Leyla
Siz zamanın durduğuna tanık oldunuz mu? Siz bir günün bin dört yüz dakikalık zamanını bin dört yüz saat olarak geçirdiğiniz hiç oldu mu? Benim oldu… Hatay Dörtyol Devlet Hastanesi’nin acil bölümünde.
Annem kalp krizi geçirmişti, evden hastaneye varıncaya kadar sanki zaman durmuştu; sanki yollar uzamıştı. On beş dakikalık yol bitmek bilmemişti. Hastanenin kapısına yanaştığımızda hazır da bekleyenler bir acele anemi sedyeye alıp götürdükleri vakit birinin “Leyla” diye bağırdığını duydum. O anda boğazım kurudu ve ağzımı güçlükle açabildim. Sesin geldiği yöne doğru baktım. İki hemşire ve genç bir adamın kollarında güçlükle durabilen yaşlı bir adam tekrardan bağırdı:
“Leyla!”
Annem başını kaldırıp sesin olduğu yöne doğru bakarak bir şeyler mırıldandı sonra da elini o yöne doğru kaldırdı. Bu gördüklerimden sonra içimdeki acının yeni bir boyuta geçtiğini anladım. Ayrı, yönlerden koşuşturan doktorlar annemi alelacele ameliyathaneye aldılar. Kaç saat geçti bilmiyorum, annem ameliyathane masasında kaldı.
Biliyorum, annem yaşadığı hayattan memnun değildi; ama yaşamını değiştirmek için en ufak bir gayret dahi göstermedi. Her zaman mutsuzdu ve gözlerinin derinliklerinde bir hüzün perdesi her zaman mevcuttu, o imkânsız bir kaçışın içerisindeydi ve sakladığı gerçeklerden kurtulamadığı da aşikârdı. Bazı zamanlar odasında bazı zamanlarda evin herhangi bir köşesinde gözyaşları içerisinde yakalardım. Neden ağladığını sorardım ve neden gözyaşlarını akıttığını sorardım, ısrar ederdim; ama onun ağzından tek bir cümle bile çıkaramazdım. Annem; yüreğinin karanlık bir bölümünde başkası için yanıp tutuşurdu, boğulurdu. Annemin bu halini benden başkası göremedi evet, ne babam ne de kardeşlerim gördü. Korkmuştum çünkü annemin bu acılara daha fazla dayanamayacağını anlamıştım. Birkaç gün sonra bu korkularımda ne kadar haklı olduğumu gördüm. Annemin kalbi yaşadıklarına yenilmişti, yaşadıklarının acısı o yaşlı bedenine ağır bir yük bindirmişti. Rahatlamak istemişti, anlatmak istemişti. Belki de kendi geçtiği yollardan belki de kendi hatalarından kendime bir pay çıkarabilmem için anlatmıştı:
Evlilik arifesinde sevdiğini diri diri mezara koyduğunu söyledikten sonra kendinin cellât, sevdiği adamınsa güzel kalpli bir kurban olduğunu anlattı ve gözyaşları içerisinde devam etti:
“Onun aşkını sırtlayacak güce sahip değildim, çok gençtim ne istediğimi, ne yapmam gerektiğini inan ben de bilmiyordum. O zamanlar yapmak istediğim tek şey ondan ve sevgisinden uzaklaşmaktı, uzaklaştım. Ondan uzaklaştım, yalanlarımla inkâr ettiğim gerçeklerimle onu kendimden kopardım. Kalbimin ortasındaki bu koca yarayı anlayacağın ben kendim açtım. Kendimi ondan uzaklaştırdım ama onu kendimden uzaklaştıramadım. Bazen bir şarkıda bazen bir resimde bazen de küçücük bir eşyada onu gördüm, onu duydum.” dedi.
Hâlâ ameliyathanenin kapısındayız, babam, kardeşlerim yanı başımdalar. Annemin son sözü kulaklarımda durmadan çınlamakta:
“Nedensiz yere bıraktım, nedensiz yere bu acıyı yaşattım her ikimize.”
