- 399 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
SELİNTİ, SELÇUKLU’NUN KAYIP SARAYI
Gazipaşa (Selinti) Antalya’nın yüz seksen kilometre doğusunda, Mersin sınırında, Akdeniz’e kıyısı olan bir ilçedir. Kaynaklarda Selinus, Selinti veya Selendi şeklinde karşımıza çıkan bu yerleşim yerinin doğusunda Anamur, batısında Alanya yer alır. Tarihi, Hititlere kadar uzanan kent, Hacı Musa Çayı’nın iki yakasında kurulmuş bir liman kentidir. Helenistlik, ardından Roma ve Bizans devirlerinde kesintisiz olarak varlığını devam ettirmiş kadim bir kenttir. Türkiye Selçuklu Sultanı Alaeddin Keykubad tarafından fethedilmiş, Alaiyye’nin (Alanya) hemen ardından Selçuklu mülkü olmuştur.
Tarihimizde Selinti hakkında bize ilk bilgileri veren Osmanlı Denizcisi Piri Reistir. Piri Reis, Kitab-ı Bahriye isimli eserinde Selinti (Gazipaşa) hakkında şunları yazar: "Kalatıran (Kaledran) körfezi yakınında Hando adında sivri bir dağ bulunur, bu dağın batısında bayıra karşu bir yüce yerde harap bir kale olan Kızlar Hisarı’nın batısına geçince Selindi suyu akar. Bu suyun doğusu Karaman, batısı ise Sultan Alâeddin mülküdür. Bu suyun batı tarafında deniz üzerine havâle ada gibi bir yumru burunun üzerinde Ahmedce adında harap bir kale bulunur, top taşı misalinde bir yumru burnun üzerine kurulmuş olan bu harap kaleye efrenç taifesinin, şekline izafeten Kastalu Lombarda derler, buradan Alâiyye yirmi mil mesafededir.
Türkiye Selçukluları devrinde inşa edilmiş onlarca saray ve köşkten günümüze sağlam ulaşabilmiş bir yapı hemen hemen yok gibidir. Mevcut kaynaklardan hareketle yerleri tespit edilebilen saray ve köşkler şunlardır: Konya- Beyşehir Kubadabad Sarayı, Kayseri Keykubadiye Sarayı, Kayseri Sarayı (Devlethane), Akşehir Sarayı, Malatya Sarayı, Ankara Sarayı, Antalya Sarayı, Aspendos Selçuklu Köşkü, Alaiyye Şekerhane Köşkü, Alanya Buzağı Avlusu Köşkü, Kayseri Argıncık (Cırgalan) Haydar Bey Köşkü, Kayseri Hızır İlyas Köşkü, Malanda Köşkü, Alara Köşkü ve Gazipaşa Şekerhane Köşküdür. Türkiye Selçuklu sultanları şehirlerde inşa edilen saraylar dışında, bağ ve bahçelerde; akarsu, orman deniz ve göl kıyılarında da köşkler inşa ettirmişlerdir. Bu yapıların bir kısmının sadece kaynaklarda adı geçerken, bazıları da harabe halinde günümüze kadar ulaşmış, bir o kadarı da meçhul asker anıtına konu olan askerler misali isimsiz ve kimliksiz kaybolup gitmişlerdir.
