- 254 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
HAYDİ KAR BEYAZIM
HAYDİ KAR BEYAZ’IM
Şu dünyada herkesin ayrı ayrı mutluluk kaynağı ve hoşlandığı şeyler vardır. Kimisi, kimseye yük olmadan mütevazi bir şekilde yaşamayı isterken; kimisi de, akla hayale sığmayacak yolları kullanıp zenginlik içinde gösterişli bir hayat sürmek için çabalar.
Köyümüz Yukarıseyit, ihtişamıyla komşu dağlardan daha yüksek görünen Çökelez Dağı’nın sinesine; başını yaslamış, ayaklarını Büyük Menderes’in kıvrımlı derin vadi ve kanyonlarına uzatmış, kollarını da sağda solda olan açık alanlara uzatmış ve bu görkemli yerlere sırt üstü uzanmış bir yiğit gibidir.
Atalarımız bu şekli, köyümüze yerleşip ev varken kurarlarken adeta uygulamışlardır. Çal - Denizli yolundaki iki giriş de, ayrılmış olan bacaklar gibi görünür. Aşağı Cami ile ilkokulun olduğu yerden başlayan gövde kısmı, Yukarı Camiye kadar devam eder. Yukarı Cami adeta köyümüzün başı gibidir. Bu baş olan yerin sağından ve solundan giden yollar ise kollarıdır. Bu kollar Yukarı Çeşme’de birleşir. Kuş bakışı bakarsanız böyle bir yiğidin yatışını görebilirsiniz.
İnce uzun olan köyümüzde, benim çocukluk ve gençliğimde, hayvancılık - çobanlık, çiftçilik ve değirmencilik en önde gelen temel geçim kaynaklarındandır.
Değirmencilik, eskiden Büyük Menderes’in suyu ile dönen düzenini; bu gün ceryanla çalışan değirmenlere terk etmiştir. Öte Yaka, İç Yaka ve Beri Yaka’daki 66 ocak su değirmenlerinden faaliyette olanlar bir ikiyi geçmezken; Molla Omar, Deliktaş, Uzun Oluk (Eski Pavlika), Beyler, Beş Dam, Öte Yaka viran haldedir. Yalnız Hacı Ese Değirmeni’nin yeri lokanta, meşhur Fabrika adlı değirmen ise bir nevi çiftlik olmuştur.
Değirmen Deresi, Lidyalılar zamanından beri hem bir yerleşim merkezi, hem de su değirmenlerinin faaliyet alanı olarak tarihte yerini almıştır. Lidyalılar ya da Romalılar, büyük kaya kütlelerini insan eliyle delerek bu günkü Deliktaş Değirmenlerinin temellerini atmışlardır.
Değirmen Deresi, bu ekonomik piyasadan; su değirmenlerinin külfetli çalışmasını; elektrikle çalışan değirmenler karşısında sürdürmemiştir. Düğmeye basınca çalışması ve çalıştırılması daha kolay olan elektrikli değirmenler; sadece su değirmenlerini değil; o havzada üretilen sözlü kültürü de yok etmiştir.
Ceryanla ve yeni teknik usüllerine göre çalışan değirmenler, tahal, tahal yeri, tahalcı, donuzluk, unluk, unlukçu, dişeği, ark savmak, savak yeri, savak başı kelimelerini unutturmuştur. Bunun yanında bir çok deyim ve atasözü de artık yeni kuşaklar tarafından kullanılmamaktadır. Çok uzak ve yolu zorluklarla geçilen Molla Omar için söylenen; “Millet üne değil, una gider!” sözünü artık hatırlayanlar azdır. Sorulan bir soruyu gereksiz görüp cevap vermek istemeyenler; “Nereye gidiyorsun?” diyene eskiden; “Molla Omar’a deve otlatmaya!” diye cevap verirlermiş. ( Bu cevabı biraz değiştirdim: aslını buraya yazamazdım).
Aradan zaman ve mekan kavramını kaldırıp acaba beni neler mutlu ediyor diye ince bir düşünceye daldım. Kahvenin önündeki yaşlı dut ağacının gölgesinde oturup, Çalca’nın ve onun arkasındaki Şalvan Dağı’nı seyrediyordum.