Kaç saat geçti, kaç gün oldu ve hatta kaç asır geçti bilmiyorum, sanki zaman durdu. Leyla diye bağıran yaşlı adam ve gözleri yarı açık olan annemin ona baktığı an bir fotoğraf karesi gibi gözlerimin önünde duran bir perdeydi. Başka bir şey göremiyordum, hep o anı düşünüyordum. Ve sonunda merak duygusu içimdeki öğrenme isteğimi giderek daha sert bir halde kamçılamaya başladı. Düşünceler beynimin içerisinde bir o yana bir bu yana koşuştururken daha fazla dayanamadığımdan hastanenin bahçesinde soluğu aldım. Hastanenin etrafındaki eczaneler, dükkânlar ve sokak lambalarının ışıkları dört bir yanı aydınlatıyordu. Hava sıcak, boğucu bir nem bulutu beyaz bir örtü gibi kuşatmıştı gökyüzünü. Yürümeye başladım, eczanelerin sarı parlak yanıp sönen ışıkları altından geçtim, arabaların vızır vızır geçtikleri yola vardığımda ne yapacağımı bilemez bir haldeydim. Ameliyathanenin önünde bekleyen ailemin yanına gidemedim, korkuyordum. Yolun her iki tarafından geçen araçlara öylece bakmakla yetindim. Hastanenin girişindeki büfeye vardığımda o genç adamla karşılaştım. -Leyla diye bağıran yaşlı amcayı hastaneye getiren adamla.- Çay içmekte olan adama doğru küçük adımlarla yaklaştım, müsaade istemeden karşısındaki sandalyeyi çekip oturdum. Adam neye uğradığını şaşırdı, ağzını açacak oldu ama fırsat vermeden yaşlı adamı sordum. Beynimi kemiren soruların cevabını bulmak istemiştim.
Genç adam:
“Neden soruyorsun hanımefendi?” dedi.
Hastanenin giriş kapısındaki büfedeydik ve hemen önümüzdeki yoldan arabalar vızır vızır geçmekteydiler. Hava sıcaktı, arada dağlardan denize doğru esen rüzgâr kısa da olsa nefes aldırmaktaydı. Leyla diye bağıran o adamla olan bağını merak ettiğimi ve o bağırdığında annemin gözlerindeki parıltıdan bahsettim. Yaşlı adamı tanımak istediğimi birkaç defa söyledim.
“Anlıyorum, şimdi daha iyi anlıyorum.” dedi.
Aynı sözü bir daha tekrarladı:
“Anlıyorum galiba.”
Kendimi tutamayarak sordum:
“Neyi anlıyorsun?”
“Yaşlı Amca’yı sormuştun bana.”
Evet; sordum ve yine soruyorum.”
“Yaşlı Amca hakkında duyduklarımın büyük bir kısmı kulaktan dolma bilgiler, ha! Yaşlı Amca’yı merak etmedim desem yalan olur. Merak öyle bir şey ki insanları olmayacak işlerin peşinden koşturur durur. Ben de günlerce onun peşinden koşup durdum.
Yaşlı Amca evimizin bulunduğu sokaktan her gün aynı saatte geçer. Ben de o saatte orada hazır kıta bekler, bütün gün onu bir gölge gibi takip ederdim. Geçen gün sokağımızdan geçerken nefes nefeseydi belli ki yine kovalamıştı çocukları… Yorgundu, telaşlıydı. Giderken bir eliyle şalvarının cebini sıkıca tutuyor, diğer eliyle de sigarasını içiyordu.
Beyaz tenliydi yüzü kırışıktı, tel tel kıvırcık tüyler çenesinin altında yumaklaşmıştı. Başında genişçe bir bere vardı. Üzerine üst üste üç yelek giymişti, giymiş olduğu yeleklerin renkleri solmuş eski püskü yeleklerdi. Şaşırtıcı olan da şu ki bu fakir adamın parmaklarındaki altın yüzükler. İster istemez bunun şaşkınlığını yaşadım. O günlerde engelleyemediğim garip bir duyguyla onu uzaktan uzağa izlemekten kendimi alıkoyamadım. Bir dert, bir giz barındırıyordu içinde, biraz esrarengiz biraz da tuhaftı. Neler düşündüğünü neler hissettiğini anlamak istediğimden işlerimi bırakıp bu adamın peşinden koştum.
Dayanamadım ve sonunda karşısına çıktım.
“Amca seninle konuşmak, dertleşmek istiyorum.” dedim.
Karşımdaydı ama konuşmadı bekledi, ağzından tek kelime çıkmadı.
“Benimle konuşur musun? Amca…”
Hava çok sıcaktı, güneş her yanı yakıp kavurabileceği noktada sanki asılı kalmıştı. Çok sıcaktı, Yaşlı Amca’nın yüzünde birikmiş terler yüzünün kırışıklıklarından bir bir kayarken başını kaldırıp gözlerime baktı, sonra da elindeki sigaranın sönmüş izmaritini attı ve koşmaya başladı. Ardından sadece bakmakla yetindim, koşar adım uzaklaşan adama. Bu adamın hayatını, yaşantısını öğrenmek istiyordum, merak ediyordum ve içimdeki bu merak duygusunu bastıramamıştım, tekrardan peşine düştüm. Çarşı meydanında rastladım ona. Dükkânları bir bir dolaşırken girip çıktığı tüm dükkânlara girip çıktım hakkında bilgi toplamakla bütün günümü geçirdim. Farklı farklı anlatılar, farklı farklı söylentiler, her ağızda ayrı bir hikâye vardı. Kimileri deli dedi, kimileri de ermiş… Velhasıl! Bu amca hakkında birbirini tutan bilgiler elde edemedim. Yürüdüğü yol uzundu, gidip gelmesi neredeyse bir günün yarısına denk geliyordu ama o bıkmadan usanmadan her gün aynı yolu yürüdü, o yürürken sokak köpekleri de onunla beraber yürürdü. Her sokağın başında bir iki köpek onu karşılar ve bir süre beraber yürüdükten sonra nöbetlerini bir diğer mahallenin köpeklerine bırakırlardı. Her gün aynı şekilde devam etti, ne yürüdüğü güzergâhı değişti ne de köpekleri onu yalnız bıraktı. Bu yaşlı adamın hayatını, yaşam tarzını öğrenme isteği bende saplantı haline geldi çünkü bu gizem dolu yaşamı öğrenmek, nasıl ve neden bu hale düştüğünü bilmek istiyordum.
