniyetiydi. Bu yüzden Türkiye’de devrimci nüve yetişemedi.
İyi niyetle İmam Hatip okullarını müslümanlık dincilerin eline kalmasın diye kurdular. Onlara göre bu okullara giden çocuklara düzgün bir din eğitimi verilecek, sonra onlar din adamı-imam olacak, toplumu hurafelerden, yalanlardan, din sömürüsünden kurtarıp aydınlatacaklardı. Ama iş gittikçe çığırından çıktı. Ülkenin dört bir yanında imam hatip ihtiyacından çok fazlasını yetiştirecek olan yüzlerce imam hatip okulu açıldı. Erkeklerin yanında, hiçbir zaman imam-hatip olamayacak kızlar da bu okullara alındı. İktidarlar arka çıktı, dinciler bu okulları yardımlarla ele geçirdiler, arka bahçeleri haline getirdiler. Punduna getirip İmam Hatip mezunlarına liselerle eşit şartlarla universite yolunu açtılar. O da yetmedi bir kısmı yatılı olmak üzere Kuran kursları açıldı. Bu kurslarda Kuran’ın temel mesajları tanıtılıp belletileceğine dinci amaca uygun olarak sadece Arapça Kuran nasıl okunur o oğretildi. Beyinlere Kuran’ın gerçekleri hiç bir zaman öğretilmedi. O da yetmedi dinciler büyük şehirlere taşradan gelen üniversite öğrencilerinin barınma sorunlarını karşılamak için yurtlar açtılar. Bu yurtlara bedava öğrenci aldılar. Bedava yemek verdiler. Karşılığında gencecik beyinleri işlediler yıkadılar, Allah ile aldattılar. Sonuçta dincilerin tüm bu arka bahçelerinde yetişen yıkanmış beyinlerin bir kısmı camilerde masum vatandaşları Allah ile aldatarak beyinlerini yıkarken fazla gelenleri devlet kadrolarına çöreklendiler.
Dinciler bunları yaparken gerekli olan kaynağı tarikat cemaatinden, iş adamlarından, esnaftan, halktan, din-vicdan sömürüsü yaparak kolayca ve bolca sağladılar. Bu kaynağın bir bölümünü ceplerine attılar. Bir bölümüyle de ayrıca iktidarların ve tarikatların desteğiyle genelde laisizim taraftarı olan İstanbul sermayesine karşı Anadolu’da yeni bir sermaye sektörü yaratıldı. Allah ile aldatmanın pastası bu kadar büyük. Zaten herşey bu ekonomik, finansal pasta için.
Bu süreçte tarikatlara bölünmüş, aynı amaçta ama bağımsız hareket eden dincilere bir de birleştirici lider gerekiyordu. O da ABD’nin Siyasal İslam desteğiyle bulundu. Dinler arası diyalog masalıyla İslam’da yeri olmayan hocaefendi ünvanı verilen liderin siyasal yumuşaklığı empoze edilmeye çalışıldı. Ondan kimseye zarar gelmez denildi. Onun sayesinde Tarikatlar arasında bağlantılar sağlandı, kavgalar sona erdi. Yurt dışında da okullar açıldı. 1000 yıllık geleneksel başörtüsü ve çarşaf yeterli olmadı. Dinci kesim bayanlarını diğerlerinden ayırt etmek için Vatikan rahibelerinin üniforması kopya edildi, türban ve tesettür icad ve empoze edildi. Dinciler bu sayede sayılarını çok gösterme yani güç gösterisi yapma fırsatını buldular. Mahalle baskısını Anadolu’da iyice yerleştirdiler. Yakın zamanda yapılan ve dincilerin büyük tepkisini çeken bağımsız bir araştırmaya göre artık Anadolu’da içki zor bulunuyor, Ramazanda açıkta yemek yeme imkanı yok v.b.
Buna rağmen ve % 47 oy almalarına rağmen istedikleri din devleti düzenini hala tam olarak oturtamadılar. Örneğin türbanı üniversiteye sokamadılar. Onu yapamayınca sonraki aşama olacak olan kamu alanına da sokamadılar. Onu yapamayınca bir sonraki aşama olacak olan İran’da olduğu gibi tüm kadınları da kendi üniformalarına sokamadılar. Baktılar olmuyor yeni bir strateji geliştirdiler. Önce de-kemalizmde büyük başarı sağladılar ve sonuca vardılar, zurnanın son deliği Can Dündar ile Atatürk’ün aleade bir insan olduğunu empoze ettiler. Medyayı, laik düzen taraftarlarını telefonlarını dinleyerek, Ergenekon uydurması ile sindirdiler, etkisizleştirdiler. Kendi medyalarını oluşturdular, hakim hale getirdiler, TRT yi de buna kattılar. Medyada dindar olmayan ikinci cumhuriyetçi, liberal denilen bazı entel/dantel kalemlere yüksek maaş, çıkar ilişkileriyle kendi propagandalarını yaptırdılar. Soros kaynakları da buna destek oldu. Emniyet, en son YÖK de bunların eline geçti. Anayasa mahkemesinde asil üyelerde çoğunluk oldular. Tamamen kendilerinden olmayan basına rekor ceza yağdırdılar. Yargıya hücum ettiler. TSK hariç tüm devlet artık bunların elinde. Geriye kalan son hedefleri 28 Şubat ile dinci süreci geciktiren TSK. Onu da yıpratıyorlar, etkisiz kılarak yakında tamamen çuvala geçirmek için ellerinden gelen her türlü numaraları yapıyor, Molla Said, Damat Ferit kalıntısı paragöz, çıkarcı entel-dantellerle, Kürtçü-bölücülerle işbirliği halinde Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyetle topyekün savaş veriyorlar. Buna karşılık Atatürkçüler, laik devlet taraftarları, ulusalcıların ise sesleri çıkmıyor, telefonları kaydediliyor, kimileri Ergenekoncu, Balyozcu diye içeri atıldı, dava dosyaları şişirilerek, dava sonsuza kadar uzatılarak içerden çıkmamaları sağlandı, mahkum edildiler, geride kalanlar için de seslerini duyuracakları medya ortamı kalmadı.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.