- 360 Okunma
- 1 Yorum
- 1 Beğeni
ŞOK TEDAVİSİ
HERKESİN ANLATILACAK BİR HİKAYESİ VARDIR
ŞOK TEDAVİSİ
Babam Gönen Köy Enstitüsünde üçüncü sınıfa kadar okumuş. Arkadaşları arasında çıkan bir kavgada, altta kalan arkadaşını kurtaracağım derken; ister istemez kavgaya dahil olmuş. Kavgadan dolayı disiplin kuruluna verilmişler. Kavga içindeki şiddet ve yaralanmalardan dolayı ceza alınca; dedem de, onu, “işim zaten çok” diye okuldan almış.
Onun tahta bavulunda köy enstitüsü fotoğraf ve dergilerini sakladığını gördüm. Biraz mektep medrese yüzü görmesine rağmen; benim küçük yaşımda başıma gelen çocuk felci hastalığına; çareyi, önce hastanelerde değil, halk arasındaki muskacı, üfürükçü ve bilimsel olmayan geleneksel halk tıbbında aramışlar.
Bunlardan birisini hayatım boyunca hiç unutamam. Belki bu tedavi şeklini sağda solda anlatmış olabilirim: Aynı tedavinin bir benzerini bana uygulanan yöntemlerden birisini, yirmi sene sonra Kemal Sunal bir filminde oynamıştı.
Bana uygulanan tedavinin birincisinde bir köylü canlı bir yılanı yakalamış. O yılanı öldürmüşler. Daha sonra dirisinden de, ölüsünden de çok korkan anama, üç buçuk yaşındayken uzunlamasına yılanı, benim belime dolatıp, bir kaç gün bekletmişler.
Yılanın fermuar dişlerine benzeyen kemikleri, benim zayıf belime battıkça ağlamışım… Kimse ağlamama aldırmamış; yılanın etime batan bel zincirinin kemiklerinin uyumakta, ya da duyarsız olan sinirlerimi uyandırıp beni hareket ettireceğine inanmışlar.
Fakat üç, dört gün sonra belime sarılan yılanın kokmuş ölüsü çıkarılınca; bedenimde, onun batan kemiklerinin izinden oluşan yaralar tren katarı gibi kalmış. Bende ise bir hareket, bir kıpırdanma olmamış. Yılancık denilen bir hastalığa karşı uygulanan yılan tedavisi sonuçsuz kalmış.
Yılandan bir şifa bulamamışız ama gelen giden, köylüler, yaşlılar, komşu köylüler başka bir tedavi önerisinde bulunmuşlar. Burada yılandan bahsettiğimize göre; "denize düşenin yılana sarıldığı" gibi bizimkiler de dört - beş kilometre uzaklıktaki Çal Devlet Hastanesi’ne gitmemişler ve bana bir de “şok” tedavisi uygulamışlar.
Güzel köyümüz Çökelez Dağı’na başını yaslamış, Sarı Germe Yaylası’na sırtını vermiş, bacaklarını ayırıp Değirmen Deresi’ne uzatmış ve ayakları, Büyük Menderes’in killi toprak kokan sularında serinletmek için daldırmıştır.
Köylümüz, Çökelez Dağı’ndan odunu, Baklan Ovası’ndan buğdayını, arpasını, nohutunu, mercimeğini, Değirmen Deresi’nden ununu, Büyük Menderes’ten balığını her zaman temin ettiği için 1980’li yıllara kadar etkili ve büyük bir dış göcü yaşamamıştır.
Büyük Menderes, Değirmen Deresi’inde sanki bir kuğunun dans ederken; çizdiği "S" harfleri gibi kıvrıla kıvrıla köyümüzün altından geçerek; Kısık Kanyon’a gelir ve oradan uzaklaşarak Çal’ın altından geçip; bugünkü Adıgüzeller Barajı’na ulaşır.
Değirmen Deresi´nde yaklaşık 66 ocak değirmen, akan kanalların nedeniyle Büyük Menderes´in kıyılarında bir gerdanlık gibi sıralanmışlardır. Öte Yaka, Fabrika, Beş Dam, Beyler, Uzun Oluk, Hacı Ese, Deliktaş ve Molla Omar, değirmenleri o zamanki sözlü kültürü oluşturan bir hayat merkeziydi. Bu gün elektrikli değirmenlere mağlup olan bu su değirmenleri viraneye dönmüşlerdir.
Değirmen Deresin´deki bahçeler köylünün sebze ve meyve ihtiyacını karşılardı. Mis gibi kokan domatesler, biberler, patlıcanlar, erikler, elmalar, fasulye, sıyırma, börülce ve bamyaların yanında bazen ark savulduğunda dişli ve sazan balıklarıyla köylü doyardı.
Büyük Menderes içinde balık, kurbağa, yengeç, salyongoz ve diğer su ve kara canlıları yaşamaktadır. Yengeçlerden çok korkardık. Yaşlılar, yengeçlere dikkatinizi çekmek için; “Eğer yengeç ısırırsa, Aşağıseyitli bir kancık eşek sıpası anırmayınca bırakmaz” derlerdi. Bizim köyde hep erkek eşek olduğu için; bizlere kancık eşek ve sıpası çok yabancıydı. Bu uydurulmuş veciz sözün manası “imkansızlığı” anlatmaktaydı.
Günlerden bir gündü... Henüz dizlerim ve ellerimle emekliyordum. Belimi doğrultup ayağa kalkamıyordum. Çok kalabalık bir aileydik. Koyunlarımız, köpeklerimiz, tavuklarımız, eşek, at ve ineklerimiz vardı. İri ve kuvvetli birer kangal olan köpeklerimizle biz küçük çocuklar, boğuşurduk, bazen de yanyana, ya da birbirimize yaslanarak uyurduk. Evimize bir yabancı yaklaştığı zaman aslan kesilen köpeklerimiz, adeta oyun arkadaşımızdı.
İşte çoluk çocuk ve köpeklerimizle oynadığmız bir gün babam beni kucakladı. Kuvvetli kollarıyla sıktı ve “Oğlum!” diyerek gözlerimden ve alnımın ortasından öptü. Sonra da bizim kaldığımız odaya götürüp kapıdan içeriye bırakt. “Geliyorum!”dedi. Ben emekleyerek odanın ortasına kadar gittim. Arkamdan babamın geldiğini sanıyordum. Bir ara durdum ve geri dönüp baktım.
Bakınca ne gördüm dersiniz; babamın sol elinde büyükçe bir teneke kutu vardı. Sol eliyle tutarken; sağ elindeki maşayla kutudan bir şey çıkarıp arkama bırakıyordu. Yan yan kıpırdayıp, odanın içinde sağa, sola ve de bana doğru gelenlerin yengeç olduğunu görünce çok korktum.
Bereket ki kollarım o zamanlar güçlüydü ve sağlamdı. Hemen pencerenin yanındaki bacanın alt kıyısından tutarak, ne kadar kuvvetim varsa; kendimi yukarıya çekip, bacaya oturdum.
Artık yengeçlerin odanın içinde bir yandan bir yana hızlıca ve yan yan gidişlerini seyrediyordum. Belki bacaya çıkıncaya kadar ağlamışımdır ama çıktıktan sonra da onları dans eden varlıklar ya da oyuncaklar olarak zevkle “seyretmişimdir”. “Şok” tedavisi çok şükür beni şok etmedi ama ailemin geleneksel tıbba olan bir ümidini daha yıkarak; onları şok etmişti.
Halil GÜLEL
Düsseldorf / 2012
(Herkesin Anlatılacak Bir Hikayesi Vardır)