Yaşlı adam her gün aynı saatte başlardı dükkânları dolaşmaya. Girdiği dükkânların kasasından bir lira alıp oradan uzaklaşırdı. Esnaflar için bu adam dükkânlarının bereketiydi, dükkânlarının nazar boncuğuydu. Kimse ona karışmazdı.
Konuştuğum esnaftan biri yaşlı adamla aralarında geçen bir anısını anlatmıştı:
“Hata yaptım” dedi ve sonra da devam etti: “Dükkânıma uğrayan Allah dostu olan bu insanın kalbini kırdım. Bu tatlıcı dükkânını açtığım ilk zamanlardı ve o zamanlar kimseyi de pek tanımazdım. İçeri girip direkt kasaya yönelince hırsız sanıp üzerine çullandım, sanırım kırılmadık kemik bırakmadım.” dedi ve koca gövdesini ağır ağır minnacık taburenin üzerine yığıverdi. Biraz dinlendikten sonra devam etti:
“Bilmiyordum, bilseydim onu öldüresiye döver miydim? Allah’tan konu komşu araya girip elimden aldılar. Ben ona vurmaktan yorulmuştum ama o hiçbir şey olmamış gibi ayağa kalkıp ışıl ışıl yanan mavi gözleriyle öylece bana baktı ve sonra, kapıya doğru yürüdü, kapının eşiğine vardığında bir süre gökyüzüne bakıp kapının önünde onu bekleyen iki köpeğiyle ayrıldı. Günlerce o bakışları aklımdan çıkaramadım, her gün ama her gün o anıyı yeniden yaşadım. Kapıdan çıkarken son bir kez göz ucuyla dükkâna baktı ve bir daha bu dükkânın eşiğine adımını atmadı. O günden sonra işlerim bir türlü yoluna girmedi, hâsılatım neredeyse yarıya düştü, çaresizdim ve umutsuzdum. Yaşlı Adam’ın kalbini kırmıştım ve artık biliyordum ne yapmam gerektiğini…
Bütün işlerimi bırakıp onun peşine düştüm. İlk olarak köpeklerin karınlarını doyurmakla işe başladım. Her gün ama her gün yemek hazırlatıp köpeklerine götürdüm. O benden uzak dursa da ben yine de yemek götürmeye devam ettim. Nihayet emeklerim karşılık buldu. Bir pazar sabahı dükkânın hemen önünde onu oturur halde buldum, öylece oturmuştu ve köpekleri de yanı başındaydı. Bir acele bir telaş kapıyı açtım. Yaşlı Adam ağır ağır yerinden doğrulduktan sonra dükkânımın içine girdi ve para kasasından bir lira alıp çıktı. Çıkmadan kapının eşiğinde durdu ve kollarını her iki yana açıp bir şeyler mırıldandıktan sonra çekip gitti. O günden sonra işlerim düzeldi ve hatta daha da iyi oldu.” dedi.
İnsanlardan duyduklarım bunlar, bu adamın Allah dostu olup olmadığını bilmiyorum ama bu adamın yaşadığı hayat oldukça ilginç onu belirtmeliyim.” dedi.
Genç adam bardaktaki yarım kalmış çayını bir dikişte bitirdi ve bir süre sustu. Ona baktığımı fark edince kaldığı yerden devam etti:
“İlçenin sokaklarında dolaşırken bir kuş gibiydi, sonsuzluğa kanat çırpan bir kuş gibi… Kadınlar, adamlar ve çocuklar; hiç birinin alaysı bakışlarına aldırmazdı. O kendini tanımayan bu insanların tiksintili bakışlarına aldırmadan yoluna bakardı. Sigarasını içip ardından gelen köpeklerine bakıp kalabalıkları yararak uzaklaşırdı. Köpekleri onun tek dostuydu, onların gözlerinin içine bakıp onlara gülümser ve onlarla konuşurdu. Her zaman gülümserdi. Gülümsemesi yüzünden hiç eksik olmazdı. Ardından “Leyla” diye bağıran çocuklar olmazsa. Leyla ismi içinde bir yara içinde bir dert, bu ismi ne zaman duysa kabuk tutmuş olan yarası tekrardan ve daha derinden açılırdı. Buna iki defa şahit oldum.