Gazipaşa’da Selçuklu Devrine ait bir av köşkü olduğunu duyduğumda heyecanlanmıştım. Alaeddin Keykubad isimli romanımı kaleme alırken, o büyük sultanın ayak izlerini takip etmiş, onun ayak bastığı kentleri, sarayları ve köşkleri peşi sıra dolaşmıştım. Gazipaşa’da göreve başlamadan önce Şekerhane hakkında tek kelime bilmiyordum. Şekerhane kelimenin tam anlamıyla Selçuklunun kayıp sarayıydı. Gazipaşa’da Şekerhane Köşkü isimli bir yapının mevcudiyetini benimle paylaşan öğrencime:
"Doğrusu Şikarhane olacak." demiştim; buranın şekerle ilgisinin olmadığını Farsça Şikar (Av) Hane (ev) kelimelerinin birleşmesinden oluştuğunu açıklamıştım. Aynı gün internette av köşküyle ilgili araştırma yaparken karşıma çıkan fotoğrafın altında şunlar yazıyordu:
"Roma İmparatoru Trajanus, (Marcus Ulpius Nerva Traianus) Part (İran) Seferi dönüşünde Selinus’da (8 Ağustos 117) yaşamını yitirmiştir. Yakıldıktan sonra külleri Roma’ya taşınmıştır. Burada İmparator adına, içinde gömüt olmayan bir mezar hazırlanmıştır. Bu yüzden kentin adı sikkelerde "Kutsal Şehir Selinus Trajanopolis" olarak geçmektedir. İki katlı inşa edilen yapının alt katı Kenotaph (Temsili mezar) üst katı da tapınak olarak kullanılmıştır. Selçuklular döneminde bu yapı, "Av Köşküne" dönüştürülmüştür."
Selinus Plajında denize girip güneşlendim, ardından akşam serininde Şikarhane Köşküne şöyle bir göz atıp ayrıntılı incelemeyi ertesi güne bıraktım. Ertesi gün bana eşlik eden Gazipaşa doğumlu Edebiyat Öğretmeni Şenol Şen Hocamdı. Birlikte alanı keşfe çıktık. Limanla, köşk arası mesafe kuş uçuşu yaklaşık beş yüz metre. Yat Limanı ile Köşk arasında bulunan Hacı Musa Çayı’nın kurumaya yüz tutmuş yatağını inceleyip rezene bitkisin o baş döndürücü nefesini soluyarak köşk arazisinde dolaşmaya başladık. Karşımda duran yapı ünik (Tek, eşsiz) bir eserdi. Roma İmparatoru Trajanus’un cesedinin ateşe verildiği, külleri üzerinde sembolik bir mezar anıtının yükseldiği, hemen üzerinde bir Roma Tapınağının inşa edildiği, Selçuklular devrinde ise bir av köşküne dönüştürülen dünyada eşi benzeri bulunmayan bir yapıydı. Geçmişte mezar anıtı, tapınak ve köşk olarak kullanılan bu abidevi yapının ilk katı kabaca iki yüz metre kare bir alana sahipti. Bu kâgir bina yapılışından yüzlerce asır sonra bile oldukça ihtişamlı görünüyordu. Define avcıları burada da boş durmamışlardı. Köşkün içinde kazı yapmışlar, yaklaşık olarak temelin bir metre alına kadar inmişlerdi. Taş duvarlar parçalanmış, hoyrat ellerde asırlara meydan okuyan şaheser ziyadesiyle hırpalanmıştı. Daracık bir merdivenden üs kata çıkmayı denedim, başaramadım. Hayatımda gördüğüm en dar basamakları bu yapıda gördüm. Yapıya zarar veririm endişesiyle bu girişimimi sonlandırdım.
"Selçuklu devrinde üs kat kullanılmış olabiliri mi!" diye mırıldandım. Bu çağı konu olarak işleyen kaynaklarda seyyar köşklerden bahsediliyordu. Belki de köşküm bahçesinde geçmişte çok sayıda seyyar köşk bulunuyordu. Yapı orijinalinde iki kattan oluşuyordu, günümüze ikinci katı ulaşmamıştı. Belki Selçuklu devrinde tapınak olarak inşa edilen kısım yıkılmış, ilk katı köşke dönüştürülünce üs kata da ahşaptan bir kat eklenmişti. Önce doğuya yöneldik pek çok yapı kalıntısı karşımıza çıktı ardından tepeye tırmandık, odeon (Küçük tiyatro) hemen altımdaydı.
"Aman Allah’ım burası bir saray!"
