- 291 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
İZİN VERME
Otuzlu yaşlarda duyma sorunu başladı ve kırk altı yaşına geldiğinde duyma yetisini tamamen kaybetti, sağır olduktan sonra yaptığı bestelerini bir daha dinleyemedi. Ama eşsiz bestelerini yapmaya devam etti Ludwig Van Beethoven.
Kör olduğumu, dört yaşımda babama ‘’ Neden ben yürürken dikkat et, önünde şu var, bu var diyorlar da; neden anneme sen, ya da dışarıda başkaları, bir başkasına bunları söylemiyor? diye sorduğumda öğrendim’’ diyen Türk ressam ‘’Parmaklarıyla Gören Adam’’ ‘’Yaşadığım dünyayı tanımak istiyordum, bu esnada da resim yaptım’’ sözleriyle ressam oluşunu açıklayan Eşref Başaran.
On bir aylıkken bacaklarını kaybeden, Olimpiyatlarda koşan ilk engelli sporcu olarak tarihe geçmeyi başaran. Dünya şampiyonlukları kazanan çıta lakaplı ünlü atlet Oscar Pıstorıus
Duymayan bir bestekâr, görmeyen bir ressam, bacakları olmayan bir atlet. Tabi ki; Bu örnekleri çoğaltmak mümkün. Yalnızca kulağımızla duyduğumuzu, gözümüzle gördüğümüzü sanıyorduk oysa değil mi? Parmak uçlarını kulak haline getirerek duymamızı sağlayan, göz haline getirerek görmemizi sağlayan bir şeyler var demek ki, içimizde bir yerlerde. Birçoğumuz deneyimlemiştir bunu, en derinimizde hissetmişizdir; kalbimizin, sol yanımızda çırpınıp duran sabit bir şey olmadığını, sevgiliye dokunurken, olanca hızıyla parmak uçlarında çarpmaya başladığını bir anda. Anlatamadık ama hissettik bunu. Bilemesek de, anlayamasak da sadece hissederiz bazen. Değişim olmazsa olmaz. İnsan evrenin içinde, evren insanın içinde yaşar. Her doğan günle, her gün farklı biçimde tekrar tekrar doğar. Sürekli değişen, dönüşen bir evrende değişime direnemez insan. Yaşadığı zamanın kısıtlılığına, ölçüle bilirliğine, ona esir edilişinedir, çok zaman insanın isyanı. O çemberin çeperini kırmak adınadır, çıldırışları, haykırışları. Aşk o çemberin kırılmış halidir. Zaman ve beden boyutundan kurtuluşun adı. Öyle bir aşk ki; yukarıda örneklendirdiğim gibi; kulağın olmadan duyabilme, gözün olmadan görebilme, ayağın olmadan koşabilme hali.
Can acımadan olmuyor işte. Testi kırılıyor içine ışık sızıyor. Hâlâ neden acılarımızla yakınıp duruyoruz? Neden onların bizi yeniden var etmesine izin vermiyoruz? Neden içimize sızan o ışığa sırtımızı dönüyor, karanlığa bakıyoruz?
Psikolog Martin Seligman ‘’Bir canlının maruz kaldığı zorluklardan kurtulamayacağı inancının ve pasif davranışın yerleşmesi durumudur’’ der ‘’Öğrenilmiş çaresizlik’’ kuramını anlatırken. Yaşadığımız acılar karşısında tabiri caizse, far yemiş tavşan gibi kalakalıyoruz ve avlanıyoruz. Tabi ki anlatacak, tabi ki; dostlarınla paylaşarak azaltmaya çalışacaksın acılarını. Ama onun sana ne söylediğini de dinlemelisin. Onun sana sunacağı dönüşüme izin vermelisin. Asıl olan ne yaşadığın değil, yaşadıklarının sana neyi hissettirdiğidir.
Tıpkı Soren Kierkegaard’ın kendine sorduğu ‘’Tanrı benimle ne kastetmiş olabilir?’’ sorusunu sanırım hepimiz kendimize sormalıyız bu bağlamda.
Zümrüdü Anka Kuşu gibi küllerinden yeniden dirilmek varken, küllerinin umutsuzluk rüzgârının önünde savrulup gitmesine asla izin verme.
Saygı, sevgi ve selamlarımla…
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.