Kızıl Saçlı Minik Kız ve Ceviz Kurdu. 2
“Kola, onu satacağım ama bu kız oldukça güzel, sağlıklı ve küçük bir çocuk, o nedenle onu satabileceğim sağlam ve iyi para veren birini bulmalıyım, senin kulağın kesiktir, söyle bana en iyi müşterimi!”
“Sen paradan haber ver Keşer!” Adam havanın nemini dondururcasına soğuk hışırtılı bir oh çekti ve cebinden biraz para çıkarttı.
“Tamam, al sana yirmi altın.”
“Eyvallah… Bak bu köyün ilerisinde Kral’ın sarayı var, orada bir büyücü yaşar, onun işine yarar bu kız, ayrıca iyi de para verir. Büyücünün adı; Karayaki hanımefendi’dir. Yalnız saraya varınca nöbetçilere, ‘Kola’nın elçisiyim, Karayaki’ye haber getirdim’ de, onlar seni ulaştırır.“ Selamlaşır ve ayrılırlar.
Minik Kız sorar:
“Amca ne oldu, nereye gideceğiz?”
“Şu ilerde bir yere daha uğrayacağım sizin gedeceğiniz yere çok yakın, sonra sizi bırakırım!”
“Peki amca.” Kurtçuk adamın cebinden çıkıp Minik Kızın yanına gelir ve olan biteni olduğu gibi anlatır. Keşer arabayı son sürat sürmekte, Kızıl Saçlı Minik Kız plan yapmaktadır.
Minik Kız:
“Kurtçuk bu arabadan inmemiz gerek ama çok hızlı gidiyor, bir fikrin var mı?”
“Evet, şimdi ben atı okla bayıltacağım, bu fırsattan yararlanıp kaçarız!” Minik Kız duyduklarına inanamıyordu: “Okla bayıltmak mı… nasıl yani, o minicik iğnelerle mi?”
“Bunlar çok zehirli bir ottan elde edilmiş, sıvıya batırılmışlardır, normalde öldürücüdür ama cüssesi büyük canlılar için sadece bayıltıcı!”
“Vay be Kurtçuğum, sen de ne hünerler varmış!”
“Daha ne gördün dur sen, ben de daha neler var neler…”
“Peki; hadi şu ilkini bir görelim.”
Küçük Ceviz Kurdu, yayını eline aldı, okunu yaya yerleştirdi, dik vücudunun üzerine avcı bakışlarını koydu teli sıkıca gerdi, hedefine kenetlendi ve yayı yavaşça büyük bir sükunet içinde bıraktı. Ok, atın boynuna, yelelerinin hemen altına, bir zıpkın gibi yerleşiverdi. Aradan bir dakika geçti geçmedi, at sendelemeye başladı ve en sonunda durdu, olduğu yere yığılıp kaldı. Keşer çok şaşkındı, ne olup bittiğinden haberi bile yoktu. Kızıl Saçlı Minik Kız Küçük Kurtçuğunu cebine aldığı gibi arabadan atlayıp koşmaya başladı, nereye gitmesi gerektiğini bilmiyordu, deli gibi koşuyordu... Keşer, kızı fark eder etmez arabayı orada bırakıp, karanlık yüz ifadesini yanına alarak, tüm hırsıyla peşine düşmüştü bile. Adam o kadar yaklaştı ki; Minik Kız kötü kokulu nefesini artık duyuyordu, çokta yorulmuştu ve Keşerden daha hızlı da koşamıyordu, kaçmaktan vazgeçmeliydi. Tam bu sırada, adam kızı elbisesinden yakalamıştı fakat aniden Keşer’in dünyası kararıverdi, kafasına sert bir darbe almıştı! Onları gören yaşlıca iyi yürekli bir adam, bastonuyla Keşer’in kafasına vurmuş, onu hedefine bu kadar yaklaşmışken yere yığmıştı.
Yaşlı adam:
“Ne istiyorsun küçük bir kızdan?”