Birden Aşağı Çeşme’nin olduğu yerden tozu dumana katarak gelen bir atlı gördüm. Büyük bir ihtişam ve nefis ritmik adımlarla beyaz bir at üzerinde, ata olan aşkı ve sevgisinin umman kadar büyük coşkusunu yaşayan Ali Zühtü amca vardı.
Ali Zühtü’nün at sevgisini çok iyi bilenlerdenim: Bir gün bana, elinde beyaz atın üzerine bir sultan gibi binmiş halini gösteren bir fotoğrafıyla geldi. Bu fotoğraftan bir tablo yapmamı istedi. Fakat, her gördüğünde resmi yayıp yapmadığımı soruyordu. Bu tabloyu yapıncaya kadar Çayırlık’taki bağımızı da ücretsiz sürüvermişti.
“Çayırlık’taki bağınızı sürüverdim. Artık benim resimi yaparsın!” diye bir kaç kere serzenişte bulundu. Yağlıboya resim yapılması ve kuruması için zaman istiyordu. Akademide okurken bir yarı yıl tatilinde bu resme çalıştım ve belli bir zamanda tabloyu bitirdim. İyice kuruduktan sonra kendisine kahvenin önünde verdim. O yaşlı süvari, bu resmi alınca adeta çocuklar gibi sevinmiş, köydeki bütün dükkanlarda bulunanlara göstermişti.
İşte Ali Zühtü amcayı, resmini yaptığım o at üzerinde görünce ben de çok duygulandım. Yaşı atmışı çoktan geçmiş olan Ali Zühtü, kahvelerin önüne gelince ayaklarıyla üzengilere basarak; atın eğeri üzerinde ayağa kalkar gibi doğruldu.
Köydeki düğünlerde at koşturanlar, tam kahvelerin önüne gelince; koşturdukları atın üzengisine basarak eğerin üzerinden kalkıp, sağ ellerinde tuttukları uçu lastikli ve bir metre civarındaki kalkımaç denen değneği, yere lastikli tarafından hızla vururlardı. O süratle yere çarpan lastikli değnek; havaya yükselirdi. Değneği fırlatan süvarisi, bir de o fırlayan değneği; at koşarken havada kaptı mı büyük alkış alırdı. Bu alkış sanırım manevi tarzda büyük ödül sayılırdı.
Bu kalkımacı yere ne kadar sert vurursan; o da, o kadar çok yükseğe çıkarmış. Eskiler, böyle bir düğünde usta bir süvari, kalkımacı öyle sert vurmuş ki yere; kalkımaç çok yükselmiş ve Ürüştülerin evinin ocak bacasından girip, ocaktaki ateş üzerindeki tencereyi devirmiş. Doğru mu değil mi ben de bilmiyorum: Çünkü, bu olay ben doğmadan olmuş. Mübalağa ve ilave varsa bana ait değildir.
Sanki kalkımaç fırlatıyormuş gibi üzengiye basarak eğerin üzerinde ayağa kalkan Ali Zühtü, rüzgar gibi yanımızdan geçti. Yan masada oturmuş olan üç dört köylü; kağıt oyunlarını bırakmadan kendi aralarında;
“Ali Zühtü, yine nakliye parasından tasarruf ediyor” deyince; diğeri yağlı saçlarını kalın parmaklarıyla karıştırdıktan sonra;
“Tuvaleti gelince Orman mevkisindeki bağına gidip orada hacetini yapıyor, hem de çok sevdiği atına binmiş oluyor” der demez, ben de;
“Keşke benim de böyle bir atım olsa, koştura koştura gidip Kızılca Kuyu’daki bağlarımıza giderdim” diye iç geçirip kendi kendime hayıflandım.
Kır Atını koşturan Ali Zühtü’nün ardından imrenerek baktım. Atını aynı hızla koşturan Ali Zühtü, Sinan Eyüp’ün kahvesini geçince Dere Pınar yoluna saptı, artık görünmüyordu. Ortalıkta yine kara sinekler ses çıkarak uçuşuyordu. Kağıt oynayanlar da iyice oyuna dalmışlardı. Köle Mahmut, Kızıl Arif’e;
“Arif, kağıtları damaklama! Oynayacaksan yonatça (düzgün) oyna!” diye ikaz etti. O da;
“Tamam dayı!” deyip işi altan aldı.
