- 341 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Devrim'in Ölümü
Akşam uyurken telefon etmişti. Adı, Elif Tekin Karalı’ymış. Cumhuriyet yazarıymış. Gelip görüşmek istiyormuş. Gel demişti. Görüşürüz. Hatta konuşuruz bile... Sabah erkenden kalkmış, sobayı yakmış, terasta sedire oturmuş onu bekliyordu...
Akyel, kimi yavaşlayıp kimi hızlanarak bir haftadan fazla esti. Dallar sallanıp savrulurken kuruyup yeşilini kaybetmiş yapraklar bir bir dökülünce bütün ağaçlar çıplak kaldı. Yelle birlikte bazı bazı yağmur da yağdı. Fışkınlı yağmur açık taraftan terasa kadar girip kilimi ıslatırken, dökülmüş yapraklar savrulup kuytularda öbeklenerek yerleri çirkinleştirirken oturduğu yerden seyretti ama eli işe gitmedi...
Sonra Akyel, bir gecede Karayele çevirince hava birden değişti. Yel gene esiyordu ama ılık değil soğuk esiyordu. Yağmur arada bir gene yağıyordu ama soğuk yağıyordu. Batı tarafı cam naylonla kapalı olduğu için kışın habercisi soğuk poyraz yeli de, karın habercisi soğuk poyraz yağmuru da terasa giremiyordu...
Sonra gece yatıp sabah kalkınca baktı ki, heryer bembeyaz. O uyurken yağmur kara dönüşmüş, hala da lapa lapa yağıyordu. Terastaki sobayı yaktı. Cozurdayarak yanan yaş odunlar sobaya mırıldayan kedi gibi ninniler söyletirken güğümde kaynayan suyun söylediği şarkılar kulaklarında yankılandı. Devrim de kışları az da olsa bazı bazı geldiğinde öyle yapardı. Mesim yazsa eğer, bahçeye çoban ateşi yakıp yalımların karanlık geceyi aydınlatışını, kıvılcımların ateş böcekleri gibi göklere uçuşunu orada dikilip birasını yudumlarken mutlu gözlerle seyredip keyiflenirdi. Kış bitip yaz geldiğinde aynısını yapıp onu doya doya yadetmeye bu sabah karar verdi. Üç sene geçmişti böyle yarı ölü gibi dünyaya küsmüş halde yaşaması. "Ölenle ölünmez, yaşayanlarla yaşamak lazım." Kimden duymuştu bu sözü. Ya da hangi yazarın hangi kitamında okumuş, hiç bilmiyordu...
Üç merdiveni adımlayıp terasa çıkınca tahta sandalyeyi masa dibinden az geriye çekip usulca oturdu. Ayaklarında bot, sırtında mont, başında el örgüsü kasket vardı. El uzatıp tokalaşmadı. Selam verip almadı. Çekingen bir tavrı vardı sanki. Öyle bir izlenim veriyordu. Omuz çantasını masaya koyup çıtçıtını açtı; içinden not defterini, kalemini, telefonunu, bir küçük teyp, sigara ve çakmağını çıkarıp onları da masaya koydu. Bütün bunları yaparken arada başını kaldırıp adama bakıyordu. Adam da uzamış bıyık ve sakal arasında kaybolup gitmiş gibi yumuk ağzı, az sağa düşmüş başı ve kalın kaşları altındaki kısık gözleriyle onu izliyordu...
"Mart Ayı başlarıydı. Sene, bin dokuz yüz yetmiş yedi. Çok odu. Çok sene.."
Adam konuşmaya başlayınca kadın, minik teybin kaydet düğmesine basıp çalıştırdı. Garanti olsun diye akıllı telefonu da açıp çalıştırdı. Bunu yaparken başını kaldırmadan; "Sorun olur mu?" dedi. "Her şeyi aklımda tutamayabilirim. Anlatıklarını yani..."
"Olmaz. Ama fotoğraf ya da vidyo çekme."
"Tamam..."