Keşer, burnundan soluyarak ve yerden doğrularak:
“Defol git be, ne yaptığını sanıyorsun sen?” Diyerek, yaşlı adamın elinden bastonu almasıyla kafasına vurması bir olur, yaşlı adamı yere sermiş, bayıltmıştır.
Minik Kız, köyü ikiye ayıran, göl kenarından hareket eden teknelerden birine çoktan binmiştir. Keşer, gelip gölün kenarından onlara baktığında; Kızıl Saçlı Kız tekneden Keşer’e el sallamaktadır... Artık kötü Keşerden kurtulmuşlardır.
Gölün diğer tarafına geçtiklerinde heyecanla etrafına bakınırlar; heybetli büyük ve sonbaharın hüznüne inat, yeşil yapraklı ağaçlarla çevrili, oldukça büyük bir kasabaya gelmişlerdir.
“Kurtçuğum bak, ne kadar güzel bir yer!” Kurtçuk; Minik Kızın Tek parça halinde giyilen sarı elbisesinin cebinden başını çıkartıp etrafı iyice süzdükten sonra:
“Evet, burası sana bahsettiğim kasaba, ama ben gelmeyeli sanki bir şeyler değişmiş!“
“Nasıl yani Kurtçuğum?”
“İçimden gelen bir his Minik Kız. İnsanların yüzünde o eskiden gördüğüm mutluluğu göremiyorum!”
“Anlarız yakında Kurtçuğum. Ama merak ettim, sen buralara kadar nasıl gelebildin? Bakıyorum da bilmediğin bir yer yok, bir oradasın bir burada. “
“Hahaha..! Evet Minik Kız, anlatayım; biliyorsun ki ben bir Ceviz Kurduyum. Önce ceviz ağacının en uç dallarının birinde, bir ceviz seçiyorum, sonra onu bir güzel dayayıp döşüyorum, tamir bakım anlayacağın! İçine binip yuvarlıyorum, iyi de gidiyor laf aramızda. Bir keresinde bir nehir’e düşmüştüm, sessiz sakin giderken, sonunda bir şelaleye vardım, sertçe aktım yuvarlandım, yükseklerden aşağılara, cevizim beni korudu… derken bir dereye geldim, az uz gittikten sonra kıyıya çıktım. Baktım ki derenin yanlış tarafındayım, çünkü; derenin diğer tarafında bir bahçe var ve içinde meyve ağaçları, oraya yerleşmeyi düşünmüştüm!”
“Peki nasıl geçtin derenin karşısına, uçarak mı?”
“Evet uçarak!”
“Nasıl… uçabiliyor musun sen?”
“Anlatacağım Minik Kız…” Dedi ve devam etti, “Neyse, etrafıma bakındım, tam tepemde bir elma ağacı, elmalar dallarında al al duruyorlar, sanki beni al der gibiler, he.. he… Ne yaptım hemen? Yerde duran ağaç dallarından bir tahtravalli yaptım! Bir ucuna çıktım diğer ucuna da okumla bir elma düşürdüm, yükseklerden, hooop... cummurlop içerdeyim. İşte bu kadar. Sonra baktım kış geliyor başka yerlere gitmeliydim, ceviz yapraklarını yılın rüzgarlı günlerinden birinde uçak olarak kullandım çoook uzaklara gittim…” Minik Kız soluğunu tutmuş, bu garip yaratığı dikkatlice dinliyordu. “Tam maceracısın desene… “
“Ohooo… Daha ne maceralarım var. Mesela; seninle ilk tanıştığımız yere bir köpeğin sırtında geldim!”
“Ya..! Isırmadı mı seni?”
“Hayvanın dünyadan haberi yok ki, beni nereden bilsin?”
“Kurtçuğum ben çok açım!”
“Tamam ben de öyle, bir şeyler yemeliyiz.”
“Ama benim hiç param yok.”
“Hallederiz… Şu ilerdeki sokağa gir sen, kalabalık olan!”
Sokağa girdiklerinde bir lunapark görürüler, çeşitli oyunlar, yarışmalar düzenlenmektedir.
Kurtçuk iyice etrafı süzdükten sonra:
“Minik Kız bak, ilerde bir kum torbası var, ona gidip vuracaksın, kazanana ok ve yay veriyorlar!”