Ne kadar zaman geçti bilemiyorum. Zaten zaman ve mekanı aradan kaldırmıştım. At ile hayale daldım. Kendimi “Bin atlı akıncıların” önünde, rüzgara karşı kanatlarını açmış Macar Ovası’ndaki vuku bulan bir akında zannettim. Birden sol yanımda peyda olan Ali Zühtü, direk bana hitap ederek;
“Ata binmeyi çok mu arzu ediyorsun?” diye sordu. Konuşamıyordum, konuşmak istesem de sesim çıkmıyordu. Sadece “Evet!” der gibi başımı salladım. Ne demek istediğimi Ali Zühtü çoktan anlamıştı.
“Ben bir çay içinceye kadar haydi ata bin de Kazangöl ile Koca Dere’yi dolaş gel!” dedi.
Yerimde duramıyordum. İlk defa bir ata, hem de Ali Zühtü’nün Kar Beyazı’na binecektim... Gözlerimin içi gülüyordu. Bütün hücrelerim sevinçten kıpır kıpır olmuştu.
“Ya Allah, bismillah!” deyip; usta bir süvari gibi Kır At’a bindim. Atın yönünü tekrar Yukarı Camiye doğru çevirdim. Atın yularını gevşek tutarak boynunu “Haydi Kar Beyaz’ım” deyip okşadım. At başını iki kere “Tamam!” der gibi salladı. Sinan Eyüp’ün kahveyi geçince; at yolunu biliyormuş gibi Dere Pınar istikametine yöneldi.
Nazlı nazlı giden atın üstünde kendimi, tarihi tablolarda gördüğüm Yavuz Sultan Selim gibi hissettim. Atın üzerinde dik durarak Dere Pınar’a doğru yaklaştım. Yuları çekerek pınarın yalaklarına yanaştırdım Kar Beyazı ata kana kana su içirdim. Yan taraftaki yaşlı kavak ağacını arkamda bıraktıktan sonra Kör Kuyun’un yanından geçtim. Osman Deresi’ne ve Güllü Dere’ye giden bayırı tırmandım.
Birden aklıma Gazi Geray Han’ın, “Râyete meyl ederüz kamet-i dilcû yerine” gazeli dudaklarımdan döküldü. Kendimi birden o devirlerde zannettim. Kıpçak bozkırlarında atıyla dolaşan bir batur gibi hissediyorum.
Bayırı Kar Beyaz ile tırmandık. Bir kağnı geçecek kadar genişliği olan bu toprak yolun iki yanında; badem, pelit, palamut, vişne, çıtlık ağaçlarıyla böğürtlen ve dikenler vardı. Yol çatına gelince önce Güllü Dere yönüne doğru atı sürdüm. Mamirlerin bağlarını geçince Avdal Tepesi sağ yanımda sanki göğe direk olmuş gibi heybetli görünüyordu.
Avdal Tepesi’ne tekrar bakınca orasını; Köroğlu’nun Çamlıbel’ine benzettim. Adeta tepenin üstünde, ağaçların arasında duran Köroğlu; “Çamlıbel’e süreyidim yolunu / Altınlardan nalladayım nalını / Üç güzele dokutayım çulunu / Alma gözlü kız perçemli Kıratım” türküsünü söylüyordu. Onlara bakarak ben de el salladım ve çok sevindim.
Güllü Dere’in bayırını aştıktan sonra Halimecik Kuyusu’na geldim. Avdal tepesi arkamda kalmıştı. Ağaçların dallarında aceleci kanat çırpışlarıyla konup kalkan serçeler, sakalar, kumrular, dağ bülbülleri, kaya güvercinleri karga ve saksağanlar doya doya ötüyorlardı.
Ben de Dadaloğlu’nun o muhteşem türküsünü adeta kuşlara eşlik eder gibi; “Şu yalan dünyaya geldim geleli / Severim kıratı bir de güzeli / Değip on beşime kendim bileli / Severim kıratı bir de güzeli” diye coşkuyla söylüyordum.
Atın yönünü Kazan Göl’e doğru çevirdim. Alma gözlü Kar Beyaz at, gözlerini Çökelez Dağı’na doğru çevirdi. Kazan Göl’de biraz oyalandıktan sonra Orman tarafından Koca Dere’ye doğru indik.