Köşkün yaklaşık yüz yirmi metre batısında bulunan yapıyı gördüğüm an aynı cümleyi tekrar etmekten kendimi alamadım.
"Aman Allah’ım burası bir saray!"
Önce Kayseri Şeker Fabrikası sınırları içinde bulunan Keykubadiye Sarayını görmüştüm. Burada yer alan köşkler birer enkaz halinde karşıma çıkmıştı. Kaynaklarda bahsedilen o görkemli sarayın yerinde yeller esiyordu. Kubadabad Sarayını gördüğümde ise,
"İşte saray bu." demiştim. "Lakin zamana direnen o canım yapılar, akbabaların önüne atılan cesetler misali sahip oldukları uzuvlarını günbegün yitiriyorlardı." Yok olan sadece köşkler mi, kümbetler, saraylar, hanlar, hamamlar... Yok olan bizleriz aslında, kaderine terk edilen, köklerinden koparılan, kendine ve ecdadına yabancılaştırılan...
Beyşehir Gölü kıyısında inşa edilmiş Kubadabad Sarayı, büyük ve küçük saraylarıyla, köşkleriyle, fırınlarıyla, hamamlarıyla, ahırlarıyla, çeşmeleriyle, tersanesiyle, av hayvanlarının tutulduğu kafesleriyle yaklaşık kırk dönümlük bir alanı kaplıyordu. Burası ise yaklaşık yüz dönümlük bir araziydi. Başımızı çevirdiğimiz her yerde bir yapı veya yapı kalıntısı karşınıza çıkıyordu. Ayağınızın değdiği her yerde çanak çömlek parçaları vardı. Dönüp baktığınız her viranede Selçuklu devri tuğlaları adeta bize göz kırpıyordu. Gazipaşa halkı tarafından Şekerhane olarak bilinen bu alan sadece Roma devrinden kalma bir yapıyla sınırlı değildi. Burası Edirne veya Topkapı Sarayında olduğu gibi çok sayıda binanın bulunduğu devasa bir külliyeydi.
"Selinti Sarayı"
Şikarhane Köşkünün yaklaşık yüz yirmi metre batısında yer alan yapıyı incelemeye başladım. Karşımda olanca heybetiyle yükselen ve herhangi bir kaynakta kendisinden bahsedilmeyen bu saray yaklaşık beş yüz metre kare bir alanı kaplıyordu. Hemen ardında hamamı ve bitişiğinde su kemeri yer alıyordu. Ayakta kalan duvarlarını inceleyince "Bu yapı geçmişte iki veya üç katlı olmalı." diye düşündüm. Selçukluda örneklerine rastladığımız bazı abidevi yapılar gibi alttan ısıtılıyor olabilirdi. Selinus Antik Kentini dolaşırken dikkatimi çeken ilk ayrıntı Roma devri yapılarının enkazlarının yok derecek kadar az oluşuydu. Toplam kapalı alanı bin veya daha fazla bir metre kareye sahip olan bu yapıyı incelediğimde, yerlerinde olması gereken enkazın buraya taşındığını ve bu yapıda kullanıldığını düşündüm. Bina devşirme malzemelerle inşa edilmişti. Etrafa dağılan Roma devri değil, Selçuklu devri tuğlalarıydı...