"Gökçe ile yetmiş beşin Aralık başında kaçarak evlenmiştik. Oysa kimse gidip kızı istememiş, kimse de onu sana vermem dememişti ama o zaman köyde moda öyleydi. Hem urbaya gidip kıza üst baş alacak, hem sarı lira bilezik yapıp boynuna koluna takacak, hem davul zurna tutup düğün dernek yapacak para kimde! Yok ki! Herkes fakir. Bir süre kaçıp saklanılır, sonra araya eş dost girip iki aile barıştırılır, damatla geline birer yüzük takılır, muhtara gidip resmi nikah, eve hoca getirilip dini nikah kıyılır; hepsi o kadar. Ne döşek ne yorgan, seven iki gönle samanlık seyran...
Benim yaşım on sekizdi. Liseyi yeni bitirmiştim. Endüstri Meslek Lisesi. Ben son sınıftayken Meslek Liseleri dengi lise yapılmış; bizler bunun haksız bulup boykot etmiştik ama kim dinler. Yazar olmak istiyordun oysa. Resmim Orta Okulda iyiydi, ressam olmak istiyordum. En çok da İlkokuldayken öğretmen olmayı istiyordum ama Kepirtepe yatılıyı kazanamamıştım. Bir de doktorluk tabii. Ama Sanat Okulu ile Lise bir mi? Onlarda Psikoloji, Felsefe, Mantık var. Matematik, Fizik, Kimya var. Edebiyat var. Hem de Fen ve Edebiyat diye ikiye ayrılıp branşlaşmışlar. Biz de ise bol bol atölye... İstanbul’a gidip Tepebaşı’ndaki bir okulda sınava girmiştim ama iyi puan tutturmama rağmen böyle büyük hedefler (yanlış tercih) yüzünden hiçbir Üniversiteye yerleşememiştim. Hem fakir köylü çocuklarının Yüksek Okul neyine. Zaten Liseyi bile yatılı okuyabilmiştim. Sanat altın bileziktir; gidersin bir şehre, girersin bir fabrika işine, bakarsın keyfine...
Adapazarı’nda Türkiye Elektrik Kurumu sınavına girmiş, tayinim teknisyen olarak Ankara’dan Babaeski’ye çıkmış, bir de şahsıma lojman tahsis edilmiş; öğrencilik yıllarımda yalnızlık çektiğim yeter, sevdiğim kızla hemen evlenmeliydim. Gökçe on altı yaşındaydı o zaman. Ya anan baban, ya ben deyip zorladım kendisini. Öyle oldu. Hiç doğru değil. Hiç adil değil. Hiç insancıl değil. Zorbaca. Adice tehdit ederek. Küçücük yüreğinde besleyip büyüttüğü aşkını fırsat bilerek...
Aynı böyle kar yağıyordu. Bu gece son gece. Bu gece son gece. Uyumak yok! Bu gece uyumak yok! Çünkü yarından sonra ben yok. Tam Yirmi ay. Gidip de gelmemek, gelip de görmemek...
Sabah olup da gün ağardığında baktım ki, yer gök bembeyaz. Aynı bugünkü gibi. Seni sana emanet ediyorum. Ben yokken bana değil ama kendine asla ihanet etme. Kendine iyi bak, hastalanma. Ben hep yazarım, sen de beni mektupsuz bırakma. Sonra gittim. Önce Kırklareli. Sonra İstanbul. Ve Sivas..."
"Askerliği Sivas’ta mı yaptınız?"
"Evet. Bilmem kaçıncı Er Eğitim Tugayı, Çavuş Talimgah Taburu, Özel Bölük, Telsiz Takımı. Tam dört ay..."
"Ben Sivaslıyım..."
"Sivas’ın bir suyu, bir de kızları güzelmiş. O zaman öyle derlerdi."
"Şimdi de öyle." Masadaki küçük şişeye bakıp "Bu Sivas’tan değil, Uludağ’dan ama mesela bak bana..."
"Sen evlisin."
"Nasıl bildin?"
