- 312 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Yarım Kalan Aydınlanma
Bir Karadenizli fıkrasıyla çıkalım yola. Temel’le Dursun ılık bir ilkbahar günü sahilde dolaşmaktalar. Denizden esen iyotlu havayı teneffüs edip hoşça vakit geçirirlerken bir taraftan da sahile yakın gökyüzünü süsleyen martıların uçuşu dikkatlerini çeker. Bir martı hafif dalgalı suya pike uçuşu yapıp yeniden havalanır yükseklere. Temel: “Ula Dursun martı iyice alçaldı. Kuyruğu suya değdi…” Dursun Karadeniz insanının tez canlılığıyla hemen cevap verir. “Ne dersin Temel, ben de bakıyordum martıya. Kuşun kuyruğu suya değmedi.” Temel sinirlenir aniden: “Değdi diyorum, kör müsün görmedin mi sen!” Dursun daha da celallenir. Neyse iki arkadaş tekme tokat girerler birbirine. Hayli zaman yumruklaşırlar. Yorulur ikisi de. Aptalca kavga ettiklerine hayıflanırlar.
Dursun. “Temel, yok yere kavga ettik. Hâlbuki kuşun kuyruğu suya değmemişti.” Temel de hak verir arkadaşına: “ gerçekten yok yere kavga ettik. Kuşun kuyruğu suya azıcık değmişti.” Değmişti, değmemişti derken Temel’le Dursun yeniden kavgaya tutuşurlar. Sonunda iyice yorulup kavga edemez hale gelince mahcup bir halde evlerine yollanırlar.
Ülkemizde öyle anlamsız, toplum yararına azıcık da olsa yararı dokunmayacak olaylar yaşanıyor ki, sormayın gitsin. İnanıyorum gelecekte ben diyeyim yarım, sizler deyin yüz yıl sonra bu topraklarda yaşanan olayların yazıldığı tarih kitaplarını okuyanlar hayretler içinde kalacak. Dedelerimiz ne anlamsız olayları gündemlerinde tutmuşlar diyecekler.
Bunun gibi tarihimizin derinliklerinde ne kadar çok kavramakta zorlandığımız olayların yaşandığını da okuyoruz. Örneğin: Ankara Savaşı. İki Türk cengâveri Yıldırım Beyazıt ve Timurlenk. Yaşadıkları coğrafyanın iki güçlü devletinin aynı ırkın insanları. Üstelik her ikisi de Müslüman. Neymiş efendim sorun? Ben büyüğüm, bana tabi ol! Hayır, ben senden daha büyüğüm! Ve iki Müslüman Türk ordusu arasında kanlı bir savaş… Türklük ve Müslümanlığa bu savaş ne kazandırmış? Kocaman bir hiç!
Ve II: Viyana kuşatması. Amaç ne? İmparatorluk tabii sınırlarına çoktan erişmiş. Duraklama alametleri ayan beyan ortada. Ne işin var senin ey Merzifonlu Viyana önlerinde..! Sonuç, tanımı olanak dışı büyük bir yıkım, hüsran… Örnekler çok. Denebilir ki, yaşanan bu iki savaşı o zamanın koşullarında değerlendirmek gerekir. Bu ve buna benzer örnekleri hangi zaman değerlendirilse değerlendirilsin haklılıkları akıl terazisinde ağır çekmez.
Gelemiz günümüze. Ülkemizde özellikle son 30 yılda günden oluşturan kadınlarımızın başörtüsü konusu üzerine yaşananlar... Yaşananları kronojik olarak yaşayıp gözlemlediklerimle aktarmak isterim. Beş sınıflı köy ilkokulumuzda kız arkadaşlarımız biz erkekler gibi siyah önlük giyer, beyaz yakalık takarlardı. Kız arkadaşlarımızın saçları örülü olurdu genellikle. Ve salçalarına kordela takarlardı. Orta dereceli okullarda erkekler kravat takar, kız öğrenciler yine siyah önlük giyerdi. Kız arkadaşlarımızın ve kadın öğretmenlerimizin başları açıktı.
