- 272 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
KIRILAN DALIN TÜRKÜSÜ
Kırılan dalın türküsünü yazmanın zorluğunu sizlere anlatmak için söz bulamazdım bir zamanlar. Bu türkünün adı şiirdi… Yazarının adı da şair! Derdim ki: "Şair olunmaz be agaaaam, düşmeden şu yüreğe onca oruçsuz ateş!" Nasıl bir laftır bu, dediğinizi duyuyorum sanki şu an… Bu da böyle bir laf işte, nasıl algılarsanız gari!
Yukarıdaki sözleri ettiğim tarihin adı; "bir zamanlar idi. Şimdi artık fermuarını çektim dudaklarımın. Ben ne söylersem söyleyeyim imam bildiğini okuyor nasıl olsa… Adamın birisi geçmiş karşıma diyor ki:" Ben şairim, çünkü şiirlerim var." Şairlik için şiirin olmasının yeterli olup olmadığını düşünürken, başka birisi de aynen şöyle söylüyor: "Şiirlerim var, çünkü ben şairim." Şimdi haydi çık işin içinden. İş yumurta, tavuk meselesine dönüyor bir anda.
Kişi; bir resme bakar iç geçirir, bir mimarın eserinde erir gider… Fakat o kişi ya da kişiler o ressama bir şey diyemez, o mimara laf edemez iki çift. Aynı kişiler bir şiire baktığında farklı kişiliğe bürünürler adeta. Ve başlarlar konuşmaya: "Şairlik de iş midir ki canım, uydur uydur söyle, aslında benim de 60 kilo şiirlerim var da bakma sen! Hele dünkü çay molasında yazdığım şiiri bir görsen sen…" Böyle uzar gider işte bu meyanda lüzumundan beri böyle lüzumsuz sözler…
Biz her dizeye diz kırana şair dersek bu tür sözleri daha çok duyarız. Bu şiir daha çok hafife alınır şom ağızlarca. Peki bu kargaşanın önüne nasıl geçilir mirim? Herkes iyi ya da kötü bir şeyler yazacağına göre, bunları bizim aynı potada değerlendirmemiz çok yanlış olmaz mı sizce de. Yani her şiir yazanın adı şair midir? Başka sanatların sanatkarını bilmem ama şiirin şairini bence sınıflandırmamız lazım derim. Benimkisi bir fikir, hangi kantarda tartmamız gereğini de sizler düşünün.
Şiir konusunda bildiğiniz gibi Araplar hayli yol kat etmişlerdir. Buna sebep olan faktör dilleri kadar göçebe hayatlarıdır da. O dönemde en iyi şiirler kabenin duvarına asılarak sergilenirdi. Bu şiirlere de "inci gerdanlığı" denirdi. Dönemin ünlü şairleri arasında; İmrul Kays, Tarafa, Kâab bin Zuheyr, Lebid, Amr bin Gülsüm, Antere, El-Haris bin Hilliza, Nabiga gibi isimler vardı. Bizde olduğu gibi bir zaman sonra onlarda da; "ben de şairim" diyen güruh çoğalınca bakmışlar ki bu iş karışacak, Araplar oturmuşlar ve şairleri belli mertebelere ayırmışlar. Şiir konusunda; fasih, beliğ ve mâhir olana "hınzid" demişler. Bu mertebe şairlikte en son mertebedir. Bu mertebeden sonra gelene ise "şair" demişler. Daha sonra gelene ise "şüveyr", onun ardından gelene "şu’rur" ve onunda ardında olana "müteşair" en sonuncusuna ise "bair" demişler.
Benim için önemli olan Arapların ne yaptığı değil. Ama bu mertebeler sayesindedir ki, her şaire gerektiği kadar değer verilmiş oluyor. Biz ne yapıyoruz; Şair-i Azam dediğimiz Abdülhak Hamit Tarhan’a da şair diyoruz, şurada şiir düzmeye çalışan(!) Navruz’a da şair diyoruz. Bu büyük bir haksızlık değil midir sizce de ha? Daha biz eleştiri tünelinden geçmeye bile korkuyoruz, eleştiriyi kabullenemiyoruz. Herkes herkesi yağlıyor yüzlüyor. Ustalar, hocalar, üstatlar ortalıkta fink atıyor. Böyle olunca bu sanat bir gelişme gösteremiyor. Giritli Epimenides (filozof-şair) ne diyordu: "Övgüyü hak etmeniz için sıkı bir eleştiriden geçmeniz gerekir"
Demek ki; kaleme sağlık/ salık vermekle, durup durup yürek öpmekle olmuyor bu işler memleketimin şairleri… Bu konuda Yerinizi-yurdunuzu bilin ki oturduğunuz yerden kaldırılmayasınız…
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.