“Ama Kurtçuğum… Ok ve yay bizim karnımızı doyurmaz ki… Hem kazanmam mümkün değil, baksana kocaman adamlar bile puan alamıyorlar, çok sert olmalı.”
“Tamam sen git o koca adamlarla iddiaya gir şimdi!”
“Ne diyorsun Kurtçuğum?”
“Sen bana güven, dediğimi yap Minik Kız, korkma. Gerisini ben hallederim…”
“Eh… iyi peki!”
Kızıl Saçlı Minik Kız, yarışan koca adamların yanına sokulur:
“Merhaba..! Uzun süredir sizi izliyorum, koca koca adamlarsınız, biriniz bile kum torbasından bir şey kazanamadınız”! İçlerinden oldukça iri kıyım olanı, Minik Kızın üzerine eğilerek kükrer gibi konuştu:
“Bak şu konuşana…! Senin yaşın kaç bakalım ufaklık? “
“On yedi falan ama...”
“Yaşına göre küçük gösteriyorsun ve yaşına göre büyük konuşuyorsun çocuk!”
“Ama bu işin yaşla bir alakası yok. Bence vurmasını bilmiyorsunuz…”
“Sen vur bakalım ufaklık, vuruşunu görelim.”
“Tabi ama kazanırsam üç altınınızı alırım!”
“Üç değil beş olsun… Al bakalım.”
Koca adam, Minik Kızın kazanamayacağından emin olduğundan, oldukça yüksek para değeri olan altınları Kızıl Saçlı Minik Kızın eline sıkıştırır.
“Efendim boyum yetişmiyor bir sandalye alabilir miyim?”
“Puhahahaha..! Al bakalım…”
Minik Kız sandalyenin üzerine çıkar, gözlerini kapatarak olanca gücüyle torbaya vurur... Torbadan gelen yumruk sesinin ardından, uzun bir sessizlik ve bekleyiş başlar. Minik Kız; girdiği iddia yüzünden utanmaktan oldukça korkmaktadır, İçin için terler. Göz kapaklarını yavaşça aralar…
Gözlerini açtığında; herkes şaşkındır, kum torbası en tepede, puanlarsa en üst seviyededir!
Koca koca adamlar ve park görevlisi şaşkın, bir Minik Kıza, bir kum torbasına bakarak söylenirler:
“Ama... Ama..! Bu nasıl olur?”
Minik Kız, şaşkınlığını gizleyerek, havalı bir şekilde, gün batımı kızılı saçlarını rüzgarın tersine ve inadına salındırarak:
”Oldu bir kere!” Der. Sersemlemiş park görevlisi, Minik Kıza, ok ve yaylarını verir: ”Al bakalım sevimli kız, nasıl yaptın anlamadım ama, al sana kazandıkların!”
Minik Kız, okunu, yayını ve beş altınını alarak, şaşkın bakışlar önünde sahneden uzaklaşır.
“Söyle bakalım Küçük Kurtçuğum, nasıl yaptın bunu?”
“Sen adamlarla münakaşa ederken, ben de kum torbasının bağlı bulunduğu mekanizmanın içine girip ayarları ile oynadım.”
“Harikasın Kurtçuğum ama biraz yavaş ol, beni çok şaşırtıyorsun…”
“Eğlenmedin mi, Minik Kız?”
“Ahahaha..! Çok, hem de çok eğlendim, ama şaşkınlığım geçtikten sonra…”
İlk gördükleri restoranda bir güzel karınlarını doyururlar, daha sonra Küçük Ceviz Kurdunun çok ısrar etmesiyle; Kızıl Saçlı Minik Kız üzerine çok hoş bir elbise alır ve ayaklarına uygun çok şirin ayakkabılarla giyimini tamamlar. Çok uzun süreden beri ilk defa yeni bir elbisesi olmuştur. Sevincine diyecek yoktur, giysisi çok yakışmıştır, adeta bir Prensestir.