Bir ara Kar Beyaz at, başını gökyüzüne kaldırarak, arka ayakları üzerinde tıpkı Neo (Yeni) Klasik resim akımının usta ressamı J. Louis David’in yaptığı meşhur Napoleon’un at üzerindeki duruşu gibi zafer çığlığı atarak kişnedi.
Kar Beyaz’ın böyle kişneme işi benim de çok hoşuma gitti. Bütün bu çevredeki keklikler, tebrik eder gibi bu kişnemeye sesleriyle alkış tutmuşlardı. Gökyüzünde sayamadığım kadar kartal, koca kanatlarını açarak; asayiş berkemal der gibi bizi takip ediyorlardı.
Koca Dere’den Osman Deresi’ne doğru atı, serbest bıraktım. Rahvan adımlarla sanki Kuğu Gölü balesindeki balerinler gibi ahenkli bir şekilde yavaş yavaş Dere Pınar’a geldik.
Birden Ali Zühtü’ye yapıverdiğim tablo gözümün önüne geldi. Yıllar sonra acaba bu tabloyu tekrar görebilir miyim diye düşündüm. Bu kadar at ve resim meraklısı olan Ali Zühtü, acaba bu hasletini bir torununa bırakabildi mi? Eğer bıraktıysa aradan kırk yılda geçse; yaşayanlar o eseri görürler deyip tebessüm ettim.
Artık Kar Beyaz atı koşturmuyordum. Bu yol hem bayırdı, hem de biraz dardı. Ara sokaklardan çoluk çocuk çıkabilirdi. Neme lazım belki at ürküp, beni düşürürdü, yahut bir çocuğu çarpabilirdi. Bir de durup dururken attan düşüp bir yerimizi kırmayalım. Gerçi “attan düşene bir şey olmazmış, ama eşekten düşenin bir yeri kırılırmış” derdi bizim köyün yetişkin ve yaşlıları...
Sinan Eyüp’ün kahveyi geçince; birden nereden geldiğini bilemediğim bir ses başımı döndürdü, adeta gözlerimin önüne kara bir perde çekti.
“Allah Allah! Bu ses de ne yahu demeden; telefonumda arandığımı farkettim. Benimle aynı yaşta olan hanımın yeğeni, görüntülü olarak beni arıyordu. Tekerlekli sandalyemin tekerini çevirip masama geçtim. Telefonu karşıma koydum. Başında siyah bir takke ile bana gülümseyerek baktı. Selam verdikten sonra;
“Hayırdır! dedim.
“Hayır, hayır!” dedi “Hanım, kabak aşı pişirmiş de, yemeden önce; onu sizinle paylaşayım diye aradım” dedikten sonra masadaki tabakları, ocağın üzerindeki tencereleri gösterdi.
İşte tam burada aynı Çiftçi Mustafa gibi küfürü basmak lazımdı ama edebime uymaz deyip; “Ya sabır! Bu da bir imtihan!” deyip gözlerimi ve dudaklarımı tebessüm durumuna getirdim. O ise;
“Nasıl güzel olmuş mu kabak aşı?” diye sordu.
“Çok güzel olmuş. Benim hanım böyle çok güzel kabak aşı pişirse; ben ona teşekkür olsun diye bir tektaş yüzük alırdım!” der demez oradan bir gürültü ve bağırış sesleri geldi. Ardından da telefon kapandı.
Akşama doğru beni tekrar arayı. Aradı ama barut gibi öfkeden patlıyordu.
“Ya hu! Sen ne biçim adamsın? Tektaş diye niye söyledinnnnn!” diye kuyruğuna basılmış gibi bağırıyordu.
“Ne varmış bunda” dedikten sonra “ hanımın sana çok güzel kabak aşı pişirecek ve sen ona bu yemek için bir tektaş yüzüğü çok göreceksin!” diye bağırarak cevap verince, o da bana;
“Dünyada, kabak aşını güzel pişirdi diye şimdiye kadar kim bir tektaş yüzük almış?” der demez, ben de;
“Bu gidişe ilk sen olacaksın!” der demez görüntülü telefon kapandı.
Tekerlekli sandalyem ile atölye olarak kullandığım odaya geçtim ve sehpamın üzerine boş bir tuval koyup, yıllar önce Ali Zühtü’nün yapmış olduğum tabloyu boş tuval üzerinde görünce besmele çekerek resime başladım.
Halil GÜLEL
Düsseldorf / 15.12.2020
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.