"İki tane soyadın var. Şimdi öyle. Ama iyi. Bizler evlenince kadının soyadını defterden sildik, ona kendi soyadımızı verdik. Soyluluk bu mu? Karnında sıpayı, sırtında sopayı eksik etme dediler; dinledik. İnsanlık bu mu? Ben de şimdi gidip karımın kendi soyadını defterine yazdırsam... Geç mi kaldım?
"Yani... Yanlıştan dönmek, hatayı düzeltmek, yapılmış bir haksızlığı telafi etmek... Olur tabii. Hiçbir zaman hiçbir şey için zaman hiç de geç değildir Beti Bey! Siz bunu çok iyi bilirsiniz. Hani, hata yaptım o zaman, ezdim, üzdüm dediniz ya, gönlü alınmış olur böylece, sevinir, mutlu olur. Olmaz mı? Neredeyse yarım asır devirmişsiniz birlikte. "
"Dört ay sonra acemilik bitti. Dağıtım çıktı Kars Kağızman’a. Askerlik zor. Askerlik İnsan fıtratına ters. Mantığın bittiği yerde o başlarmış. Oysa insan akıllı bir yaratıktır. Akıl varsa mantık da vardır. Vatan borcu demiş güçle hükmedenler. Asker Ocağı Peygamber Ocağı demiş Dinle hükmedenler. Vatan borcu tamam. Ama Peygamber Ocağı yalan. Peygamber ocağında sövmek, dövmek var mı? Peygamber Ocağında zulüm var mı?
Askerlik zor ama ayrılık ondan da zor. Özlemiştim, kokusu burnumda tütüyordu. Trene binip öyle toplu halde gidecekmişiz dağıtıma. O zaman şimdiki gibi dağıtım izni yok. Firar ettim. Eve geldiğimde gece yarıyı geçmişti. Zifiri bir karanlık. Gaz lambaları kısılmış, herkes uykudayken köyün köpekleri durmadan ürüyordu. Yan tarafa geçip yattığı odanın camını tıklattm. Acaba yokluğumda perde aralanmış, cam açılmış, içeriye biri alınmış mıydı? Fikre bak!"
"Yalan. Öyle bir şey yapılır mı? Resmen hakaret bu. Çok ayıp Beyti Bey! Size hiç yakışmamış."
"Perde aralanmadı, cam açılmadı, ses de çıkmadı. Bir kez daha tıklattım. Bir gece habersizce gelip camını tıklatabilirim demiştim o son gece. Sonra dış kapının gıcırdayarak açıldığını duyunca camdan ayrılıp oraya gittim. Babam gemici fenerini yakıp elinde tüfekle dışarıya çıkmış, sövüp sayarak ayaklarına ayakkabılarını geçiriyordu. Asker karısının camına hangi ahlaksız hangi cüretle dikilirmiş ulan! Anasını avradını..."
Kar durmaksızın yağıyor, derinliği bir karışı bulmuştu. Kopil, kar üstüne kıvrılıp yatmış, Pamuk, sobanın sıcak arkasına uzanmış. Kopil, köpeğin adı, Pamuk da kedinin adıydı. Her ikisinin adını da bizzat kendisi koymuştu. Kopil, Çingene çocuğu demek. Kedininki ise bembeyaz pamuk gibi tüyleri vardı...