Şarkılar mırıldana mırıldan Kasabada gezinirlerken: Kasabanın halkı, bağıra çağıra sağa sola kaçışmaya başlar… Kızıl Saçlı Minik Kız ve Küçük Ceviz Kurdu ne olup bittiğine bir mana vermeye çalışırlarken; Minik Kızın kolundan bir el onu sıkıca tutarak, karanlık bir odaya çekiverir! Burası bir ahırdır. İçeriyi tek aydınlatan ışık, aralık kalan ahşap duvarlardan sızan güneş ışınlarıdır…
Minik Kız:
“Kimsiniz, ne istiyorsunuz?”
Ahırın sahibi, nefes nefese bir şeyler söylemeye çalışır; koşmuş oldukça yorulmuştur.
“Ben… Ben… Sizi kurtardım!”
“Kimden teyze, neler oluyor?”
O sırada, dışarıdan gelen bir çığlık sesi ile irkilirler:
“Bırakın ne olur, başka bir şeyimiz kalmadı!”
Ve yürekleri yakan bir kırbaç sesi ardından: “Yalancı adam neyin varsa alacağız!” Düzene mahkum olmuş masum adam; “Bari kızımı bırakın, o daha çok küçük!”
Oldukça heybetli bir at arabasının üzerinde siyah giyimli bir kadından geliyordur bu acımasız cümleler. Etrafında yağcı askerleri, kadın ne emrederse yerine getirmek için birbirleri ile yarışmaktadırlar… Adamın kızını alarak, at nallarının gürültüsü eşliğinde toz bulutu ardında gözden kayboldular… Geride yere çömelmiş, ellerini yüzüne kapatmış, her yanı kırbaç darbelerinden kalan kızarıklıklar ile dolu, kasabada iyi bir esnaf olan genç adam sızlanmaktadır… Küçük kızını ve dükkanında ne varsa yağma yaparak alan siyah giyimli kadının arkasından çaresiz adamın diz çöküp ağlamaktan başka yapabileceği bir şey kalmamıştır!
Kızıl saçlı minik kız:
“Teyze neler oluyor?”
“Çocuğum, o hayin siyah giyimli kadın, Kral’ın yardımcısı, daha doğrusu büyücü! Kral her yıl bahar şenliği olarak sarayda bir davet verirdi, bütün halk davet edilir, tüm Kasabalılar ve civar Köylerden herkes gelir, büyük eğlencelere katılırlardı. Yine uzun bir zaman önce, böyle bir davette Kral’ın karısı kaçırıldı, ertesi gün herkes sorguya çekildi fakat Kraliçe bulunamadı. İşte bu siyah giyimli kadın, Kralı kandırarak, halka zulüm etmeye başladı.
“Kral ne kötü biriymiş, nasıl göz yumar bunlara?”
“Aslında çok iyi biridir, karısını çok severdi, o kaybolduğundan beri her şeyi bıraktı. Devlet işlerine de bu büyücü bakıyor.”
“Bu çok kötü… Ne istiyor bu hayin kadın sizden?”
“Hayvanlarımızı, ürünlerimizi alıyor yağma yapıyor.”
“Çocuklardan ne istiyor?”
“Çocukları da sarayda köle olarak kullanıyor, onlara ağır işler veriyormuş. Kraliçeyi bizim kaçırdığımızı düşünüyor ve o bulunana dek böyle sürecek sanırım!”
“Nerede bu Kraliçe peki?”
“Hiç kimse bilmiyor ama bizim Kasabada bunu yapacak kimse olamaz!”
“Kral’a anlattınız mı bu hain kadının yaptıklarını?”
“Anlatmak istedik tabi, askerler tarafından kırbaçlanıp geri gönderildik. Hain ‘Karayaki’ de bizim kırbaçlanmamız karşısında eğleniyordu! Anlayacağın Şirin kız, yakında burada kasaba diye bir yer kalmayacak, herkes başka yerlere göç etmeye başladı bile!”
“Karayaki mi..?!”
“Evet o siyahlı hain kadının adı… Neden şaşırdın birden, tanımıyor musun onu?”