İlkini anlatmakla başlamalıyım:
“Yaşlı Adam iki küçük dostuyla her gün ki güzergâhlarından ilerlerken yedi ila on iki yaşları arasında dört çocuk tarafından kızdırıldı. Sakin, kendi halinde olan adam kızdırılmıştı; kızdırılmak ne kelime neredeyse sinir krizi geçirmişti. Dört çocuk hep bir ağızdan:
“Leyla, Leyla…” diye bağırdılar.
Sanki başından aşağıya kaynar sular döküldü sanki göğsünün tam orta yerine ölümcül bir yumruk darbesi yedi. Bilinçsizce hareket ediyordu. Önce çocuklara doğru yöneldi ve tam onlara doğru hareket edecekti ki anlamadığım bir nedenden dolayı vazgeçti. Elleriyle her iki kulağını kapatıp dizlerinin üzerine çöktü ve bir süre öylece bekledi.
Öfkeden, kızgınlıktan neredeyse deliye dönmüştüm ve çocuklara doğru yaklaştım. O anda ne yapacağımı bilmiyordum ama içimde bir his çocuklara doğru hareket etmemi sağladı. Çocukları yakalayıp yaptıklarının bedelini onlara ödetmek istemiştim. Çocuklar niyetimi anladıklarından kaçışmaya başladılar ve her biri ayrı bir yöne kaçınca durdum. Yaşlı Amca’nın yanına vardığımda sinir krizi geçirdiğini anladım, durmadan titriyordu. Yüzünü yıkayıp su içirdikten sonra kendine gelmesini bekledim, kendine gelmeyince ambulansı arayıp hastaneye getirdik.
Az önce yaşlı Amca’nın kabuk tutmuş yarasının iki defa açıldığına şahit olduğumu söylemiştim. Çocuklar Leyla diye bağırdıktan sonraki hali ilkiydi. İkincisi ise acil servisin koridorunda gerçekleşti.
Sedyedeki yaşlı teyzeyi gördükten sonra Leyla diye bağıran bu kez kendisiydi. Buna sen de şahit oldun. Yaşlı teyzeyi gördükten sonra tekrar rahatsızlandı ve şu an gözetim/müşahede altında. Onun hastaneden çıkmasını bekliyorum.” dedi.
Genç Adam konuşmasını bitirdikten sonra oturduğum yerden ayağa kalktım. Vücudum kaskatı kesildi, adımlarımı güçlükle atarak yürümeye başladım. Henüz büfeden uzaklaşmamıştım ki konuştuğum genç seslendi:
“Hanımefendi, günlerce bu yaşlı adamın peşinden koştum durdum ama ismini öğrenemedim. Öğrendiğim tek şey herkes tarafından Leyla olarak bilinmesi…” dedi.
Genç Adam’ı duymuyordum, kulaklarım da annemin yankılanıp duran sesi vardı:
“Beni affet dedikten sonra emaneti ona geri vereceğim.”
Bir an önce anneme yetişmeliydim ve ona o burada bu çatının altında demeliydim. Ameliyathanenin kapısına vardığımda kardeşlerimin ağlamakta olduklarını görünce annemi kaybettiğimizi anladım. Gözlerim doldu ama yaşlar bir türlü boşalmıyordu. İçimde, yüreğimde fırtınalar kopuyor fakat haykıramıyordum.
Yapılması gereken tek şey vardı, emaneti sahibine vermek. Annemin bir an olsun yanından ayırmadığı gül motifli mendili kol çantasının içinde buldum ve doğruca Yaşlı Adam’ın bulunduğu hasta odasına koştum.
Acılarının izleri yüzünün her bir hattına sinmiş olan Yaşlı Adamın gözleri açıktı ve tavana bakıyordu, sessizdi. Gözyaşlarımı sildikten sonra amca diyebildim. Yaşlı Adam tepkisizdi, gözleriyse hâlâ tavandaydı. Yaşlı Amca’nın yanına iyice sokuldum ve sessizce Leyla öldü dedim. Yaşlı Adam duyduklarına o an tepki vermedi aradan beş dakika geçtikten sonra anne rahmindeki bir bebek gibi sağa sola kıvrıldı ve hıçkırıklara boğuldu. Ağlarken elleri ağzındaydı çünkü kimsenin onu duymasını istemedi.
Tekrardan Yaşlı Amca’nın yanına eğilip avuçlarını açıp öptükten sonra annemi affet dedim. Annemin mendilini başucuna bırakıp oradan çıktım. Ona hoşça kal derken bilmediğim bir acıyı