"Birgün geldi, Polis olmak istediğini söyledi bana. Arkadaşlarından biri Polis olmuş. Polis lafını duyunca öfkelendim; olmaz dedim. Neden baba dedi. Garanti iş, hem Devlet Kapısı. Olmaz! Git oku, öğretmen ol. Memlekette pazarlarda limon satan, çiftliklerde kürekle sığır boku atan, sırtında saman balyası taşıyan, inşaatlarda harç karan atanmamış kaç yüz bin öğretmen var haberin yok mu senin dedi. Git oku, hukukçu ol. Savcı olursun, Hakim olursun, Kaymakam veya Vali olursun. Al sana Devlet kapısı! İstemez dedi. Ne çok Avukat para için insan öldürmüş caniyi bile savunmak zorunda kalıyor. Ne çok Savcı suçsuz birini bile ağababası istedi diye suçlu göstermek için uyduruk sebepler üretip dosya düzenliyor. İstemez! Ne çok Hakim, sayın Başkanın talimatıyla ne çok suçsuz insanı kodese gönderiyor. İstemez! En iyisi Poislik. Hayata kısa yoldan atılırım işte, senin gibi. Boş ver Üniversiteyi. Oğlum elinde pense tornavida yerine tabanca olan vida cıvata değil, kurşun sıkar dedim. Ya öldürür, ya da ölür. Ben senin öldürmeni de, ölmeni de istemiyorum. Hem; marinaya, gazinoya, pavyona çöken kanun tanımaz kanun adamı biri için kurşun sıkılır mı? Belinde su matarası yerine cop taşıyan parklardaki ağaçları kesip yerine AVM yapmak isteyenleri protesto edip barışçıl eyleme katılanları gazlar, sopalar, yere yatırıp ters kelepçe takar. Mafya adamlarıyla, uyuşturucu baronlarıyla, silah tüccarlarıyla mutlu bahtiyar pozlar veren fotoroman bir bakan için hak, hukuk, adalet diyen insanlar tekmelenir, tokatlanır mı? Kulağına kalem yerine mermi takanlar defne değil, zakkum resmi çizer. Ben senin ağaçları kesenlerin değil onlara su verenlerin yanında olmanı isterim. Ağaçları polisler de sular baba! Olmaz dedim ya ulan! Adamın canını sıkma! Ateşe verip yakanı da vardır, su döküp yangını söndüreni de vardır elbet; bilmiyor muyuz? Ben diyorum Çanakkale Boğazı, sen diyorsun Girit Adası. Biri bizim, biri başka birilerinin. He işte baba! Beş parmağın beşi bir mi? Serçesi kulak temizler. Baştaki imza atar, serçenin yanındaki yüzük takar. Baştakinin yanındaki işaret eder, gösterir, aha der. Ortadaki dikleşip öfkelendiğine küfür eder. Nah! Hem de bunları söylerken gevrek evrek gülmez mi kerata. Koca orduya Genelkurmay Başkanlığı yapmış atanmış bir Bakan geçenlerde milletin seçtiği koca bir vekile nah demedi mi? Hem de yüce meclisin çatısı altında..."
"Aman efendim, yakın geçmişte sansür yasası çıkardılar! Bilirsiniz yerin kulağı vardır..."
"Yerin kulağı yok ama senin bir yerinde böcek filan olmasın sakın...’"
"Aman efendim! Ben Cumhuriyet yazarıyım. Yunus Nadi’nin, Halide Edip Adıvar’ın. Kalemini satmış yandaş yalakanın yanınızda ne iş var değil mi? Cansız böceklerin canı Cehenneme!"
"İki parmak birlik olunca makas denilen aleti açıp kaparmış. Üçü bir olunca kalem tutup yazı yazarmış. Onu kenetlenince bir ağaç dalına asılıp kendi bedenini tartarmış. Bak kerataya! İyi işte dedim, git Felsefe oku; Filozof ol. Gevrek gevrek gülüyor. Sanki dalga geçiyorum. Gazeteci ol, bankacı ol, ressam ol. Ressam olup duvar diplerinde incik boncuk satanlar gibi resim mi satsınmış. Bankalarda iş bulabilmiş bazı bankacı arkadaşları asgari ücrete talim yapmaktaymış...
Sonra Aydın’a gitti. Okula o asılmışın adını vermişler. O satmış satılmışın. Hani Amerikan ibnesi para vermiş; demir yolu değil kara yolu yap diye. O da denileni yapmış, Amerika da parası çoklara Şavrole otomobil satmış. Yağlı müşteriyi bulan Marşal da okullarda bedavaya süt tozu dağıtmış..."