“Adını bilmiyordum teyze…”
“Sizin oralara pek uğramıyor anlaşılan… Nereden geldin Minik Kız?”
“Çok uzak bir köyden… Şimdi gitmeliyim, beni kötü kadından kurtardığınız için çok teşekkür ederim.”
“Önemli değil Minik Kız, dikkatli ol!”
Minik Kız, usulca ahırın kapsından dışarıya, temkinli bir şekilde kafasını uzatarak, etrafı süzdükten sonra yola koyuldu.
“Duydun değil mi Küçük Kurtçuğum..? Karayaki dedi!”
“Evet, şu kötü adamın seni satacağı kişi.”
“Kurtçuğum Kral’la konuşmanın bir yolunu bulmalıyız.”
“Bulmalıyız da… nasıl? Bak şurada ağaçların altında çok güzel bir yer var, orada konuşuruz.”
Kasabanın mateminden biraz olsun kurtulmak için, ağaçlık alana doğru ilerlemektelerken; aniden, sertçe güçlü bir kol, Minik Kızı kucaklayıverir ve koltukaltına alır, sertçe sıkmaktadır. Kızıl Saçlı Minik Kız ne olup bittiğini anlayana kadar, kendini bir at arabasının için de, elli kolu bağlanırken bulur. Bu hayin adam Keşerdir!
“Puhahaha.. Kaçtığını sandın ha? Ben den o kadar kolay kurtulamazsın ufaklık!”
“Kötü adam bırak beni, kendim giderim Karayakiye!”
“Ne..! Karayakiye seni götüreceğimi nereden biliyorsun?”
“Aaa… Şey… Ben dudak okumayı biliyorum, kahvede o adama dediklerini anladım! Tabi çok kötü bir adam olduğunu da orada öğrendim, çok hayin birisin sen.” Keşer için, iyi ya da kötü olmanın bir anlamı yoktu. “Öyle ya da böyle, ben işime bakarım, minik han fendi! “
“Bırak beni dedim sana… Ben giderim!”
“Ya gidersin demek… Bırakırsam kaç para vereceksin bakalım?”
“Üç altın bir de bozuklarım var.”
“Ver bakalım…”
“Elimi çöz vereceğim.”
Hayin Keşer, Minik Kızı kötü kötü süzerek ceplerini arar; dediği gibi üç altın ve bozukları bulur. Pis pis sırıtarak; atı kırbaçlar ve yola koyulurlar…
“Aldın işte altınları, beni bırakacaktın, nereye gidiyoruz?”
“Ha ha ha..! Ben bırakacağımı söylemedim ki.”
“Hayin adam, çok kötüsün çok..!”
Küçük Ceviz Kurdu:
“Sıkma canını Minik Kız, Çözerim şimdi ben seni…”
“Hayır, çözme Kurtçuğum! Öyle ya da böyle, o saraya girecektik, yorulmadan girelim bari, he he…”
“Peki Kraliçem… “
“Sağ ol Kralım he he…”
“Biliyor musun Kurtçuğum, insan olmanı çok isterdim!”
“Ama… Beni böyle yakışıklı bulmuyor musun? “
“Hayır… Hayır … Öyle demek istemedim. Ben seni bu halinle çok seviyorum, çok yakışıklısın, hem tatlısında…”
“Oy..! bu sözlerin karşısında insan olasım geldi…”
“Çok yakışıklı bir şövalye olurdun herhalde…”
“Belki de… çok isterdim.”
Konuşmalarını hayin Keşer homurtulu sesi ile böler:
“Ne sayıklayıp duruyorsun, kiminle konuşuyorsun sen?”
“Sana ve senin gibi yaratıklara sövüyordum!”
“Kapa çeneni yoksa ağzını da bağlarım…”
“Muhakkak… Senin gibi gücü ancak çocuklara yetebilen birinden bu beklenir!”
Keşer , Minik Kızın yıldırım gibi inen sözleri karşısında iyice sinirlenmiş, hırsını zavallı attan çıkartmaktaydı, o kadar hızlı gidiyordu ki; arabanın eski tekerlekleri buna daha fazla dayanamayacak haldeydi.