Bu ikinci yapının yaklaşık yüz elli metre batısında Hacı Musa Çayı’nın hemen kıyısında belli belirsiz fark edilen harabeler, bu külliyenin bir parçası olmalıydı. Belki sultan ve haremine ayrılan alan burasıydı. Hükümdar; emirler, melikler, harem ve askerleriyle birlikte hareket ediyordu. Bu sürek avlarında binlerce insan bulunuyordu. Karşımıza ilk çıkan Şikarhane Köşkü bu insanların ihtiyacını karşılamaktan çok uzaktı. Bunca insan için birden fazla yapıya ihtiyaç vardı. Uydu fotoğraflarından istifade ederek bu alanı incelediğimde büyüklü küçüklü çok sayıda yapı kalıntısının mevcudiyetine tesadüf ettim. Kim bilir bu yapıların haricinde toprak ananın gizlediği nice eserler yatmaktaydı bu tarihi ve doğal sit alanında. Harabe halinde günümüze ulaşan yapının bazı kısımları hâlâ kullanılıyordu. Büyük sarayın hemen gerisinde yer alan hamam, ahıra çevrilmişti; sarayın önünde karalâhanalar filizlenmiş, etrafta portakal ağaçları ve incirler boy vermişti. Geçmişte ne niyetle yapılmışsa yapılsın daha sonra farklı işlevlere bürünmüş paha biçilemez eserlerdi bunlar...
Alaeddin Keykubad bu bölgeyi kışlak olarak kullanmış, yazın Konya ve Kayseri’ye yönelmişti. Yavuz Sultan Selim’den yüzyıllar önce Toroslar’da kaplan (Anadolu Parsı) avlamış, eşi Mahperi (Hunat) Hatunun (Babası, Kalanoros -Alanya Kalesi’nin hâkimi Kir Fard’ idi.) doğduğu topraklara belli ki o büyük sultan da sevdalanmıştı. Sürek avlarına düşkün olan Sultan Alaeddin Keykubad, bu sayede ordusunu her daim savaşa hazır tutmuş, şölenler tertip edilmiş, hem gönüller hoş edilmiş hem de bileği bükülmez korkusuz cengaverler yetişmişti. Uluğ Keykubad satveti karşısında düşmanlarını titretmiş, zaferden zafere koşmuş, Anadolu onun iktidarı döneminde altın çağını yaşamıştı. Selinti Sarayı belki o devirde Selinâbâd olarak tanınıyordu kim bilir! Maalesef Şekerhane isminden başka bir bilgi yok günümüze ulaşmış. Mazide buraya ne isim verildi bilemiyoruz, kimler geldi, kimler geçti... Bildiğimiz bir şey varsa o da buranın çok özel ve mutlaka araştırılması gereken bir yer olduğudur. Bu konuda arkeologlara, sanat tarihçilerine ve siyasilere büyük görevler düşüyor. Selinti Sarayı’nı ayağa kaldırabiliriz, bu sarayın küllerinden doğmasına vesile olabiliriz. Ölü soyguncularına, kaçakçılara, gömü peşinde koşan meczuplara terk etmeden, haydutların yağmalamasına müsaade etmeden bu ecdat yadigârını el birliğiyle kurtarabiliriz, hala yapılacak bir şeyler var bu konuda. Büyük ve küçük saray adını verdiğim bu iki yapıyı turizme kazandırabiliriz. Çırağan Sarayı’nda olduğu gibi Bin Bir Gece Masallarına göz kırpan düğün törenlerine, konferanslara, sergilere mekân olabilir, el birliğiyle bu şaheseri dünyaya tanıtabiliriz.
Sessiz Cennet Gazipaşa’nın bu yardım çığlığı, bu feryadı bu topraklara sevdalanmış insanların duyması için yükselen bir avazdır. Gazipaşa’da bir saray var, adı önemli değil, yılların yorgunluğu, unutulmuşluğu, bilinmezliği... Hiç bir kaynakta adı geçmeyen; lakin avaz avaz bağıran "Ben sarayım! Ben buradayım!"diye usulca insanlığa seslenen bir kayıp saray! Gazipaşa’da... Selinus’da... Bu sessiz çığlığı duyanlar ses versinler lütfen! Göz göre göre paha biçilemez bir şaheserimiz daha yitip gitmesin! Bu mülkün sultanlarına hürmeten, köklerimize, birliğimize, tarihimize... Yok olmaya mahkûm olan, viran olan, talana uğrayan bu kez abâd olsun lütfen!
BEN SELİNTİ SELÇUKLUNUN KAYIP SARAYI
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.