"Son kullanma tarihi geçmiştir. Bedavaya günahını bile vermez onlar. Değil ona buna, babasına bile..."
"Oysa Kırklareli’den, Edirne’den vagonlara yüklenen pancarlar Trenle Alpullu Şeker Fabrikasına taşınıyordu..."
"Şimdiki otun yaprağını değil Doların yeşilini seven dinsizler babalarının malıymış gibi Şeker Fabrikalarını da sattılar."
"Onlar Oruç Tutar, Namaz kılar, Arabistan’da tavaf yapar... Dinsiz minsiz... Yerin kulağı vardır Elif Hanım, uyarmadın deme sonra!"
"Onlar bal tutup parmağını yalar, gemiciklerden filo yapar, gavur memleketlerinde çiftlikler satın alıp... Burada işleri bitince kaçıp oralara mı gidecekler Beyti Bey! Az bir zamanları mı kaldı, ne dersiniz..."
Aydın’da bir sene geçirip gelince ben okulu bıraktım, bir daha gitmem dedi. İktisat bilimi onun işi değilmiş. Harp Okuluna gidecekmiş. Askeri Akademiye. Subay olacakmış. Ulan kalın kafa! Hem bu devirde adı Devrim olanı kim polis, kim subay yapar? Ulan iş aleti silah olan ya öldürür, ya da ölür. Ulan memleket satan bir hain için ölünür mü? Ulan sırf Emevi Camiinde namaz kılmak isteyen takiyeci biri için gidip orada suçsuz günahsız hem de bahtsız bir sürü insan öldürülür mü? Hem, Atatürk de askermiş öncesinde dedi. Okumamış mı Manastır’daki Askeri İdadi’de. Polis olmamı istemedin, şimdi buna da mı hayır? Yapacak bir şey yok, boynumu büktüm.
Sonra gitti. Sonra omuzları yıldızlı urbalar giydi. Arada bir geldi hep. Pişman değildi. Yüzü gülüşlüydü. Mutluydu yani. Birini öldürdün mü? Can aldın mı hiç diye hiç sormadım. O başka bu başka ama Atatürk de öldürmüştür mutlaka. Öyledir. Bilmiyorum. Belki de öldürmemiştir. Yoksa Cumhuriyeti kurup askerliği bıraktıktan sonra Yurtta Sulh Cihanda Sulh der miydi hiç!
Önceleri uçakla, otobüsle, otomobille gelirdi. Burgaz’dan karısını da alıp birlikte gelirlerdi. Mevsim yazsa bahçede çoban ateşi, kışsa terastaki şu sobayı yakardı. Ateşi severdi çok. Kim sevmez ki! Ateş ısıtır, ışıtır. Ekmek yemek onda pişer. Çocukları yoktu. Olmamış mıydı, yoksa bilerek mi doğurmamışlardı bilmiyorum. Sormadım hiç. Atatürk’ün de çocuğu yoktu biliyorsun. Bence çocuğu olsun istemiyordu. Öyle düşünüyorum. Çünkü demese de, hatta belli etmese de korkuyordu. Çünkü birgün toprak altında gizlenmiş hain bir mayına basabilirdi. Çünkü birgün namludan çıkan yağlı bir kurşun göğsünü delebilirdi. Kolsuz bacaksız kalabilirdi mesela. Kör veya sağır olabilirdi. Ya da oracıkta ölüp dönüşü olmayan bir yere gidebilirdi. O ölünce çocuklar yetim mi kalsın! Keşke evlenmeseydi bile. Karısı kocasız kalınca iyi mi olacak?
Son olarak üç sene önce gelmişti. Tabutuna ay yıldızlı kırmızı bayrak sarmışlar. Üzerine de Şehit Piyade Yüzbaşı Devrim Aşmen yazmışlar. Hiç ağlamadım. Ağlayamadım. Taş adam ağlar mı? Öyle biri olmuştum belki de. Ogün ağzımı bir yumdum, bir daha hiç açmadım. Kimseyle konuşmadım. Karımla, kızımla, torunlarla bile. Tam üç yıl oldu. Tek şimdi tek seninle konuşuyorum...