Neyse ki korkulan başa gelmeden saraya geldiler: Önlerinde insan yapısı dev taş dizgileri duruyordu, sarayın heybeti karşısında paniğe kapılmamak neredeyse imkansızdı; çok yüksek duvarları, onların üzerlerinde adeta göğü delercesine uzanan kuleleri, sinsice yere uzanmış karanlık gözleri ile avını bekleyen bir Ejderha gibi duruyordu saray önlerinde. Kapı girişinde altı nöbetçi, sarayın her kulesinde iki ve ana kule dahil olarak tüm sarayın içi nöbetçilerle doluydu.
Minik Kız, içinden umutsuzca şu sözleri geçirdi, “Bakalım kolayca giriyoruz ama çıkmamız çok zor olacak galiba… Yok yok, kesinlikle çıkmak imkansız… Kuş olsak kaçamayız buradan!” ...
Sarayın kapısında nöbetçi: “Dur bakalım atlı, kimsin?”
“Kola’nın elçisiyim, Karayaki hanım efendiye bir emanet getirdim!”
“Biraz bekleteceğim sizi, haber verip geleceğim!”
Bu konuşmayı duyan, Karayakinin hizmetkar askerlerinden biri:
“Dur Asker… Gerek yok, bu adamı tanıyorum, alın içeriye!” Aslında tanımıyordu ama bu adamda kendisi gibi karanlık bir yan olduğunu anlamıştı!
Ve Ejderhanın ağzı, büyük bir gürültüyle açılıverdi. Dev demir yığını kapılar, tüm ürkütücülüğüyle yollarından çekilmişti. Sarayın içi, dışarıdan görünen korkutuculuğunun aksine, bahardan bir bahçeydi. Öylesine yeşil hakimdi ki; yeşile naz yapan rengarenk çiçekler ise huzur veriyordu.
Karayakinin askeri, Keşer ve Minik Kızı sarayın arka bahçesinden içeri aldı.
Asker sertçe:
“Bekleyin burada, Karayakiye haber vereceğim.”
Bulundukları yer saray’ın tahıl ambarıydı.
Minik Kız:
“Keşer gözün paradan başka bir şey görmüyor… Değil mi?”
“Ha… ha… ha..! Görür… görür senin gibi para edecek eserleri de görür!”
“Hayin adam!”
Bu esnada, Karayaki içeri girmiştir bile. Minik Kızı görür görmez; gözleri yuvalarından fırlar, tam aradığı tipte bir kız vardır karşısında; kızıl saçlı, beyaz tenli, ela gözlü ve minik!
Karayaki:
“Bak sen ne varmış burada! Nereden buldun bunu?”
Keşer:
“Efendim, çok uzak bir köyde, annesi babası ölmüş, kimsesi de yok… Yani arayanı soranı olmaz bunun!”
“Olsa ne olur, bize savaş mı açar, kimin gücü yetebilir bana? Aptal adam!”
“Haklısınız efendim, cahilliğime verin.”
“Cahilliğine veriyorum zaten, bana bu hediyeyi getirmen beni mutlu etti.”
“Sağ olun efendim, sağ olun...”
“Sarayda misafirimsin, istediğin kadar kal.” Onları getiren askere dönerek:
“Nöbetçi, bu adamı bir odaya yerleştirin. İstediği kadar kalsın, sarayın barına da söyleyin ücret alamasınlar, misafirimdir.”
YORUMLAR
işgal
Prense mi dönüşür prensesemi inanın hatırlamıyorum 15 yıl olmuş yazalı:) merakla bekleyeceğim okudukça atıyorum zaten siteye..
Sayfama verdiğiniz ilgi için teşekkür ederim:)
Saygılarımla
işgal
işgal
hadi bakalım madem devamı gelsin desemde, on beş yıl olmuştur yazalı :) ben de unutmuşum hikâyeyi tekrar okuduğum kısımca paylaşıyorum :)
Dip not olarak kalsın müsade ederseniz:)
Tâbi okuyucu önemli bakış açısıyla değerlendirmesi ile mutlu edici.
Selamlarımla