Açık kalplilikle itiraf etmeliyim; Türkçemiz ’de türban, sıkmabaş kelimeleri girmesini yıllar sonra duymaya başladım Bu kelimeleri son 30 yılda Mısırdaki sağır sultan bile duyar oldu. Tabir caizse 90’larda türban dinimizin birinci şartı olarak kabul edildi neredeyse! Dini özgürlüğün sembolü olarak ortaya atıldı. Üniversiteye sokulmadı türbanlı öğrenciler. Türban serbestliği sadece yükseköğrenim yapacak kızlarımız için isteniyordu. Bu olanak sağlandı. Daha sonra kamusal alanda çalışanlarında başlarını örtmeleri istendi. Bu da oldu…
İktidarı, muhalefetiyle mutabakat sağlandı memlekette. Artık adına başörtüsü mü, sıkmabaş mı, türban mı denirse densin bu konu ülke gündeminden düştüğüne inandık ulusça. Ben de inandım. Ne kadar saf ve cahilmişim! Turban olayı pişirildi yine ülke gündemine oturtuldu. Meğerse sorun yetesiye çözülememiş.
Sorunu bir kanunla bitirelim diye ortaya çıkar bir parti. Olmaz! Anayasal güvenceye alalım önerisiyle karşı atak başlar meclisimizde. Ne diyeyim bilemem! Eskilerin deyişiyle betimleyelim bu kısır tartışmaları: “Allah encamını hayra tebdil etsin!”
Söyleyiverelim bir kez daha. Bu konu ülkemizde gündemden düşmüştü. Aynı konuyu yeniden pişirip pişirip gündeme getirmenin kime ne faydası var? Kadınlarımızın kız çocuklarımızın saçlarını göstermeyecek düzeyde başlarının kapalı ya da açık olması öğrencilerimizin daha nitelikli öğrenim görmesine katkı mı sağlıyor? Kamuda verimliliği mi artırıyor? Üretimde, istihdamda artışa mı neden oluyor? Dışsatımın dış alımı geçmesine mi yarıyor?
Kısır tartışmaların elbette çeşitli nedenleri var. Öncelikle toplumun çoğunluğunu etkileyen konular gündeme gelmemesini istemek en can alıcı neden. Alıcısı oldukça suni gündem oluşturmak için fazla emeğe, sermayeye gerek de yok…
Laik sistemle yönetilen ülkelerde bireyin kılık kıyafetine, tinsel dünyasına hükümetler karışmaz. Ve de siyaset malzemesi yapmaz, yapamaz. Batı bireyi kılık kıyafetine değil yetkinliğine, bilgi birikimine göre değerlendirilir.
Bu topraklarda laiklik içselleştirilse turban konusu hemen kalkar diye inananlardanım. Bir kere inanç olgusu bireyle Allah arasında bir akittir. Allah insanları en değerli varlık olarak yaratmış ve bizlere akıl vermiş. Aklımızı kullanalım, düşünelim, olayları sebep sonuç ilişkileri içinde irdeleyelim, soru soralım diye. İsteyen inanır, isteyen inanmaz, isteyen başını kapatır istemeyen kapatmaz. Buna bireyin kendisinin karar vermesi gerekir.
Eğer eğitim sistemimizi örneğin bir Finlandiya benzeri kıstaslarla düzenlersek cumhuriyetimizin ilk onlu yıllarındaki düzeyde eğitime önem verirsek yarım kalan halkımızın aydınlanması tamamlanmış olur. Böylece yurttaş olma bilincini içselleştiren halkımız toplum yararına olmayan gündemlere ilgi göstermez. Ve gelecek kuşaklar bizlerin zamanımızı ne kadar anlamsız olaylarla geçirdiklerine hayıflanmış olur.
Ve son söz: Kadınlarımızın başlarını örtmeleri Allah nazarında günah teşkil ediyorsa onun sorumluluğunu bireyler hesap gününde tüm âlemleri yaratan Allah’a(cc) verir.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.