Zaten az konuşan biriydim. Gökçe kuş, bu yüzden bana konuşma özürlü diyordu. Ben az konuşuyor, çok okuyordum. Çok da yazıyordum. Biliyor musun; Beş yüze yakın şiir, Yüzden fazla öykü, iki de roman yazdım..."
"Biliyorum. Hepsini okudum."
"Olabilir..."
"Eşinize kuş mu diyorsunuz?"
"Adı Gökçe ya... Sitenin birinde Ne İttir Ne de Şehit isimli şiirim site sahibi ya da editörler tarafından silindi. Kızdım, bir daha yayınladım. Ulan inat adam, yaz bakalım gene yazabilirsen deyip bu sefer beni sildiler. Teröristi övmüş, Şehide hakaret etmişim. Birgün evden aldılar beni. Hem de kelepçelediler. Götürüp karakolda sorguya çektiler. Yazılarımda terörü ve teröristleri övüyormuşum. Bölücülükmüş bu. Asla dedim. Gel Barışalım isimli şiirimi gösterdiler. Ben sadece Hümanistim dedim. Öyleyken bile vatanseverim diyen çok kimseden bile daha vatanseverim. Sonra saldılar. Tutuklamadılar, mahkemeye çıkarmadılar. O zaman dedim; demek ki, bu memlekette adaleti adil işletenler hala var. Demek ki, herşeyi hala ele geçirememişler. Çok sevindim..."
"Yakında herşe güzel olacak. Hem de çok güzel. Hem de çok yakında..."
"Lakin bir kitap bastıramadım. Gözü kör olsun paranın. Bu yüzden Devrim bana kitapsız yazar diyordu. Hem de yüzünü gülümsetiyordu. Yani. Hem basılmış bir kitabım yoktu, hem Din denilen şeye inancım yoktu. Vasiyet etmiştim kendisine, eğer bir gün kitapsız ölüp gidersem sen bana bir kitap yaptıracaksın. Ama olmadı..."
"Oldu efendim, oldu. Gözün aydın. Cunhuriyet Yayınevi bütün yazılarını istedi. Editörün de ben olmak istedim. Kabul ettiler. Sen de kabul edersen tabii..."
Açılan kapının sesini duyunca başını çevirip oraya baktı. Mahmur gözlerle kendisine bakan karısını gördü.
"Beyti Beey, Beyti Bey! Aşmenlerin Beytisi..." Ne iştir der gibi göz kıptı. "Seda’ya bakarken uyuyakalmışım..."
"Sabah Seda, öğleden sonra Esra; oh ne güzel dünya..."
"Dışarda bir ses bir ses! Rüya gördüğümü sandım. Sen kiminle konuşuyorsun bakalım öyle?"
"Elif’le..."
"Elif de kimmiş bakalım?"
"Gazeteci..."
"Orda kimse yok ki!"
"Var."
"Yok Beyticim. Ne Elif, ne Şerif; kimse yok! Ama olsun, olsun. Say ki var, sonunda konuşuyorsun. Dur Eylem’i arayayım hemen. Kızım baban konuştu. Çok sevinecek. Torunlar da sevinecek. Dur. Yok, durma! Orda üşümedin mi sen? Uuu çok soğuk. Her yer kar. Kış kıyamet, uuu! Hadi gel içeri artık. Ev sıcacık. Soba üstünde kuru fasulye pişiriyorum. Acı biber de koymadım hem, tamam mı? Çay da demlerim, birlikte içeriz..."
"Biz kahve içtik yeni..."
"Kiminle?"
"Elif’le."
"Elif’’le... Neyse neyse... Benimle de çay içersin. Hani Elif’le konuştun ya, Eylem’le de konuşursun. Konuş konuş, iyi olur valla. Yeniden sesini duysun bunca seneden sonra..."
Tevfik Tekmen. Aralık Başı/2022
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.